Araf

1) Elif/1, Lâm/30, Mîm/40, Sâd/90.[#94]
Daha önceki Kalem, Kaf ve Sad surelerinde olduğu gibi bu sûre de "huruf-u mukattaa" adı verilen harfler ile başlamıştır. Bu bağımsız harflerin ne anlama gelebileceği hakkındaki görüşlerimizi, adı geçen bu surelerde daha önce belirtmiştik.

Kısaca hatırlatacak olursak, bize göre bu harfler ya uyarı ifadeleridir, ya Kur’an’ın yapısı itibariyle özel birer yapı taşı niteliğindedir ya da mesajı henüz tespit edilememiş bir sayıyı ifade etmektedir.

ابجد [Ebced] hesabı denilen uygulamaya göre bu harfler:

ا [elif]:1

ل [lam]:30

م [mim]:40

ص [sâd]:90 sayılarını temsil etmektedir.

Belki de bu sûreden önce inmiş olan Sâd sûresi ile bu sûrenin 1. âyetinin sonundaki ص [sâd] harfi arasında henüz anlamı saptanamamış bir ilişki mevcuttur.

Allah’ın izni ve yardımıyla bu konu üzerinde ciddî çalışmalar yapacak olan Kur’an erlerinin, bir gün bu harflerle neyin amaçlanmış olduğunu tespit edeceklerine inanıyoruz.
2,3) O, kendisiyle uyarman ve inananlara öğüt/hatırlatma için sana indirilen; içine işletilen Kitaptır. Onun için, ondan, göğsünde hiçbir sıkıntı olmasın. Rabbinizden size indirilene uyun ve O'nun astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan sözde yakınlara uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz/hatırlıyorsunuz!
2O, kendisiyle uyarman ve inananlara öğüt/hatırlatma için sana indirilen; içine işletilen Kitaptır. Onun için, ondan, göğsünde hiçbir sıkıntı olmasın.

Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, bu sûre Sâd sûresi'nin devamı niteliğindedir. Hatırlanacak olursa, Sâd sûresinin son üç ayeti şöyleydi:

86De ki: "Ben Kur’ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim. 87Kur’ân, bütün âlemler için bir öğüttür ancak. 88Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz." [Sâd/86-88]

Sad suresinin son üç ayetinde vurgulanan "Kur’an’ın insanlık için zikir [öğüt/hatırlatma] olduğu" konusu, tahlilini yapacağımız A’raf suresinin 2. ayetinde de tekrarlanmakta, insanlara öğüt vermeye ve uyarıda bulunmaya devam edilmektedir. Konunun bu surede de devam etmesi, Mekkelilerin vurdumduymazlıklarının ve peygamberimize karşı giriştikleri psikolojik saldırılarının devam ettiğini, dolayısıyla peygamberimizin de tebliğ ve uyarı görevinde zorluk çektiğini, hatta normal yaşamında bile sıkıntılarla karşılaştığını göstermektedir. Öyle ki, Rabbimiz Sad sûresi’nde peygamberimize Davud, Süleyman, Eyyüb, İbrahim, İsmail ve İshak peygamberleri örnek göstermiş, ondan bu peygamberler gibi sabırlı ve metin olmasını istemişti. Peygamberimizin karşı karşıya kaldığı bu sıkıntıların boyutları hakkında bundan önceki surelerde ve özellikle de Beled suresinde verdiğimiz bilgilerin hatırlanmasında yarar görüyoruz.

Âyette geçen
Onun için, ondan, göğsünde hiçbir sıkıntı olmasın ifadesinden, Peygamberimizin yalanlayıcıların duyarsızlıkları yüzünden başlarına gelecek felâketleri düşündüğü ve merhametinden dolayı üzülüp kahrolduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimizin bu anlamda çektiği sıkıntılar başka âyetlerde de belirtilmiştir:

6Sonra da sen onlar bu Kur’ân'a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin! [Kehf/6]

3Onlar; Hıcr 91Kur’ân'ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın! [Şu‘arâ/3]

97Andolsun, Biz biliyoruz ki, kesinlikle onların söylediklerine senin göğsün daralıyor. [Hicr/97]

12Şimdi sen, "Ona bir hazine indirilse ya da beraberinde bir melek gelse ya!" diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terk edecek oluyorsun ve bundan dolayı göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeyi belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır. [Hûd/12]

Yukarıdaki âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Peygamberimizin Mekke müşriklerine tebliğde bulunurken çektiği sıkıntıların benzerlerini, Kur’ân'ı tebyîn etmek isteyen ve "hâlis din" ile "hanîf Müslüman"ı tanıtmaya gayret eden herkes mutlaka çekecektir. Onun için Kur’ân erleri bunu peşinen kabul etmeli ve başlarına geleceklere hazırlıklı olmalıdırlar:

186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıcı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. [Âl-i İmrân/186]

Kitap

"Kitap" sözcüğü; "yazılan-okunan" anlamına geldiği için, bir defa buradan hemen anlıyoruz ki, Kur'an ayetleri ilk vahyden itibaren yazıya geçirilmiştir. İkinci olarak; Kur'an'nın henüz tamamlanmadığı dönemlerde eldeki mevcut olan bölümler de Kur'an'da "kitap" olarak tanımlandığı için anlıyoruz ki, "kitap" sözcüğü Kur'an'ın tamamını temsil etmemektedir. Nitekim yukarıda sunduğumuz ayetlerin bazılarındaki "kitap ve hikmet" kalıbına karşılık, Ahzab suresinin 34. ayetinde; "...Allah'ın ayetlerini ve hikmeti anın" şeklinde "ayetler" sözcüğü kullanılarak bir kalıp oluşturulmuştur. Yani "kitap" ve "ayetler" sözcükleri, Kur'an'ın bölümleri için kullanılmıştır.

Bizim görüşümüze göre "kitap ve hikmet" kalıbıyla verilen ayetlerdeki "kitap"; Zümer suresinin 23. ayetinde bahsedilen "müteşabih kitap"tır. Yani mucize nitelikli, anlamları gayet açık olmasına rağmen birbiriyle benzeşen birçok anlamı ifade edebilen eşsiz sanat mucizeleri konumundaki müteşabih ayetlerin oluşturduğu metindir.

Bilindiği üzere Kur’an indiği dönemde Araplar arasında henüz kültür ve edebiyat, yazılı konumda değildi. Arap dil ve edebiyat bilginlerinin eserleri dilden dile dolaşmaktaydı. Arap dili gramer ve edebiyat açısından henüz kuramlaştırılmamıştı. Gramer ve edebiyat bilgileri ediplerin kasidelerinde, halk deyimlerinde kendini göstermekteydi.

Arapçaya ait bu günkü dilbilgisi kuralları Kur'ân'ın inişinden yaklaşık 150–200 sene sonra Sibeveyh, Ahfeş (ölümü H. 177 M. 793), Kisâî, Îsâ b. Ömer, Yûnus b. Habib ve Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsenna gibi bilginlerce Kur’an metinleri ve İmruü'l-Kays, Tarafe ibnü'l-Abd (539-564), Haris bin Hilliza (veya A'şa)., Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddad (veya Nabiğa), Züheyr bin Ebu Sulme, Lebid ve diğer ediplerin eserleri dikkate alınarak oluşturuldu.

Kur’an’ın metni Arap dilinin gramer ve edebiyat ilkelerini kuramlaşmış haliyle insanlığa sunmuş ve derli toplu olarak göstermiştir. Hem de Arap dili gramer ve edebiyatını bilmeyen birisi tarafından. Kur’an’ın nüzulünden sonra Arap dil ve edebiyatının temel kaynağı artık Kur’an metni (Kitap) olmuştur. İşte Kur’an’da "Kitap" diye konu edilen, Kur’an’ın yazılı metnidir, içeriği de Hikmet olarak yer almaktadır. Bunu, A’raf/2, Yûnus/1, Hûd/1, Yûsuf/1, Ra’d/1, İbrahim/1, Hıcr/1, Kehf/1, Şûra/2, Neml/1, Kasas/2, Lokman/2, Secde/2, Sâd/29, Zümer/1, 2, 23, 41 Mü’min/2, Fussıllet/3, Zuhruf/2, Duhan/2, Câsiye/2, Ahkaf72 ve Bakara/151’de görmekteyiz.

Surenin 2. âyetinde dikkati çeken bir diğer nokta da, Kur’ân'ın indiriliş amacının hem "uyarı" hem "öğüt" olarak gösterilmesidir. Bu sözcüklerin geçtiği daha önceki âyetlerde "uyarı"nın kâfirlere, "öğüt"ün ise müminlere yönelik olduğunu açıklamıştık. Bu açıklamaları da göz önüne alarak 2. âyetten Kur’ân'ın mümin-kâfir ayırımı yapmadan herkese hitap ettiği sonucunu çıkarmak mümkündür.

3Rabbinizden size indirilene uyun ve O'nun astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan sözde yakınlara uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz/hatırlıyorsunuz!

Kur’ân'ın niteliklerini bildiren ve Peygamber'i zorluklara göğüs germeye davet eden 2. âyetten sonra, Rabbimiz bu âyette hitabını tüm insanlara yöneltmiştir. Bu sûredeki temel konunun da özetlendiği 3. âyetin takdiri bize göre şöyle yapılabilir: "Siz, sadece size indirilene uyun, sakın başka kılavuz edinmeyin, dininize Kur’ân'dan başka kaynak aramayın. Ve kesinlikle de Allah'ın astlarından [rahip, haham, hacı, hoca, şeyh gibi kimseleri] velîler [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] edinmeyin. Ne de az öğüt alıyorsunuz, aklınızı hiç kullanmıyorsunuz."

VELÎ ve EVLİYÂ:
الاولياء [evliyâ] sözcüğü, الولىّ[velî] sözcüğünün çoğuludur. Velî ise, ولاء[velâ] kökünden türemiş sıfat-ı müşebbehe kipinde bir sözcük olup anlamı "yakın olan, yakın duran" demektir. Ancak bu yakınlık nicel değil, nitel bir yakınlıktır.

Hem velî sözcüğü, hem de bu sözcüğün çoğulu olan evliyâ sözcüğü Kur’ân'da hep bu anlamda kullanılmıştır. Bu sözcükler İslâm'ın ortaya çıkışından yüzyıllar sonra, yabancı kültürlerin etkisiyle sözcük anlamları dışında birer kavram hâline gelmiş ve Müslümanların dinî hayatlarını istila etmiştir. Açıklıkla belirtmek gerekir ki, "velî" ve "evliyâ" sözcükleri Kur’ân'da tamamen kendi doğal anlamlarıyla kullanılan iki sözcüktür. Tasavvuf literatürünün bu doğal anlamları bozarak halk kültürüne özel mistik anlamlar ve hiyerarşik bir derecelendirmeyi ifade etmek üzere soktuğu "veli" ve "evliya" kavramlarının Kur’an’daki "veli" ve "evliya" sözcükleriyle bir ilgisi yoktur.

Esma-i Hüsnâ'dan biri olan ve Kur’ân'da hem Allah hem de kullar için kullanılmış olan
velî sözcüğü âyetlerde hep نصير[nasîr=yardımcı], مرشد[mürşid=aydınlatan, yol gösteren], شفيع [şefî‘=şefaat eden], واق[vâk=koruyucu], حميد[hamîd=öven, yücelten] sıfatları ve "karanlıklardan aydınlığa çıkarır", "bağışlayıp merhamet eder", "zarardan alıkoyup yarara yaklaştırır" nitelemeleri ile birlikte yer almıştır. Bu da demektir ki, velîliğin [yakınlığın] bu nitelikler ve bu sıfatlar ile yakın ilişkisi vardır. Yani, bu nitelik ve sıfatlar, velînin [yakın olanın] belirgin özellikleridir. Buna göre her nerede bir kimse için velî [yakın] sıfatı kullanılmışsa, o kimsenin "yardım eden, yol gösteren, şefaat eden, aydınlatan ve koruyan" bir kimse olduğu anlaşılmalıdır. Bunu aşağıdaki âyetlerden kolayca anlamak mümkündür:

107Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah'a ait olduğunu ve sizin için Allah'ın astlarından bir yakın ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi? [Bakara/107]

120Ve sen onların dinlerine/yaşam tarzlarına uymadıkça Yahûdiler ve Nasara/Hristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: "Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir." Ve eğer bilgiden sana ulaşan şeyden sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir yakın olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz. [Bakara/120]

45Ve Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve yol gösterici, koruyucu yakın olarak, Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter. [Nisâ/45]

123Bu iş, sizin kuruntularınızla ve Kitap Ehlinin kuruntularıyla değildir. Kim kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve o kendisi için Allah'ın astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve iyi bir yardımcı bulamaz. [Nisâ/123]

173Artık inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler; Allah, onların ödüllerini tam verecek ve armağanlarından onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır; kulluktan çekinip büyüklük taslayan kimseler de; onlara çok acıklı bir azapla azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah'ın astlarından bir koruyucu, yol gösterici yakın ve bir iyi yardımcı bulamazlar. [Nisâ/173]

51Ve Rablerinin huzurunda toplanılacaklarından korkanları, Allah'ın koruması altına girmeleri için sana vahyedilenle uyar. Onların, O'nun astlarından yardım eden, yol gösteren, koruyan bir yakın kimseleri ve destekçileri, kayırıcıları yoktur. [En‘âm/51]

70Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve Kur’ân ile hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığıyla değişim ve yıkıma düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir yardım eden, yol, gösteren koruyan bir yakın kimse ve destekçi, kayırıcı söz konusu olmaz. Suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de ondan alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile değişime/yıkıma uğrayan kimselerdir. İyilikbilmezlik ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. [En‘âm/70]

37Ve Biz, böylece Kur’ân'ı Arapça; mükemmel bir yasa olarak indirdik. Ve eğer sana gelen bilgiden sonra onların boş-iğreti arzularına uyarsan, Allah'tan sana "bir yardımcı, yol gösterici yakın ve bir koruyucu" yoktur. [Ra‘d/37]

17Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser-geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah'ın alâmetlerinden/göstergelerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir Yakın Kimseyi asla bulamazsın. [Kehf/17]

Bu konu için ayrıca Kehf/26, Şûrâ/28 ve 46, En‘âm/14, A‘râf/196, Yûsuf/101'e de bakılabilir.

ولاء [Velâ] sözcüğünün mastarı olan ولاية[velâyet] sözcüğü de, "arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yakın olma, yan yana olma ve yaklaşma" demek olup yer, niyet, zaman, din gibi faktörlere bağlı kalmaksızın arkadaşlıkta ve yardımda tam bir yakınlığı ifade eder. [Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, vly mad.] Velâyet sözcüğü Kur’ân'da 2 yerde ve bu anlamda geçmektedir:

72Kuşkusuz iman etmiş, yurtlarından göç etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden şu kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakını olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. [Enfâl/72]

44İşte burada egemenlik/yardımcılık, koruyuculuk, yol göstericilik ancak hak olan Allah'a aittir. O, ödüllendirme bakımından en iyi ve kovuşturma yönünden de en iyi olandır. [Kehf/44]

Velâyet sözcüğü zaman içinde, kişilerin ve toplumların birbiriyle olan ilişkilerinde hukukî bir kavram hâline gelmiş ve bu kavram uluslararası ilişkiler düzeyinde de genel kabul görmüştür. "Reşit bir şahsın, şahsî ve mâlî işlerini gözetip yürütme hususunda kasır [becerisi ve yeteneği olmayan, eksikli]olan bir şahsın yerini tutması" demek olan bu kavram, hukuk alanında geniş bir yer işgal etmesine rağmen, mana olarak sözcüğün kök anlamı ekseninden uzaklaşmamıştır.

Velâyet sözcüğü, "ve" harfinin kesresiyle vilâyet olarak da okunur. Bu okuma şeklinin normalde anlam değişikliğine yol açmaması gerekirken vilâyet sözcüğü, "toplumsal yakınlık" manasında "emirlik, sultanlık" [devlet yakınlığı] anlamında kullanılır olmuştur.

Velâ kökünden türemiş ve mastarı velâyet olan bir sözcük de والى[vâlî] sözcüğüdür. Bu sözcük velî sözcüğü ile aynı anlamda olup Kur’ân'da Allah için de kullanılmıştır:

11Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah'ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur. [Ra‘d/11]

İnananların Velisi Allah, Allah’ın elçisi ve mü’min kardeşleridir:

55Sizin yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınınız, sadece Allah'tır, O'nun Elçisi'dir, bir de Allah'ı birleyerek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren iman etmiş kimselerdir.

56Allah'ı, O'nun Elçisi'ni ve iman edenleri kendine yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın kabul edenler bilsinler ki, kesinlikle Allah'ın taraftarları, galip olanların ta kendileridir. [Maide/55, 56]

Yine aynı kökten türemiş ve aynı anlamda olan bir diğer sözcük ise مولى [
mevlâ] sözcüğüdür. Hem fail hem de mef‘ul anlamında kullanılan mevlâ sözcüğü, fail anlamında kullanıldığında, velî sıfatı gibi "yakın olan, yardım eden, koruyan, yol gösteren"; mef‘ul anlamında kullanıldığında ise "yakın olunan, yardım olunan, korunan, yol gösterilen" demek olur. Nitekim İslâm Hukuku'nda köle azat eden köle sahibine fail anlamıyla mevlâ denildiği gibi, azat edilen köleye de mef‘ul anlamıyla yine mevlâ denilir.

Ancak İslâm âleminin birçok yerinde saygı için bazı kimselereمولانا [mevlânâ=mevlâmız] denmektedir ki, bize göre, Kur’ân'daki açıklamalar dikkate alındığında, bu sıfatın dinî anlamda Allah'tan başkası için kullanılması kesinlikle uygun değildir.

ALLAH'IN ASTLARI: Kur’an’ın pek çok âyetinde من دونه[min dûnihi] ve من دون اللّه[min dînillâhi] şeklinde geçen ifadeler, piyasadaki birçok meal ve tefsirde Türkçeye من غيره [min ğayrihi] ve من غيراللّه[min ğayrillâhi] anlamlarında, yani "O'ndan başka" ve Allah'tan başka" şeklinde çevrilmiştir. Oysa دون[dûn] sözcüğünün esas anlamı, "seviyesi düşük, ast" demektir. [Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, vly mad.] Dolayısıyla bu âyetlerin Türkçeye "Allah'ın astları" şeklinde çevrilmeleri gerekir. "Allah'ın astları"ndan kasıt, O'nun yarattıklarıdır; yani melek, insan, cinn, şeytân, hayvan cinsi yaratıklardır. Dûn sözcüğünün yine bu anlam ekseninde olarak سوى[sivâ], وراء [verâ = öte, başka] manasında da kullanılması söz konusu olabilir. Nitekim Sebe/41'de bu manada kullanılmıştır. Ancak özellikle konumuz olan âyette ve bu doğrultudaki diğer âyetlerde dûn sözcüğünden seviye olarak Allah'ın altındaki bir seviyenin kastedildiği anlaşılmalıdır. Bu da Allah tarafından yaratılanların seviyesi anlamına gelir ki, bize göre tüm yaratıklar "Allah'ın astları" kapsamındadır.

Bu anlam gözetilerek âyete bakıldığında, "Allah'ın astlarından velîlere uymamamız" ifadesinden, Allah'ın astlarından olan herhangi birilerine yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar olarak uymamamızın öğütlendiği anlaşılmaktadır. Başka bir ifadeyle; yakınlık kurulacak, güvenilecek, izinden gidilecek kişi veya kurum Allah gibi mükemmel olmalıdır. Bu da böyle bir kişi veya kurumun Allah'ın sıfatlarını aynen taşıması gerektiği anlamına gelir. Yüce Allah'ın taşıdığı sıfatlara O’ndan başka hiçbir varlığın sahip olması söz konusu olmadığına göre, O'nun astlarından velîlere uymayın ifadesi ile bizlere zımnen şu mesaj verilmiş olmaktadır: "Sadece Allah'la yakınlık kurun, sadece Allah'ın yardım edeceğini, sizi karanlıklardan aydınlığa sadece O'nun çıkaracağını, yol gösterici olanın sadece O olduğunu, sadece O'nun şefaat edeceğini ve sadece O'nun koruyucu olduğunu kabullenin; O'nun astlarında böyle nitelikler kabullenmeyin ve onlarla yakınlık kurmayın!"

Âyette geçen من دونه[min dûnihi] ifadesindeki hu [o] zamiri Rabb sözcüğüne gönderilerek âyetten "Rabbinizin astlarından bir takım velîlere uymayın" anlamı çıkarılabileceği gibi, aynı zamir ما انزل[mâ ünzile] ifadesindeki ما[mâ]ya gönderilerek âyet "Size indirilenin astlarından bir veli edinmeyin" şeklinde de anlaşılabilir. Bu durum Kur’ân'daki ifade zenginliğini göstermektedir. İkinci seçeneğe göre, söz konusu ifadenin anlamı "Kur’ân'ın yerini tutamayan kitaplara uymayın, onları kılavuz edinmeyin" şeklinde takdir edilmiş olur.
4,5) Ve Biz nice kentleri değişime, yıkıma uğrattık. Azabımız kimilerine gece uyurlarken kimilerine de gündüz dinlenirlerken onlara gelivermişti. Azabımız onlara geldiğinde de, "Biz gerçekten şirk koşarak kendilerine yazık eden kimselermişiz!" demelerinden başka yalvarışları olmamıştı.
"Kıssadan hisse çıkarma"nın eğitim ve öğretimde en etkili yöntemlerden biri olduğu bugün tüm eğitimciler tarafından kabul edilmektedir. Gerçekten de tarihî olaylardan ve başkalarının deneyimlerinden istifade etmek, ufkun genişletilmesi yanında, atılacak yanlış adımların önlenmesinde de insanlara avantajlar sağlamaktadır. Dünya antik uygarlık kalıntılarıyla, tarih de ibret verici olaylarla doludur. İncelendiğinde, nice milletlerin ve nice medeniyetlerin Allah'a karşı tuğyan etmeleri, Allah'ın gönderdiği vahiylere kulak asmamaları ve elçileri yalanlamaları sonucu yerle bir olup yeryüzünden silindikleri görülmektedir. İşte âyetteki nice kentler ifadesi, bu örneklerin çokluğunu anlatmaktadır. Tarihte böyle kötü örneklerin çokluğu başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

10Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi. [En‘âm/10]

45Sonra nice kentler de vardı ki şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yaparlarken Biz, onları değişime/yıkıma uğrattık. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır; nice terk edilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar! [Hacc/45]

45-47Peki sinsice kötülükleri plânlayanlar, Allah'ın kendilerini yere batırmayacağından yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden yahut onlar dolaşıp dururlarken Allah'ın, kendilerini yakalayıvermesinden, –üstelik onlar, âciz bırakanlar da değillerdir– yahut da kendilerini azar azar/korku içinde yakalamasından emin mi oldular? İşte, şüphesiz sizin Rabbiniz, kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir. [Nahl/45-47]

11Biz, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.

12Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. 13Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.–

14Onlar: "Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar imişiz" dediler.

15İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak/kül hâline getirinceye kadar son bulmadı. [Enbiyâ/11-15]

4. âyette, cezayı hakk eden kavimlerin helâk edildikleri "iki vakt"e dikkat çekilmiştir. Bu vakitler, coğrafî özellikler sebebiyle Arapların istirahat ettikleri; gece uyudukları ve öğleyin kaylûle yaptıkları [öğle uykusuna yattıkları] vakitlerdir. Yani bu vakitler, Arapların kendilerini en çok güvende hissettikleri vakitlerdir. Nitekim aynı coğrafyada yaşamış olan Lût (as)’ın kavmi seher vaktinde, Şu‘ayb (as)'ın kavmi de öğle vaktinde helâk edilmişlerdir. Helâkin, suçluların en beklemedikleri ve kendilerini en çok güvende hissettikleri vakitlerde gerçekleşeceği, bu sûrenin ilerideki âyetlerinde de bildirilmiştir:

97-99Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti anlamsız işlerle uğraşırlarken onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah'ın ince plânından güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah'ın ince plânından kendini güvende görmez. [A‘râf/97-99]

5. âyetteki, Hışmımız onlara geldiğinde, "Biz gerçekten zâlimlermişiz!" demelerinden başka yalvarışları olmamıştı ifadesinden, azabın gelmesiyle müşrikler için suçlarını itiraf ve ikrar etmekten başka yapacak bir şey kalmadığı anlaşılmaktadır. Suçlular hışmı görünce gerçeği kabullenmektedirler, ancak o saatte artık iş işten geçmiş olmaktadır. O andaki iman ve itiraflar, يأس [ye’s] ve بأس[be’s] sebebiyle olduğu için işe yaramamaktadır. [İman-ı ye’s ve iman-ı be’s konusunun ayrıntıları, Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân'ın, Kıyâmet sûresi'nin tahlilinde "Zoraki İman" başlığı altında verilmiştir.]

ZULM: Zulm: "
bir şeyi, aslında olması gereken yerin dışına koymak" demektir. Aslı, "Kurdu sürüye çoban etti" deyiminden gelmektedir.

İşkence, sınırı aşmak, maksattan meyletmek, cahillik, inançsızlık, fiziki ve ruhi karanlıklar bu sözcükle ifade edilir. [Lisanü’l Arab, "zlm" mad.]

Âyette geçen Biz gerçekten zâlimlermişiz! ifadesindeki zulm, insanın kendi kendisine ettiği zulümdür. Yani yaptığı en büyük yanlıştır. Kur’ân'ın birçok âyetinde daha yer alan bu zulm ile kasdedilen, "şirk"tir:

13Ve hani bir zaman Lokmân oğluna öğüt vererek, "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, hiç şüphesiz ki Allah'a ortak koşmak, kesinlikle büyük bir yanlış davranıştır; kendi zararlarına iş yapmaktır" demişti. [Lokmân/13]

82Şu iman edenler ve imanlarına yanlış; kendi zararlarına olan iş giydirmeyenler/ortak koşma inancı karıştırmayanlar, işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Kılavuzlandıkları doğru yolu bulanlar da onlardır. [En‘âm/82]

21Yoksa onların, Allah'ın dinde izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılmış ortakları mı vardır? Eğer "Fasl Sözü" olmasaydı, aralarında kesinlikle işleri bitirilmişti. Ve şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar; kendileri için acı bir azap olanlardır. [Şûrâ/21]

Bu âyetlerde insanlara akıllı olmaları, felâket kapıyı çalmadan akıllarını başlarına almaları gerektiği, aksi hâlde pişmanlık duyacakları, ama o andaki pişmanlığın yarar sağlamayacağı ihtar edilmektedir.

6) Sonra da andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz.
Kur’ân âyetlerinde bulunan birçok vurgunun çeviriye bire bir yansıtılması teknik olarak mümkün olmadığından, bazı durumlarda bu âyetteki gibi ek bilgi aktarılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu âyetin ف[
fe] takip edatı ile başlamasından anlaşılmaktadır ki, tuğyanları sonucu Allah'ın indirdiklerine uymayanların bu dünyada helâk edilmeleriyle işleri bitmemektedir. Çünkü âyette, helâkin arkasından bir de sorgulamanın varlığı ihtar edilmektedir.

Gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir husus, kendilerine elçi gönderilmiş olanların sorgulanacağı yargı gününde, gönderilen elçilerin de sorgulanmaktan vareste tutulmayacaklarıdır. Bu durum, hem işin ciddiyetini hem de sorgunun genişliğini ifade etmektedir. Peygamberleri bile kapsayacak olan bu sorgulamadan ne cemaat önderlerinin, ne üstatların, ne de kerametleri müritlerinden menkul tarikat şeyhlerinin kaçması mümkün olacaktır.

Bilindiği gibi, sorgulama ya öğrenmek ve anlamak, ya da ikrar ettirmek ve ortaya çıkarmak için yapılır. Rabbimizin yapacağı sorgulamanın öğrenmek ve anlamak maksadıyla olmayacağı açıktır. Çünkü her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmekte olan ve hiçbir şeyin kendisinden gizli kalamayacağı Rabbimizin öğrenme amaçlı soru sormasına gerek yoktur. Nitekim bu durum başka âyetlerde şöyle ifade edilmiştir:

39Artık işte o gün, bildik-bilmedik, gelmiş-gelecek hiç kimse, bir başkasının günahından sorumlu tutulmaz. [Rahmân/39]

78Karun, "Bu servet, bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi" dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı, birikimi olan kimseleri kesinlikle değişime/yıkıma uğratmıştı. –Ve bu günahkârlar, diğerlerinin günahlarından sorumlu tutulmaz.– [Kasas/78]

Zaten sorgulama sırasında işlenen suçlar yüzlerden okunacak ve bizzat insanın organları tarafından ortaya dökülecektir. Rabbimizin sorgulamasının ikrar ettirmeye ve ortaya çıkarmaya yönelik olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, bu sorgulama kınama, azarlama ve mahşer halkına ifşayı da kapsayan bir hesap sorma niteliğindedir.

Âyette, kendilerine elçi gönderilen halk ile elçinin bir arada zikredilmesi, toplumdaki önderler ile bunlara uyanlar arasındaki tâbiiyetin de karşılıklı sorumluluk gerektirdiğini ve sorgulama kapsamında olduğunu göstermektedir. Toplumlar ve o toplumların bireyleri, tâbi oldukları kişi veya kurum ile aralarındaki karşılıklı ilişki sebebiyle birbirlerinden sorumlu tutulacaklardır. Ne var ki, sorgulananların dünyada iken kendi aralarında kurmuş oldukları tüm bağlar ve yakınlıklar sorgulama esnasında ortadan kalkacaktır:

25-28Birbirlerinin yüzüne dönüp soruyorlar: "Gerçekte biz daha önce ailemiz içinde korkanlardan idik. Allah bizi kayırdı ve bizi içe işleyen azaptan korudu. Şüphesiz biz daha önce, O'na yalvarıyor idik. Şüphesiz O, iyilik yapanın, acıyanın ta kendisidir." [Tûr/25]

101Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de. [Müminûn/101]

Aslında önderler ve halk arasındaki bu durum geneldir ve birbiriyle ilişki içinde olan herkes bu ilişkilerinden sorumlu tutulacak ve sorgulanacaktır:

92,93İşte, andolsun Rabbine ki, Biz, kesinlikle onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz. [Hicr/92-93]

Ancak bu sorgulamanın temel muhataplarından biri de peygamberlerdir. Peygamberlere halkın kendilerini nasıl karşıladığı sorulacağı gibi, halka da peygamberlere nasıl davrandıkları sorulacaktır:

65Ve o gün Allah, onlara seslenir de; "Gönderilen elçilere ne cevap verdiniz?" der. [Kasas/65]

109Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: "Size verilen cevap nedir?" Onlar: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin" dediler. [Mâide/109]

Buna örnekler:

116-118Ve hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?" Îsâ: "Sen arınıksın, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen, bunu kesinlikle bilmiştin. Sen, benim içimde/özümde olanı bilirsin, ben ise Senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz Sen; görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği en iyi bilenin ta kendisisin! Ben, onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben, içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen, beni vefat ettirdin; geçmişte yaptıklarımı ve yapmam gerekirken yapmadıklarımı bir bir hatırlattırdın/beni öldürdün, Sen, onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar, senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapanın ta kendisisin" dedi. (Maide/116-118)

30Elçi de: "Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân'ı mehcur/terk edilmiş bir şey edindiler" dedi. (Furkan/30)

7,8Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için peygamberlerden; Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsâ'dan ve Meryem oğlu Îsâ'dan ‘kesin söz’lerini almıştık. Senden de ‘kesin söz’ aldık. Biz, onlardan ağır bir ‘kesin söz’ aldık. Ve Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için acı verecek bir azabı hazırladı. [Ahzâb/8]

Kendilerine elçi gönderilen halk ile elçinin bir arada zikredilmesinin bize gösterdiği bir diğer husus da, kendilerine peygamber gelmemiş [mesaj tebliğ edilmemiş] toplumların sorgulanmayacağıdır. Bu husus, başka bir âyette farklı bir ifadeyle yer almıştır:

15Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. [İsrâ/15]
7) Sonra da andolsun, onlara, bir bilgi ile anlatacağız; çünkü Biz uzakta olanlar değildik.
Rabbimiz bir önceki âyette hem elçileri, hem de elçi gönderdiği toplumları sorgulayacağını bildirmişti. Bu âyette de onlara bir bilgi ile anlatacağız ifadesiyle sorguda neler yaşanacağını özetlemektedir. Sorgunun ayrıntıları ise aşağıda mealleri verilen âyetlerde bildirilmiştir. Bu âyetlere göre, inkârcıların feci şekilde yok edilişleriyle kapanmış olmayan hesapları sorgulama ile devam edecek, helâk edilmelerine sebep olan her şey, küçük-büyük hiçbir suçu dışarıda bırakmayan kitaplar [amel defterleri] hâlinde önlerine getirilerek bizzat kendilerine okutturulacaktır. Dolayısıyla, hesaplaşma gününde hiç kimse yaptıklarının [işlediklerinin] unutulacağını zannetmemelidir:

52Ve onların işledikleri her şey, yazıtlarda kayıt altındadır. 53Küçüğün, büyüğün, hepsi satır satır yazılmıştır. [Kamer/52-53]

28,29 Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: "Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan Bizim kitabımızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk/birebir kopyalatıyorduk."

Casiye/28, 29

49Ve Kitap/amel defteri konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve "Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük-küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış" derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez. [Kehf/49]

13,14Ve her insanın kendi yaptıklarının karşılıklarını, ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve Biz, kıyâmet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız: "Oku kendi kitabını! Bugün kendi zatın, kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!" [İsrâ/13-14]

3,4Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler: "Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir" dediler. De ki: "Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O'ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır." [Sebe/3]

Yapılan her şeyin hesaplaşma gününde ortaya getirilecek bir kitapta bulunacağı, Rabbimizin
çünkü Biz gaipler [uzakta olanlar] değildik ifadesinden de anlaşılmaktadır. Rabbimiz, kimseden uzakta olmadığını, herkese çok yakın olduğunu başka âyetlerde de beyan etmiştir:

16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. [Kâf/16-18]

4O, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, yeryüzüne gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. [Hadîd/4]
8) Ve tartı, o gün haktır. Kimin terazileri/tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtulanlardır.
9) Ve kimin terazileri/tartıları hafif kalırsa, işte onlar âyetlerimize karşı zâlimlik etmelerinden dolayı kendilerini ziyana sokan kimselerdir.
Bu âyetler, hesaplaşma günündeki sorguda mutlaka adaletle davranılacağını, kesinlikle kimseye haksızlık yapılmayacağını vurgulamaktadır. Terazinin ağır basması ve hafif gelmesi şeklinde ifade edilen bu vurgulama, daha önce 30. sırada inmiş olan Kâriah sûresi'nde geçmiş ve orada yeterli açıklama yapılmıştı. Ancak İşte Kur’ân'ın 1. cildi elinde olmayanlar için bu açıklamayı tekrar sunuyoruz:

Âyette geçenموازين [
mevâzîn] sözcüğü, kalıbı itibariyle hemميزان [mîzân] sözcüğünün, hem deموزون [mevzûn=ölçülen] sözcüğünün çoğulu olabilir.

Mîzân, "ölçü ve tartı işleminde kullanılan ölçü aleti" demektir. "Terazi" olarak özelleştirilmiş olsa da sadece ağırlık ölçmeye mahsus bir alet değildir. Isı ve hız gibi fiziksel özellikleri ölçmeye yarayan ölçü aletleri de "mîzân" kapsamındadır. Mîzân [terazi] sözcüğü mecâzen hukukta ve iyilik ile kötülüğün ölçülmesinde de kullanılır. Hukuk düzeninde "adalet"in sembolü hâline gelen terazi; "hak terazisi", "iyilik terazisi", "akıl terazisi" gibi deyimlerle bütün dillerde aynı anlama gelen kavramları temsil etmektedir.

Âyetteki mevâzîn sözcüğü mîzân sözcüğünün çoğulu olarak kabul edilirse, âyet "kimin terazileri ağır basarsa" şeklinde; mîzân’ın değil de mevzûn sözcüğünün çoğulu olarak kabul edilirse, âyet "kimin tartıları ağır gelirse" şeklinde çevrilebilir.

Yararlı olacağını düşünerek tartı ve terazi sözcüklerinin yer aldığı Kur’ân âyetlerini tekrar hatırlatıyoruz:

105İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı bilerek reddetmiş/inanmamış kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/hiç bir değer vermeyiz. [Kehf/105]

47Biz kıyâmet günü için "hak edilen pay terazileri" koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmaz. O şey bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz. [Enbiyâ/47]

101Artık Sûr'a üflendiği zaman, işte o gün aralarında soy-sop ilişkisi yoktur, kimse kimseden bir şey isteyemez de.

102Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte onlar asıl kurtuluşa erenlerdir.

103Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde sürekli kalıcıdırlar.

104Orada onlar, dişleri sırıtır hâlde iken ateş yüzlerini yalar.

105Benim âyetlerim size okunmadı mı? Siz de onları yalanlıyor muydunuz?

106,107Dediler ki: "Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız."

108Allah dedi ki: "Sinin oraya! Bana konuşmayın da. [Müminûn/101-108]

25Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri bildirmesi/işaretleyip göstermesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri/gözünü keskinleştiren, kişiyi kurmay yapan Kurân’ı da indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür. [Hadîd/25]

17Allah, bu kitabı ve teraziyi/ölçüyü hakla indiren Zat'tır. Ve sana ne bildirir ki, belki de o kıyâmetin kopuş zamanı çok yakındır! [Şûrâ/17]

7-9Ve semayı da oluşturdu, onu yükseltti ve terazide/ölçüde/dengede taşkınlık etmeyesiniz diye teraziyi/ölçüyü/dengeyi koydu. Ölçüyü hakkaniyetle dikin/ayakta tutun, teraziye/ölçüye/dengeye zarar vermeyin. [Rahmân/7-9]

Tartı ve terazi konusu, geçmişte Ehl-i Sünnet ve Mutezile ekollerinin farklı anlayışlar geliştirmelerine neden olmuş bir konudur. Kimileri bu teraziyi iki kefeli pazar terazisi gibi anlamışlar ve birçok rivâyeti kendilerine destek yapıp âhirette Cebrâîl'in bu terazi ile insanların iyiliklerini ve kötülüklerini tartacağını ileri sürmüşlerdir. Kimileri de âyetlerde geçen tartı ve terazi ile mecâzen "adalet"in kastedildiğini; Allah'ın olan-biten her şeyi bilmesi nedeniyle âhirette gerçek terazi ile tartı yapmanın bir mantığı bulunmadığını söylemişlerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşlerin ayrıntıları Kelâm kitaplarında mevcuttur.

Bizim görüşümüz de tartı ve terazi ile "adalet"in kastedildiği yolundadır. Yukarıda mealleri verilen Rahmân/7-9, Şûrâ/17 ve Hadîd/25'e dikkat edildiğinde, Rabbimizin bu dünya için de "mîzân" [tartı ve terazi] koyduğu anlaşılmaktadır. Görünürde fizikî olarak Allah tarafından indirilmiş bir terazi mevcut olmadığına göre, âyetlerde tartı ve terazi ile kastedilen husus kefeli, gramlı, okkalı terazi değil, "adalet"tir. Öyleyse âhiretteki tartı ve terazi ile de "adalet" kastedilmiştir: Kur’ân, kimsenin kesinlikle hakksızlığa uğramayacağını; terazisi ağır basanların -ki bunlar inananlardır- mutlu bir yaşamda olacaklarını, terazisi hafif çekenlerin de -ki bunlar da inançsızlardır- kızgın ateş çukurunda olacaklarını bildirmektedir. Hatırlanacak olursa, bu durum farklı üslûpla Tîn sûresi'nde de ifade edilmişti.

Tartının ağır basması ve hafif çekmesi, genellikle iyiliklerin ve kötülüklerin birlikte tartılması sonucu iyiliklerin veya kötülüklerin birbirine göre ağır basması veya hafif çekmesi olarak anlaşılmaktadır. Oysa bu anlayış Kur’ân'a uymamaktadır. Kur’ân'ın ifadelerine göre, inananlar günahları [kötü davranışları] bulunsa da -Allah o kötülükleri örteceği için- cehenneme girmeyeceklerdir. İnançsızlara gelince, onların iyi davranışları olsa bile cehenneme gireceklerdir. Yapılan iyilik ve kötülükler ise cennet ve cehennem hayatında etkili olacaktır. Yani inançsız birisi iyi işler yaptıysa, cehennemdeki azabında hafiflik söz konusu olacaktır; inançlı birisi de kötülük yaptıysa cennette eriştiği nimetler ve alabileceği zevkler ona göre az olacaktır. Böylece herkes zerre kadar iyiliğinin de, kötülüğünün de karşılığını almış olacaktır. Sonuç olarak; tartıları ağır bastıranın iman, tartıları hafif çektirenin ise küfür/şirk olduğu anlaşılmaktadır.
10) Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler sağladık; kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne kadar da az ödüyorsunuz!
Buraya kadar olan âyetlerde Allah'ın indirdiğine uyulması ve Allah'tan veya Kur’ân'dan başka velî edinilmemesi öğütlenmiş, herkesin hesaba çekileceği ve sorgulanan herkese adaletle muamele yapılacağı bildirilmişti. Allah'ın dinine uymayanlar ise hem dünyada hem de âhirette azap ile tehdit edilmişti.

Bu âyette ise insana onu bu dünyaya yerleştirenin, orada kentler, yurtlar kurduranın, yaşayabilmesi için meyve, sebze, hava ve su gibi nimetleri ve her türlü aracı sağlayanın Rabbimiz olduğu hatırlatılmakta, arkasından da nankörlüğü dile getirilerek tehditkâr bir ifade ile uyarılmaktadır. İnsanın nankörlüğünün vurgulandığı âyetlerden biri de aşağıdaki âyettir:

32-34Allah, gökleri ve yeri oluşturan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak çeşitli meyveler çıkarandır. Ve Allah, emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi/sizin yararlanacağınız özelliklerde yarattı, ırmakları da emrinize verdi. Sürekli olarak dönüş hâlinde olan güneşi ve ayı da emrinize verdi/onları da yararlanacağınız özelliklerde yarattı. Geceyi ve gündüzü de sizin emrinize verdi. Ve O, Kendisinden istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz de sayamazsınız! Şüphesiz insan kesinlikle çok yanlış; kendi zararına iş yapan, çok iyilikbilmez biridir. [İbrâhîm/32- 34]

İnsanın hem kendini hem de İblisi biraz daha yakından tanımasını sağlayan 11-18. âyetlere geçmeden önce, aynı konunun işlendiği Sâd/71-85'den oluşan pasaj ile bu sûrenin 11-18. âyetlerinden oluşan pasajın birlikte değerlendirilmesinin yararlı olacağı kanısındayız. Bu önerinin dikkate alınması, konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
11) Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere,[#95] "Âdem'e/bilgilenmiş, vahiy almış insana[#96] boyun eğip teslim olun" dedik; İblis/düşünce yetisi[#97] hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı.
Sözü edilen olayları yaşamış olanlar insanoğlunun ilk ataları olmasına rağmen, âyette onlar için ikinci çoğul zamiri olan "siz" ifadesi kullanılmıştır. Rabbimiz Kur’ân'ın muhataplarına sanki insanlığın ilk döneminde yaşamış insanlar onlarmış gibi hitap etmektedir. Bu tarz anlatımlar, olayı canlı tutmak ve anlatılan olayı muhataba yaşatmak maksadıyla kullanılmaktadır. Zaten konu da bir haber şeklinde değil, temsilî bir anlatımla işlenmektedir. Böylelikle muhataplara kendilerini Âdem yerine koyarak olayları canlı bir tiyatro sahnesindeymiş gibi hissetmeleri sağlanmaktadır. Bir şeyi yaşayarak veya yaşarmış gibi hissettirerek öğretmek, etkili bir eğitim metodudur. Bu metodun uygulandığı anlatımlara Kur’ân'da sıkça rastlanır:

49Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun'un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.– [Bakara/49]

72Ve hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır. [Bakara/72]

63Hani bir zamanlar Biz, sizden, "Allah'ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!" diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ'yı Tûr'a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık. [Bakara/63]

11. âyette dikkat edilmesi gereken bir başka husus da;
Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere, "Âdem'e secde edin" dedik ifadesindeki tekâmül aşamalarıdır. İnsanoğlunun "yaratılış", sonra "mükemmelleştirme", sonra da "sorumluluk yükleme" aşamalarından geçtiğini bildiren bu ibarede iki tane ثمّ [sümme=sonra] edatı kullanılmış ve böylece bu aşamaların bir anda olmadığı, birbiri ardına meydana geldiği ifade edilmiştir. Tekâmül aşamaları arasına konan iki adet sümme [sonra] sözcüğünün temsil ettiği zaman dilimi, Sâd/70-72'nin tahlilinde söylediğimiz gibi belki de milyonlarca yılı kapsamaktadır.
12) Allah, "Sana emrettiğim zaman, seni boyun eğip teslimiyet göstermekten ne alıkoydu?" dedi. İblis, "Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten/enerjiden oluşturdun, onu da çamurdan/maddeden oluşturdun" dedi.
Allah ile İblis arasında geçen bu konuşmadan ilk anlaşılan, İblis'in ateşten [enerjiden] yaratıldığını gerekçe göstererek Âdem'den/beşerden üstün olduğunu iddia etmesi ve Allah’ın emrine karşı gelmesidir. Ancak dolaylı olarak anlaşılan bir başka nokta da, ateşin [enerjinin] Âdem’in yaratıldığı "çamur"dan [maddeden] daha üstün olduğunun zımnen ifade edilmiş olmasıdır. Rabbimizin İblis'e cevap vermeyerek doğruluğunu teyit ettiği bu üstünlüğün sebebi bugün için bilinmemektedir. Ancak zaman içinde enerjinin maddeden üstün olduğunu ortaya çıkarmak için araştırma yapacak bilim adamlarının elde edecekleri başarılı sonuçlarla bu sebebin anlaşılabilmesi ihtimal dâhilindedir.

Âyetteki اذ امرتك [iz emertüke = sana emrettiğim zaman] ifadesi, 11. âyetteki istisnânın "istisnâ-i muttasıl" olduğunu, yani İblis'in kesinlikle meleklerden birisi olduğunu göstermektedir. Zira Allah'ın 11. âyetteki secde edin talimatı tüm meleklere yöneliktir. İblis'e yönelik olarak "Sen de secde et!" gibi ayrıca bir talimat söz konusu değildir. Eğer İblis meleklerden olmasa idi, ona da ayrıca emir verilmiş olması gerekirdi.
13) Allah, "Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın" dedi.
Hatırlanacak olursa, Sâd sûresi'ndeki temsilî anlatımda İblis'e الرّجيم[racîm] ve الّعين [lâ‘în] denilmişti. Aynı sahne bu âyette de gözler önüne serilmiş ve bu sefer İblis'e aşağılıklardansın denilmiştir. İblis için kullanılan bu niteleyici sözcükler hemen hemen aynı anlamlara gelen sözcüklerdir. İblis artık hep bu yaftaları taşıyacak ve her zaman aşağılık, lânetli ve racîm olarak tanınacaktır. Çünkü böyle programlanmıştır; kaderi böyledir.

Birçok meal ve tefsirde "ininiz" olarak çevrilen اهبطوا[ihbitû=alçalın] ve اخرج [uhruc=çık] ifadeleri Kur’ân okuyanların daima merakını uyandırmış, bu merakı gidermek üzere İblis'in nereden ineceği, nereden çıkacağı hakkında klâsik eserler tarafından da nakledilen bir sürü senaryolar üretilmiştir. İblis'in "cennetten kovulduğu", "semâdan kovulduğu", "denizin ortasındaki bir adaya kovulduğu" gibi iddiaları içeren bu senaryoların tümü dayanaksız, dolayısıyla da asılsızdır. Buradaki ifadenin temsilî bir anlatım olduğu unutulmamalı ve İblis'in kovulmasını dile getiren bu ifadeler, "İblis'in bulunduğu konumdan aşağı inmesi, rütbesinin düşürülmesi" şeklinde değerlendirilmelidir. Olay sanki bir tiyatro sahnesinde canlandırılmakta olduğundan, İblis de bu sahnenin içindedir ve başka herhangi bir mekân veya mahalde olması söz konusu değildir. Dolayısıyla bir "yer" veya "mekân"dan değil, Türkçe'deki "defol, hadi oradan" sözlerine denk gelen bir ifade ile sahnede canlandırdığı "konum"dan kovulmaktadır.
14) İblis, "Yeniden diriltilecekleri güne kadar bana süre ver" dedi.
İblis'in bu talebi, Sâd/79'da Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni karşında tut/mühlet ver] sözleri ile verilmişti. Dikkat edilirse, İblis'in konumuz olan âyetteki ifadesinde "Rabbim" sözcüğü yer almamaktadır. Ancak buradan hareketle İblis'in Allah'a karşı saygısızlık yaptığı düşünülmemelidir. Çünkü İblis hiçbir zaman Allah'a karşı saygısızlık yapmamıştır. Bu âyette "Rabbim" sözcüğünün olmaması, bir ifadenin aynı sözcüklerle birebir tekrar edilmesi şeklindeki edebî kusura Kur’ân'da yer verilmemesinden dolayıdır. Kur’ân'da özel mesajlar dışındaki tekrarlarda hep farklı üslûp ve sözcükler kullanılmıştır. Dolayısıyla İblis'in bu âyetteki sözlerinin de sanki içinde saygı ifade eden "Rabbim" sözcüğü varmış gibi anlaşılması gerekmektedir. Yoksa İblis'in Allah'a karşı saygısızlık yapması ve Allah'ın da bu saygısızlığa mükâfat verirmiş gibi ona kıyamete kadar müsaade etmesi düşünülemez. İblis'in Âdem'e secde etmeyişi [boyun eğmeyişi] onun âsiliğinden değil, Allah'ın onu bu şekilde yaratmış olmasındandır. Yani, İblis'e kendi irâdesi ile suç işleme veya işlememe serbestliği verilmemiştir. O, kendisine ne görev verildiyse onu yapmaktadır.
15) Allah, "Sen süre verilmişlerdensin" dedi.
Rabbimiz bu âyette İblis'e haşre kadar süre verdiğini bildirmiştir. Yani İblis, –Sâd sûresi'nde açıklandığı gibi– kıyâmete kadar insanın ayrılmaz bir parçası olacak, haşirde de "karîn"i [yaşıtı] olmak sıfatıyla insanın aleyhinde tanıklık yapacaktır.
16,17) İblis, "Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın" dedi.
Yani, bana bu iğva gücünü vermene karşılık ben de vazifemi yapacağım; Senin dosdoğru yolun [insanları cennete götüren yolun] üzerine oturacağım; orada pusu kuracağım ve onlara dört yönden geleceğim, onları etkileyeceğim.

Bu ifadeler Sâd sûresi'nde;
(İblis,) "Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ" dedişeklinde verilmişti. Hicr sûresi'nde ise; (İblis) dedi ki: "Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!"şeklinde verilecektir.

İblis'in bu beyanının Allah'a bir meydan okuyuş olmadığına dikkat edilmelidir. Burada İblis, kendisini kimin görevlendirdiğini ve görevine göstereceği sadakati açıklamaktadır.

Âyette geçen الاغواء[
iğvâ] sözcüğü, "aşırı derecede sapıklık isteğinin kalbe yerleştirilmesi" demektir. İblis, "İçime yerleştirdiğin bu saptırma yetisi sebebiyle" diye açıklamada bulunmak sûretiyle, bu özelliğin benliğine Allah tarafından yerleştirildiğini ifade etmiştir. Allah İblis'in içine saptırma yetisini yerleştirmekle birlikte, ona bu konuda bir zorlama gücü vermemiştir. Ayrıntılarını İsrâ ve İbrâhîm sûrelerinde öğreneceğimiz gibi, İblis'in insanlar üzerinde herhangi bir şekilde yaptırım gücü yoktur:

63-65Allah dedi ki: "Git! Sonra onlardan kim sana uyarsa, bilin ki, şüphesiz ki, cezanız yeterli bir ceza olarak cehennemdir. Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Ve atlılarınla ve yayalarınla onların üzerine yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun." –Ve şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.– Şüphesiz ki, Benim kullarım, senin için onlar aleyhine hiçbir güç yoktur." –Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak da Rabbin yeter.– [İsrâ/65]

22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, "Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim" dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır! [İbrâhîm/22]

41-44Allah dedi ki: "İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır." [Hicr/41-44]

99,100Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler üzerinde Şeytan-ı Racim'in hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın edinenler ve Allah'a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir. [Nahl/99-100]

İblis'in, insanların üzerine geleceğini söylediği dört yön [ön, arka, sağ ve sol] ile ilgili olarak klâsik eserlerde birçok yorumlar yapılmış ve yönler "Dünya tarafından, âhiret tarafından, iyilik tarafından ve kötülük tarafından" veya "Gördükleri yerden, görmedikleri yerden, şehvetlerinden, öfkelerinden ve akıllarının erdiğinden-ermediğinden" şeklinde tanımlanmaya çalışılmıştır.

Bize göre bu yönler, İblis'in etkilendiği yönlerdir. Tekvîr sûresi'nin tahlilinde "insandaki düşünce yetisi" olarak tanımladığımız
İblis, çevredeki olayların etkilerine karşılık insanın zihninde oluşan dolaylı bir tepki şeklinde faaliyet göstermekte, duyu organlarıyla algılanan her şeye karşı ânında bir ham düşünce üretmektedir. Bu da, "insanın aklına geliveren ilk şey"dir. Dolayısıyla, İblis'i harekete geçiren şey, çevreden [dört yönden] gelen etkilerdir. Eğer insanın çevresinde etki yapan bir hareket yoksa; ya da insan duyu organları ile bu hareketleri algılayamadığı için bunlardan etkilenmiyorsa, zihninde de bir tepki oluşmayacak, yani İblis harekete geçmeyecektir. Âyette, İblis'in hareket edeceği yönlere "alt" ve "üst"ün dâhil edilmemesi, insanın etki algılamasında bu iki yönün pasif olması sebebiyledir.

"Dosdoğru yol" olarak çevirdiğimiz الصّراط المستقيم[
sırât-ı mustakîm] ifadesi, Fatiha suresinde ayrıntılı olarak açıkladığımız üzere, "cennete götüren yol" anlamına gelir. İblis, bu yol üzerine oturacak ve insanları bu yoldan saptırarak kendi yoluna sevk etmeye çalışacaktır. İblis'in yolunun ise cehenneme götüren yol olduğu aşağıda 18. âyette açıklanmıştır.

Tekrar hatırlatmakta yarar görüyoruz ki; İblis'in insanları Allah'ın dosdoğru yolundan saptırmak için ısrarlı bir çaba göstereceğini bildiren sözleri, Allah'a karşı bir meydan okuma anlamına gelmez. Bu ifadeler İblis'in özelliklerinin bize temsilî yöntemle anlatılması sebebiyle ona söylettirilmiştir.
18,19) Allah, "Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım" Ve, "Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun[#98] tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz" dedi.
18Allah, "Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, andolsun ki sizin hepinizden cehennemi dolduracağım"

İblis'e uymak demek, "her aklına geleni ölçüp biçmeden, vahiyle sağlamasını yapmadan uygulamak" demektir. Bu tür davranışlar şımarık ve kibirli bir insanın yapacağı davranışlar olup inkâra ve sonuçta o kimsenin zarar görmesine sebep olacak davranışlardır. Dürtü, tutku ve arzularını gereği gibi dizginleyemeyenler, İblis’in dört yönden yaptığı iğva ve ifsat saldırılarına mağlup olmak durumunda kalacaklardır. Bunun doğal sonucu, cehennemin vahye kulak vermeyenlerden ve akletmeyenlerden doldurulacak olmasıdır:

10Ve onlar derler ki: "Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık." [Mülk/10]

19Ve, "Ey Âdem/bilgilenmiş, vahiy almış insan! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden de yiyin ve girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeye yaklaşmayın; malın-mülkün, paranın-pulun tutkunu olmayın, yoksa yanlış; kendine zararlı iş yapanlardan olursunuz" dedi.

Âdem-İblis kıssasının anlatıldığı pasajın bu âyete kadarki bölümünde, insanın ve İblis'in kim olduğu, İblis'in görevi, İblis'in insanı nasıl yanıltacağı temsilî bir sahne ile bize âdeta seyrettirilmişti. Bu âyetle başlayan bölümde ise sıra İblis hakkında verilen teorik bilgilerin insan üzerindeki pratik yansımasını göstermeye gelmiştir.

Bu perdenin birinci sahnesi, bölüm hakkında kısa bir ön bilginin verildiği 19. âyettir. Bu âyette Allah, Âdem'e -daha doğrusu insanoğluna- şöyle seslenmektedir:
Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân edin, dilediğiniz yerden de yiyin ve şu ağaca/mala yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz.

Âyetten anlaşıldığına göre; Âdem ve eşi [insanoğlu] cennete [yeşillik bir yere] yerleştirilmiş ve burada kendilerine bir konu hariç her türlü özgürlük verilmiştir. Âdem ve eşinin
Şu ağaca yaklaşmayın ifadesi ile konulan yasağaİblis'in kışkırtmasıyla nasıl bir tepki verdiği ilerideki âyetlerde ortaya çıkacaktır.

Âdem, eşi ve yasaklanan ağaç konusu Müslümanlar arasında maalesef yanlış bilinmektedir. Kur’ân üzerinde çalışanların bu konuda şimdiye kadar yeterli çalışma yaptıkları da söylenemez. Bu yüzden Allah'ın izniyle çok titiz bir çalışma yürütülmüş ve konu hakkında yaptığımız açıklayıcı yorumların okuyucuya sunulması aşamasına gelinmiştir.

Konuyu daha iyi kavrayabilmek için aynı konunun temsilî olarak anlatıldığı âyetleri iniş sırasına göre değerlendiriyoruz:

115Ve andolsun Biz, bundan önce Âdem'den söz aldık da o aklından çıkardı, yapmadı ve Biz, onda bir kararlılık bulmadık.

116Ve Biz bir zaman doğa güçlerine, "Âdem için boyun eğip teslimiyet gösterin!" dedik de İblis/düşünce yetisi hariç hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdiler, o dayattı.

117-119Sonra da Biz, "Ey Âdem! Şüphesiz İblis sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun, kesinlikle senin acıkmaman ve çıplak kalmaman cennettedir. Ve sen orada susamazsın ve güneşin sıcağında kalmazsın" dedik.

120Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: "Ey Âdem! Sana sonsuzluğun ağacı ve eskimez/çökmez mülk/saltanat için rehberlik edeyim mi?"

121Bunun üzerine ikisi de mal-mülk, altın tutkunu oldular. Hemen çirkinlikleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve kendi zararlarına, cennet yaprağından örtüp istifçiliğe başladılar. Âdem, Rabbine asi oldu da şaşırdı/azdı.

122Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.

123Allah, o ikisine: "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz" dedi. [Tâ-Hâ/115-123]

35Ve Biz, "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette iskân ediniz/burayı yurt tutunuz, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol nasiplenin ve şu girift şeye yaklaşmayın; mal/altın-gümüş tutkunu olmayın, yoksa kendi benliğine haksızlık edenlerden olursunuz" dedik.

36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik.

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/35-39]

ÂDEM'İN CENNETİ: Bakara/30, Tâ-Hâ/55, Müminûn/79, Sâd/71, Hicr/26, İsrâ/61-65, Secde/7 gibi Kur’ân'ın birçok âyetinde belirtildiğine göre, Âdem ve insanlar topraktan yaratılmışlardır. Âdem ve tüm insanlığın ilk yaratıldığı toprak başka bir âlemde veya cennette değil, yeryüzündedir. Dolayısıyla buradaki cennet sözcüğünden âhiretteki cennet anlaşılmamalıdır. Zaten cennet'in esas sözcük anlamı "yeşili ve ormanı toprağı örten sulak arazi parçası" demek olup [Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat, "cnn" mad.] Bakara/265, Sebe/15-16, Kehf/32-40, Necm/15, Kalem/17 ve daha birçok âyette de bu anlamda kullanılmıştır.

Diğer taraftan, âhiretteki cennetin birçok niteliği Kur’ân'da açıklanmıştır. Âyetlerdeki açıklamalara göre, âhiretteki cennet ebedîlik yurdu olup nimetleri bitmez ve tükenmez. Ayrıca orada günaha girme, boş lâkırdı olmadığı gibi, herhangi bir şeyin yasaklanması da söz konusu değildir. Oysa Âdem'in yerleştirildiği cennette her şey geçicidir ve orada Âdem’e bir yasak konmuştur. (Bakara/25, Fâtır/33-35, Sâffat/40-49, Duhân/51-57, Tûr/17-24, Rahmân/46-78, Vâkıa/10-40, İnsan/5-22, Nebe/31-37, Tûr/17-28, Zuhruf/68-73, Tâ-Hâ/120)

Sonuç olarak, Âdem mükâfaat yurdu olan cennette yaratılıp da oradan dünyaya indirilmiş değildir. Bize göre Âdem, yeryüzünün yeşil, ormanlık, sulak bir bölgesinde yaratılmış, sonra da oradan cennet niteliği olmayan başka bir bölgeye [çöle] düşürülmüştür.

Bizi bağlamamakla birlikte, Kitab-ı Mukaddes'in Âdem'in bu dünyada topraktan yaratıldığını anlatan Tekvin 2-3. Babları da Kur’ân ile uyumludur.

YASAKLANAN AĞAÇ: Kur’ân kendisini tanıtırken âyetlerinin bir bölümünün müteşâbih [mecâz, kinâye gibi sanatsal anlatımlı ve çok anlamlı] olduğunu açıklamış olsa da, kimileri sözcükleri mutlaka hakikat manalarında kabul edip Kur’ân'ı buna göre anlama çabası göstermişlerdir. Bu âyette geçen الشّجر[şecer=ağaç] sözcüğü de hakikat manasında anlaşılmakta ısrar edilen sözcüklerden birisidir. Kur’ân âyetlerinin bir bölümünün müteşâbih olduğu gerçeği göz ardı edilerek yasaklanan ağaç hakkında da çok değişik açıklamalarda bulunulmuştur:

Meselâ İbn-i Mes‘ûd, İbn-i Abbâs, Sa‘îd b. Cübeyr ve Ca‘fer b. Hubeyre bu ağacın "üzüm ağacı" olduğunu ve şarabın da bu yüzden yasaklandığını söylemişlerdir. [(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

İbn-i Abbâs, Ebû Mâlik, Katâde ve Vehb b. Münebbih ise "Bu ağaç sümbüldür [buğday başağıdır]. Eskiden buğdayın her bir tanesi sığır böbreği büyüklüğünde, baldan tatlı ve yağdan yumuşak idi. Allah Âdem'in tevbesini kabul edince, onu Âdem soyuna gıda yaptı" demişlerdir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

İbn-i Cüreyc de bu konuda "Bu ağaç incir ağacıdır. Bu bakımdan, bir kimsenin rüyasında incir yediğini görmesi, pişmanlık duyacağı şeklinde yorumlanır. Çünkü Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur" açıklamasını yapmıştır. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Yasaklanan ağaç hakkındaki görüşlerinden örnekler verdiğimiz isimlerin bu ağacı hakikat anlamıyla fizikî bir ağaç olarak kabul etmeleri, Kitab-ı Mukaddes’in bu konudaki anlatımıyla örtüşmektedir. Bu örtüşme klâsik anlayışı temsil eden bu kişilerin Kitab-ı Mukaddes'in etkisinde kaldıklarını düşündürmektedir:

Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi. RABB Tanrı göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü RABB Tanrı henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. RABB Tanrı Âdem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. RABB Tanrı doğuda, Aden'de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem'i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden'den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon'dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur. İkinci ırmağın adı Gihon'dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir, Asur'un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat'tır. RABB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem'i oraya koydu. Ona, "Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin" diye buyurdu, "ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." Sonra, "Âdem'in yalnız kalması iyi değil" dedi, "ona uygun bir Yardımcı yaratacağım." RABB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Âdem'e getirdi. Âdem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. RABB Tanrı Âdem'e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, RABB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem'e getirdi. Âdem, "İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir" dedi, "ona ‘Kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı." Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı. [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:1-25.]

RABB Tanrı'nın yarattığı yabanıl hayvanların en kurnazı yılandı. Yılan kadına, "Tanrı gerçekten, ‘Bahçedeki ağaçların hiçbirinin meyvesini yemeyin’ dedi mi?" diye sordu. Kadın, "Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz" diye yanıtladı, "ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi." Yılan, "Kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız." Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RABB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. RABB Tanrı Âdem'e, "Neredesin?" diye seslendi. Âdem, "Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim" dedi. RABB Tanrı, "Çıplak olduğunu sana kim söyledi?" diye sordu, "sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?" Âdem, "Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim" diye yanıtladı. RABB Tanrı kadına, "Nedir bu yaptığın?" diye sordu. Kadın, "Yılan beni aldattı, o yüzden yedim" diye karşılık verdi. Bunun üzerine RABB Tanrı yılana, "Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın" dedi, "karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın." RABB Tanrı, kadına "Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim" dedi, "ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek." RABB Tanrı, Âdem'e "Karının sözünü dinlediğin ve sana, meyvesiniyeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi" dedi, "yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin." Âdem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi. RABB Tanrı Âdem'le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra, "Âdem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu" dedi, "artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli." Böylece RABB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Âdem'i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi. [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 3:1-24.]

Biz, "yasaklanan ağaç" konusunu tam olarak açıklığa kavuşturabilmek için, âyette geçen الشّجر [
şecer] ve مال[mâl] sözcüklerinin kökenine inme ihtiyacı duyuyoruz:

ŞECER: الشّجر[
şecer], "bitki cinsindendir. Gövdesi üzerinde desteksiz duran bitkidir; kış mevsiminde varlığını koruyan bitki"dir. Şecer sözcüğü, "karışık, karmaşık; GİRİFT demektir. Ağaca bu ismin verilmesi de dallarının, yapraklarının iç içe geçmiş, karışık, karmaşık; girift olmasındandır. Şecer sözcüğü, ihtilaf ve "sarf etme" anlamlarında da kullanılır. Çünkü ihtilâfların ekserisi "mal" yüzündendir, en çok harcaması yapılan da "mal"dır. [Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 32-33, "Şcr" mad.]

65Artık, hayır! Rabbine andolsun ki onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar. [Nisa/65]

Dikkat edilirse, âyetlerdeki şecer sözcüğü ile 22. âyetteki ورق الجنّة[varaku'l-cennet] ifadesi aynı anlama gelmektedir ve her ikisi de kısaca "mal, altın, gümüş, deve, arpa buğday ve hurma" demektir.

MAL: المال[
mal] sözcüğü Türkçeye Arapçadan gelmiş bir sözcüktür. Konunun iyi anlaşılabilmesi için bu sözcüğün de Arapçadaki gerçek manasını tespit etmek gerekmektedir.

Mal, "tüm eşyadan sahip olunan şeyler" demektir. Mal aslında "altın ve gümüşten sahip olunan" demektir. Sonradan kazanılan, elde tutulan ve ayniyattan sahip olunan şeylere ıtlak olunur oldu. Arab'ın mal dediği şey, ekseriyetle "deve"dir. [Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 403, "Mvl" mad.]

Kıssayı anlatan âyetlerdeki ifadeler ve sözcüklerin gerçek manaları göstermektedir ki, Allah insanın mal tutkusundan uzak olmasını istediği için Âdem ve eşini mal düşkünü olmaktan menetmekte, İblis de Âdem ve eşini mal ile aldatmaktadır.

Nitekim Tâ-Hâ/120'de İblis, Âdem'i ebedîleştirmek için onu شجرة الخلد[
şeceretü'l-huld]a; mala [altına, gümüşe, deveye, arpaya, buğdaya, hurmaya ...] yönlendirmiştir. Aslında "şeceretü'l-huld"a yönlendirme, İblis'in üçüncü iğvasıdır. Aşağıda, 20. âyette görüleceği gibi İblis'in ilk iğvaları, melek [irâdesiz varlık; robot] yapılma ve خالد [hâlid] olma [hiç değişmeden aynı kalma] üzerine olmuştur.

İblis'in Âdem'i yoldan çıkartmak için başvurduğu bu son iğva, akla hemen Hümeze/2-3 âyetlerini getirmektedir:

2,3O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını sanarak onu çoğaltan/tekrar tekrar sayandır. [Hümeze/2-3]

Netice olarak; bize göre gerçekte ne böyle bir olay cereyan etmiştir, ne de ortada herhangi bir ağaç vardır. Çünkü âyetlerde temsil tekniği kullanılmış olup her şey temsilî olarak anlatılmıştır. Yüce Allah mesajını Âdem, Âdem'in eşi ve İblis arasında geçen temsilî bir olay üzerinden iletmiştir. Bu temsilin sahnesi cennet [yeşil bir bölge]; sahne dekoru ise şecer [mal; altın, gümüş, arpa, buğday, hurma, deve]’dir.
20,21,22) Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/iradesiz güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/bunları size yasakladı" dedi. Ve "Elbette ben, size öğüt verenlerdenim" diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü. Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, 'Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır' demedim mi?"
20Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek; iradesiz/melik güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/bunları size yasakladı" dedi.

Bu âyette İblis'in derhâl harekete geçtiği görülmektedir. Onu harekete geçiren husus, Âdem'e "şu ağaca yaklaşma" emrinin verilmesidir. Âdem'e konulan yasak ânında tepki getirmiş, İblis vesvese üretimine geçerek bu yasak hakkında bahaneler, gerekçeler aramaya ve ileri geri fikir yürütmeye başlamıştır:
Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti.

Âyetteki ملكين[
melekeyni=iki melek] sözcüğünün, melikeyni [iki kral] olarak okunması da mümkündür. Nitekim İbn-i Abbâs, Dahhâk ve Yahyâ b. Ebî Kesîr sözcüğü melikeyni [iki kral] olarak okumuşlardır. Bu kıraatı, yukarıda verdiğimiz Tâ-Hâ/120'deki, eskimez/çökmez mülk/saltanat ifadesi de desteklemektedir. Bu kıraate ve bu anlama göre Âdem ve eşi, İblis'in etkisiyle özgürlüğü krallığa tercih etmiş olmaktadırlar.

VESVESE: Ayrıntılarını Nâs sûresi'nin tahlilinde verdiğimiz [Bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.s??????] ve bu âyetten başka Nâs/5, Kaf/16 ve Tâ-Hâ/120'de de geçen وسوسة[vesvese] sözcüğü, Nas suresinde açıkladığımız üzere, "alçak bir sesle, fısıltıyla gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek" demektir.

SEV’ETE: سوأة[sev’ete] sözcüğü, "çirkinlikler" demektir ve سؤ[sue] sözcüğünden türemiştir. "Her türlü kötü, çirkin şeyi yapmak" anlamındaki sue sözcüğünün, bu anlam ekseninde daha birçok türevi vardır. Meselâ, سيّئة[seyyie=kötülük, çirkinlik] sözcüğü, حسنة [hasene=iyilik, güzellik] sözcüğünün karşıt anlamı olarak kullanılır. Dolayısıyla bu kökten türemiş olan sev’ete sözcüğü de her türlü çirkin iş, söz ve durumu ifade eder. Arapların bu sözcüğü cinsel organlar için kullanmaları, yaşadıkları toplumda çoklukla bu organların kötülüğe sebep olması sebebiyledir. Sev’ete sözcüğü ayrıca "ceset" için de kullanılır. Zira ruh bedenden çıkınca, beden çürüyüp kokmakta, yani çirkinleşmektedir. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 434-436.]

Nitekim Mâide sûresi'nde geçen sev’ete sözcüğü, "ceset" için kullanılmıştır:

31Sonra Allah, hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, "Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum." dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu. [Mâide/31]

Konumuz olan âyette sev’ete sözcüğü "çirkinlikler" anlamında olup "cinsel organlar" olarak çevrilmesi yanlıştır. Çünkü Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış olduğundan, cinsel organlar için "çirkin" nitelemesi yapılamaz. Buradaki sev’ete sözcüğüyle, insana ilham edilmiş olup çeşitli etkilerle dışa vuran kötü huylar [fücûr] kastedilmiştir:

1-10Kur’ân'ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân'ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve "Allah'ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır. [Şems/8]

ÇİRKİNLİKLERİN KENDİLERİNDEN GİZLİ KALIŞI:
Çirkinlikler sözcüğü "insana ilham edilmiş fücûr"u; çirkinliklerin kendilerinden gizli kalması ifadesi ise bu fücûrun durağan bir özellikte olduğunu ve bir etkiye tepki olarak dışa vuruluncaya kadar insanın kendisinden bile gizli kaldığını ifade etmektedir. Nitekim 22. âyette görüleceği gibi, Âdem de, yasağı dinlemeyerek verdiği tepkiden sonra, içinde saklı olan fücûrun dışa vurması sonucu bencil, haris birisi olup çıkacaktır.

21Ve "Elbette ben, size öğüt verenlerdenim" diye onlara yemin etti/kanıtlar ileri sürdü.

Burada İblis'in Âdem ve eşine karşı hangi kanıtları kullanıldığı açıklanmamıştır. Ancak kıssanın başlangıcında İblis'in Âdem'den üstün olduğu yönündeki iddiasından hareketle, İblis'in kendisinin enerjiden Âdem'in ise maddeden yaratıldığı hususunu kullandığı ve "Olanı biteni ben sizden daha iyi bilirim, çünkü ben sizden üstünüm!" demiş olabileceği düşünülebilir.

22Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?"

Âyetin bildirdiğine göre Âdem ve eşi, İblis'in vesvesesini, iğvasını, ölçüp biçmeden [tefekkür etmeden] uygulamış ve içlerinde gizli olan çirkinlikleri, yani istenmeyen, sevilmeyen huyları ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan ilk çirkinlik ise "istifçilik"tir.

CENNET YAPRAKLARI (AĞAÇ YAPRAKLARI DEĞİL):
"Ağaç yaprağı" ve/veya "kitap yaprağı" olarak meşhurlaşmış olan الورق[varak] sözcüğü; Arap dilbilimcilerinden Cevherî'ye göre, "gümüşlerden yapılma ve develerden meydana gelme mal varlığı"; İbn-i Sîde'ye göre, "koyun ve develerden meydana gelen mal varlığı"; [Lisânü'l-Arab; c. 9, s. 277, 280.] Râgıb'a göre, "kitap ve ağaç yaprağından başka, ağaçtaki yaprağın çokluğuna benzetilerek ‘çok mal’ için de varak tabiri kullanılır. [el-Müfredât; s. 520, "Verk" mad.] Ebû Ubeyde'ye göre, "gümüş ve her türlü canlı hayvan"; Ebû Sa‘îd'e göre, "basılmış gümüş" [gümüş para] anlamlarına gelmektedir. [Tâcü'l-Arûs; c. 13, s. 476-480.]

Bu açıklamalara göre, âyetteki ورق الجنّة[
varaku'l-cennet=cennet yaprağı] ifadesi, "insana haz veren para, mal, mülk ve çeşitli nimetler" anlamına gelmektedir ki Rabbimiz bunların neler olduğunu başka bir âyette bildirmiştir:

14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. [Âl-i İmrân/14]

Âdem ve eşi, Kur’ân'da varaku'l-cennet olarak adlandırılmış olan "iğreti yaşamın faydalarını sağlayan şeyler"e dadanmışlar ve bu tarz süsleri üst üste koyarak [bütün süsleri bir araya toplayarak] üzerlerine almışlardır [yaşamlarının ayrılmaz parçası hâline getirmişlerdir].

ZEVK: الذّوق[zevk], "lezzet alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı olmak" demektir. Bu şey, iyi bir şey olabileceği gibi, çirkin bir şey de olabilir. Bir şeyin tadını almak ağız yoluyla olabileceği gibi başka yollarla da olabilir. Nitekim Kur’ân'ın birçok âyetinde azabın-belanın tam içerisine düşme de zevk sözcüğüyle ifade edilir. [Lisânü'l-Arab; c. 3, s. 535 "Zvg" mad.]

Esas anlamı bu olmasına rağmen sözcük genellikle "dil ucuyla tatma" anlamında anlaşılmaktadır. Hâlbuki esas anlamı "iliklere işleyecek ölçüde hissetmek" demektir. Bu sözcük, türevleriyle birlikte Kur’ân'da 60 kez yer almış ve "nimetlerin veya cezanın azıcık dokunup geçivermesi" olarak değil de "gerçekten, iyice yaşanması" anlamında kullanılmıştır.

Burada da Âdem ve eşinin konu edilen ağaçtan [altından, gümüşten, deveden, arpadan, buğdaydan ve hurmadan] basitçe tatmayıp onun iyice tadına vardıkları, müptelâsı [tutkunu] oldukları anlaşılmaktadır. Zaten Tâ-Hâ/121'de bu durum,
zâka [tadına vardılar] sözcüğü yerine, ekele [yediler] sözcüğü ile dile getirilmiştir.

Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, "kendisine ilham edilmiş fücûrun İblis'in etkisiyle dışa vurması" şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.

Tekâsür sûresi'nde bu hastalığın dünyayı cehenneme çevirdiğini bildiren Rabbimiz, Âdem ve eşinin davranışlarıyla dünyanın cehenneme dönüşmeye başlaması karşısında, âyetin son cümlesi ile duruma müdahale etmiştir:
Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size ‘bu şeytân kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?

Klâsik eserlerde ileri sürülen "yasak ağaçtan yedi de avret yerleri açığa çıktı, avret yerleri açığa çıkınca da incir yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı" anlayışı, Kur’ân'ın ifadelerine aykırıdır. Çünkü âyetin teknik yapısı buna izin vermez. Âyete göre, Âdem ve eşi ağaçtan/maldan tadınca iki olay meydana gelmiştir: Önce çirkinlikleri [kötülükleri] ortaya çıkmış, sonra da tekasür hastalığına yakalanarak biriktirmeye başlamışlar, tadını aldıkları bütün süslerin kendilerinin olmasını istemişlerdir.

İşinin ehli uzmanların burada dikkat etmeleri gereken önemli bir nokta daha vardır: Âyetteki وطفقا [
ve tafikâ] diye başlayan cümlenin önündeki bağlaç, ف[fe] değil, و[vav]dır ve vav bağlacı بدت [bedet=belli oldu] fillinin üzerine atfedilmiştir. Dolayısıyla Arap dilini bilen kişilerin âyetin bu yapısına itibar ederek safsata anlamlara kulak asmamaları gerekir.
23) Onlar/her ikisi, "Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!" dediler.
Bu âyette, Rabbimizin müdahalesi üzerine Âdem ve eşinin, yapmış oldukları yanlış hareketi kabullenip hemen dönüş yaptıkları görülmektedir. Kur’ân'ın anlatımlarına göre, İblis'in dürtüsü Âdem'le eşini birlikte etkilemiştir. İblis'in önce Âdem'in eşini etkilediği ve onun da Âdem'i etkilediği şeklindeki görüşler Kur’ân'a uymamaktadır. Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın "ilk günah" anlayışına temel teşkil eden İsrailiyat anlatımı kısmen Müslümanlar arasında da etkili olmuş ve Âdem’in eşi tarafından kandırıldığı ve onun etkisiyle cennetten çıkarıldığı şeklindeki kadını aşağılayan bir mantığın halk kültüründe yerleşmesine neden olmuştur.
Âyetteki
eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz ifadesinden, takip edilecek yolun mutlaka Allah'ın gösterdiği yol olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. Yani, insanların içinde İblis kanalıyla oluşan düşüncelerin de, insanlara başkaları tarafından önerilen davranışların da önce vahiyle uyumluluğu test edilmeli, ancak ondan sonra uygulamaya geçilmelidir.
* Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah'a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir. [A’râf/200]
24) Allah, "Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve yararlanmak vardır" dedi.
Bu âyette Yüce Allah, Âdem ve eşi için nihaî kararını açıklamıştır. Rabbimizin bu kararını bildiren diğer âyetleri de göz önünde bulundurmak tahlilimize yardımcı olacaktır:

36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik.

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/36-38]

123Allah, o ikisine: "Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz" dedi. [Tâ-Hâ/123]

Gerek konumuz olan âyetteki ve gerekse Bakara sûresi'ndeki اهبطوا[ihbitû=alçalın] sözcüğü, Tâ-Hâ sûresi'ndekinden farklı olarak çoğuldur. Dolayısıyla A’raf ve Bakara sûrelerindeki bu çoğul ifade, Âdem'i, eşini ve başkasını/başkalarını da kapsamaktadır. Bu konudaki genel kabul, bu hitabın Âdem, eşi ve İblis'e yönelik olduğu yolundadır. Ancak biz bu hitabın daha da geniş kapsamda "Âdemoğulları" [tüm insanlar] olarak anlaşılmasından yanayız. Çünkü hem bu âyetin mesajı birkaç kişiye özgü olmayıp tüm insanlara yönelik bir mesajdır, hem de Rabbimiz 26. âyette Ey Âdemoğulları! diyerek tüm insanlara seslenmiştir.

"İHBİTÛ"NUN ANLAMI: Âyette geçen ihbitû sözcüğü meal ve tefsirlerde "ininiz" diye çevrildiği için, doğal olarak akla hemen "nereden" ve "nereye" inileceği soruları gelmektedir. Her ne kadar Yüce Allah, Sizi yeryüzünde yarattık, Sizi topraktan yarattık dese de, Rabbimizin verdiği bu bilgileri değerlendirmede yeterli dikkati göstermeyen müfessirler, Âdem'in cennette yaratıldığı ve yeryüzüne de oradan indirildiği yorumunu benimsemişlerdir.

Rabbimizin bildirdiklerine ters olan bu yorumları aşabilmek için
ihbitû sözcüğünün gerçek anlamının ortaya çıkarılması gerekmektedir:

İhbitû sözcüğü, هبط[hbt] kökünden türemiş çoğul emir kipidir. Hbt sözcüğü "alçalış, eksiliş, züll, zillete düşüş, sefillik" [gözden düşme, çaptan düşme, değer kaybetme, rütbede eksiliş] demektir. Bu anlam ekseninde صعود[su‘ûd] ve ارتفاء[irtifâ] sözcüklerinin karşıtı olarak kullanılan sözcük, şerr içinde olan kişinin durumunu ifade etmek için kullanıldığı gibi, sağlığını yitirmiş hasta için de kullanılır. [Lisânü'l-Arab; c. 9, s. 18-19.]

Bize göre burada sözcüğün asıl manasına bağlı kalınmalı ve
ihbitû sözcüğü "alçalın/alçalınız" olarak çevrilmelidir.

Sözcüğün bu asıl anlamına göre âyetin takdiri şöyle yapılabilir: "Bu dünya süslerinin esiri olur ve istifçilik yapan bir tekasür hastası gibi [Âdem gibi] yaşarsanız, şu geçici dünyada birbirinize düşmanlar hâlinde ve alçalmışlar olarak yaşarsınız!"

BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK:
Birbirinize düşman olarak ifadesi, kıssanın anlatıldığı diğer âyetlerin hepsinde de yer almıştır. Bize göre bu ifade, Âdem soyunun çoğaltma yarışına kapılma, istifçilik sevdasına düşme gibi çirkinlikleri işlemesi hâlinde birbirine düşmanca davranışlar içine gireceğini bildiren bir uyarıdır. Yoksa bazı kişiler tarafından ileri sürüldüğü gibi, hataları sebebiyle Âdem ve eşine verilmiş bir ceza değildir.
25) Allah, "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız" dedi.[#99]
Yani, hem geçicisiniz, hem de başka gideceğiniz yeriniz yok, orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz. Çirkinleşmenize, mal-mülk hırsıyla birbirinize düşman olmanıza gerek yok.

Bu âyetteki uyarının farklı bir ifadesi Tâ-Hâ sûresi'nde de yer almaktadır:

* Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız. [Tâ-Hâ/55]
26) Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve "Allah'ın koruması altına girme" elbisesi; o, daha hayırlıdır. İşte bu, düşünüp öğüt alırlar diye Allah'ın âyetlerindendir.
Hatırlanacak olursa, 23. âyette Âdem ve eşi, Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz diyerek Allah'tan bağışlanma ve rahmet dilemişlerdi. Bu âyet, Rabbimizin insanoğluna rahmetini tecelli ettirdiğini bildirmektedir. Herkesin bildiği gibi, O’nun rahmeti, elçiler göndermek ve bu elçilere vahyetmek [kitap indirmek] sûretiyle insanlığa kılavuzluk etmesidir.

ÇİRKİNLİKLERİ ÖRTECEK, SÜSLEYECEK ELBİSE ve BUNLARIN İNDİRİLMESİ:
Rabbimizin bu âyetteki çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik sözleri, klâsik anlayış tarafından "Biz size çirkin yerlerinizi [cinsel organlarınızı] örtecek pamuk, yün, keten ve deri elbise indirdik" diye algılanmış ve avret yerlerinin örtülmesinin gereği ve önemine dair açıklamalar yapılmıştır. Bu anlayış sahipleri ayrıca âyette geçen indirdik sözcüğünü "yarattık" anlamına hamletmiş, Zümer/6 ile Hadîd/25'deki انزلنا [indirdik] sözcüğünün خلقنا [yarattık] anlamında kullanıldığını bu anlama örnek olarak göstermişlerdir.

Biz, eski çağlarda yapılmış bu tür anlam zorlamalarını gayet olağan karşılıyor, onları Kur’ân'ı anlama yolunda sarf edilmiş iyi niyetli çabalar olarak görüyoruz. Ne var ki, aynı anlayışın günümüzde de devam ettirilmesini doğru bulmuyoruz. Çünkü bilimde meydana gelen gelişmeler, Hadîd sûresi'ndeki demiri indirdik ifadesinin artık "demiri yarattık" olarak anlaşılmasına engeldir. Bugün bilim çevrelerinde demir elementinin başka bir yerde yaratıldığı ve oradan dünyaya geldiği [indirildiği] kanaati oluşmuş, bundan da Kur’ân'ın eşsiz mucizelerinden birisinin daha açığa çıktığı kabul edilmiştir:

Kur’ân'da demirin kimyasal özelliklerinden birçoğuna işaretler vardır. İlk önce demirin öneminden ve özelliğinden söz eden biricik âyeti inceleyelim:

25Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri bildirmesi/işaretleyip göstermesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri/gözünü keskinleştiren, kişiyi kurmay yapan Kurân’ı da indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür. [Hadîd/25]

Kur’ân'da geçen inzal fiili genellikle dünya dışından yapılan indirme ve gelişleri ifade eder. İnzal fiili dünyadaki bir yaratılışın dünya dışındaki oluşumlar sayesinde meydana geldiğini bize anlatır. Dünyamızın ilk sıcaklığı demirin oluşumuna uygun değildir. Hatta güneşimiz tipi orta büyüklükte yıldızlar bile demirin üretimi için yeterli ısıya sahip değildir. Bu yüzden demir, sırf dünyamıza değil, güneş sistemimize bile indirilmiştir [inzal edilmiştir]. Şu anda dünyamızda var olan demir, güneş sistemimize yüksek ısılı yıldızlardan gelmiştir. Kur’ân'ın demirin oluşumunu anlatırken inzal fiiliyle indirilme olayına dikkat çekmesi mucizevî niteliktedir.

Konumuz olan âyette de indirme sözcüğü "yaratma" anlamına çekilmemeli ve âyetten elbisenin indirildiği anlaşılmalıdır. Ancak indirilen bu elbise'nin, bildiğimiz elbise olmadığı da dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zira yukarıda açıkladığımız gibi, bu elbisenin örteceği sev’ete "avret yerleri" demek olmayıp "çirkinler"dir. Bu çirkinlikler ise bildiğimiz elbiselerle örtülemez. Bunları örtecek ve beğenilecek duruma getirecek tek şey vahiy'dir. İnsanın şirki, günahı, kini, düşmanlığı, bildiğimiz elbise ile değil, ancak vahiyle ortadan kalkar. Nitekim Rabbimiz, açıklamanın devamında takvâ elbisesi'ni ön plâna çıkarıp herkesin takvâlanmasını ve takvâ elbisesini giymesini istemiştir. Bu demektir ki, insanın çirkinliklerini örtecek elbise ancak "takvâ elbisesi"dir ve o da ancak Allah'ın indirdiği vahiylerle hazırlanabilir. Kısaca söylemek gerekirse, çirkinlikleri örtmek üzere indirilen elbise vahiy'den başka bir şey değildir. Gerçekten de, birçok yerde vurguladığımız gibi, Rabbimizin bizlere vermiş olduğu görevlerin hepsi de bize takvâ elbisesi giydirmeye ve bu sayede bizi çirkinliklerden uzak tutmaya yöneliktir.

TAKVÂ: Daha önce Mürselât sûresindeki muttakîn sözcüğünü açıklarken "takvâ"ya kısaca değinmiş ve bu sözcüğün Kur’ân'da ilk önce "şirkten uzak olmak" ve "âhirete inanmak" anlamıyla ortaya konduğunu belirtmiştik. Yeri geldiği için sözcüğü burada ayrıntılı olarak tahlil ediyoruz:

Takvâ sözcüğü, وقاية [vikâye], توقية [tevkiye], وقاءة [vikâe] köklerinin mastarı olan وقي [vekâ] sözcüğünden türemiştir. Vekâ "bir şeyi korumak, himaye etmek, ona zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak, zararlı şey ile korunacak şey arasına bir engel koymak" anlamına gelir. [Lisanü’l Arab, el İsfehani; el Müfredat ; "vky" mad.] Sözcük Kur’ân'da da bu anlamda kullanılmıştır:

5-22Şüphesiz, "iyi adamlar", kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve "Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız" diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları içerler.

Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, -kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir-. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, orada Selsebil denilen bir pınardan... Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir mülk ve yönetim göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da karşılık ödenecek niteliktedir. [İnsan/5-22]

6,7Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş'ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz! [Tahrîm/6]

16O nedenle gücünüz yettiğince Allah'ın koruması altına girin, dinleyin ve itaat edin. Ve mallarınızdan, kendinizin iyiliğine olarak bağışlayın. Kim de benliğinin açgözlülüğünden korunursa işte onlar, başarıya ulaşanların ta kendileridir. [Teğâbün/16]

Vekâ fiilinin mezidatından [harfleri artırılmış kalıplarından] olan اتّقاء [ittikâ] sözcüğü ise, "korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak; Allah’ın koruması altına girmek" demektir. Bu sözcük de Kur’ân'da sözlük anlamıyla kullanılmıştır:

18,19Ey inanmış olan kişiler! Allah'ın koruması altına girin; her kişi yarın için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah'ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. [Haşr/18-19]

131Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah'a ve Elçi'ye itaat edin. [Âl-i İmrân/131]

24Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun. [Bakara/24]

Takvâ sözcüğü de ittikâ sözcüğünün ismidir ve sözlük anlamı olarak "kuvvetli himayeye girmek, korunmak, kendisini koruma altına almak" demektir.

Takvâ ve ittikâ sözcüklerinin ikisi de sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmış ve Kur’ân'da hep sözlük anlamlarına yakın manalarda kullanılmıştır. Bu sözcüklerin türediği vekâ fiili ve türevleri Kur’ân'da tam 258 yerde geçmektedir.

Kur’ân'ın en önemli kavramlarından olan takvâ ve ittikâ, kulun Rabbi karşısındaki durumunu en iyi anlatan sözcüktür. Kur’ân'da birçok âyette insanlara Allah'tan ittikâ etmeleri söylenmiş, birçok peygamberin de kavimlerini İslâm'a davet ederlerken onları "Allah'tan ittikâ etmez misiniz?" sözleriyle uyardıkları anlatılmıştır. Çünkü insan için en önemli şey, bir yaratıcının varlığı, yaratılışın sebebi ve kendisinin Yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikle kendini var edeni tanımakla ve O'nun razı olacağı bir yaşam sürmekle yükümlüdür. İnsan, her şeyin sahibi olan Allah tarafından başıboş, kendi haline bırakılmamıştır; hayatının hesabını vermek üzere kendisine döndürülecektir. Bu sebeple Kur’ân, Allah fikrini ve O'na ait ulûhiyeti ısrarla gündeme getirerek âlemlerin Rabbi olan Allah'ı bütün sıfatları ve O'na ait en üstün yücelik makamları ile tanıtmakta ve insana bu yücelik karşısında kendisine çeki düzen vermesini, kendisini iyi amellerle koruma altına almasını tavsiye etmektedir. Amaç, insanın O'nun her yerde kendisini gördüğünün ve yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının bilincinde olan bir varlık olmasını; Allah'ın yüce makamı karşısında çekinmesini; O'na kuvvetli bir imanla bağlanmasını ve yaptığı hatalardan dolayı O'na sığınmasını sağlamaktır. Özetle, insanı muttakî /ittikâ eden/takvâ sahibi bir varlık yapmaktır.

Bugüne kadar takvâ'nın birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımların hepsinde de değişik kelime ve ifadelerle aynı anlamlar gözetilmiştir. Bu nedenle tanımlar arasında herhangi bir çelişki yoktur. Meselâ
takvâ'yı "Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçmak" diye tarif edenler olduğu gibi, "Yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmektir" ya da "Allah'ın cezalandırmasından korkarak O'nun verdiği bir nur ile O'na itaat etmektir" veya "Allah'ın dışındakileri Allah'a tercih etmemektir" şeklinde tanımlayanlar da olmuştur.

Biz de şöyle bir tanım yapabiliriz:
Takvâ, "insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması"dır.

Ancak konu ile ilgili diğer Kur’ân âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir:

Takvâ; iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah'ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, salat etmek, salatı ikame etmek, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir.

Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile
takvâ'nın "iman ve onun yansıması" olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu noktada
takvâ ile ibâdet arasındaki bağlantının belirtilmesinde yarar görüyoruz. Bize göre, "ilâhî emir ve yasakları yerine getirmek" demek olan ibâdet, "zarar verecek davranışlardan sakınmak" demek olan takvâ'nın kendisi değildir, ama kişiyi takvâya ileten davranışlardır.

Takvâ sözcüğünün anlamında "korku" ve "korkmak" unsurları bulunmasına rağmen, takvâ'nın sadece "korku" olarak anlaşılması doğru değildir. Fakat ne yazık ki, birçok meal ve tefsir, takvâ ve ittikâ sözcüklerini sadece "korkmak" anlamıyla açıklamıştır. Takvâ ve ittikâ sözcüklerinin ifade ettiği korunma ve sakınmanın Arapça'da havf,mehâfet,rehbet gibi sözcüklerle ifade edilen "basit korku" sebebiyle korunmak ve sakınmak ile aynı anlama gelmediği yukarıda görülen İnsan/10, 11. ayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır.

Takvâ, içerdiği "korku" unsuru da belirtilerek "Kişinin korktuğu şeylerden kendini korumasıdır" şeklinde de tanımlanabilir. Ancak bu önemli kavramın basitçe "Allah korkusu" olarak ifade edilip geçiştirilmesi bize göre son derece yanlıştır. Çünkü Rabbimiz, "Allah korkusu" anlamına gelen haşyet sözcüğü ile ittikâ [takvâlı davranış] sözcüğünü aynı âyet içinde zikretmek sûretiyle, bu sözcüklerin farklı anlamlara geldiğini bizlere göstermiştir:

52Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O'nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir. [Nûr/52]

Kur’ân'daki bu açık belirlemeye rağmen takvâ sözcüğü ve tüm türevleri "korkmak" anlamında anlaşılarak Müslümanlar arasında tam bir korku furyası oluşturulmuştur. Bunun sonucu olarak da, Allah ile kul arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve rahmetten çok korku üzerine kurulmuş, ortaya birçok yanlış ve olumsuz anlayış ve davranışlar çıkmıştır. Oysa ne takvâ ve ittikâ "haşyet" [Allah korkusu] demektir, ne de haşyet "havf", "mehâfet", "rehbet" gibi sözcüklerle ifade edilen basit "korku" anlamındadır.

Konunun önemine binaen bu bahsi ayrı bir başlık altında ayrıntılı olarak tahlil etmeyi uygun buluyoruz.

KORKU ve ALLAH KORKUSU: "Korku" insanın fıtratında olan bir duygudur. Bu nedenledir ki insan, karşısında aciz kaldığı her şeyden korkma eğilimindedir. Buna karşılık "ümit" de fıtrattandır ve korkuyu dengeleyen bir duygudur. İnsanın "korku" ve "ümit" duyguları arasında bir denge kurabilmesi, insanı hayata bağlayan, ona huzur ve güven veren bir durumdur. Eğer insan bu fıtrî duygularını iyi yönlendirmez de korkularını giderecek ümitten ya da ümidin vereceği gevşekliği önleyecek korkulardan uzak kalırsa, hayatı gereği gibi denge içinde götürebilecek ruhsal donanımdan mahrum kalmış olur. Ancak bu duyguların birbiriyle dengelenmesi kadar, nelerden korkulup nelerin ümit edilmesi gerektiğini doğru bilmek de önemlidir. Çünkü yanlış ve batıl korkular da, temelsiz ve boş ümitler de insanı hüsrana götürür. İnsan asıl korkulması gerekli olandan gerektiği gibi korkmaz ve asıl sığınılması gerekli olana gerektiği gibi yönelmezse, hayatındaki dengeler alt üst olur ve bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğer hâle gelir. Nitekim insan, tarih boyunca lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı edinmiştir: Doğa güçlerinden korkmuş; ateşi, gökleri, karanlıkları ilâh edinmiştir. Firavunlardan, diktatörlerden korkmuş; onları ilâh edinmiştir. Açlıktan korkmuş; ekmek ve maaş verenleri ilâh edinmiştir. Yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş; putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Kısacası insanoğlu boş ve temelsiz korkuları yüzünden sığınacak güvenli kucaklar aramış, umutla sarıldığı kucaklar çoğu zaman onu daha da tehlikeli ve acınası durumlara düşürmüştür.

İnsanın bariz şekilde zararına yol açan korkular, aslında ona dayatılan korkulardır. Bu dayatma, insan hayatında çok önemli olan iki konuda yapılmaktadır: Eğitim ve din.

EĞİTİMDE KORKU:
Eğitim uzmanları tarafından kabul edilen evrensel gerçek şudur ki, baskı ve korku ile ne verimli bir eğitim yapılabilir, ne de yararlı bir disiplin sağlanabilir. Çünkü baskı ve korku sonucu ancak ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist bireyler meydana gelebilir. Baskıcı ve korkutucu ana-babanın çocukları, baskıcı ve korkutucu öğretmenin öğrencileri, baskıcı ve korkutucu işverenin işçileri, baskıcı ve korkutucu devletin yurttaşları hep ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist yapıdadırlar. Böyle bir insan tipi amaçlanamayacağına göre, salt baskı ve ceza korkusu altında yapılan bir eğitimin verimsiz neticeler elde etmekle sonuçlanacağı iyi bilinmelidir. Baskı ve korku ile hiçbir yere varılmadığı gibi, disiplin de sağlanamaz. Baskı ve korku ile sağlanmış gibi gözüken bir disiplin asla kalıcı değildir. Bireyler üzerindeki baskı ve korkunun biraz gevşediği ya da bireyler tarafından kanıksandığı an, ortaya telâfi edilmesi mümkün olmayan zararlı sonuçların çıkması kaçınılmazdır.

Bilimsel gerçek bu olmasına rağmen ne yazık ki toplumumuz korku ile disiplin sağlama yolunu seçmiş ve bu seçiminin en bariz göstergesi olarak "Kızını dövmeyen dizini döver", "Öğretmenin vurduğu yerde gül biter", "Dayak cennetten çıkmadır" gibi baskıyı ve şiddeti olumlayan birçok ifadeyi "atasözü" hâline getirmiştir.

DİNDE KORKU: İnsan fıtratında var olan "korku" ve "ümit" dengesi, diğer konularda olduğu gibi "inanç" konusunda da insan davranışlarını yönlendirmektedir. Bu konuda da insanlara sadece korku aşılamak, yani ümitlerin bağlanması gereken yegâne varlık olan Allah'a karşı sevgi yerine korku beslemeye yol açacak telkinlerde bulunmak çok yanlış bir tutumdur. Hele hele aklı gelişmemiş, reşit olup mümeyyiz duruma gelmemiş, henüz sabî çağındaki çocukların eğitmenleri [ister ana-babaları, ister öğretmenleri] tarafından "Allah seni taş yapar", "Allah senin gözünü kör eder", "Allah seni cehennemde yakar", "Allah seni çarpar" şeklindeki ifadelerle terbiye edilmeye çalışılması son derece zararlı bir davranıştır. Çünkü din ve iman sorumluluğunu üstlenmek erişkin ve yetişkin kimselerin işidir. Yüce Allah çocukları hiçbir konuda mükellef tutmamaktadır. Eğer çocuklara Allah tanıtılmak isteniyorsa, doğru olan tanıtma O’nu celâl [kâfirleri kahreden, cezalandıran] sıfatları ile değil, cemal [kullarını seven, koruyan, affeden] sıfatları ile tanıtmaktır.

Rabbimiz, evrendeki her şey gibi insanın da programlayıcısıdır. Yaratılış özelliklerini çok iyi bildiğinden dolayı insanı en uygun yaşayış tarzına yönlendirmiş, indirdiği hidâyet rehberi Kur’ân'da da ona en uygun bir kulluk programı hazırlamıştır. Gerçekten de Kur’ân'da insandaki korku ve ümit duyguları fıtrata en uygun biçimde değerlendirilerek lüzumsuz korkuları ayıklanmış, insanın kimden ve niçin korkması gerektiği ile kimden ve neyi ümit etmesi gerektiği açıkça ortaya konmuştur.

İnanç eğitimini Kur’ân'dan alan müminler, tabiatlarından gelen sıradan korku ve ümit duygularının çerçevesini Kur’ân'ın verdiği bilgilerle doğru olarak belirlemeli, belirledikleri bu duyguları Kur’ân'ın önerdiği şekilde geliştirip derinleştirmeli, bu fıtrî duyguları yerli yerinde kullanmayı öğrenerek onları manevî yücelmenin yolunu açan birer anahtar hâline dönüştürmelidirler. Bunu başarmak, bazılarının bilgisizce "korku" diye tanımladığı takvâ denen manevî donanımı kazanmak demektir. Takvâ sıradan bir korku değil, korku duygusunu da içine alan bir saygı, çekinme ve korunma güdüsünü bir ahlâk olarak yaşanan hayata aktarma özenidir. Korku duygusu, takvâ sahibi bir insanda başka nitelikler kazanmış, yaratılıştaki ham halini kaybederek bir korunma ahlâkı, bir sorumluluk bilinci hâline gelmiştir. Doğru yönlendirilmiş ümit duygusu ise takvâ sahibi insanın sadece Allah'a yönelen ve sadece O'na sığınan bir insan olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, insanın yaratılışında en basit şekliyle var olan bu duygular, takvâ sahibi insanda övülen sıfatlar hâline dönüşmüş, bu da o insana yücelme faaliyetinin kapılarını açmıştır.

İslâm dininde خوف/havf veمخافة /mehâfet sözcükleriyle ifade edilen basit korku anlamında bir "Allah korkusu" kavramı yoktur. Kur’ân'da bu sözcüklerle ifade edilen korkuların hiçbiri kesinlikle "Allah korkusu" ile ilgili değildir. Böyle olmasına rağmen, sözcüklerin anlam farklılıkları göz ardı edilmek sûretiyle havf veya mehâfet denilen basit anlamdaki korku, "Allah korkusu" olarak Müslümanların dinî terminolojisine de girmiştir. Hatta bu konuda رأس الحكمة مخافة الله [re’sü'l-hikmeti mehâfetullâh=Hikmetin başı Allah korkusudur] diye Peygamberimizin ağzından bir de hadis uydurulmuştur. Bu rivayet öylesine meşhur olmuştur ki, hat sanatlarının icra edildiği değişik tablolar hâlinde resmedilerek camilerin iç duvarlarına asılmış, dindar evlerinin salonlarına kadar girmiştir. Oysa bu ifade, araştırmak isteyenlerin kolayca bulabilecekleri gibi, Kitab-ı Mukaddes'in Süleymân'ın Meselleri'ndeki 1:7 cümlesidir.

Elbette ki en geniş ve kapsamlı koruma, rahmet sıfatına sahip olan ve bütün yaratılmışları koruyan Allah'ın korumasıdır. Bu nedenle inanan insan, kendisine zarar verecek şeylerden korunmak için Allah'a yönelir ve işlediği kötü fiillerden dolayı da sadece kendisini koruyabileceğine inandığı Allah'tan korkar. Ancak buradaki korunma isteği, işlenen kötü fiillerin sonuçlarından dolayı duyulan korkudan kaynaklanır. Bu korku "ceza korkusu"dur. Nitekim Kur’ân'a bakıldığında, birçok yerde havf sözcüğü kullanılarak insanlara korkmaları ihtar edilmiştir. Ancak bu ifadelerin hepsi de Allah'ın kendisinden değil, "suç işlendiği takdirde Allah'ın azabından, Allah'ın vaîdinden korkulması gerektiği" yönündedir.

27-29Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi, Allah’ın rızasını kazanmak için bir araç edinmişlerdi de birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: "Seni kesinlikle öldüreceğim" dedi. Diğeri: "Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb'i Allah'tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak zaman kaybına neden olan şeyleri/hayırda ağırda almayı/zarar vermeyi/kusur oluşturmayı ve kendi zaman kaybına neden olan şeylerini/hayırda ağırda almanı/zarar vermeni/kusur oluşturmanı yüklenip de Ateş'in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanların da cezası budur!" dedi. [Mâide/28]

15De ki: "Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım." [En‘âm/15]

13,14Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, elçilerine: "Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/yaşam tarzımıza döneceksiniz!" dediler. Rableri de elçilerine: "Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir" diye vahyetti. [İbrâhîm/14]

175Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun. [Âl-i İmrân/175]

Bu konu için ayrıca; Hûd/3, 26, 84, 103; Rahmân/46; Nâziât/40; Mâide/54, 69, 94; En‘âm/48; A‘râf/35, 54; Enfâl/48; Yûnus/15, 62; Meryem/45; Zümer/13; Ahkâf/13, 21; Haşr/16; Âl-i İmrân/170; Kâf/45; Müddessir/53; İnsan/7,10; Nahl/49-50; İsrâ/57; Nûr/37; Zâriyât/37;Bakara/37, 62, 112, 262, 274, 277; Zuhruf/68'e de bakılabilir.

Görüldüğü gibi, Kur’ân'da
havf sözcüğü ile dile getirilmiş olan "korku", "Allah korkusu" değil, Allah'ın adaleti gereği âhirette suçlulara vereceği "ceza korkusu"dur. Allah'ın adaletinden, yani suça karşı vereceği cezadan korkma konusu, birçok âyette de yine mutlak basit korku anlamını ifade eden rehb sözcüğü ile dile getirilmiştir. Rehb sözcüğünün Kur’ân'da bu anlamda kullanıldığını görmek isteyenler A‘râf/116, 154; Bakara/40; Nahl/51; Enfâl/60; Kasas/32; Haşr/13; Enbiyâ/90'a bakabilirler.

Havf sözcüğü ile "ceza korkusu"nu ifade eden Rabbimiz, iman eden, sâlihâtı işleyen ve Allah'ı Rabb edinip istikâmetini düzenleyenlerin, yani Allah'ın yakını ve yardımcısı olanların Allah'tan korkmalarına hiç gerek olmadığını da yine havf sözcüğü ile ifade etmiştir:

262Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. [Bakara/262]

277Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekâtı/vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de. [Bakara/277]

62,63Açın gözünüzü! Allah'ın yakınlarına, yardımcılarına –ki onlar inanan ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. [Yûnus/62]

13Şüphesiz işte şu: "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. [Ahkâf/13]

Bu konudaki diğer âyetler şunlardır: Bakara/62, 112, 274; Mâide/69; En‘âm/48; A‘râf/35; Fussılet/30.

İslâm dininde, خشية [
haşyet] vardır, خشية الله [haşyetullâh] vardır. Haşyet; bilgi, idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusudur. [el İsfehani; el Müfredat, hşy mad.] Bu sözcüğü, yukarıda açıkladığımız basit "korku" anlamındaki havf sözcüğü ile eş anlamlı olarak Türkçeye çevirenler büyük bir yanlış içindedirler. Çünkü haşyet ile havf sözcüklerinin farklı anlamlara geldiği, bizzat Rabbimiz tarafından aynı âyet içinde kullanılmak sûretiyle bildirilmiştir:

19-24Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah'a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!" [Ra‘d/21]

Âyetin ifadesinden kolayca anlaşıldığı gibi,
havf ile haşyet sözcükleri aynı anlama gelmez, birbirlerinden farklıdırlar. İnsanlar her zaman ve zeminde, suç işlediklerinde veya suçsuzken de Allah'a haşyet duyarlar ve ittikâ ederler. Allah'ın adaletinden [suçlulara vereceği cezadan] ise sadece suçlular havf ederler; zaten etmelidirler de...

Basit korku [
havf] duygusu yaratılıştan herkeste var olmasına rağmen, haşyet herkeste olmaz. "Havf" denen basit korkuya [kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya çalışır. Meselâ, ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak için gerekli tedbiri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından veya vahşî hayvanlardan korkan kimse de onlarla karşılaşmamaya çalışır. Korku duygusu insanı kesinlikle korktuklarından kaçınmaya iter. Ancak haşyet hissi basit korkuya benzer bir his olmadığı gibi, haşyet sahibi de korktuğundan kaçınan ve uzaklaşan biri değildir. Tam tersine, haşyet sahibi kimse haşyet duyduğuyla hep beraber olmayı arzular. Onun asıl korktuğu, haşyet duyduğundan uzak kalmaktır; çünkü ona derin bir sevgi ve saygı duyar, onun darılmaması, gücenmemesi için gayret eder, kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır.

Kısaca ifade etmek gerekirse,
haşyet hissi "havf" gibi fıtrî bir duygu değildir. İnsanda sonradan oluşur, bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrakle doğru orantılıdır:

28İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. [Fâtır/28]

Âyette de vurgulandığı gibi, bilginler, bilgileri sayesinde Allah'ı bilgisizlerden daha iyi tanırlar ve O'na sonsuz bir saygı ve hayranlık duyarlar. Gerçekten de sıradan bir kimse ile atomun içini bilen bir fizik bilgininin veya hücrenin yapısındaki DNA ve RNA yapılarını gören bir tıp bilgininin Allah hakkındaki saygı ve hayranlık hisleri aynı değildir. Bu bilginler, Allah'ın sonsuz gücünü ve evreni programlama [Rabb olma] özelliğini gözleriyle görürler ve bunları bilmeyenlere nazaran Allah'ı daha iyi tanırlar. Bu tanımanın sonucu olarak hem Allah'a karşı çok daha fazla saygı ve hayranlık duyarlar, hem de Allah'a uzak kalmaktan ve O'na saygısızlık etmekten korkarlar [haşyet duyarlar].
Haşyet konusu ile ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: Yâ-Sîn/11; Nâziât/45; Tâ-Hâ/3, 44; A‘lâ/10; Enbiyâ/49; Fâtır/18; Kâf/33; Mâide/44, 52; Tevbe/18; Nûr/52; Beyyine/8; Zümer/23; Ahzâb/37; Bakara/74 ve Haşr/21.

38,39Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve Allah'tan başka kimseye saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayan kimselerle ilgili Allah'ın uygulaması olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, ayarlanmış, belirlenmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter. [Ahzâb/39]

57-61Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O'ndan uzaklaşma korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir. [Müminûn/57]

26-28Ve onlar: "Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi" dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O'nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân'ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O'nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O'na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler. [Enbiyâ/28]

İşte, İslâm'daki Allah korkusu bu haşyet duygusudur, sıradan bir korku değildir.

لعلّ[LE‘ALLE] EDATI:

لعلّ[
le‘alle] edatı Arapçada harf-i cerr ve fiile benzeyen harflerden [edatlardan] biri olarak değerlendirilmiş ve içinde bulunduğu cümleye "umut" ve "endişe" anlamı kattığı kabul edilmiştir. Öyle ki, giderek genel bir kural hâline gelen bu kabul nedeniyle hem güzel şeylerin umulması ve hem de kötü şeylerden endişe duyulması kısaca bu edat yardımıyla ifade edilir olmuştur.

Ancak, Kur’ân'da geçen لعلّ[
le‘alle] edatlarına bakıldığında, bu edatın "umut" ve "endişe" anlamlarından başka anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Zira bu edat Kur’ân'da bizzat Allah için de kullanılmıştır. Hâlbuki "Allah'ın umması" veya "endişe duyması" söz konusu olamaz. Çünkü "ummak" ve "endişe duymak", bir şeyin sonunu bilmemekten, neticeden emin olmamaktan kaynaklanır, Allah ise her şeyi kesin bir bilgi ile bilmektedir.

Kur’ân üzerine en çok araştırma yapmış kişilerden Zerkeşî el-Bürhân; Suyûtî ise bu konuyu ve el-İtkân adlı eserlerinde birer bölüm ayırarak derinlemesine incelemişler ve özetle aşağıda naklettiğimiz hususları belirtmişlerdir:

Le‘alle, içinde bulunduğu isim cümlesinin ismini nasb, haberini ref eden bir edattır. Bu edatın bir takım anlamları vardır. Bu anlamlarından en ünlüsü
توقّع [tavakku‘]dur. Tavakku‘ ise "terecci" [sevilen şeyleri ummak] ve "işfak" [çirkin şeylerden de endişe duymak] demektir. Bunlara örnek Bakara/189 ve Şûrâ/17 âyetleridir. En ünlü ikinci anlamı ise "ta‘lîl"dir. Ta’lîl, sebep göstermek, bahane, müessirden esere yapılan istidlâl [gerekçe] demektir. Buna örnek Tâ-Hâ/44 âyetidir. Üçüncü anlamı ise إستفهام[istifhâm]dır. Buna örnek de Talâk/1 ve Abese/3 âyetleridir. [Zerkeşî, el-Bürhân; Suyûtî, el-İtkân.]

Bu genel açıklamadan sonra Suyûtî, aynen şu notu düşmüştür:

el-Bürhan'da Zerkeşî'nin naklettiğine göre, Begavî'nin Vâkıdî'den hikâye ettiğine göre Kur’ân'da yer alan bütün le‘alle edatları ta‘lîl içindir. Sadece Şu‘arâ/129'daki le‘alle teşbih içindir. Teşbih için olması biraz gariptir. Çünkü nahivciler böyle bir şey zikretmemişlerdir. Sahîh-i Buharî'de de لعلّكم تخلدون [le‘alleküm tahlüdûn] ifadesindeki le‘alle'nin teşbih için olduğu yer alır. Ben derim ki, İbn-i Ebî Hatim'in Süddî tarikinden ortaya koyduğuna göre, Kur’ân'da yer alan le‘alle edatlarının hepsi كى[key] anlamındadır. Yani, hepsi ta‘lîl içindir. Sadece Şu‘arâ/129'daki le‘alle edatı, كأنّ [keenne] anlamındadır. Nitekim Katâde'den nakledildiğine göre Şu‘arâ/129'daki le‘alleküm tahlüdûn ifadesi, bazı kıraatlerde (Ubeyy mushafında) كأنّكم تخلدون [keenneküm tahlüdûn] şeklindedir. [Suyûtî,
el-İtkân; c. 1, s. 538, 539 ve Zerkeşî, el-Bürhân; c. 4, s. 392-395.]

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Kur’ân'da tam 129 kez yer alan
le‘alle edatı aslında ta‘lîl [sebep göstermek, bahane, müessirden esere yapılan istidlâl, yani gerekçe] içindir. Bizim kanaatimiz bu yöndedir.

Zaten "terecci" [umut] anlamı vermiş gibi olan kullanımları da, âyetlerde uygun düşmemektedir. Bazıları bu uygunsuzluğu aşabilmek maksadıyla, Allah için kullanılan
le‘alle edatlarının "kesinlik" anlamında olduğunu, kullar için kullanılan le‘alle edatlarının ise "terecci" [umut] anlamında olduğunu ileri sürerek edatın anlamında bir zorlamaya girmişlerdir. Oysa le‘alle edatının ta‘lîl için olduğunun kabulü hâlinde böyle zorlamalara gerek kalmamaktadır. Bizim -Allah'ın izniyle- yaptığımız Kur’ân çalışmalarında le‘alle edatı hep ta‘lil anlamıyla değerlendirilmiştir.
27) Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin; sizi hak dinden döndürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları, inanmayanlar için velîler/yol gösteren, yardım eden kimseler yaptık.
Rahmeti gereği Rabbimizin uyarılarına devam ettiği bu âyette bize göre iki nokta üzerinde durulmuştur:

Birinci nokta, İblis'in insan üzerindeki etkisidir. Sâd sûresi'nden beri işlenmekte olan İnsan-İblis ilişkisine bu sûrede daha ayrıntılı açıklamalarla yer verilmiş ve sûrenin başlangıcından bu yana insanlar İblis'in nereden ve nasıl etki edeceği hakkında bilgilendirilmiştir. Yapılan bu bilgilendirmeden sonra bu âyette Rabbimiz, İblis'in etkisi konusunda insana şu uyarıda bulunmuştur:
Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana babanızı, çirkinliklerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.

İkinci nokta ise İblis'in ve avenesinin kimlerle haşir neşir olduğudur. Rabbimiz bu âyette İblis'in ve avenesinin inanmayanlarla yakın ilişkide olacağını bildirerek onlara karşı uyanık olunmasını öğütlemektedir. Bu konudaki tanıtıcı bilgiler başka âyetlerde de verilmiştir:

30Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah'ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlanan doğru yolda olduklarını sanıyorlar. [A‘râf/30]

1-6"Gözükmeyen varlıklardan, bilinen varlıklardan; hepsinden, insanların akıllarında kötülük fısıldayan sinsi düşmanın kötü fısıltılarının kötülüğünden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine sığınırım" de! [Nâs/1-6]

50Ve hani Biz doğal güçlere, "Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin" demiştik de İblis/düşünce yetisi dışında hepsi boyun eğip teslimiyet gösterdi. İblis, görünmez varlıklardandı/enerjidendi. Sonra da kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, Benim astlarımdan onu ve onun soyunu yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için ne kötü bir değiştirmedir bu! [Kehf/50]

Ve Meryem/83, Mücâdele/19, En‘âm/121, İsrâ/27.

ŞEYTÂNLARIN/İBLİS'İN SOYDUĞU ELBİSE: Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İblis'in soyduğu elbise, bildiğimiz elbise değil, iyilik, güzellik, dostluk, kardeşlik elbisesidir. Çünkü İblis, dünya nimetlerini süslü göstermek sûretiyle insanları zevkusefa düşkünü, mal yığıcı, kargaşa çıkartıcı birer yaratık hâline dönüştürüp birbirlerine düşman etmekte ve böylece insana ilham edilmiş çirkinliklerin dışa vurmasını sağlayarak onu elbisesiz, çirkinlikleriyle baş başa bırakmaktadır. Bunları yaparken İblis’in tarzı mertçe değil, sinsicedir.

Rabbimiz, "şeytanlar" olarak nitelediği İblis ve onun etkisine girmiş kişilerin insana yoldan çıkartıcı telkinlerde bulunurken fark edilmesi zor yöntemler kullanacağını
o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler ifadesi ile dile getirmiştir. Bu uyarı gayet açıktır. Yani Rabbimiz, "Onlar, insanın içinden ya da insana fark ettirmeden sinsice telkinde bulunurlar. Öyle ki, onlar sizi tanırlar ve yaptıklarınızın hepsini görürler, ama siz, yanınızda olmalarına rağmen takındıkları tavırlar sebebiyle onların düşmanlarınız olduğunu fark edemezsiniz" demektedir.

FİTNEYE DÜŞÜRMEK: الفتنة[fitne], "ateşe atmak" demektir. Rabbimizin bu sözcüğü kullanarak yaptığı uyarı, "şeytân sizi vahye uymayan hareketler yaptırmak, doğru olmayan bir hayat tarzı benimsetmek sûretiyle ateşe atmasın, başınızı belâya sokmasın, sizi perişan etmesin!" anlamındadır.

28Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, "Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti" derler. De ki: "Allah iğrençliği emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"

29De ki: "Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O'na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz."

30Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah'ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlanan doğru yolda olduklarını sanıyorlar.

31Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için; keyfinize bakın fakat Allah’ın hakkını da göz ardı etmeyin; kesinlikle Allah, hakkını göz ardı edenleri sevmez.

32De ki: "Allah'ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?" De ki: "Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–." İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

33De ki: "Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, zararları/zarar vermeyi, haksız yere başkaldırmayı, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir."

Konusu itibariyle bu âyetler Sâd/1-11'in devamı niteliğindedir. Böyle olunca, 28. âyetin başındaki
Ve onlar ifadesinin Sâd/2'de sözü edilen inkâr edenler'e ait olduğu ortaya çıkmakta ve böylece âyetler de doğru olarak anlaşılmaktadır.

Aslında bize göre bu âyetleri aşağıdaki âyetlerin devamı olarak okumak, onların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:

15Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. 16Ben de onları cezalandırırım. 17Bu yüzden sen kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere mühlet ver, onlara azıcık zaman tanı. [Târık/15-17]

2Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen yüz çeviriyorlar ve "Devam edip giden bir büyüdür" diyorlar.

3-5Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, "kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun, düstur ve ilke" olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar sağlamıyor. [Kamer/2-5]

1Sâd/90. Öğüt/şeref sahibi Kur’ân kanıttır ki, 3onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. 2Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, "Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!" dediler.

6-8Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: "İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/Kitap aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?" –Aksine onlar Benim öğüdümden/Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–

9-11Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler! [Sâd/1-11]

Biz, Mushaf'ta bu âyetler arasında yer almış olan diğer âyetleri de birer parantez olarak düşünüyor ve tahlilimize bu anlayışla devam ediyoruz:
28) Ve onlar bir iğrençlik yaptıkları zaman, "Atalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti" derler. De ki: "Allah iğrençliği emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"
"ONLAR"IN KİMLİĞİ: Yukarıda da açıkladığımız gibi, buradaki onlar zamiri ile kasdedilenler, Peygamberimiz ile mücâdele eden ve şirkte direnen "Mekkeli müşrikler"dir.

فواحش [
fevâhiş], "çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek" anlamına gelenفحشاء [fahşâ] sözcüğünün çoğulu olup bu ifadeler ile ilgili ayruntılı bilgi Necm suresinde verilmiştir.

Fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri, Râgıb el-İsfehanî tarafından, "son derece çirkin söz ve fiiller" olarak tanımlanmıştır. [Râgıb el-İsfehanî, el-Müfredât, "Fahşâ" mad.]

Fâhişe sözcüğünün çoğulu olan fevâhiş sözcüğü ise Kur’ân'da had cezasını [ağır cezayı] gerektiren hâller için kullanılmıştır. (En‘âm/151, A‘râf/33, Şûrâ/37, Necm/32). Müminler bu suçlardan uzak durmalı ve kendi aralarında bu ahlâksızlığın yayılmasına fırsat vermemelidirler. Zira düşmanları bu konuda sinsice çalışmaktadırlar.

Klâsik kaynaklarda, konumuz olan âyetteki
fâhişe sözcüğüyle, Kâbe'yi çıplak tavaf eden ve kendilerine engel olmak isteyenlere karşı bu davranışın atalarından kalma ve onlara da Allah tarafından emredilmiş bir amel olduğunu söyleyen câhillerin kastedildiği ileri sürülmüştür. Bizim görüşümüz, bu sözcüğün ifade ettiği iğrençliklerin bununla sınırlı olmadığıdır. Öyle ki, Peygamberimize direnen o günkü Mekkeli idarecilerin başta şirk olmak üzere daha birçok sapıklıkları da bu sözcüğün kapsamı içerisindedir.

TAKLİT, ATALAR DİNİ:
Hatırlanacak olursa, Sâd sûresi'nde, Peygamberimize direnen idareciler, kulun kula kulluğunu yasaklayan "tevhîd" [Allah'ı birleme] konusunda iğrenç bir tavır göstermişler ve atalarından böyle bir şey görmediklerini dile getirmişlerdi:

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, "Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!" dediler.

6-8Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: "İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/Kitap aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?" –Aksine onlar Benim öğüdümden/Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.– [Sâd/4-8]

Rabbimiz Kur’ân'da atalar dininin benimsenmesi üzerinde çokça durmuş ve insanları sürekli uyarmıştır:

170Ve onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiği vakit, "Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız" dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve kılavuzlandıkları doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? [Bakara/170]

104Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin" dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve kılavuzlanan doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? [Mâide/104]

Bu konuda ayrıca şu âyetlere de bakılabilir: Yûnus/78, Enbiyâ/53, Şu‘arâ/74, Lokmân/21, Zuhruf/23.
29) De ki: "Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin[#100] yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O'na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz."
Yaptıkları iğrençlikleri Allah’ın emriymiş gibi göstererek kendilerini savunmaya kalkışan Mekkeli müşriklere, Rabbimiz de peygamberinin şöyle cevap vermesini emretmektedir: Allah iğrençliği emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

Rabbimizin Mekkeli müşriklere denilmesini istediği sözler bu âyette şöyle devam etmektedir:
Rabbim hakkaniyeti emretti.

Gerçekten de dinin amacını "insanı kula kulluktan kurtarmak ve yeryüzünde adaleti sağlamak" diye özetlemek mümkündür. İnsanlara verilen tüm görevler bu ilkenin gerçekleşmesini sağlamaya yöneliktir.

YÜZÜ ALLAH'A DOĞRULTMAK:
Yüzü Allah'a doğrultmak ifadesi, kişinin yüzünü yön olarak Allah'a çevirmesi anlamına değil, "tüm benliğiyle Allah'a yönelmesi" anlamına gelen bir deyimdir. Yüz, vesikalık fotoğrafta olduğu gibi kişinin kimliğini tümden ifade eder. "Tüm benliğiyle Allah'a yönelmek", inananlardan sürekli istenen ve beklenen bir tavırdır:

20Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: "Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular." Kitap verilenlere ve Anakentliler'e: "Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm'ı kabul ettiniz mi?" de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm'a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir. [Âl-i İmrân/20]

78,79Sonra güneşi doğarken görünce de, "Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!" dedi. Sonra o da batınca, "Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim" dedi. [En‘âm/79]

112Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. [Bakara/112]

DİNİN ALLAH'A HAS KILINMASI: Kendini Müslüman ve dindar olarak niteleyen herkes, Rabbimizin bu âyetteki açık ve net talimatı doğrultusunda, sahiplendiği dinin "Allah'ın saf dini" olmasına dikkat etmek durumundadır. Ne var ki, yüzyıllardır insanlar Allah'ın saf ve tertemiz dininden farklı, katkılı ve yozlaşmış bir dini hayat sürdürmektedirler. Çünkü Allah'ın saf ve tertemiz dininin içerisine şeyhler, imamlar, üstadlar marifetiyle hevâ-hevese, paraya, siyasete, ideolojiye dayalı birçok katkı maddesi karıştırılmıştır. Yaşanan dinî hayatın bu durumda olup olmadığını anlamak aslında çok kolaydır. Yapılacak iş, sürdürülen inançların ve ortaya konan amellerin Allah tarafından mı yoksa başkaları tarafından mı belirlendiğine bakmaktan ibarettir. Allah'ın saf dini, Fâtiha'nın "besmelesi" ile Nâs sûresi'nin "ve'n-nâs" ifadesi arasındadır. Din adına ne varsa, iman ve ameliyle hepsi Kur’ân'dadır. Kur’ân'da yer almayan inanç ve ameller, Allah'ın saf dini dışında kalan din dışı inanç ve amellerdir. Bizim dayatılmış olduğunu çeşitli vesilelerle açıkladığımız inanç ve ameller de işte bu inanç ve amellerdir.

Âyette de görüldüğü gibi, Rabbimiz bizden dinin Allah'a hâlis kılınmasını istemektedir. Bu da yaşanan dinde Allah'ın koymadığı hiçbir inanç ve amelin bulunmaması anlamına gelmektedir:

1Bu kitabın indirilmesi, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'tandır.

2Şüphesiz ki, Biz bu kitabı sana gerçekle indirdik. Öyleyse Din'i sadece O'nun için arındırarak Allah'a kulluk et.

3Dikkatli olun, halis din sadece Allah'a aittir. O'nun astlarından birtakım yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinenler: "Allah'ın astlarından edindiğimiz yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz." Şüphesiz kendilerinin ayrılığa/anlaşmazlığa düşüp durdukları şeylerde, onların arasında Allah hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok nankörün ta kendisi olan kişilere kılavuzluk etmez. [Zümer/1-3]

11,12De ki: "Ben, kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah'a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi."

13De ki: "Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım."

14-16De ki, "Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah'a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O'nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız." De ki: "Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır." –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benim korumam altına girin.–

Zümer/11-16)

14Öyleyse, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler hoşlanmasa da dini sadece Kendisine ait kılarak Allah'a dua edin. [Mümin/14]

65O, diridir, O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Bu nedenle, dini sadece O'nun için arındıranlardan olarak O'na dua edin. Tüm övgüler yalnız âlemlerin Rabbi Allah'adır; başkası övülemez." [Mümin/65]

5Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. [Beyyine/5]

Âyetteki Allah'a hâlis kılınmış din ifadesinden, bir de hâlis olmayan, Allah'a özgü kılınmamış bir dinin varlığı anlaşılmaktadır. Bize göre bu din, azizlerin, şeyhlerin, papazların, hocaların, hahamların, efendilerin, Firavun’la türdeş olan ceberut liderlerin ekledikleri katkı maddeleriyle bozulmuş, yozlaştırılmış sahte dindir. Oysa Rabbimizin bu konu üzerindeki hassasiyeti bize göstermektedir ki, yaşanan din Allaha özgü, saf, katkısız, katışıksız, bir bakıma "hâlis süt" gibi olmalıdır. Hâlis süt nasıl hiçbir katkı maddesi içermezse, hâlis din de Allah'tan başkasının hükümlerini içermemelidir.

Bu konuda bize düşen görev, Allah'ın gerçek dinini bu katkı malzemelerinden arındırmak ve onu Allah'tan geldiği gibi saf ve hâlis bir halde insanlara ulaştırmaktır.
30) Bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu; onlar, şeytânları, Allah'ın astlarından, yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar edindiler ve kendilerinin de kesinlikle kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanıyorlar.
ALLAH KİME YOL GÖSTERİR, KİMİ SAPIKLIKTA BIRAKIR: Bu konu Tekvîr sûresi'nin tahlilinde "Meşîet" başlığı altında tahlil edilmiştir.

Âyetlerde görüyoruz ki, Allah her şeyin ve her işin asıl yaratıcısıdır. Bu durum O’nun ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti de, hidâyeti de yaratan Allah'tır. Ancak dalâleti ve hidâyeti isteyen ve o yönde meyil gösteren bizzat kulun kendisidir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hidâyet ve dalâletin Allah'a izafesi "yaratma" açısından, insana izafesi ise "seçme" açısındandır.

Bu âyetle artık Mekkeli müşriklere verilen özel mesaj bitmiş, bundan sonra tüm insanları muhatap alan genel mesajın verilmesine başlanmıştır:
31) Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında; toplum içinde süslerinizi alın, yiyin-için; keyfinize bakın fakat Allah'ın hakkını da göz ardı etmeyin; kesinlikle Allah, hakkını göz ardı edenleri sevmez.
32De ki: "Allah'ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?" De ki: "Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–." İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

Bu pasajla ilgili olarak klâsik kaynaklarda Kâbe'yi çıplak tavaf eden Arap kadınlarının veya tüm Arapların bu âyetlerden sonra artık Kâbe'yi çıplak değil de elbiseli olarak tavaf etmeleri gerektiğine dair birçok rivâyet mevcuttur. Tefsirlerin hepsinde de bu doğrultuda açıklamalar yer almıştır.

Ancak biz, Âdem-İblis kıssasından bu yana anlatılanlarda geçen elbisenin "beden giysisi" olmadığına kani olduğumuz için söz konusu rivâyetlere itibar etmiyor, burada hiçbirine yer vermiyoruz.

MESCİD:
"Namaz kılınan yer" olarak meşhurlaşmış olan المسجد[mescid] sözcüğü, "secde edilen [Allah'a boyun eğilen] mekân, yer" demektir ki, bu tanımlamaya göre evrenin her yanı, yani her yer bir mescittir.

ZİYNET: الزّينة[ziynet] sözcüğü, "dünya ve âhirette insanın onurunu yükselten şey" demektir. Bu şey mal-mülk, para-pul, süs eşyası, güzellik, yakışıklılık, sağlık, makam-mevki gibi basit dünya süsü cinsinden bir şey olabileceği gibi, iman, güzel amel, güzel huy, ahlâk, edep, vakar gibi gerçek başarı anahtarı cinsinden bir şeyler de olabilir. [el-Müfredât; s. 218-219, "Zeyn" mad.] Kur’ân'da bu anlamlarda kullanılmış pek çok örnek mevcuttur.

İSRÂF: الاسراف[isrâf]

[
isrâf] سرف -

İsraf sözcüğü ile ilgili kadim lügatlerde şu bilgiler yer alır: İsraf sözcüğünün kökü olan " سرفseref", "amaç karşıtlığı, amacı aşmak, duyarsızlık, hata, cahillik, bir şey için hırslı olmak" demektir. Hata yapan, gaflet içinde olan kişiye "سرف الفئاد رجل racülün serif’ül fuad" denir. Aklı fikri bozgunculuk olan kişiye te " سرف العقل serif’ül akl" denir. Böceklenen ağaca " سُرِفَت الشجرةsürifet’üş şeceretü", kulakları kesik koyuna " شأة مسروفةşat’ün mesrüfetün", böcek sarmış araziye " ارض سرفة arz’un serifatün", böcekli vadiye, " وادى سرفةvad’in serifatün"" denir. Dil bilimcilerinden İyas b. Muaviye de israf sözcüğünü "Allah’ın hakkından eksiltme" olarak açıklamıştır.

Bu sözcüğün ilk kullanılışı/yaratılışı " السُرْفَةُsürfe" sözcüğüdür. " سزفةSürfe", ağaç yapraklarını yiyen ve yapraklar arasında kendisine örümcek ağına benzer bir yuva kuran, tırtıl gibi küçücük bir kurtçuktur. Ki yaprağı yer, ağacın kurumasına bile neden olur. [Lisânü'l-Arab, c. 4, s. 563-564; el-Müfredât, s. 231, tacül arus " س ر فSrf" mad.]

Anlam dikkate alındığında bu sözcüğün ilk önce, "bir şeyde noksanlaştırmak, kıyısından köşesinden eksiltmek, bir şeyin hakkını tam olarak vermemek" anlamında kullanıldığı kesinlikle anlaşılmaktadır.

Bu sözcüğün Kur’an’da yer alan kalıplarının hepsi if’âl babındandır.

Bu öz anlama göre İsraf sözcüğü, sürfelik yapmak demektir. Yani kurtçuğun ağaç yaprağına yaptığı gibi "nesneyi küçültmek, sağından solundan tırtıklamak (!); aşırmak, çalmak, eksiltmek" demektir.

Maalesef zamanla ilk kullanış anlamından uzaklaştırılan bu sözcük, literatüre genellikle "ferdî harcamalardaki aşırılık; savurganlık" olarak yerleştirilmiştir.

Kök; öz anlamdan uzaklaşınca ulema Kur’ân’daki İsraf sözcüğünü dört farklı anlamda kullanıldığını ileri sürme cihetine gitmiştir. Ki bunlar şöyledir:

1. Şirk, küfür, zulüm (A‘râf /81; Yûnus /83; Şuarâ/151-152; Yâsîn/19).

2. İsyankârlığa saparak günahlara boğulmak suretiyle kendisine kötülük etmesi (Zümer/53).

3. Helâl kılınmış güzel nimetlerin haram sayılması (En‘âm/141; A‘râf/81) veya masum bir kimsenin haksız yere öldürülmesi İsrâ’/33).

4. Kişinin kendine ait veya sorumluluğu altındaki mal ve imkânları gereksiz yere harcaması (Nisâ /6; Furkān /67).

Hâlbuki bir sözcük öz anlamı dışında, başka bir anlamda kullanılmaz; hele hele denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa kelimeleri tükenmeyecek olan Allah’ın sözleri.

Türkçemize de "Gereksiz yere para, zaman, emek vb.ni harcama," savurganlık (TDK) olarak girmiştir. Ama "israf ve türevleri" bu anlamıyla Kur’an’daki ayetlere uygun düşmemektedir. Sözcük ve türevleri Kur’an’da 23 kez yer alır.

Kur’an ayetlerinde konu edilen israf, Türkçemizdeki yerleşik anlamında olduğu gibi harcamalardaki aşırılık ve yapılan savurganlık değildir. Ayetlerdeki anlamı, yapılması gereken kulluğu, verilmesi gereken maddi ve manevi değerleri azaltmak; hakka tecavüz etmek; olması gerekeni azaltmak, küçültmek, makaslamak, iç etmek ve bu sayede elde ettiği kazanç ile kendisine çıkar sağlamak" demektir. Güncel bir tabirle "vergi kaçırmak ve bundan elde ettiği kazanç ile kendisine ev ve araba almak" gibi örneklenebilir.

92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla "iyi adamlık" mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir. [Al-i/Imran/92]

267Ey iman etmiş kimseler! Kazandıklarınızdan, sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız pis şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve şüphesiz Allah'ın çok zengin/hiçbir şeye muhtaç olmayan, övülen/övgüye lâyık bulunan olduğunu bilin. [Bakara/267]

141Ve Allah, asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde inşa edendir. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve ONUN HAKKINDAN EKSİLTME YAPMAYIN. Şüphesiz Allah, HAKKTA EKSİLTME yapanları sevmez. [En’am/141]

Bu ayetleri dikkate aldığımızda infak ederken sevilen şeylerin değil de sevilmeyen şeylerin verilmesi, kişinin kendisinin beğenmediği şeylerin verilmesi veya verilmesi gereken miktardan az verilmesi İsraftır.

Burada insanoğluna verilen mesaj şudur: Kişi, her yerde ve her zaman maddî ve manevî ziynetlerini takınmalı [temiz ve bayramlıklarını giymiş olmalı, pis, kirli olmamalı], kişisel veya toplumsal tüm davranışlarında Allah'ın koyduğu sınırları kendi çıkarına bozmamalı, halim-selim, olgun ve onurlu olmalıdır.

Bu mesaja uygun kişisel davranış örneği olarak insanın yiyip içerken Allah’ın hakkını da göz ardı etmemesi; Allah’ın hakkından bir kısmını çalmaması gerekir.

"Mescid", "ziynet" ve "isrâf" sözcüklerinin yer aldığı 31. âyet, Rabbimizin "kıst"ı [hakk ve adaleti, dengeyi, orta yolu] emredip aşırılığı men ettiği 28-29. âyetlerin tefsiri mâhiyetindedir. Burada insanoğluna verilen mesaj şudur: Kişi, her yerde ve her zaman maddî ve manevî ziynetlerini takınmalı [temiz ve bayramlıklarını giymiş olmalı, pis, kirli olmamalı], kişisel veya toplumsal tüm davranışlarında Allah'ın koyduğu sınırları aşmamalı, halim-selim, olgun ve onurlu olmalıdır.

Bu mesaja uygun kişisel davranış örneği olarak insanın yiyip içerken haddi aşmaması ve dengeli beslenmesi; toplumsal davranış örneği olarak da helâli haramlaştırmaması, haramı da helâlleştirmemesi verilebilir.

Rabbimiz bir şeyin helâl veya haram kılınmasını salt Kendine ait bir yetki olarak ortaya koyduğundan, insanların kendi kafalarına göre haramlaştırma veya helâlleştirme yapmaları tam anlamıyla hadlerini aşmaları anlamına gelmektedir. Bu davranış hiç kuşkusuz "isrâf" sözcüğü kapsamına giren bir davranıştır. 32. âyetteki
Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş ifadesi, insanların kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları yasaklara ve serbestliklere karşı Rabbimizin tavrını yansıtmaktadır. Bir istifham-ı inkârî [cevabı beklenmeyen soru] olan bu ifade, aynı zamanda bu konuda yanlış davrananlara da bir azar mahiyetindedir.

Bu noktada akla hemen altının ve ipeğin erkeklere haram kılınması gelmektedir. Oysa bu iki nesnenin erkeklere haram olduğuna dair Kur’ân'da herhangi bir hüküm yoktur. Dolayısıyla kendi kendilerine bir takım haramlar koyanlar, Rabbimizin Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim haram etmiş sözlerinin birebir muhatapları olmaktadırlar. Ancak bu konuda dikkat edilmesi gereken asıl şey, sadece altın ve ipek ile sınırlı olmamak kaydıyla, Allah'ın kulları için çıkardığı bütün nimetlerin gurur ve kibre âlet edilmemesi veya başkalarının kıskanmalarına yol açacak şekilde kullanılmamasıdır. Çünkü nitelikleri ne olursa olsun, nimetlerin bu amaçlarla kullanılması, ilâhî ilkeler bakımından çirkin bir davranıştır. Meselâ, yaşadığı ortamdaki insanların standartlarının çok üstünde ve pek çoğunun mevcut imkânlarıyla asla sahip olamayacakları özellikte bir araba almak veya bir ev yaptırmak bize göre böyle davranışlardandır.

طيّبات [TAYYİBÂT]: Rızktan tayyibât, "hoş, sevilen, yararlı gıdalar" demektir. Bir gıdanın bu tanım kapsamına girip girmediği, bize göre kişisel görüşlerle tespit edilmemelidir. Geçmişte çeşitli kişilerin zevk ve görüşlerindeki farklılıklar, ortaya önemli ihtilâflar çıkarmıştır. Meselâ midye, istiridye, ıstakoz türü deniz ürünlerinin tayyibâttan olduğunu kabul edenlere karşılık, bunları habis [iğrenç] bulan ve haram kabul edenler de olmuştur. Aslında bir gıdanın yararlı olup olmadığının kararı ancak bu konunun uzmanları tarafından verilebilir. Dolayısıyla, bir şeyin tayyibâttan kabul edilmesinde kişilerin zevk anlayışları değil, bilimsel veriler etkili olmalıdır. Bu konuda Rabbimizin koyduğu genel ilkeler şunlardır:

4Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler ve Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avları helal kılındı." Artık onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir. [Mâide/4]

87Ey iman eden kimseler! Allah'ın size helal kıldığı temiz-nefis-güzel şeyleri haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez.

88Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve siz, inandığınız Allah'ın koruması altına girin. [Mâide/87-88]

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A‘râf/157]

Görüldüğü gibi Rabbimiz, özel hükümlerle belirlediği leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası için kesilen hayvan eti dışındaki bütün yiyecek ve içeceğin "tayyib" olanlarını helâl kılmıştır. Bu konuda ayrıca şu âyetlere bakılabilir: Bakara/57, 172; Mâide/5; Tâ-Hâ/81; Müminûn/51.

Âyetteki
Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir, –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere– ifadesinden, esas olarak ziynetlerin ve tayyibâtın dünyada da müminlerin olmasının istendiği anlaşılmaktadır. Çünkü bu nimetleri veren Allah'a iman eden ve bağlılık gösteren onlardır, dolayısıyla da bu nimetler onların olmalıdır. Bu, özünde doğru olmakla birlikte, bu dünyanın bir imtihan yeri olması sebebiyle dünyadaki süslerin ve temiz rızkların kâfirlere de verilmesi söz konusudur. İğreti dünya hayatında bu nimetlerle yaşayan, hatta belki müminlere nazaran bu nimetlerden daha fazla pay alan kâfirlerin, ödüllerin iman ve amel esasına göre dağıtılacağı âhirette bu nimetlerden mahrum bırakılacakları ise kesindir. Çünkü orada bu ödüller sadece müminlerin olacaktır:

20Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kişiler ateş üzerinde yayılacakları gün: "Siz iğreti dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi giderdiniz, onlar ile yararlandınız, artık yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve hak yoldan çıkıcılık edip durduğunuzdan dolayı bu gün alçaltıcı bir azap ile karşılık göreceksiniz!" [Ahkâf/20]

32. âyetin
İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz ifadesiyle bitmesi, bilgisizlerin muhatap alınmadığını, bu söylenenleri anlayıp kavramalarının ve uygulamalarının onlardan beklenmediğini göstermektedir. Bu ifadeyi, bilgisizliğin bir toplumu ne denli aşağı bir duruma düşürdüğüne dair bir ima olarak değerlendirmek de mümkündür.
32) De ki: "Allah'ın, kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?" De ki: "Bunlar, iğreti dünya hayatında inananlar içindir -kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere-." İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz.
31 32 birleşecek mi?
33) De ki: "Rabbim, sadece iğrençlikleri; onun açık ve gizli olanını, zararları, haksız yere başkaldırmayı, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram etmiştir."
Bu âyette Rabbimiz her isteyenin haramlaştırma yapamayacağını, bu konuda yetkinin sadece Kendisinde olduğunu bildirircesine, peygamberimizden haram kıldığı temel hususları insanlara açıklamasını istemektedir. Haram kılınanlar, gizli ve aşikâr fuhşiyât, günahlar, haksız yere başkaldırı, şirk ve Allah'a karşı yalan gibi çirkin iş ve davranışlardır.

GİZLİ ve ÂŞİKÂR FUHŞİYAT:
28. âyetin tahlilinde verdiğimiz fuhşiyâtı anlatan âyetlerden anladığımıza göre, fahşâ ve fuhşiyât'ın gizli olanı "zina" gibi gizli yapılanıdır; aşikâr olanı ise baba eşlerini nikâhlamak gibi kitabına uydurularak alenen yapılanıdır.

GÜNAHLAR: Bizim "Zarar" diye çevirdiğimiz sözcüğün orijinali الاثم[el-ism]dir. Bu sözcüğün esas anlamı "ihmal, noksanlaştırma; zarara uğrama, getirinin karşıtı; götürü" demektir. Sözcük, Arapların geç kalan, ağırdan alan deve için kullandıkları esimetü'n-nâkatü tabirlerinden doğmuştur. Sözcüğün bu anlam kökeni dikkate alındığında, âyetteki anlamının da "insanın yapabilmeye gücü olmasına rağmen Rabbinin emirlerini ihmal etmesi, yapmaması, kendini zarara sokması " demek olmaktadır. [el İsfehani; el Müfredat, Lisanü’l Arab, " ism" mad.] Sözcüğün gerçek anlamının bu açılımı sayesinde hangi davranışın bu sözcük kapsamında olduğu kolayca bilinebilmektedir.

el-İsm sözcüğü Kur’ân'da açık olarak aşağıdaki davranışlar için kullanılmıştır:

* Allah'a karşı yalan uydurmak. (Nisâ/50)

* Şirk koşmak. (Nisâ/48)

* Başkalarının malını haksız olarak yemek ve hâkimlere rüşvet vermek. (Bakara/188)

* İçki ve kumar. (Bakara/219)

* Su-i zann. (Hucurât/12)

* Şâhitliği saklamak. (Bakara/283)

* Zina. (Furkân/68)

HAKSIZ YERE BAŞKALDIRMA:
Bu günah, insanın hakkı olmayan sahaya girmesi, özellikle de meşru yönetimlere karşı makam ve para gibi kişisel çıkarları için baş kaldırması, kargaşa doğurması, anarşi yaratmasıdır.

Emredenin fâcir ve fâsık olması durumunda suskun kalmayarak, itaat etmeyerek yapılan baş kaldırma "haksız baş kaldırma" değildir. "Zulüm" ve "fesat" karşısında suskun kalınamayacağı gibi, haklı olarak Allah adına baş kaldırmak da gerekir.

ŞİRK:
Fatiha sûresi'nin tahlilinde tanımını yaptığımız bu konuya, çeşitli vesilelerle değindiğimiz ve İhlâs sûresi'nde de "Tevhid İlkesi" başlığı altında ayrıntılı olarak yer verdiğimiz için burada tekrar girmiyoruz.

ALLAH'A KARŞI YALAN:
Çok eskilerden başlayıp tarihte her zaman ve her yerde çok görülen bu davranış, insanları maddi ve manevi yönden sömürebilmek için onları Allah'ın adını kullanarak aldatmaktır. Allah'ın haram etmediğini "Allah haram etti"; ya da Allah'ın haram ettiğini "Allah bunu helâl kıldı" diyerek insanlara yalan söylemek şeklinde ortaya çıkan bu davranışın bir adı da "Allah ile aldatma"dır:

79Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, "Bu, Allah katındandır" derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! [Bakara/79]

Âyetteki haram listesine bakıldığında Rabbimizin yasaklarının nesebin, ırzın-namusun, aklın, canın-malın ve dinin korunmasına yönelik olduğu görülmektedir.
34) Ve her önderli toplum için bir süre sonu vardır. Onun için süre sonları geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.
Rabbimiz bu âyette hiç kimsenin kendileri için belirlenen süre dışında bu dünyada kalamayacağını beyan etmektedir.

ÜMMET: Çoğulu الامم[ümem] olan الامّة[ümmet] sözcüğü, ümm, ümmî, emam, imâm, âmmîn, teyemmüm sözcükleri gibi emm sözcüğünden türemiştir. Emm sözcüğü "kasdetmek, amaçlamak" demek olduğu için gerek ümmet sözcüğünde ve gerekse sözcüğün diğer türevlerinde –Türkçe'deki kullanımına uymasa da– "kasdetmek" anlamı mevcuttur. [Lisanü’l Arab, "emm" mad.]

Türediği kök sözcüğün anlamına uygun olarak
ümmet sözcüğünün kastetmek, amaçlamak anlamında kullanılışını Mâide sûresi'nde görmek mümkündür:

2Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın alâmetlerine, haram aya, hedye/hac yapanlara yiyecek yollamaya, hediye etmeye, gerdanlıklarına [hac yapanların/orada yüksek ilâhîyat eğitimi için bulunanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretlerine] ve Rablerinden lütuf ve rıza bekleyerek Beytü'l-Haram'a/hac görevi yapmak isteyenlere saygısızlık etmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında/hac göreviniz bittiğinde de avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya da sevk etmesin. Ve "iyi adam"lık ve Allah'ın koruması altına girme üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Hiç şüphesiz Allah, azabı/kovuşturması çok çetin olandır. [Mâide/2]

Ümmet (ya da immet) sözcüğünün ilk anlamı "yol" demektir. Ancak bu "yol" karada, denizde, havada gidilen hakikî manada yol değil, amaçlanmış, hedef olarak belirlenmiş mecâzî anlamda yoldur. Zaman içerisinde "ana, yol, din, cemaat, familya, nesil, boy, zaman" kavramları da bu sözcükle ifade edilir olmuştur. [Lisanü’l Arab, "ümmet" mad.] Araplar, askerlerin arkasından yürüdükleri bir çeşit bayrak olan flâmaya da el-emm derler.

Ümmet sözcüğü terim olarak "kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı zamanda aynı yerde bulunan; iyi ya da kötü aynı inanca sahip olan; aynı amacı gütme neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu" demektir. [el İsfehani; el Müfredat, ümmet mad.)

] Çoğulu olan ümem sözcüğü ile birlikte Kur’ân'da 64 yerde geçmektedir. Ayrıca Kur’ân'da değişik kalıplarda olan ama aynı kökten (emm kökünden) gelen yüzlerce sözcük mevcuttur. Bu sözcüklerin hepsi de "kasdetmek, amaçlamak" anlamı eksenindedir.

Rabbimiz Kur’ân'da ümmet hakkında açıklamalarda bulunmuştur:

104Ve içinizden hayra çağıran, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen bir önderli toplum bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. [Âl-i İmrân/104]

110Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emreder, vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeyleri engeller ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. [Âl-i İmrân/110]

113,114Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar. [Âl-i İmrân/113]

181Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır. [A‘râf/181]

Rabbimiz insanların önceleri tek bir ümmet olduğunu bildirmiştir:

213İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. [Bakara/213]

Bu âyette Yüce Allah, kendilerine uyarıcı gelmeden önce, küfür yolunda iken tüm insanların tek bir ümmet olduklarını bildirmektedir. Bu hükümden küfür yolundaki insanların da bir ümmet oldukları sonucu çıkmaktadır.

İMÂM: الامام[
imâm] sözcüğü de "kasdetmek, amaçlamak" anlamındaki emm sözcüğünden türemiştir. Emm sözcüğünün ifti‘al ve tefe‘ul bablarındaki kalıpları, "yol oluşturma" anlamını ifade ederler. Nitekim temmene ve ı’temene sözcüklerinin anlamı "yol oluşturdu" demektir. [Lisanü’l Arab, "emm" mad.]

امّ القوم [emme'l-kavme=toplumu amaçlandırdı] ve امّ بهم[emme bihim=onları amaçlandırdı] ifadeleri, "kavmin, toplumun önüne geçti, onlara önderlik etti" anlamında olup yapılan bu işe "imâmet/imâmlık, önderlik" denir. İmâm sözcüğü ise "me’mum" [uyulan] anlamında isimdir. [Lisanü’l Arab, "emm" mad.]

Buna göre, çoğulu
eimme olan imâm sözcüğü, "toplumu iyi ya da kötü bir amaç uğruna, söz ve eylemleriyle yönlendirip arkasında birçok gönüldaş [ümmet] oluşturan kişi" demektir. [el İsfehani; el Müfredat, imam mad.]

İmâm sözcüğü Kur’ân'da tekil olarak 8 yerde (Bakara/124, Hûd/17, Hicr/79, İsrâ/71, Furkân/74, Yâ-Sîn/12, Ahkâf/12) ve çoğul olarak da 5 yerde (Tevbe/12; Enbiyâ/73; Kasas/5, 41; Secde/24) geçmektedir. Bu âyetlerde imam, hem iyiliğe veya kötülüğe önder olanlar için, hem de insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için kullanılmıştır:

124Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler/yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, "Ben, seni insanlara önder yapanım" demişti. İbrâhîm, "Soyumdan da önderler yap!" dedi. Rabbi, "Benim ahdim/tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!" dedi. [Bakara/124]

12Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için sözleşmeler diye bir şey yoktur. [Tevbe/12]

Görüldüğü gibi, yukarıdaki âyette, küfre öncülük yapanlara da
imâm denmektedir.

17Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur’ân'a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur’ân'ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur’ân'dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. [Hûd/17]

Bu âyette ise, insanların uyduğu kitap ve benzeri şeyler için imâm ifadesi kullanılmıştır. Kur’ân'daki bu kullanıma uygun olarak Halîfe Osman döneminde oluşturulan ilk Mushaf'a da "İmâm Mushaf" adı verilmiştir.

Bilindiği gibi, İslâm dünyasında "imâm" unvanı, fikirleriyle insanları etrafında toplamış olan İmâm Azam, İmâm Şâfiî, İmâm Mâlik gibi büyük İslâm bilginlerine, müctehidlere verilmiştir. Fakat sözcüklerin Kur’ân'daki kullanımlarından yola çıkılarak denebilir ki, küçük bir birlik komutanı da dâhil olmak üzere, toplumun öncüsü durumunda olan Lenin gibi bir devlet başkanı da, Buda, Konfüçyüs, Karl Marks gibi ekol olmuş şahsiyetler de birer "imâm"dır. Doğal olarak, onların yolundan giden, onlara tâbi olmuş yandaşları da bu imamların "ümmet"leridir.

ECEL:

"الاجل Ecel, bir şeyin müddeti [süresi]" demektir."



"الاجل Ecel, bir şey için belirlenmiş süredir. İnsan hayatı için belirlenmiş olan süreye de "ecel" denmiştir. "Dena ecelühü [onun eceli yaklaştı]" deyimi, ölümünün yaklaştığını ifade eder.

"Ecel, ölümde vaktin gayesidir. "Dena ecelühü [onun eceli yaklaştı]" deyimi, ölümden ibarettir. Bunun aslı sürenin dolması, yani hayatın sona ermesidir. Lügatlerde yukarıdaki anlamlarla açıklanan "ecel" sözcüğü, Kur'an'da ya "belirlenmiş bir süre" anlamında ya da "bir sürenin son anı" anlamında kullanılmıştır. [Lisanü’l Arab, (Tacü’l Arus; (el İsfehani; el Müfredat "ecl" mad.]

Bu âyetten öğrendiğimize göre, kişilerin ve toplumların belirlenmiş bir eceli vardır.
35) Ey Âdemoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde, kim Allah'ın koruması altına girer ve iyileştirirse, işte onlara kaygı yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.
36Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise, işte onlar ateşin yâranıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.

35-36. âyetler, parantez içi âyetler olup, Rabbimiz, bu âyetlerde Âdemoğullarına mükellefiyetlerinin başlangıcında vermiş olduğu ilk direktifleri hatırlatmaktadır. Âyetteki "Âdemoğulları" ve "elçiler" ifadesi bunu göstermektedir. 35. âyetteki, "Ey Âdemoğulları! Size, aranızdan, âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde" ifade, son Nebi Rasûlullah'tan sonra elçilerin de gelebileceğine işaret etmez. Âyetteki hitap, ilk Âdemoğullarından Rasülüllah dönemine kadar olan Âdemoğlullarına; tüm insanlaradır.

Bu direktifler, Allah'ın insanoğluna verdiği ilk uyarıların özüdür. Bu uyarılar, bu pasajda olduğu gibi Âdem ve onun cennetten çıkarılışının konu edildiği diğer pasajlarda da yer alır.

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmis ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; iste onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar."

Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

122Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.

123Allah, o ikisine: "Birbirinize düsman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, iste o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz" dedi. (TaHa/122-123)

Bu uyarılar, insanlığa ahirette de hatırlatılacaktır.

130Ey gizli, âsikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi?

Onlar, "Kendi aleyhimize sâhitiz" dediler. Basit dünya yasamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına sâhitlik ettiler. (En‘âm/130)

60-62Ben; "Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, iste bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı" diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? (Ya Sin/60-62)

Bu âyetlerdeki dikkat çekici iki noktadan biri olan "elçinin, mesaj gönderilen toplumun içinden olması" konusunun ayrıntıları Sâd sûresi'nde işlendiği için aynı konuya burada tekrar girilmeyecektir. Ancak tüm elçilerin mesaj gönderilen toplumların içinden olmasının Rabbimizin bir ilkesi olduğu özellikle vurgulanması gereken bir durumdur. Sâd sûresi'nde Peygamberimize yönelik olarak dile getirilmiş olan bu ilke, burada tüm insanlığa hitaben yeniden dile getirilmiştir.

Dikkat çekici olan ikinci nokta, ateş ashâbının orada [cehennemde] ebediyen kalacak olmasıdır.
36,37) Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise, işte onlar ateşin yâranıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. Öyleyse, Allah'a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış; kendi zararına iş yapan kim olabilir? İşte onlara Kitap'tan payları erişecektir; sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere onlara gelince, "Allah'ın astlarından yakardıklarınız nerede?" derler. Onlar, "Yakardıklarımız bizden sapıp ayrıldılar" derler ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişiler olduklarına, bizzat kendileri tanıklık ederler.
37Öyleyse, Allah'a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha yanlış; kendi zararına iş yapan kim olabilir? İşte onlara Kitap'tan payları erişecektir; sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere onlara gelince, "Allah'ın astlarından yakardıklarınız nerede?" derler. Onlar, "Yakardıklarımız bizden sapıp ayrıldılar" derler ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişiler olduklarına, bizzat kendileri tanıklık ederler.
İstifham-ı inkâri ile başlayan âyetin üslûbu korkutucu, sakındırıcıdır. Rabbimiz bu âyetiyle, uyarılar yapıp doğru yola çağıran elçiler ve kitaplar göndermesine rağmen akıllarını başlarına almayanlara seslenmektedir:
Öyleyse, Allah'a karşı yalan uyduran veya âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Âyetteki İşte onlara Kitap'tan payları erişecektir ifadesinden iki anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi, bu dünyadaki süslerin ve temiz rızkların kâfirler için de söz konusu olduğudur ki, âyetten bu anlamın çıkarılmasını Kur’ân'da destekleyen başka âyetler de vardır:
69De ki: "Şu, Allah'a yalan uyduran kimseler kesinlikle kurtulamazlar."
70O şeyler, dünyada bir kazanımdır. Sonra dönüşleri yalnızca Bizedir. Daha sonra da küfrettikleri; bilerek reddedip kabul etmedikleri şeyler nedeniyle kendilerine o çetin azabı tattıracağız. [Yûnus/69-70]
Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Bizedir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü bilir.
23Kim de küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık onun küfrü; bilerek reddetmesi seni üzmesin. Onların dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.
24Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru zorlarız. [Lokmân/23-24]
Âyetten çıkarılabilecek ikinci anlam ise bu dünyada ve âhirette müşriklerin, kâfirlerin, yalancı ve yalanlayıcıların sıkıntılarla karşılaşacak olmalarıdır. Söz konusu âyeti böyle anlamayı da mümkün kılacak yüzlerce Kur’an âyeti vardır. Konumuz olan âyetin sonundaki ifadeler bu ikinci anlayışın tercih edilmesi gerektiğini vurgular mâhiyettedir.
Âyette bir de ölüm ânına işaret edilmiştir:
Sonunda elçilerimiz, canlarını almak üzere onlara gelince, onlara, "Allah'ın astlarından yakardıklarınız nerede?" derler. Onlar, "Onlar [yakardıklarımız] bizden sapıp ayrıldılar" derler ve inkârcı olduklarına bizzat kendileri tanıklık ederler. Hatırlanacak olursa, ölüm ânı Kıyâmet sûresi'nde farklı bir anlatımla yer almıştı:
13O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir.
14,15Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine iyi bir gözetmendir: "16Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme!17Kuşkusuz yaptıklarının-yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir.18O hâlde Biz yaptıklarını-yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle!19Sonra, yaptıklarının-yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir."
20,21Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! İşin aslında siz, dünyayı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.
22Yüzler var ki, o gün apaydınlıktır; 23Rablerine nazar edicidirler; Rabblerinden nimet beklemektedirler.
24Ve yüzler de var ki, o gün asıktırlar; 25zannederler ki kendilerine "Belkıran" yapılıyor.
26-30Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Köprücük kemiklerine dayandığı, "Çare bulan kimdir!" denildiği ve can çekişen kişi bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı ve bacak bacağa dolaştığı zaman; işte o gün sürülüp götürülmek, sadece Rabbinedir. [Kıyâmet/13-30]
38) Allah, "Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!" der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, "Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver" derler. Allah, "Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz" der.
39) Öncekiler de sonrakilere, "Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın" derler.
39Öncekiler de sonrakilere, "Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın" derler.

Âyetlerdeki fiiller orijinal ifadede geçmiş zaman kipindedir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Kur’ân'daki bu tür ifadeler, anlatılan olayın kesinlikle gerçekleşeceğini vurgulamaktadır. Ancak Türkçede gelecek zamanda vukû bulacak olayların geçmiş zaman kipiyle anlatılması yanlıştır.

ÖNCEKİLER SONRAKİLER: Bu ifade birçok eserde, "cehenneme önce girenler, sonra girenler" olarak açıklanmıştır. Biz bu görüşte değiliz. Âyetteki ifadenin imâm-ümmet ilişkisi üzerinden devam ettiği kanaatindeyiz.
Ümmet, "bir imâmın arkasına düşmüş kitle" olduğuna göre, âyetteki ifade de bu ikisini, yani gerçek kılavuzdan ayrılmış imâmları ve akıllarına güvenmeyerek onun bunun peşinden gidenleri kastediyor olmalıdır.

71O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/çekirdeğin iplikçiği kadar bir haksızlığa uğratılmayacaklar. [İsrâ/71]

41Ve onları, ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyecekler de. [Kasas/41]

SÜREKLİ SORUMLULUK:
Cehennemdeki cezanın kat kat olması, işlenen suçlarla ilgili sorumlulukların hesap gününe kadar devam ettiğini göstermektedir. Bu demektir ki, yanlış bir fikir akımı ortaya atan veya yanlış bir hareketi başlatan kişi veya toplum, sadece kendi hatasından sorumlu olmayacak, bu yanlışlıktan etkilenmeye devam edenlerin eylemleri sonucu ortaya çıkan kötülüklerden de sorumlu tutulacak ve onlardan da bir pay alacaktır. Buna göre, önce geçmiş olanlar, cehenneme girmelerine sebep olan suçları bizzat işlemiş olduklarından dolayı alacakları cezaya ek olarak bir de "sonrakiler"in bu suçları örnek alıp işlemelerine vesile oldukları için ceza alacaklardır. Böylece cezaları kat kat verilmiş olacaktır. Yani, önce gelenler [selefler], işledikleri suçların sorumluluğu yanında, ayrıca "sonrakiler"in [haleflerin] suç işlemelerine yol açacak kötü bir miras bıraktıkları için, ikinci bir defa daha sorumlu tutulacaklardır.

Kötülüklerin kat kat cezalandırılmasına karşılık, iyiliklerin de aynı şekilde kat kat mükâfaatlandırılması tabiîdir. Buna göre, bugüne intikal eden bir iyiliğin mükâfaatında, o iyiliği ilk yapandan başlayarak, süreklilik kazanmasında rolü olan herkesin hakkı olacaktır. Meselâ, bugüne intikal etmiş bir iyiliği korumamız ve başkalarının istifadesini sağlamak sûretiyle genişletmeye çaba göstermemiz hâlinde, yaptığımız iyiliğin mükâfaatını almaya lâyık olmamız normaldir. Ama bu iyilik bizim hayatımızla bitmiyor, sürüyorsa, kat kat mükâfaatlandırma esasları doğrultusunda, yaptığımız iyiliğin mükâfaatına ilâveten, miras olarak bıraktığımız bu iyiliğin iyi etkilerinin devam ettiği ve ondan faydalananlar olduğu sürece, meydana gelecek bütün güzel neticelerin mükâfaatlarından da pay almaya hakk kazanmamız söz konusu olacaktır.

Gerçekten de, bir kimsenin "hayır" ya da "şer" fiillerinin etkileri, her zaman o kimsenin ölümüyle bitmemekte, bazan kendisinden sonra asırlar boyu devam etmekte ve sayısız insanın hayatını etkileyebilmektedir. Bu durumda da adalet, etkileri devam ettiği sürece bu davranışların bunları yapanların hesaplarına da kaydedilmesini gerektirmektedir. Böylesine hassas bir adaletin dünya hayatında sağlanmasının mümkün olmadığı açıktır. Çünkü dünyadaki hayatın sınırlı ve imkânların kısıtlı oluşu, ortaya konan amellerin âdil bir şekilde ödüllendirilmesine veya cezalandırılmasına engel teşkil etmektedir. Meselâ, bir dünya savaşı başlatıp memleketleri yakıp yıkan, milyonlarca insanın hayatını mahveden ve arkasında milyarlarca insanın hayatını asırlar boyu etkilemeye devam edecek kötü bir miras bırakan bir kişinin cezası bu dünyada verilebilir mi? Veya yüzlerce yıl, milyonlarca insana yararlı olacak şekilde hayatını insanlığın hizmetine adamış bir insanın bu dünyada hakkıyla ödüllendirilebilmesi mümkün müdür? Elbette ki bu soruların cevapları olumsuzdur. Şu hâlde, hassas adaletin sağlanması için öncelikle başlangıçtan kıyâmete kadar yaşamış olan bütün kuşakların amelleriyle birlikte toplanacağı başka bir dünyaya ve her şeyi bilen, her şeyden haberi olan bir "Yargıç"a ihtiyaç vardır. Sonra da bu başka dünyanın, ebedî cezaları ve mükâfaatları mümkün kılacak imkânlarla donatılmış olması gerekir.

LÂNET EDİLEN KARDEŞ: Buradaki kardeşlik, karın kardeşliği değil, din ve inanç kardeşliğidir. Yani, o gün müşrik müşrikle, kâfir kâfirle, Yahudi Yahudi’yle, Hıristiyan Hıristiyan’la kardeş durumundadır. Birbirlerine "ahi", "ıhvan", "kardeş", "birâder" diyen tarikat mensupları, o günün kardeşliği konusunda özellikle dikkatli olmalıdırlar. Çünkü Rabbimiz, o günün kardeşlerinin birbirlerine düşman olacaklarını bildirmektedir:

67O gün Allah'ın koruması altına girmiş kişiler hariç tüm önderler/birbirinin izinden gidenler, birbirlerine düşmandırlar. [Zuhruf/67]

Ayrıca, o günkü düşmanlık sessiz bir düşmanlık şeklinde değil, karşılıklı suçlamalar, lânetlemeler, ceza artırım talepleri içeren ve kardeşinin daha fazla azap görmesine yönelik çırpınmalar şeklinde tezahür edecektir:

24,25Ve onlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman, onlar, kıyâmet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenmeleri için, "Öncekilerin efsaneleri" dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür! [Nahl/25]

25Ve İbrâhîm dedi ki: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi dışlayıp gözden çıkaracaktır. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur." [Ankebût/25]

165,166İnsanlardan kimi de Allah'ın astlarından birtakım eşler tutan kimselerdir. Onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman etmiş kimseler, Allah'a sevgi yönünden daha kuvvetlidir. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, azabı görecekleri zaman; kendilerine uyulan kimseler, azabı görerek kendilerine uyanlardan kaçıp uzaklaştıkları ve azabı gördükleri ve kendileriyle bağlar kesildiği zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke görselerdi.

167Onlara uyanlar da, "Ah, bizim için dünyaya bir dönüş olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" derler. İşte böylece Allah onlara bütün amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlık ve üzüntüler hâlinde gösterecektir. Onlar bu ateşten çıkanlar da değillerdir. [Bakara/165-167]

64-66Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!" diyecekler.

67,68Ve dediler ki: "Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini tam anlamıyla dışla/rahmetinden mahrum bırak." [Ahzâb/64-68]

32Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: "Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Tam tersi, siz kendiniz suçlular oldunuz" derler.

33O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: "Tam tersi gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah'a inanmamamızı ve O'na birtakım eşler edinmenizi emrediyordunuz" derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar. [Sebe/32-33]
40,41) Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zâlimleri işte böyle cezalandırırız.
Bu âyetlerde, yalanlayanlar ve iman edenlere karşı büyüklenenlere dair genel bilgiler verilmekte, Kur’ân'ın bilinen üslûbu ile uyarılara ve yol göstermeye devam edilmektedir.

GÖK KAPILARININ AÇILMASI:
İnsanlar çok eskiden beri hayırların ve bereketlerin gökten yağdığına, iyi işlerinin göğe yükseldiğine, cennetin gökte olduğuna, insan iyi ise öldüğünde ruhunu göğe çıktığına, kötü ise göğe çıkamadığına, dualarının göğün açılmaması sebebiyle kabul edilmediğine inanmışlardır. Âyetteki gök kapılarının açılması ifadesi de bu örfe göredir. Bu ifade ile; o kimselerin cennete giremeyecekleri, mutluluk yüzü görmeyecekleri, hiçbir dileklerinin kabul edilmeyeceği ve onlara rahmet de edilmeyeceği bildirilmektedir. Rabbimizin buna benzer başka beyanları da vardır:

16Gökte olan/yüceler yücesi olan Allah'ın sizi yere batırmasından güvende misiniz? Bir de bakarsın ki çalkalanıvermiştir.

17Ya da siz, gökte olan Zat'ın üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden güvende misiniz? Artık uyarımın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz. [Mülk/16-17]

10Her kim üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak istiyorsa, bilsin ki en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan; mutlak galip olmak tamamıyla yalnızca Allah'ındır. Hoş kelimeler yalnızca O'na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Kötülüklerin plânlarını yapan şu kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. [Fâtır/10]

18-21Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! "Ebrar"ın/iyi adamların kaydı, kesinlikle Illıyyin'dedir. –Illıyyin'in ne olduğunu sana ne bildirdi? Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır!– [Muttaffifîn/1 21]

DEVENİN İĞNE DELİĞİNDEN GEÇMESİ:
Bu tabir de yine Arap örfüne göredir. Türkçe'deki "balığın kavağa çıkması" deyimiyle aynı anlama gelen bu tabir, işin imkânsızlığını, olmazlığını ifade eder. Deyim burada da müşriklerin, yalanlayıcıların cennete giremeyeceklerini vurgulamaktadır.

Âyetteki الجمل[cemel=deve] sözcüğünün "cümel" ve "cümmel" gibi kıraatleri de vardır ve bu kıraatlere göre sözcük "kalın ip, halat" anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’ân üzerine çalışma yapanların bazıları, iğne-iplik ilişkisi dolayısıyla, sözcüğün "urgan" anlamını tercih etmişlerdir. Fakat "devenin iğne deliğinden geçmesi" deyimi, eski zamanlardan beri hem Arap hem de İbrânî kültüründe var olan bir deyimdir. Bu nedenle sözcüğün "deve" anlamı bizim de tercihimizdir.

Bu deyim, muharraf İncillerden Markos; 10:25, Luka; 18:25 ve Matta/19; 16-30’da da yer almaktadır.

41. âyette, cennete giremeyecek olan müşriklerin âkıbetleri bildirilmektedir. Âyetteki
zâlimler ifadesi, –yukarıda 5. âyetin tahlilinde de belirttiğimiz gibi– toplumda eziyet edenleri değil, "şirk koşanları" işaret etmektedir. Gidecekleri yerde zâlimler için "cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler" bulunduğunu bildiren bu âyetin uyarısında, aslında ince bir istihza vardır. Zira insanın rahatça dinlenip uyuyabilmesi için bir yatağa ve üstünü örteceği bir yorgana ihtiyacı vardır. Müşrikler ise cehennemde çok farklı bir yatak ve yorganla karşılaşacaklardır. Onları cehennemde nasıl bir yatağın beklediği, başka bir âyette daha farklı bir ifade ile açıklanmıştır:

14-16De ki, "Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah'a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O'nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız." De ki: "Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ve yakınlarını kayba uğratanlardır." –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Benim korumam altına girin.– [Zümer/16]
42,43) İman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; -ki Biz hiç kimseye kapasitesinin üstünde bir şey yüklemeyiz- işte onlar cennet yâranlarıdır ve onlar, orada sonsuz olarak kalıcılardır. Ve göğüslerinde kinden, hınçtan, kıskançlıktan, hileden, hainlikten, garazdan ne varsa çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. Onlar, "Tüm övgüler, bize bunun için kılavuzluk eden Allah'adır. Eğer Allah bize kılavuzluk etmeseydi biz kılavuzlandığımız doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçek ile gelmiştir" derler. Ve onlara seslenilir: "İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris; son sahip oldunuz."
Bu âyetlerde iman eden ve sâlihâtı işleyenlerin âkıbetleri ile ilgili bilgiler veren Rabbimiz onların cennette sürekli kalacaklarını; içlerinde kin, hınç, kıskançlık, düşmanlık türü hiçbir kötü huyun bulunmayacağını, altlarından ırmakların akacağını [tüm nimetlerin kendilerinin olacağını], kısacası mutlu olmaları için ne gerekiyorsa onlara orada sunulacağını beyan etmektedir. Bu beyandan sonra bir başka noktaya daha dikkat çekilmiştir ki, bu da Allah'ın elçiler ve hakk kitaplar göndermek sûretiyle insanlara kılavuzluk etmemesi halinde kimsenin bu konuma gelemeyeceği gerçeğidir.

İman eden ve sâlihâtı işleyenlerin cennet yâranı olduğunu bildiren 42. âyetin -
ki Biz hiç kimseye gücünün, kapasitesinin üstünde bir şey yüklemeyiz- şeklindeki parantez içi ifadesi,cennete ulaşmanın pek zor olmadığına dair bir mesaj mâhiyetindedir. Buna göre, hiç kimsenin cennete ulaşmak için gücünün üstünde çalışmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Çünkü insanların güçlerinin yettiğinden başkasıyla yükümlü olması "sünnetullah"a uymaz. Bu ilke ile hem insanların cennete girebilmek için sıkıntıya düşmelerine engel olunmuş, hem de çeşitli zorluklarla karşılaştıklarında insanlara bu sıkıntıların üstesinden gelme azmi aşılanmış olmaktadır.

173O size, sadece ölü hayvanı, kanı, domuzun etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanları harâm kıldı. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek üzere ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. [Bakara/173]

233Anneler, çocuklarını, –emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için– tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri örfe uygun/herkesçe kabul gören şekilde bir borçtur. Kişi sadece gücüne; kapasitesine göre yükümlü olur. Ve çocuğu sebebiyle bir anne, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Vârise de bunun aynısı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişâre edip, kendi rızalarıyla çocuğu sütten ayırmak isterlerse kendilerine bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun/herkesçe kabul gören bir şekil ile teslim ettiğiniz zaman, bunda da size bir vebal yoktur. Ve Allah'ın koruması altına girin ve şüphesiz Allah'ın yaptıklarınızı çok iyi gören olduğunu bilin. [Bakara/233]

285,286Elçi, kendi Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de. Hepsi Allah'a, doğal güçlerine/haberci âyetlerine, kitaplarına ve elçilerine iman ettiler: "Biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız." Ve "Biz duyduk ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak Sanadır. Ey Rabbimiz! Eğer terk ettiysek ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır sorumluluk/sıkıntıya sokacak şeyler yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Ve affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize! Sen bizim yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınımızsın. Ve de kâfirler toplumuna; Senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden toplumlara karşı yardım et bize" dediler.

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka; kapasitesi dışında yük yüklemez. Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. [Bakara/285- 286]

151De ki: "Geliniz, Rabbinizin size neleri tabulaştırdığını; dokunulmaz kıldığını okuyayım:

‘Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,

ana babaya iyilik yapmanızı- güzel davranmanızı,

fakirlik endişesiyle /fakirleştiriliriz korkusuyla çocuklarınızı öldürmemenizi, - Sizi ve onları Biz rızklandırıyoruz.-

kötülüklerin açığına ve gizlisine yaklaşmamanızı,

haksız yere, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmemenizi, -İşte bunlar, aklınızı kullanasınız diye O’nun size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-

152Yetimin malına da yaklaşmamanızı, -Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar en güzel biçimde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz.-

ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapmanızı, -Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız.-

söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olmanızı

ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutmanızı.’ -İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye Allah’ın size yükümlülük olarak ulaştırdıklarıdır.-" [En‘âm/151, 152]

62Ve Biz hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile; kapasitesi dışındaki bir şeyle yükümlü tutmayız. Nezdimizde de hakkı konuşan bir kitap vardır ve onlar, haksızlığa uğratılmazlar. (Müminûn/62)

7Geniş imkânları olanlar, geniş imkânlarına göre harcasınlar/nafaka versinler. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiçbir kişiye ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz. Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylık sağlayacaktır. [Talâk/7]

Cennet yâranının kalplerinin kötü huylardan arındırılmış olması, cennetin ne kadar huzurlu bir ortam olduğu hakkında güzel bir mesaj içermektedir. Cennetteki ebedî yaşam hakkında şu âyetlere bakılabilir: Tûr/17-28, Vâkıa/10-38, Nebe/31-36.

43. âyetin sonundaki
İşte size cennet! Yapmış olduklarınızla buna vâris oldunuz ifadesi de yine çok önemli bir noktaya dikkat çekmekte ve cennetin ekstra bir nimet, bir miras olduğunu vurgulamaktadır. Yani, iman edip sâlihâtı işleyenler cennette dünyada iken işledikleri güzel amellerin karşılığından kat kat fazlasını bulacaklar, tabir yerinde ise mirasa konacaklardır.

69Kim de Allah'a ve Elçi'ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, dosdoğru kimselerden, şehitlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir! 70Bu, Allah'tan bir armağandır. En iyi bilen olarak Allah yeter. [Nisâ/69, 70]

175Artık Allah'a inanan ve apaçık ışığa sımsıkı sarılan kimseler; Allah, onları, Kendisinden bir rahmete ve fazladan bir armağan olarak bol nimete sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine kılavuzlayacaktır. [Nisâ/175]

A‘RÂF ve ASHAB-I A‘RÂF:

الاعراف[
a‘râf] ve اصحاب الاعراف[ashâb-ı a‘râf] ifadelerinin tahlili için, aslında bu ifadelerin yer aldığı pasajın tümünü teknik olarak da göz önüne almak gerekir. Cennet ve cehennem ashâbından bahseden bu pasajda kurtuluş ve helâk yolları açıklanmış, insanlar yanlışa karşı uyarılmış; sonra da doğrunun peşinden giderek kendini kurtaranlar, müjdeler verilmek sûretiyle özendirilmiştir. Bu pasaj teknik ve anlambilgisi kurallar gereği resmi mushaftan farklı olarak, "40-45,50,51,46-49" tertibiyle sunulmuştur..

Konuyu bir bütünlük içinde sunabilmek amacıyla, pasajın bundan sonraki bölümünü [44-53. âyetler] tahlilde ele alacağımız âyet gruplarını da belirterek topluca aktarıyoruz:

44,45Ve cennet ashâbı ateş ashâbına, "Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Peki, siz Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslendiler. Onlar, "Evet" dediler. Aralarında bir duyurucu, şüphesiz ki Allah'ın dışlamasının/rahmetinden yoksun bırakmasının, Allah'ın yolundan geri çevirip yolun eğri-büğrüsünü isteyen ve âhireti bilerek reddedenzâlimlerin; yanlış; kendi zararlarına iş yapanların üstüne olacağını duyurdu.

50,51Ve ateşin ashâbı, cennetin ashâbına, "Biraz su veya Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize aktarın" diye seslendiler. Onlar da, "Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti dünya hayatına aldanan kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere ikisini de gerçekten yasaklamıştır!" dediler. –Bu günle karşılaşacaklarını umursamadıkları, âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi, Biz de bugün onları umursamayacağız/cezalandıracağız.– 46Aralarında da bir perde vardır.

Ve Kur’ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler, onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve Kur’ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: "Selâm olsun size!"

47Gözleri ateş ashâbına çevrilince, "Rabbimiz! Bizi bu hainlerle birlikte bulundurma" derler.

48,49Kur’ân bölümleri bilgisine sahip kimseler, alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, "Topluluğunuz ve büyüklendiğiniz şeyler size yarar sağlamadı, Allah'ın, rahmetine –ki bu rahmet, Allah'ın "Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de" diye verdiği sözdür– erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?" derler.

52Hiç kuşkusuz onlara, inananlar için bir kılavuz ve rahmet olarak, tam bir bilgiyle ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitap getirmiştik.

53Onun ilk plâna çıkmasından başka ne bekliyorlar? Onun ilk plâna çıkacağı gün geldiğinde, önceleri onu umursamayanlar, "Rabbimizin elçileri gerçekten bize gerçeği getirmişti. Acaba bizim için aracılık edecek aracılar var mı? Veya geri gönderilip de yaptıklarımızdan başkasını yapabilir miyiz?" diyecekler. Kuşkusuz kendilerini kayba uğratmışlardı. Uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılmıştır.

Asılsız ve tutarsız rivâyetler sayesinde bu konunun da "kabir azabı" ve "berzah âlemi" konuları gibi yanlış kabullerle zihinlere yerleşmemesi için pasajın bu bölümünün biraz daha fazla dikkat gösterilerek iyi ve doğru anlaşılması gerekmektedir. Çünkü
a‘râf ve ashâb-ı a‘râf ifadeleri de rivâyet bombardımanı altında kalmış ve tefsirciler tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır.

Kaynak kitaplar maalesef mesnetsiz ve gerçek dışı kabullerden oluşan bu yüzlerce farklı yorumu bugüne taşımışlar, böylece Müslümanlar arasında tutarsız bir inanç, anlaşılmaz bir kavram oluşmasını sağlamışlardır. Dolayısıyla bu konuyu kaynak kitaplardan okuyanların, (Hâşâ!) "Bu Kur’ân ne anlaşılmaz bir kitap!" demeleri yadırganamaz hâle gelmiştir. Hâlbuki Kur’ân, anlaşılmaz, kapalı değil, tam aksine, akıl sağlığı yerinde olan her insanın kolayca anlayabileceği mübin [açık-seçik] bir kitaptır. Kur’ân ancak onu yeterli görmeyip ondan başka kılavuz arayanlar için "anlaşılmaz" olabilir. Çünkü bu sahte kılavuzlar insanların önüne, Kur’ân'ın bildirdiği "tek gerçek" yerine, "yüzlerce gerçek dışı masal" koymaktadırlar. Nitekim İbn-i Kesîr yüzlerce rivâyeti sayıp dökmüş, sonra da "Bu rivâyetler hep gariptir" diyerek konuya son noktayı koymuştur.

Biz, bu garip rivâyet örneklerini değil, bu garip rivâyetler sebebiyle
a‘râf ve ashâb-ı a‘râf ifadelerinin Müslümanlar arasında kabul görmüş anlamlarını özetledikten sonra işin aslını Kur’ân'dan araştıracağız.

"A‘RÂF" İLE İLGİLİ İNANIŞLAR:

*
A‘râf, sırat köprüsünün üstündeki yüksekçe bir yerdir, burçtur.

*
A‘râf, cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevkidir.

*
A‘râf, cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek bir yeridir.

"ASHÂB-I A‘RÂF" İLE İLGİLİ İNANIŞLAR:

*
Ashâb-ı a‘râf, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar cennete hemen konulmayıp ikisi arasında [ârafta/ara bölgede] bir müddet bekletilip sonra cennete konulacaklar.

*
Ashâb-ı a‘râf, meleklerdir. Müminleri ve kâfirleri yüzlerinden tanırlar.

*
Ashâb-ı a‘râf, peygamberler, şehitler, yüksek şahsiyetli âlimlerdir.

*
Ashâb-ı a‘râf, cennet ve cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan kimselerdir ki, bunlar, peygamberlerden haberi olmayanlar, kâfir ana-babanın küçükken ölmüş çocukları, veled-i zinalar [zinadan doğan çocuklar] ve delilerdir.

Aslında
a‘râf ve ashâb-ı a‘râf konusunda daha birçok madde sıralamak mümkündür. Fakat biz, pek çoğu Kur’ân ile çelişen bu inanışları, her biri zayıf rivâyetlere dayandırılarak ortaya atılmış olan dört ana grupta toplayarak özetledik. Ne yazık ki, Kur’ân bir tarafa bırakılıp Kur’ân dışı söylentilerin ardına düşüldüğünde, bu konuda olduğu gibi, çok sayıda yanlış inanışın ortaya çıkması tabii bir durumdur.
44,45) Ve cennet ashâbı ateş ashâbına, "Biz, Rabbimizin bize vaat ettiğini gerçek bulduk. Peki, siz Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslendiler. Onlar, "Evet" dediler. Aralarında bir duyurucu, şüphesiz ki Allah'ın dışlamasının/rahmetinden yoksun bırakmasının, Allah'ın yolundan geri çevirip yolun eğri-büğrüsünü isteyen ve âhireti bilerek reddeden zâlimlerin; yanlış; kendi zararlarına iş yapanların üstüne olacağını duyurdu.
Bu genel açıklamadan sonra yeniden tahlilimize dönüyoruz:

Bu âyetlerde yine daha önce yapılmış olan uyarı ve müjdelemeye uygun olarak ahirette yaşanacak olanlardan bir bölümü temsilî olarak anlatılmaktadır. Bu temsile göre, cennettekiler ile cehennemdekiler karşılıklı olarak konuşturulmakta ve insanlara kendilerini bekleyen akıbet hakkında müjde ve uyarılarda bulunulmaktadır. Bu temsilî anlatım sayesinde uyarı ve müjdelemelerin etkileri iyice artmakta, Rabbimizin verdiği mesaj en mükemmel şekle bürünüp insanları âdeta uyandırmaktadır.

Âyetteki
Aralarında bir duyurucu, şüphesiz ki Allah'ın lânetinin Allah'ın yolundan geri çevirip yolun eğri büğrüsünü isteyen ve âhireti inkâr eden zâlimlerin üstüne olacağını duyurdu ifadesinden, cehennemde bir görevlinin suçlular arasında dolaşarak onlara devamlı cehenneme geliş nedenlerini anons edeceği anlaşılmaktadır. Bu anonsçu Neml sûresi'nde dâbbeh olarak adlandırılmıştı:

* Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık. [Neml/82]
47) Gözleri ateş ashâbına çevrilince, "Rabbimiz! Bizi bu hainlerle birlikte bulundurma" derler.
48,49) Kur'ân bölümleri bilgisine sahip kimseler, alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip, "Topluluğunuz ve büyüklendiğiniz şeyler size yarar sağlamadı, Allah'ın, rahmetine -ki bu rahmet, Allah'ın "Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de" diye verdiği sözdür- erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?" derler.[#102]
46. âyetin ilk cümlesinden sonra açılan parantez, 49. âyetle kapanmış ve bu âyetlerle tekrar cennet ashâbı ile ateş ashâbının karşılıklı konuşma sahnesine dönülmüştür.

Kâfirlerin, cehennemdeki azapları görünce yalvarıp yakarmaları ve hem cehennem görevlilerinden hem de cennetteki müminlerden yardım istemeleri Kur’ân'da birçok kez tasvir edilmiştir. Bu tasvirlere göre, cehennemdekiler cennetin içini gördükleri için daha fazla pişmanlık duyacaklar ve cehennemdeki azapların üstüne bir de acı pişmanlığın verdiği böyle bir psikolojik azapla karşılaşacaklardır. Bütün bu anlatımlar hep "başınıza gelmeden tedbirinizi alın" cinsinden uyarılardır:

77Ve onlar seslenirler: "Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin." Mâlik: "Şüphesiz siz, böyle kalacaksınız" dedi. [Zuhruf/77]

106,107Dediler ki: "Rabbimiz! Azgınlığımız bizi yendi ve biz, bir sapıklar topluluğu olduk. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha aynısını yaparsak işte o zaman gerçekten biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlarız."

108Allah dedi ki: "Sinin oraya! Bana konuşmayın da. 109Şüphesiz Benim kullarımdan bir grup: "Rabbimiz! Biz iman ettik; artık bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en iyisisin" diyorlardı. 110İşte siz onları alaya aldınız; sonunda da onlar, size Benim anılmamı, öğüdümü unutturdu/terk ettirdi. Ve siz onlara gülüyordunuz. 111Şüphesiz ki bugün Ben, sabretmelerine karşılık, onları ödüllendirdim; onlar, kazançlı çıkanların ta kendileridir." [Müminûn/106-111]

12O gün, inanan erkekleri ve inanan kadınları, ellerinin arasında ve sağlarında ışıkları olduğu hâlde koşar göreceksin. –Bugün müjdeniz, altlarından ırmaklar akan, içlerinde sonsuza dek kalacağınız cennetlerdir. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir!–

13O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, o iman eden kimselere: "Bize bakın da sizin ışığınızdan alalım?" derler. Denildi ki: "Arkanıza dönün de ışık arayın!" Sonra da aralarına içinde rahmet, dışında da kendi yönünden azap olan kapılı bir sur çekilir.

14,15Onlara: "Biz, sizinle beraber değil miydik?" diye seslenirler. Mü’minler: "Evet ama, siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Sonunda Allah'ın emri gelip çattı. O, çok aldatan da sizi, Allah ile aldattı. Bugün artık sizden kurtulmalık alınmaz, kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!" [Hadîd/12-15]

NİSYÂN: Elli birinci ayetin orijinalindeki النّسيان[nisyân] sözcüğü, "unutmak" olarak meşhurlaşmıştır. Sözcüğün esas anlamı, " ضدّ الذّكر والحفظ zıddu'z-zikri ve'l hıfz [söylememek, anmamak ve akılda tutmamak]"tır. Buna göre nisyân, "bile bile terk etmeyi, değer vermemeyi, umursamamayı" ifade eder. "Hatırlamamak, unutmak" kavramları da bu sözcükle ifade edilmekle beraber, Kur’ân'daki bütün nisyân sözcükleri için daima "umursamamak, ağza almamak" anlamı da itibara alınmalıdır. [Lisanü’l Arab, "nisyan" mad.] Çünkü nisyân sözcüğü burada Allah'a da izafe edilmiştir, Allah ise unutmaz.

Hatırlamamak, unutmak bir mazerettir ama umursamamak bir suçtur. Kehf/60'da, genç arkadaşının Mûsâ peygambere "Hût’u unuttum" demesi veya hapishâne arkadaşının Yûsuf peygamberi unutması (Yusuf/42) normal bir unutma, hatırlamama değil, umursamamak, önemsememek, bile bile terk etmektir.

51. âyette nisyân sözcüğünün Allah'a izafesi sûretiyle müşâkele sanatı yapılmıştır. Târık sûresi'nde açıkladığımız bu sanata göre, Allah'a izafe edilen nisyân, yaşamlarında Allah'ı umursamamış olanlara Allah'ın ceza vereceği anlamına gelmektedir. Kur’ân'da müşâkele sanatının nisyân sözcüğü ile yapılışına birçok örnek gösterilebilir:

67Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini sıkı tutarlar/cimrilik ederler. Allah'ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir. Gerçekten de münâfıklar, hak yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir. [Tevbe/67]

124-126Kim Benim anılmamdan/Benim öğüdümden mesafeli durursa, hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/yaşam vardır. Kıyâmet günü de onu kör olarak kıyâmet günü toplantı alanına toplarız. O der ki: "Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak bu yere çıkardın?" Allah der ki: "Bu böyledir, âyetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun/cezalandırılıyorsun." [Tâ-Hâ/124-126]

34,35Ve denilmiştir ki: "Bugün Biz sizi, sizin bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi unuturuz/terk ederiz/cezalandırırız. Yeriniz de ateştir. Sizin için yardımcılardan herhangi biri de yoktur. İşte bunlar, sizin Allah'ın âyetlerini alaya almanız ve basit dünya yaşamının sizi aldatması sebebiyledir." Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmaz ve özür dilemeleri de kabul edilmez/Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmez. [Câsiye/34, 35]

51. âyette ayrıca, kâfirlerin bazı niteliklerine değinilmek sûretiyle, onların hangi sebeplerle cehenneme gittikleri, cennet yâranının ağzından bildirilmiştir:
Allah, ikisini de şu dinlerini bir eğlence ve oyun edinen ve iğreti hayatın aldattığı kâfirlere haram kılmıştır.

46-49. âyet grubu, 44-45. âyetlerle başlayan ve 51-52. âyetlerde devam edecek olan "cennet ashâbı" ile "ateş ashâbı"nın konuşmalarının arasına açılan bir parantez mâhiyetindedir. Ancak, 46. âyetin başındaki
Aralarında da bir perde vardır ifadesi, anlam olarak 44-45. âyetlere bağlıdır. Bize göre bu ifade, cennet ve cehennem halkları arasındaki konuşmaların yüz yüze olmadığını, aralarında var olan bir perde sebebiyle tarafların birbirlerini görmeden konuştuklarını anlatmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, bu âyette geçen hicab [perde] ile Hadîd/13'de geçen sur arasında bir alâka yoktur. Hadîd sûresi'nde geçen kapısı olan sur/duvar, bildiğimiz sur/duvar olup, oradaki bu ifade, "üzerinde cennet kapılarının bulunduğu sur/duvar" imajını insanların hayalinde canlandırmak için mecâzen kullanılmıştır. Konumuz olan âyetteki hicab [perde] ise, temsilî anlatıma göre sahnede bulunan iki ayrı grup oyuncu arasına çekilmiş olan bir perdedir, yani bir sahne dekorudur.

A‘RÂF: اعراف[
a‘râf] sözcüğü, ef‘al kalıbında cem-i kıllet olup عرف[‘urf] sözcüğünün çoğuludur. Bu kalıptaki çoğul sözcükler, o şeyin 3 ilâ 10 adet arasında olduğunu gösterir. Oysa yukarıda, "A‘râf İle İlgili İnanışlar" başlığı ile yanlış inanışlar arasından grupladığımız inanışların hiç birinde bu husus dikkate alınmamış; "tepe", "burc", "ara bölge" denilip geçilmiştir. Hâlbuki en azından bu ifadelerin o eserlerde "tepeler", "burclar", "bölgeler" şeklinde çoğul olarak yer alması gerekirdi. Nitekim Lisânü'l-Arab'da a‘râf için yakıştırılan bu gibi anlamların dilbilimciler tarafından değil, tefsirciler tarafından ortaya atıldığı belirtilmiştir. [İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arab; c. 6, s. 198.]

‘URF: عرف [
‘urf] sözcüğü, "bilgi" [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme özelliği] demektir [İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arab; c. 6, s. 198.] ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim "örf, ma‘rûf" gibi sözcükler de bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak‘urf sözcüğünün esas anlamı "kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı" demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir. [İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arab; c. 6, s. 198.]

Mürselât sûresi'nin tahlilinde yaptığımız
‘urf sözcüğünün vaz [ilk] anlamı ile isti’mal [kullanılan] anlamının birleştirilmesi şeklindeki önerimizi burada da tekrarlıyor, sözcüğün "bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri] hâlinde gönderilmiş Kur’ân âyetleri" olarak anlaşılması durumunda konunun doğru anlaşılacağını düşünüyoruz.

ASHÂB-I A‘RÂF:
A‘râf ve ‘urf sözcükleri ile ilgili olarak yaptığımız açıklamalara göre ashâb-ı a‘râf, "bu dünyada az seviyede de olsa, Kur’ân hakkında bilgi sahibi olan, Kur’ân necmlerini bilen kimseler"dir.

Bu kimseler, sahip oldukları Kur’ân bilgisiyle kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğunu bilebilirler. Bize göre, Kur’ân'dan en az on necm öğrenmiş olan insanlar, başkaca bir sosyal bilgiye, tahsile gerek kalmadan, kişilerin yaşam tarzlarına bakarak cennetlikler ile cehennemlikleri ayırt edebilirler. İşte, cennet ashâbı ile ateş ashâbının konuşmaları arasına açılan parantezde verilen mesaj budur.

SİMALARINDAN TANIMAK: Simalarından demek, "alâmetlerinden" demektir. Bu alâmetler "müminlik-muttakîlik", "kâfirlik-fâcirlik" gibi yaşam tarzlarıyla alakalıdır. Her iki yaşam tarzının temel parametrelerini bilenler, çevrelerindeki insanların hangilerinin cennetlik, hangilerinin cehennemlik olduğunu ayırt edebilirler.

Sima sözcüğü, çoğu meal ve tefsirlerde "yüzlerinden", "yüz çizgilerinden" veya "yüzlerindeki alâmetlerden" diye çevrilmiştir. Bu durum sözcüğün geçtiği Bakara/273, Muhammed/30 ve Rahmân/41. ayetlerdeki sima için de geçerlidir. Oysa bu sözcük sadece "alâmet, gösterge, eser, belirti" demektir. [lisan] Buna karşılık, "yüz, çehre" anlamına gelen sözcük ise vech sözcüğüdür. Dolayısıyla, çevirilerde görülen "yüzdeki alâmet/belirti" ifadesinin karşılığı simaü'l-vech'tir. Kanaatimize göre sima sözcüğünün anlamı, Fetih/29'daki simahüm fî vücûhihim [alâmetleri, secde eserinden dolayı yüzlerindedir] ifadesiyle karıştırılmaktadır. Hâlbuki sima ve vech sözcükleri Fetih/29'da öz anlamlarıyla ayrı ayrı zikredilmiştir.

Diğer taraftan, âhirette bazılarının yüzlerinin beyaz, bazılarının ise siyah olacağının bildirildiği Âl-i İmrân/106-107 ve Zümer/60'daki yüz ile ilgili açıklamanın bu âyetin tefsirinde kullanılması da yanlış ve isabetsiz bir yaklaşımdır. Bu da yine sima sözcüğünün yanlış anlamlandırılmasından kaynaklanmaktadır.

HENÜZ CENNETE GİRMEYİP CENNET UMANLAR:
46. âyette sözü edilen "cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbı", ashâb-ı a‘râf değildir. Çünkü bu nitelik, "ashâb-ı a‘râf"ın çevresinde bulunan ve yaşam tarzlarındaki alâmetler sayesinde "ashâb-ı a‘râf" tarafından cennetlik oldukları anlaşılarak kendilerine selâm verilen kimselerin niteliğidir. Zaten âyetin ifadesi de, gerek "ashâb-ı a‘râf"ın gerekse "cenneti umup da henüz girmemiş olanlar"ın henüz ölmemiş, dünyada yaşayan insanlar olduklarının açık seçik bir beyanıdır.

Bu açıklamalardan sonra 46-47. âyetlerin takdiri şu şekilde yapılabilir: "Kur’ân'dan azıcık bilgili insanlar, çevrelerindeki insanlara bakıp onların yaşam tarzlarından [mümin, muttakî oluşlarından] cennetlik olduklarını kavrayınca kendilerine imrenirler ve ‘Selâm size/ne mutlu size’ diye hayranlıklarını dile getirirler. Yine bu az bilgili insanlar, çevrelerine bakıp bazı insanların da yaşam tarzlarından [kâfirlik ve fâcirliklerinden] dolayı cehennemlik olduklarını öğrenince onlar gibi olmamak için dua ederler."

48-49. âyetler de "ashâb-ı a‘râf"ın, cehennemlik olarak gördükleri insanları uyarma gayretlerini dile getirmektedir.

49. âyet, meal ve tefsircilerin ekserisinin çözemedikleri bir âyettir. Çoğunluk, bu âyet üzerinde dirâyet gösteremeyerek kendilerinden öncekilerin yazdıklarını aynen kabul etmiş ve âyeti anlatabilmek için de,
Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de... ibaresinin önüne arkasına parantezlerle birçok ifade yamamak durumunda kalmışlardır. Parantezli ifadelerin çokluğu ve anlam olarak birbirlerinden farklılığı hem kimseyi tatmin etmemiş, hem de konuyla ilgili birçok yanlış anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bize göre 49. âyetteki,
Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de... cümlesi, âyetteki rahmetine ifadesinden "bedel" yapıldığı takdirde -ki teknik olarak buna herhangi bir engel yoktur- ortada anlaşılmayacak bir şey kalmaz ve anlam da bizim verdiğimiz gibi olur.

Bu ifade ile belirtilen Rabbimizin cennete koyduğu kullarına orada korkusuz ve üzüntüsüz bir yaşam sunacağı vaadi, yani "Allah'ın rahmeti", konumuz olan pasajdaki 35. âyetten başka şu âyetlerde de zikredilmiştir: Bakara/112, 262, 274, 277; Âl-i İmrân/195, 170; Nisâ/13, 57, 122, 124; Mâide/12, 69; En‘âm/48; Yûnus/62; Zuhruf/68, 70; Ahkâf/13; Meryem/60; Mümin/40; Yâ-Sîn/26-27; Nahl/32; Hicr/46; Kâf/34; Fecr/29; Enbiyâ/86; Ankebût/9; Hacc/14; Muhammed/12; Fetih/5, 17, 25; Saff/12; Tahrîm/8; Teğâbün/9; Talâk/11; Mücâdele/22.
50,51,46) Ve ateşin ashâbı, cennetin ashâbına, "Biraz su veya Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize aktarın" diye seslendiler. Onlar da, "Allah, dinlerini alaya ve eğlenceye alan, basit, iğreti dünya hayatına aldanan kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere ikisini de gerçekten yasaklamıştır!" dediler. -Bu günle karşılaşacaklarını umursamadıkları, âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi, Biz de bugün onları umursamayacağız/cezalandıracağız.- Aralarında da bir perde vardır. Ve Kur'ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler,[#101] onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve Kur'ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: "Selâm olsun size!"
52) Hiç kuşkusuz onlara, inananlar için bir kılavuz ve rahmet olarak, tam bir bilgiyle ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitap getirmiştik.
53) Onun ilk plâna çıkmasından başka ne bekliyorlar? Onun ilk plâna çıkacağı gün geldiğinde, önceleri onu umursamayanlar, "Rabbimizin elçileri gerçekten bize gerçeği getirmişti. Acaba bizim için aracılık edecek aracılar var mı? Veya geri gönderilip de yaptıklarımızdan başkasını yapabilir miyiz?" diyecekler. Kuşkusuz kendilerini kayba uğratmışlardı. Uydurdukları şeyler de kendilerinden ayrılmıştır.
52. âyette dikkatler Kur’ân'a çekilmiş ve Kur’ân'ın özellikleri ile insanlar üzerindeki etkisi açıklanmıştır. Ayrıca, her konuya dair yeterince bilginin yer aldığı Kur’ân'ın tafsilâtlı olduğu ve bu tafsilâtı meydana getiren bölümlerin de gelişi güzel değil, bir bilgiye dayalı olarak oluşturulduğu bildirilmiştir. Bu ifadelerden, Kur’ân'ın her âyetinin, her faslının, insanların bir derdine derman olsun, bir problemini çözsün diye indirildiği anlaşılmaktadır.

Rabbimizin rahmeti gereği peygamber göndermesi ve kitap indirmesi, Kur’ân'da hep O'nun "ilim" sıfatıyla birlikte zikredilmiştir:

İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir. [İsrâ/1]

166Fakat Allah, sana indirdiğine –ki onu Kendi bilgisiyle indirmiştir– şâhitlik eder. Tüm âyetler de şâhitlik ederler. Şâhit olarak da Allah yeter. [Nisâ/166]

TE’VÎL: 53. âyette, "Kur’ân'ın ilk plâna çıkması", te’vîl sözcüğü ile ifade edilmiştir. Te’vîl sözcüğü, türediği kökün anlamından ["geriye dönüş"] değişimle "tedbir" [arkalaştırmak], yani "birinci, ikinci, üçüncü... gibi ardı ardına dizmek, sıralamak ve takdir" [ayarlamak], yani "öncelik sırasına koyup anlamlardan birisini birinci yapmak" anlamlarında kullanılır. [Lisanü’l Arab, "te’vil" mad.]

Âyetteki ifadeden, Kur’ân'ın ilk plâna çıkacağı günün "Din Günü" olduğu anlaşılmaktadır. Kur’ân'ı iniş sırasına göre öğrenmiş olanlar da bilirler ki, Kur’ân ilk plânda "Din Günü" ve "âhiret inancı" üzerinde durmuştur. Ayrıca bu konu Kur’ân'da en çok uyarı yapılmış olan konulardan biridir. Başka bir ifade ile, Kur’ân'ın ilk plâna çıkacağı gün olan "Din Günü", Kur’ân'da yer alan konuların başında gelmektedir.

Din gününde Melekler (Kur’an; vahyler) de tanıklık edecekler:

Nebe 38-40İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: "İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık." O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişi: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım" der.

21-23Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! [Fecr/21- 23]

İnkârcıları bekleyen akıbetin haber verildiği bu ayetlerde, uyarı amacıyla kıyamet gününün dehşeti ve insanın çaresizliği dile getirilmektedir. O gün en büyük tanık Allah’ın gönderdiği vahiyler olacaktır. İlahî kitaplar o gün saf saf dizilecek, insan hakkında tanıklık edecektir: "İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık."

Saf saf dizilip insanı uyaran melekler ve ruh, Allah’ın insanlığa gönderdiği kitaplar, yani vahiylerdir.

53. âyet ayrıca, birçok âyette yer alan pişmanlık sahnelerinden birisidir.
54) Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran,[#103] gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin[#104] Rabbi olan Allah, ne cömerttir!
GÖKLERİN ve YERYÜZÜNÜN YARATILMASI: Âyette geçen الخلق[halk] sözcüğü, Alak suresinde açıkladığımız üzere, "yoktan var etme" anlamında olmayıp; "takdir etmek, şekil vermek, düzene sokmak, oluşturmak" anlamındadır. Dolayısıyla, Rabbimizin gökleri ve yeryüzünü yaratmasından onlara şekil verdiği, onları düzene soktuğu anlaşılmalıdır. Elbette ki her şeyi yoktan var eden de Yüce Allah'tır. Ancak Rabbimizin bu ifadede halk sözcüğünü kullanması, bize göre, göklerin ve yeryüzünün araştırılarak incelenmesini, elde edilecek bulgulardan yola çıkılarak "eserden müessire ulaşma" yöntemiyle, evrene düzen veren programlayıcının da Kendisi olduğunun bilinmesini istemesinden dolayıdır. Bizim, Kur’ân çalışmalarımızda gökler ve yeryüzüyle ilgili tespit edilebilmiş mucizelere yer verip bu bilgileri aktarma çabamız da kullara yüklenen bu görevin bir gereğidir.

Rabbimiz birçok âyette insanların yeminle dikkatlerini çekerek Kendisine delâlet edecek kanıtları sadece göklerde ve yeryüzünde değil, enfüste [kendi içyapımızda] de aramamızı istemiştir. Kur’ân'da Rabbimizi tanımamıza vesile olacak deliller arasından özellikle "gökler" üzerinde fazlaca durulmuş ve göklerin halk edilişinin [düzene sokuluşunun] insanın halk edilişine göre daha büyük bir iş olduğu bildirilmiştir:

3,4O, yedi göğü, birbiri üzerine uyumlu olarak oluşturandır. Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] oluşturmasında bir çatlaklık-uygunsuzluk görmezsin. Haydi, gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha döndür. Gözün, âciz olarak ve çok bitkin olduğu hâlde sana dönecektir. [Mülk/3-4]

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Âl-i İmrân/191]

57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. [Mümin/57]

Demek ki, gökler araştırılıp incelendiğinde, insanın yaratılışındakine göre daha büyük bir ihtişamla karşılaşılacak, o ihtişama bakılarak da yaratıcının muhteşemliği daha iyi anlaşılacaktır. Eserlerindeki ihtişama bakarak yaratıcının muhteşemliğini tanıyan herkes, idrak edebildiği o muhteşemlik hissine uygun olarak yaratıcı güce bir isim koyacaktır. Konulacak bu isim ne olursa olsun, tüm güzel isimler Allah içindir. Göklerdeki ve duyularımızla algılayabildiğimiz her şeydeki ihtişamı yaratan, düzene koyan, bizim de Rabbimiz olan Allah’tır. O, bizi de yaratan ve bir programa göre yönetendir.

ALTI GÜN: Kaf/38'in tahlilinde ayrıntılı olarak açıkladığımız gibi, altı gün "altı evre" demektir. Bu ifade ile evrenin ve ona bağlı olarak dünyanın oluşması ve mevcut düzene girmesindeki evreler kastedilmiştir. Kur’ân'da birçok yerde geçen "altı gün" ifadesi, bize göre Kur’ân'ın mucizelerindendir ve bilim hâlen bu evreleri araştırmakla meşguldür.

ARŞA İSTİVA: Müteşâbih bir anlatım olan arşa istiva etme ifadesi, lâfzen "arşın üstüne kurulmak", mecâzen de "en büyük makama sahip olmak, en büyük gücü elinde bulundurmak" anlamına gelir. [Lisanü’l Arab, "istiva" mad.] Allah'ın mekândan münezzeh olduğu birçok âyetle bildirildiğine ve aklen de böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu ifadede sözcüklerin "hakikat" manalarının murat edilmiş olması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah'ın arşa istiva etmesi, Allah'ın en büyük makama sahip olduğunu ve en büyük gücü elinde bulundurduğunu ifade etmektedir.

YARATMA ve EMRİN ALAH'A ÖZGÜ OLMASI: Konumuz olan âyetin tahliline başlanırken "yaratma" sözcüğü ile ilgili bilgi verildiği için, burada kısaca
emr sözcüğü üzerinde durulacaktır.

Hem "buyruk", hem de "iş" anlamına gelen emr sözcüğü, burada "buyruk" anlamıyla ele alınırsa, emrin sadece Allah'a özgü olması ifadesi de "Allah'ın yarattıklarına emirler vermesi, onları yönetmesi" anlamına gelir. Bu durumda âyetteki ifadeden de, "Allah'ın yaratıklarını Kendisinin yöneteceği, kimseyi kimseye yönettirtmeyeceği" anlamı çıkar.

Eğer
emr sözcüğü "buyruk" değil de "iş" anlamıyla ele alınırsa, âyetteki ifadeyle Allah'ın yaratmaya başlamadan önceki irâdeleri, vahiy, melek indirme gibi işlerinin kastedildiği anlaşılır. Biz bu iki anlamdan herhangi birine öncelik vermeden her ikisini de birlikte değerlendirmenin daha uygun olacağı kanısındayız:

85Ve sana vahiyden soruyorlar. De ki: "Vahy, Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka bir şey verilmemiştir." [İsrâ/85]

82Şüphesiz ki O, bir şeyi dilediğinde, O'nun buyruğu/işi o şeye "Ol!" demektir; o da hemen oluverir. [Yâ-Sîn/82]

40Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, Bizim ona sözümüz sadece "Ol!" dememizdir. O da hemen oluverir. [Nahl/40]

40Allah, sizi oluşturan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldüren ve sizi diriltendir. Hiç sizin ortak koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak kimse var mı? Allah, onların ortak koştuklarından arınık ve çok yücedir. [Rûm/4]

MUSAHHAR: Bu ifade, "Allah'ın programına karşı duramayan" anlamına gelir [Lisanü’l Arab, "shr" mad.] ki buradan, güneş, ay ve yıldızların O'nun programı dışına çıkamadıkları, çıkamayacak özellikte yaratıldıkları anlaşılır.

11Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi. İkisi de, "Biz isteyerek geldik" dediler. [Fussılet/11]
55,56) Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin; tazarrulu niyazda bulunun. Kesinlikle O, sınırı aşanları sevmez. Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Kesinlikle Allah'ın rahmeti, iyileştirenlere-güzelleştirenlere çok yakındır.[#105]
Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah'ın "rabb" sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir. Rabbimiz, Kendisine yapacağımız niyazı dil, beden ve gönül üçlüsü ile yapmamızı emrediyor. Bu tarz yapılan dua; niyaz toplumda "NAMAZ" adıyla yerleşmiş bulunmaktadır.

"Namaz" sözcüğü Hintçeden Farsçaya, Farsçadan da Selçuklular döneminde Türkçeye geçmiştir. Farsçadaki ilk anlamı, "ateş önünde saygıyla eğilmek" demektir. Sanskritçe, "saygı sunmak" anlamına gelen
namaste kelimesinin Farsçaya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, "selam vermek" anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de namaste [saygı sunmak] günümüz Hint kültüründe de görülebileceği üzere "eğilerek" yapılan bir fiildir.

Namaz" sözcüğünün Farsçadaki bu "eğilerek saygı ile dua etmek" anlamı, Arapça ve Kur’ân'da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.

Âyetin orijinalindeki تضرّعاً[tezarru‘an] ifadesi, ض ر ع[d-r-a] kökünden türemiş "tefe‘ul" babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı "zillet ve tevazu göstermektir."
Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki "hal" ögeliği itibariyle "zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet" [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.

Âyetin orijinalinde yine و[vav] bağlacıyla cümlede ikinci "hal" konumunda bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd'dandır. Yani, iki zıt anlamı da içeren bir sözcük olup "açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak" ve "gizleyerek" demektir.

Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev yapılmalıdır.

Yukarıda da zikrettiğimiz, "
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55)" emri, namaz adıyla meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki, Kur’ân'daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir yani farz kılınmıştır. Ritüelli duanın; namazın kaynağı işte bu ayettir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere "salât" sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur. Bu ayet, bu fakire göre Kur’an’da iki yüz civarındaki geçen; dua konu edilen ayetlerinin tefsiri konumundadır. O nedenle Kur’an’da namaz, tek bir ayette geçiyor demek yerinde değildir. Kur’an’daki her dua ayeti namazdan bahsetmektedir. Her duamızı da tazarrulu olarak yapmalıyız.

Girişte de açıkladığımız üzere "namaz" sözcüğünün Farsçadaki "eğilerek saygı ile dua etmek" anlamı Arapçada ve Kur’ân'da بالتّضرّع الدّعاء [ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu ritüelin ana hatları, Rasûlullah'tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları, anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.

Âyetten anlaşıldığına göre tazarrulu duada; namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli bir alçalma sergilenmelidir.

Bu zillet sergilemesi aleni; göstere göstere olacağı gibi gizli de olabilir. Rabbimiz burada "hufyeten" ifadesini kullanmıştır. Bu sözcük Ezdat’tandır; iki zıt anlamı ifade eden sözcüklerdendir. İnfakı emreden ayetlerde (Bakara; 274, Ra’d; 22, İbrahim; 31, Nahl; 75, Fatır; 29) "sirren ve alaniyeten" ve "sirren ve cehren" şeklinde gelerek infakın da hem gizli hem de aşikar yapılabileceğini emir buyurmuştu. Bizim bu ifadelere göre kanaatimiz, farz olan ibadetlerin aşikar, tatavvuların (gönülden yapılan fazla ibadetlerin) ise gizli yapılmasının gerekli olduğudur. Zira farzın riyası olmaz, tatavvuda ise riya şaibesi olabilir.

Tazarru ile duanın nasıl yapılacağını insan düşünmelidir. Bunu Rabbimiz tarif etmemiştir. Namazın nasıl kılınacağını Cebrail Peygambere öğretti cinsinden söylentiler yalan ve yanlıştır. Onun için insan; Rabbine karşı zilleti dua ederken nasıl sergileyebilir? Bunu kendisi iyi düşünüp bulmalıdır. Zaten Rasülüllah da öyle yapmıştır. Bir de geçmişten gelme teamül söz konusu idi. Bizim bunu pratik hayattan algılamamız mümkündür.

İşsiz birinin, iş verecek olana, dertli birinin derdine derman olacak olana, suçlu birinin affedecek olana, borçlu birinin kredi sağlayacak olana karşı yaptığı hazırlıkları bir düşünün. Sonra da biz kiminle buluşacağız, kimin huzuruna çıkacağız bunu düşünelim:

Yer gök bütün evrenin sahibi, bizim, mülkünde yaşadığımız, hep muhtaç olduğumuz, bizi dünyaya gönderen sonra istemesek de Kendisine döndüren, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, rızık elde ettiğimiz toprak; hepsinin sahibi olan, dünya üzerinde canlı cansız hizmetimize verilmiş tüm varlıkların da asıl sahibi, bizi yaratan, bizi yaşatan, içimiz dahil her şeyimizi gören, bilen ve işiten; Her şeyin sahibi, her isteyene istediğini veren, cennet ve cehennemin sahibi, suçluları affeden, bize yardım edecek olan, bağışı sınırsız, bize merhamet eden, bizi terbiye eden, gerekirse kahreden ve istemesek de huzuruna götürüp hesap soracak olan ALLAH’IN huzuruna çıkacağız. (Burada Rabbimizi Esma-ü Hüsna’daki tüm niteliklerle düşünebilmeliyiz).

Bu düşünüşe İslam’da "ZİKİR; Allah’ın anılması, hatırlanması" denilir. Allah, klasik anlayıştaki "Allah, Allah, Allah, ..." denilerek değil Bakara; 220’deki yol gösterimine göre "Babaların zikredildiği; anıldığı gibi zikredilmelidir; anılmalıdır." Yani Allah’tan istenen, babadan istermişçesine istenmeli, babaya karşılık ödermişçesine, saygı sunarmışçasına saygı duyulmalı, babanın evlatlar için ne anlama geldiği iyi düşünülmeli, bu baba evlat ilişkisinden hareketle, Allah-kul ilişkisi dikkate alınarak Allah’a niyazda bulunulmalıdır.

Allah’ı zikir, kulu Allah’a dua etmeye; yakarmaya sevk eder. Ve kul, gönlünü Rabbine açar:

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.

195Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki hepiniz aynısınızdır– çalışanın amelini kaybetmem. O nedenle, göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır." [Al-i Imran/190- 195]

Biz de öyle yaptık; Rabbimizi Esma-i Hüsna’da yer alan tüm nitelikleriyle hatırladık bir de kendi durumumuzu ve konumuzu göz önüne getirdik. Bu durumda Rabbimizin karşısında nasıl durulabilir?

Aslında bunu iyi bir psikolog, tiyatrocu, iyi bir dram yönetmeni çok iyi anlatır; koreografisini yapar. Yine de biz, aklımızın erdiği kadarıyla zihin yoralım.

• Saygılı bir şekilde ayakta durarak, boyun bükerek,

• Ta’zim ve tekbir ile [Allah'ı büyükleyerek, Allah'ın her şeyden daha yüce olduğunu

• ifade ederek, övgüler sunarak],

• Bel bükerek,

• Yere kapanarak,

• Huzurda diz çöküp boyun bükerek,

• Yüzü, gözü semaya dikerek. (Dua esnasında "Sema" öteler ötesini temsil eder.

• Bakara; 144, mülk; 16, 17) Kullar, Rabblerinden beklenti halinde iken yüzlerini

• Rabblerine döndürürler:

"Yüzler var ki o gün apaydınlıktır; Rablerine nazar edicidirler (göz bebeklerini Rabblerine odaklarlar)." [Kıyamet/22, 23]

Ya da mahcubiyetten yere bakarak.

Bunların hepsi; sürekli zillet sergileme şekilleridir. Bunların hepsi bir arada yapılabileceği gibi, içinde bulunulan ortama göre birkaçı da yapılabilir. Nitekim günümüzde kılınan namazın ana unsurları bize Rasûlullah'tan intikal etmiş bulunmaktadır. Ne var ki geçen zaman zarfında, mezhepçiler ve meşrepçiler tarafından eklenen çıngıllar işi aslından uzaklaştırmıştır.

Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürerek "Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek terk ederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır" demişlerdir.

Duanın adabı

Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah'ın bildirdikleridir. Bu nedenle biz, Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:

Ve Allah'ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah'ın fazlından isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. [Nisâ/32]

Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir. [Nisâ/134]

15Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman boyun eğip teslimiyet göstererek yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte noksan sıfatlardan arındıran ve büyüklük taslamayan kimseler inanırlar.

16Onların yanları, yan gelip yattıkları yerlerden uzaklaşır; onlar keyfetmezler, onlar korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler. (Secde/15, 16)

De ki: "Rabbim hakkaniyeti emretti. Her mescidin yanında; toplum içinde yüzünüzü; tüm benliğinizi O'na doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak Rabbinize yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz." [A‘râf/29]

Ve en güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın. O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler. [A‘râf/180]

Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma! [A‘râf/205]

Ve kullarım sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben çok yakınımdır. Bana yakarınca, yakaranın yakarışına cevap veririm. O hâlde rüşte ermeleri için, onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar. [Bakara/186]

Ya‘kûb dedi ki: "Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah'a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini örtenler toplumundan başkası Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez." (Yûsuf/86-87)

Ve sizin Rabbiniz: "Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana kulluk etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir" dedi. [Mü’min/60]

Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine: "Rabbim! Beni tek başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın" diye seslenmişti de Biz, o’nun için karşılık vermiştik. Ve kendisine Yahyâ'yı ihsan ettik. Ve o'nun için eşini düzelttik/doğum yapmaya elverişli hâle getirdik. Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. [Enbiyâ/90]

Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Demişti ki: "Rabbim! Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, mutsuz olmadım. Ve gerçekten ben, arkamdan, yakınlarımdan/amcaoğullarımdan endişedeyim. Karım da kısırdır. Onun için katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı olacak bir velî [yardımcı, koruyucu yakın kimse] bağışla. Rabbim, onu rızanı kazanan/herkesin hoşnut olacağı biri kıl!" [Meryem/3-6]

İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen Rasûlullah da muhataplarına, "Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini] çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî‘ ve basîr Allah'a dua ediyorsunuz!" demiş; secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.

Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken âdab ve kurallar şu şekilde sıralanabilir:

• Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O'na hamd edilmeli, sonra kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha Sûresi’nde öğretilen dua buna en güzel örnektir.

• Dua, Allah'ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz,
Ve en güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın (A‘râf/180) buyurarak Kendisine en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şu‘arâ/78-82'ye bakıldığında, İbrâhîm peygamberin de Allah'a Esma-i Hüsna'sı ile hitap ederek yakardığı görülür:

İbrâhîm: "Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi. [Şu‘arâ/77-82]

• Dua, samimiyet içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de samimiyet ve heyecan duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.

• Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama dualarda Allah'ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.

• Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.

• Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.

Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân'da yer almış, Allah'ın tasvip ettiği türden, yani günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvâ olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü, hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.

Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah'a emirler yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.

Tüm inananlara yönelik olan bu âyetlerde hem Yüce Allah'ın "rabb" sıfatı [programcılığı] ön plâna çıkarılmak sûretiyle dualarda bu özelliğin göz önünde bulundurulmasına işaret edilmiş, hem de inananlara dua adabı ve usûlü öğretilmiştir.

Duanın kabul edileninin gizli yapılanı olduğuna dair Kur’ân'da birçok örnek vardır.

DUADA HADDİ AŞMAK: Duada haddi aşmak, dua adabı çerçevesinde yapılmaması gereken bir davranıştır. Meselâ gayr-i meşru, gereksiz, anlamsız şeyler için dua etmek veya çalışıp çabalamadan yan gelip yatarak Allah'tan dilekte bulunmak, duada haddi aşmanın örneklerindendir. Bunlardan başka bir de bilmeden, bilinçsizce haddi aşma durumuna düşülen hâller vardır ki, bunlar, başkalarına ait kalıplarla, içeriğini anlamadığı dil ve sözcüklerle yapılan dualarda ortaya çıkmaktadır. Bizce insan duayı, dilinden ziyade, içinden, gönlünden etmelidir.

DÜZELTİLDİKTEN SONRA YERYÜZÜNDE FESAT ÇIKARMAK: Rabbimizin ifade ettiği gibi, gökler, yeryüzü ve en güzel bir biçimde yaratılmış olan insan da dâhil tüm varlıklar kusursuz bir düzende var edilmiştir:

10Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler sağladık; kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne kadar da az ödüyorsunuz! [A‘râf/10]

36Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır" dedik. [Bakara/36]

Rabbimizin, insanı bu durumdan kurtarmak için elçi gönderip kitap indirmesine rağmen, insanoğlu yeryüzünde doğayı kirletmiş, kan dökmüş, fesat ve kargaşa çıkarmıştır. Rabbimiz yine elçi gönderip kitap indirmiş ve bu sayede fesadın önüne geçilerek yeryüzü düzeltilmiştir. Bu âyette
yeryüzü düzeltildikten sonra bozgunculuk yapmayın ifadesi ile verilen mesaj şudur: "Bundan sonra da Rabbinizin elçisine uyun, vahye kulak verin, yeryüzünde fesat çıkarmayın, kargaşa oluşturmayın, kendi aranızda düşmanlığa meydan vermeyin!"
57,58) Ve O, hatırlarsınız/öğütlenirsiniz diye, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler/dağıtıcılar/yayıcılar olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir beldeye gönderir, sonra onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız. Ve güzel beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle/bilgisiyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte Biz, kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen bir toplum için âyetleri böyle türlü türlü, tekrar tekrar açıklarız.
57Ve O, hatırlarsınız/öğütlenirsiniz diye, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler/dağıtıcılar/yayıcılar olmak üzere gönderir. O rüzgârlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir beldeye gönderir, sonra onunla suyu indiririz. Böylece onunla ürünün hepsinden çıkartırız. İşte Biz, ölüleri de böyle çıkaracağız.

Bu âyette de yine Rabbimizin insanoğlunun rahat bir yaşam sürmesi için "rabb" sıfatıyla yaptığı plân ve programlarından söz edilmektedir. Bu âyetteki ifadeler birçok âyette başka ayrıntılarla yer almıştır:

46Size rahmetinden tattırsın, emriyle gemiler akıp gitsin ve sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ödersiniz diye armağanlarından rızık aramanız için rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi de O'nun alâmetlerinden/göstergelerindendir. [Rûm/46]

28Ve O, insanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. Ve O, övülmeye lâyık olandır, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakındır. [Şûrâ/28]

50Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, kesinlikle ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. [Rûm/50]

33Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar. [Yâ-Sîn/33]

58Ve güzel beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle/bilgisiyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte Biz, kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen bir toplum için âyetleri böyle türlü türlü, tekrar tekrar açıklarız.

Bu âyetteki benzetme, iyi insan ile kötü insan arasındaki farkı anlatmak içindir. Yağmur alan ve Allah'ın izniyle en iyi bitkileri veren bir toprak ile kurak bölgenin yararsız bitki ve dikenden başka bir şey vermeyen toprağı arasındaki fark, özellikle Arabistan coğrafyasında yaşayanların çok iyi anlayabilecekleri bir mukayesedir.

İstiare sanatı ile yapılan bu mukayeseden anlaşılacak olan şudur: İyi [imanlı, bilgili] insan kendisine, ailesine, çevresine ve ülkesine yarar sağlayan insandır ve onun işleri de güzeldir. Kötü [imansız, bilgisiz] insan ise, kendisine, ailesine, çevresine ve ülkesine zarar veren insandır ve bu insan ancak kötü işler yapar. Ondan kimseye yarar gelmez. İyi ve kötü insanlar arasındaki kıyaslama başka âyetlerde de yapılmıştır:

26-28Ve Nûh dedi ki: "Bu yerde dolaşan kâfirlerden; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerden bir tek kişi bırakma. Şüphesiz ki Sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece din-iman tanımayıp kötülüğe batan ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden çocuklar YETİŞTİRİRLER. Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren kişiler için ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et/bağışla hepimizi! Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara da sadece yok oluşu arttır." [Nûh/26-28]

24,25Görmedin mi; hiç düşünmedin mi, Allah nasıl bir örnek verdi? Güzel bir söz, kökü, sabit, dalı-budağı gökte olan, Rabbinin izniyle/bilgisiyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle örnekler verir.

26Kötü bir söz'ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. [İbrâhîm/24-26]

Toplumsal ilişkilerde, özellikle komşuluk ilişkilerinde ve evlilik öncesinde ilişkilerde bu ölçüler dikkate alınmalı ve daima topluma yarar sağlayacak kişiler yetiştirilmelidir. Bu âyette Rabbimizin bizden istediği işte budur.

Eğitim ve öğretimde önemli role sahip olan kıssalar, uyarı konusunda da çok etkili olduğu için, Kur’ân'da birçok kıssaya yer verilmiş ve bu kıssalar birçok kez tekrar edilmiştir.

KUR’ÂN'DAKİ KISSALARIN YARARLARI: Kur’ân'da yer alan kıssaların üslûbundan açıkça anlaşılmaktadır ki, bu kıssalar tarih bilgisi vermek amacıyla değil, öğüt verme amacıyla anlatılmıştır. Kur’ân'daki kıssalar, bizim tespitlerimize göre, öğüdün kendisine fayda vereceği insanlara şu yararları sağlamaktadır:

* Kur’ân'daki kıssalar, eskiden de peygamberlerin gelip geçtiği bilgisini vermek sûretiyle peygamberlerin türedi olmadığını gösterir.

* Kur’ân'daki kıssalar, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin görevlerinin "tebliğ etmek" ve "öğütte bulunmak"tan ibaret olduğunu öğretir.

* Kur’ân'daki kıssalar, Allah'ın elçilerine daima gönderildikleri toplumun ileri gelenleri [mele’] tarafından karşı çıkıldığı bilgisini verir.

* Kur’ân'daki kıssalar, Peygamberimizin tebliğine karşı çıkıp o'nu engellemek isteyenlere, bu tavırlarının bedelini nasıl ödeyecekleri konusunda geçmişten (bazılarını kendilerinin de bildikleri) örnekler vermek sûretiyle hatırlatma yapar, uyarıda bulunur.

* Kur’ân'daki kıssalar, Peygamberimize ve o'nun yandaşlarına, karşı karşıya bulundukları durumun daha önceki peygamberler ve toplumları arasında meydana gelenlere benzediğini, hatta büyük ölçüde aynı olduğunu bildirmek sûretiyle onlara güven telkin eder, ayrıca Allah'ın elçilerinin daima galip geldiklerini bildirmek sûretiyle onlara azîm kazandırır ve onların manevîyatını kuvvetlendirir.

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre, bütün peygamberler bir tek Allah'a kul olmaya, Allah'tan başka ilah edinmemeye, din gününe inanmaya davet etmişlerdir. Ne var ki, özellikle mal-mülk ve mevki sahibi olanlar onlara karşı çıkmışlar ve tebliğ ettikleri mesajları kabul etmemişlerdir. Elçilerin uyarıları fayda sağlamayınca, Yüce Allah bu inatçı yalanlayıcıları şiddetle cezalandırmıştır:

36Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri değişime, yıkıma uğrattık. Öyle ki onlar beldeleri delik-deşik ediyorlardı. Hiç kaçıp kurtulacak yer var mı? [Kâf/36]

82Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine yarar sağlamadı. [Mümin/82]

Hatırlanacak olursa, yalanlayıcıların helâk edilişleri, bu sûrenin 4-5. âyetlerinde de Ve Biz nice kentleri helâk ettik. Hışmımız onlar gece uyurlarken yahut kaylûle yaparlarken [gündüz dinlenirlerken] onlara gelivermişti. Hışmımız onlara geldiğinde de, ‘Biz gerçekten zâlimlermişiz!’ demelerinden başka yalvarışları olmamıştı ifadeleriyle dile getirilmişti.
59) Andolsun ki Biz, Nûh'u toplumuna elçi gönderdik de o, "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Cidden ben, zararınıza olan üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" dedi.
Aynı "akıbete [son]"a uğramış kavimlerden bazılarının kıssaları bu âyetten itibaren bu sûrede de aktarılmakta ve ilk örnek olarak Nûh kavmi anlatılmaktadır.
60) Toplumunun ileri gelenleri, "Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz" dediler.
61,62,63) Nûh dedi ki: "Ey toplumum! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Allah'ın koruması altına girmeniz ve rahmete ulaşabilmeniz için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, Rabbinizden bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı?"
64) Bunun üzerine o'nu yalanladılar, Biz de Nûh'u ve o'nunla beraber gemide bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk! Gerçekten onlar, kör bir topluluk idiler.
Nûh peygamberin yaşadığı çağ, yer ve kimliği hakkında elde sağlam bilgi yoktur. Dolayısıyla, Kur’ân'ın verdiği bilgiler dışında kalanlar söylentiden öte bir değer ifade etmemektedir. İşte söylentilerden birkaç örnek:

- Nûh 40 yaşında peygamber olmuştur. Tufandan sonra 60 yıl yaşamıştır. [İbn-i Abbâs.]

- Nûh, Âdem'den 800 sene sonra peygamber olarak gönderilmiştir. [el-Kelbî.]

- Nûh 50 yaşında iken peygamber oldu. [Vehb b. Münebbih.]

- Nûh, 350 yaşında iken peygamberlikle görevlendirildi. [Amr b. Şeddad.]

Birçok rivâyette de, mevcut insanların Nûh'un soyundan geldiği söylenmiştir. Buna göre; Araplar, Farslar, Rûmlar, Sûriye halkı ve Yemenliler Nûh'un Sâm adındaki oğlunun soyundan gelmektedir. Sind, Hint halkı, zenciler, Habeşliler Nûh'un Hâm adındaki oğlunun soyundandırlar. Türkler, Berberîler, Çinliler, Japonlar, Slavlar ise Nûh'un Yâfes adındaki oğlunun çocuklarıdır.

ELÇİLERİN DEĞİŞMEZ GÖREVİ: Peygamberlerin değişmez görevleri, 62. âyette Nûh peygamberin ağzından da açıklanmıştır: Risaletin tebliği ve nasihat [gelmiş vahiylerin tebyini ile öğüt vermek]...

64. âyetteki Biz de o'nu ve o'nunla beraber gemide/gemilerde bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk ifadesinden, Nûh kavmini helâk eden tufanın Kitab-ı Mukaddes'te belirtildiği gibi "genel" değil, "yöresel" bir âfet olduğu anlaşılmaktadır. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, bu yörenin neresi olduğu hakkında sağlam bir bilgi ve kanıt bulunmamaktadır. Bazıları tarafından bu olayın buzul çağında meydana geldiği ve Atlas okyanusu'nun Cebel-i Târık Boğazı'nı yararak Akdeniz'in oluşmasına yol açtığı gibi faraziyeler ileri sürülmüşse de, bunlar Kur’ân'a uymaz. Çünkü Kur’ân'daki açıklamalardan bu tufanın sadece su baskınından ibaret olmadığı, yağmurun da âfette rol oynadığı anlaşılmaktadır.

64. âyette Nûh kavmi için ‘amîn sözcüğü kullanılmış olup bu sözcük, gözlerin görmemesi anlamındaki a‘mâ sözcüğünden farklıdır. ‘Amîn sözcüğü, manevî bakışın, basiretin kör oluşunu ve bu körlüğün devamlılığını ifade etmektedir. Manevî körlüğün ne demek olduğu, aşağıdaki âyetler yardımı ile daha iyi anlaşılabilir:

* İşte, o gün onlara bütün önemli haberler kapkaranlık olmuştur; artık onlar birbirlerine de soramazlar. [Kasas/66]

* Kesinlikle size Rabbinizden gözünüzü açacak, doğru yolu bulduracak bilgiler geldi. Artık kim hakkı görürse yararı kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim!" [En‘âm/104]
65) Andolsun ki Âd'a da kardeşleri Hûd'u elçi gönderdik. O, "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ Allah'ın koruması altına girmez misiniz?" dedi.
66) Toplumundan, ileri gelen kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, "Biz seni akıl hafifliği/câhillik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz" dediler.
67,68,69) Hûd, "Ey toplumum! Bende akıl hafifliği/câhillik yok, velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderilerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir öğüt/kitap gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh toplumundan sonra, halîfeler, sonradan gelen nesiller yaptı ve oluşturuluşta boy-pos itibariyle sizi arttırdı. Kurtulmanız için Allah'ın nimetlerini hatırlayın" dedi.
70) Onlar dediler ki: "Demek sen Allah'a; başkasını karıştırmadan kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!"
71) Hûd dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hoşnutsuzluk inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!"
72) Bunun üzerine Hûd'u ve o'nunla beraber olan kimseleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayan ve iman etmemiş olan kimselerin kökünü kestik.
Fecr sûresi'nin tahlilinde geniş yer verdiğimiz Âd kavmi ile onlara elçi olarak gönderilen Hûd peygamber arasında yaşananlar, Peygamberimiz ile Mekkeliler arasındakilere benzemesi bakımından dikkat çekicidir. Hûd peygamberin yaptığı tevhîd çağrısına karşı Âd kavmi, Hûd peygamberi kıt akıllılıkla, câhillikle itham etmiş, atalar dininde direnmiş ve geleceğine inanmayarak Allah'ın azabına meydan okumuştur. Mekkeliler de Âd kavmi gibi, tevhîde yapılan çağrıya karşılık olarak Peygamberimizi mecnûnlukla/cinlenmişlikle itham etmişler ve atalar dininde direnmişlerdir:

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, "Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!" dediler. [Sâd/5]

Âd kavmi, bu direnişi ileri götürmüş ve geleceğine inanmadığı azaba meydan okumuştur. Ne var ki, sonuç onlar için perişanlık olmuştur. Bu kıssa, aynı davranışı göstermekte olan Mekkelilere, Âd kavmi ile aynı "son"u paylaşmamaları için örnek gösterilmektedir.

NÛH KAVMİNDEN SONRA HALÎFELER:

Halîfe sözcüğü "arkadan gelen, zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçen" demektir. [Lisanü’l Arab, "hlf" mad.] Buna göre 69. âyetteki ifadeden, Nûh kavminin yaşayıp yok edildiği bölgede Nûh kavminden sonra Âd kavminin yaşadığı ve bu durumun Âd kavmi tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim Hûd peygamberin ve yaratılışta boy bos itibariyle sizi artırdı şeklindeki ifadesi de, o dönemde Âd kavminin elinde Nûh kavmiyle kendileri arasında bir mukayese yapacak kadar sağlam bilgilerin olduğunu göstermektedir. Hûd peygamberin sözlerindeki boy bos ifadesi, sözcüklerin hakikat anlamlarına göre kavimler arasındaki yapısal farkı niteliyor olabileceği gibi, araç gereç ve iktidar gücü farkını da niteliyor olabilir. Kısacası, Hûd peygambere ait bu ifadeden, Âd kavminin Nûh kavmine nazaran fizikî yapı ya da donanım olarak; yahut her iki bakımdan da daha güçlü olduğu anlaşılmaktadır.

Hûd peygamberin 71. âyetteki
Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? ifadesiyle, bu sapkın kavmin kendisine ilâh edindiği putların "adı var kendi yok" cinsinden salt birer isim oldukları belirtilmektedir. Putlara atfedilen işlevlerin boş birer adlandırma olduğu Yûsuf sûresi'nde de dile getirilmiştir:

37-41Yûsuf: "Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan bir toplumun –ki onlar âhireti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam tarzını terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb'un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Velâkin insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti" dedi. [Yûsuf/37-41]

Âd kavminin taptığı isimden ibaret putlar hakkında bir yabancı kaynakta şu malumat verilmektedir:

Âd kavminin Sâkıye, Hâfıza, Râzîka ve Salime adlarında dört ilahları vardı. Birincisinin yağmur verdiğine, ikincisinin kendilerini her tehlikeden koruduğuna, üçüncüsünün rızk verdiğine, dördüncüsünün de derde uğradıkça kendilerine derman verdiğine inanırlardı. [Sale (Kur’ân'ı İngilizceye çeviren bilgin).]

İsimden ibaret putlara Peygamberimizin tebliğde bulunduğu dönemden verilecek örnekler ise; العزّ [
‘ızz] ve الاعزّ[el-e‘azz]dan türemiş olan عزّى[‘Uzzâ] ile "ilâh"tan türemiş olan اللاّت[el-Lât] adlarındaki putlardır. Bu putların herhangi bir fonksiyonlarının olmadığı aslında onlara inananlar tarafından da bilinmektedir. Birer isimden ibaret olan bu ilahlar kimseyi yaratıp yönetemedikleri gibi, hiç kimseye izzet, şeref ve güç de veremezler:

73Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah'ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

74Allah'ı gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür. [Hacc/73-74]
73,74) Andolsun ki Biz, Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi olarak gönderdik. O dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir kanıt geldi. İşte şu, Allah'ın devesi/sosyal yardım ve destek ilkesi, sizin için bir âyettir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin, sakın ona kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve düşünün ki Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinden saraylar yapıyorsunuz, dağlarını evler hâlinde yontuyorsunuz. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde kargaşa çıkaranlar olarak taşkınlık yapmayın."
75) Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: "Siz, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?" Onlar, "Kesinlikle biz o'nunla gönderilene inanıyoruz!" dediler.
76,77) Büyüklük taslayan o kimseler, "Biz, sizin inandığınızı kesinlikle bilerek reddeden kimseleriz!" dediler. Hemencecik de o sosyal yardım ve destek kurumlarını ayakta tutan gelir kaynaklarını kuruttular[#106] ve büyüklenerek Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve "Ey Sâlih! Eğer gerçekten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!" dediler.
78) Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.
79) Sâlih, o zaman onlara sırt çevirdi ve "Ey toplumum! Andolsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz" dedi.
Semûd kavminden Fecr, Necm, Şems, Burûc, Kaf, Kamer ve Sâd sûrelerinde de bahsedilmiş ve bu sûrelerin tahlillerinde bu kavim hakkında bazı bilgiler verilmişti. Yararlı olacağını düşünerek bu bilgilerden Semûd sözcüğü ile ilgili olan kısmı burada tekrar veriyoruz.

"SEMÛD" SÖZCÜĞÜ: Arap dili uzmanlarının çoğu ثمود[
semûd] sözcüğünün Arapça olmadığı ve dolayısıyla da çekimli olmadığı görüşündedir.

Bazı dilbilimciler ise sözcüğün Arapça olduğu ve
smd kökünden türediği görüşündedirler. ثمد[smd] sözcüğü, "maddesi [kütlesi] bulunmayan su" demektir ve sözcük "az su" anlamı kastı ile "kırağı veya çiy suyu" için kullanılır. Bundan başka, su sarnıçları, içinde az su bulunan çukurlar, çukur kazılıp da suyun bulunamaması da semd sözcüğüyle ifade edilir. [Tâcü'l-Arûs, c. 4, s. 373-374; Lisânü'l-Arab, c. 1, s. 698.]

Semûd sözcüğü semd kökünden türemiş bir sözcük olarak kabul edilirse, "suyu kıt olan" anlamına gelir. Ancak Sâlih peygamber kıssasındaki "deve" ve "su taksimi" ifadelerinin zâhirî anlamlarından yola çıkarak Semûd kavminin kırağı, çiy, sarnıç veya suyu az olan kuyulara mahkûm olduğunu düşünmek ve onları az sayıdaki bedevîden oluşmuş bir kabile olarak görmek yanlış olur. Çünkü Kur’ân'ın diğer âyetlerinde verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, Semûd kavmi büyük bir medeniyettir ve kalabalık bir halktır. Ayrıca kıssada geçen deve de bize göre hakikat manada değil, mecâz manada düşünülmelidir. Zira eski çağlarda tarım ve hayvancılıkla geçinen toplumlarda, beş yaşında en verimli çağındaki bir devenin [en-nâkah], neredeyse çocuklardan bile değerli tutulduğu için kesilmesi mantıksızdır. Zaten âyette de bu deve, "Allah'ın devesi" olarak nitelenmiştir. Şems sûresi'nin tahlilinde açıkladığımız gibi, devenin Allah'a izafe edilişi, onu kimsenin sahiplenemeyeceğini ifade eder ki, bu da tıpkı "Allah'ın evi" [Beytullah] gibi devenin kimseye ait olmadığını, tüm insanlara, kamuya ait olduğunu gösterir.

74. âyetin sonundaki
Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın ifadesinden, Âd kavminden sonra o bölgede bir düzen kurulduğu anlaşılmaktadır. Yapılan ihtar da o düzenin bozulmaması ve kargaşa çıkarılmaması içindir. Bize göre, dolaylı olarak düzenin [adaletin] olmadığı yerde kargaşanın kaçınılmaz olduğu ve mülkün [yönetimin, devletin] temelinin adalet olduğu vurgulanmaktadır.

78. âyetteki "diz üstü çökekaldılar" diye çevirdiğimiz جاثمين[câsimîn] sözcüğü, "hiç hareket etmeden, hiç bir şey hissetmeden diz üstü oturanlar" anlamında olup Semûd halkının düştüğü perişanlığı yansıtmaktadır. [Lisanü’l Arab, "casim" mad.]

79. âyetteki,
(Sâlih de) o zaman onlara sırt çevirdi ifadesinden, Sâlih peygamberin bu olaydan sonra onların yanlarına uğramadığı ve onlara yardımcı olmadığı veya onlarla hiç muhatap olmadığı ve oradan ayrılıp uzaklaştığı anlaşılmaktadır.

Yine 79. âyetteki Sâlih peygamberin,
Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz ifadesi, Nûh peygamberin kıssasında olduğu gibi, peygamberlerin değişmez görevlerinin "tebliğ" ve "nasihat" olduğunu bildirmektedir. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, değişmez görevleri dışında peygamberlere Yüce Allah tarafından ayrıca bir "teşri" [yasama] görevi ve yetkisi verilmemiştir.

Sâlih peygamber ile Semûd kavminin kıssası, İsrâîloğulları veya Uzakdoğu kıssalarından olmayıp Arap kıssasıdır. Bize göre, Arapların iyi bilmeleri ve aralarında sıkça anlatmaları sebebiyle bu kıssaya Kur’ân'da birçok kez yer verilmiştir.

Semûd kavminin uğradığı felâketi anlatmak için kullanılmış olan
recfe [şiddetli sarsıntı] ve yol açtığı korkunç olaylar, başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

52İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır. [Neml/52]

31Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler. [Kamer/31]
80,81) Andolsun ki Biz Lût'u da elçi olarak gönderdik. Hani o, toplumuna demişti ki: "Siz, sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten ve kesinlikle siz, cinsellikte kadınlardan aşağı olan erkeklere şehvetle gidiyorsunuz. Aslında siz gerçeği eksik gösteren bir toplumsunuz."
Lût peygamber, İsrâîloğulları tarafından iftiraya uğramış peygamberlerdendir. Kitab-ı Mukaddes'te kızlarıyla çirkin ilişkileri anlatılan Lût peygamber, Kur’ân'da ise övülmüş ve takvâlı bir kimse olarak açıklanmıştır:

161-166Hani kardeşleri Lût onlara demişti ki: "Siz Allah'ın koruması altına girmez misiniz? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah'ın koruması altına girin ve benim dediklerimi yapın. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için oluşturduğu eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz sınırı aşan bir toplumsunuz." [Şu‘arâ/161]

Lût peygambere yönelik birçok karalamanın yer aldığı Kitab-ı Mukaddes'te o'nun takvâlı, iyi bir insan olduğu İbrâhîm peygamberin ağzından ifade edilmekle beraber, bu durum ona çalınan karaları temizlemekten uzaktır. Bu aynı zamanda Kitab-ı Mukaddes'in kendi içinde çeliştiğini de göstermektedir.

Kur’an’ın Lût peygamber konusundaki beyanları aslında Kitab-ı Mukaddes'i tashih eder mâhiyettedir. Bunun böyle olduğunun anlaşılabilmesi için Kitab-ı Mukaddes'in Tekvin/18, 19, 20, 21, 22, 23. Babların okunmasını öneriyoruz. Biz, o iğrenç anlatımları burada nakletmekten hayâ ettik.

Kitab-ı Mukaddes'te çamur atılan Allah'ın bir başka elçisi de Nûh peygamberdir. Sözde, Nûh peygamber tufandan sonra oğlunun tasallutuna maruz kalmıştır. [Tekvin, 9:20-27.]

Hâlbuki Kur’ân, Lût peygamberin ağzından, Siz, sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı iğrençliği mi yapıyorsunuz? sözleriyle, bu iğrençliğin daha önce hiçbir kavimde görülmediğini bildirerek, Kitab-ı Mukaddes'te Nûh peygambere sürülmeye çalışılan karayı temizlemiştir.

81. âyetteki, Aslında siz müsrif; sınırı aşan bir kavimsiniz ifadesi genellikle, Lût kavminde yaygın olan homoseksüel ilişki sebebiyle cinsel alana çekilmiş ve "bir işin gereksiz yapılması, cinsel ilişkinin asıl amacı olan üremeye yönelik olarak yapılmaması, Allah'ın nimetinin, meninin boşa atılması" olarak yorumlanmıştır. Yeri gelmişken Lût Peygamberin kavmi tarafından işlenen bu cinsel sapkınlığın Lût (as)’ın adı ile ilişkilendirilerek "Lûtîlik" veya "Livata" olarak isimlendirilmesinin yanlış bir tutum olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Her ne kadar bu isimlendirme, söz konusu sapkınlığın Lût (as)’ın kavmine nispetinden dolayı ise de, yine de uygun bir isimlendirme değildir.

Râzî bu cinsel sapkınlık konusunda şunları söylemiştir:

EŞCİNSELLİK [HOMOSEKSÜELLİK]’TEKİ ÇİRKİNLİĞİN SEBEPLERİ

Üçüncü mesele, bu işin çirkinliğini gerektiren sebeplerin izahı hakkındadır:

Bil ki bu işin çirkinliği, insanların tabiatına âdeta yerleşmiş bir şeydir. Binâenaleyh bunun sebeplerini genişçe saymamıza gerek yok. Fakat biz yine de diyoruz ki: Bunun çirkinliğini gerektiren sebepler pek çoktur:

BİRİNCİ SEBEP: Pek çok insan çocuğunun olmasını istemez. Çünkü çocuğun doğması, insanı mal kazanmaya ve kazanç için kendisini yormaya sevk eder. Ancak Cenâb-ı Hakk, cinsî münasebeti o büyük lezzetin gerçekleşmesinin sebebi kılmıştır. Öyle ki, insan bu (şehevî) lezzeti elde etmek için cinsî münasebette bulunur. Bu durumda da o kimse istese de, istemese de çocuk olur. İşte bu yolla da insan nesli devam eder ve insan türü sona ermez. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, cinsî münasebete bir lezzet vermiştir. Bu tıpkı, bazı hayvanları avlamak için tuzak kuran insana benzer. Çünkü o insan mutlaka bu tuzağa, o hayvanın arzuladığı bir şeyi kor. Böylece bu, o hayvanın tuzağa düşmesine sebep olur. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk da o hayvanın arzuladığı bir şeyin tuzağa konulmasına benzer bir şekilde, cinsî münasebete bir lezzet koymuştur. Allah Teâlâ'nın bundan maksadı, en şerefli tür olan insan türünün devamını sağlamaktır. Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: İnsan o lezzeti, neticede çocuk yapmaya götürmeyecek bir yoldan elde etme gayretine girerse, istenen hikmet gerçekleşmez ve bu, insan neslinin sona ermesi neticesine götürür. Bu ise Allah'ın hikmetinin hilafına bir davranış olmuş olur. Binâenaleyh bunun kesin olarak haram kılınması gerekir. Tâ ki bu lezzet, neticede çocuk doğurmaya götüren bir yol ile gerçekleşsin.

İKİNCİ SEBEP: Cinsî münasebette erkeklikten beklenen vasıf fail olma, kadınlıktan beklenen ise mef‘ul olma [bu failiyyeti kabul etme] durumudur. Halbuki erkek mef‘ul, kadın da fail durumuna geçecek olursa, bu hem insan tabiatının, hem de ilâhî hikmetin aksine ve hilafına bir şey olmuş olur.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Sırf şehevî duyguyu tatmin için uğraşmak, hayvanların yaptığına benzer. Şehvetle meşgul olunduğu zaman, bu, şehveti tatminin ötesinde başka bir manayı da ifade eder. O halde şehveti kadın ile gidermek de, sırf şehevî duyguyu tatmin etmenin ötesinde bir başka manaya gelir ki, bu mana da, bir çocuğun olması ve en şerefli tür olan insan neslinin devam etmesidir. Ama erkeğin şehvetini yine bir erkekle gidermesi, sadece şehveti gidermekten başka bir şey ifade etmez. Binâenaleyh bu, hayvanlara benzeme ve insanın fıtratına uygun olanın dışına çıkma olur ki, son derece çirkin bir iştir

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Diyelim ki münasebette fail durumunda olan erkek lezzet alır. Fakat özellikle mef‘ul durumundaki erkek, ebediyyen zail olmayacak bir utandırıcı leke ile kirlenmiş olur. Halbuki aklı olan bir kimse bir anda sona erecek değersiz bir lezzetten ötürü, başkası sebebi ile, üzerinden hiç silinmeyecek bir ayıba düşmeye razı olmaz.

BEŞİNCİ SEBEP: Bu, fail ile mef‘ul arasında köklü bir düşmanlığın doğmasına sebep olan bir iştir. Çoğu kez bu iş, mef‘ul durumunda olan erkeğin failden nefretine sebep olduğundan, fail olanı öldürmeye yahut da onu, elinden gelen her yol ile imha etmeye sevk eder. Ama bu işin kadın ile kocası arasında yapılması ise, onlar arasındaki ülfet ve sevginin kökleşmesini, büyük faydaların meydana gelmesini sağlar. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Size, nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ue merhamet yaratması da Allah'ın varlığına işaret eden âyetlerindendir (Rûm/21) buyurmuştur.

ALTINCI SEBEP: Allah Teâlâ, kadının rahmine, meniyi alabildiğine kendisine çekme kuvveti vermiştir. Dolayısıyla erkek, hanımı ile cinsî münasebette bulunduğunda bu çekme kuvveti güç kazanır, böylece erkeğin meni yolunda ne var, ne yoksa hepsi çıkar. Ama erkek yine bir erkekle münasebette bulunduğunda, mef‘ul olan erkeğin dübüründe meniyi çeken bir kuvvet yoktur. Bu durumda da meninin çekilmesi tam olmaz ve meni yollarında, meni parçacıkları kalır, iyice temizlenmez, bundan dolayı da oralarda kokar, kokuşur ve bu sebeple şiddetli iltihaplar ve önemli hastalıklar meydana gelir. Bu, ancak tıbbî incelemelerle anlaşılan birtakım fayda ve hikmetlerdir. İşte, homoseksüellik işinin çirkinliğini gösterensebepler bunlardır. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb]

Hâlbuki 81. âyette geçen الاسراف[isrâf], "şirk, Allah'ı tanımama, elçileri yalanlama, aklı yerinde kullanmama, nasihati ciddiye almama" anlamındadır. [Lisanü’l Arab, "srf" mad.] Eğer isrâf sözcüğünün bu âyetteki anlamı, yorumcuların çoğunun yukarıdakine benzer görüşleri doğrultusunda olsaydı, kısır, hamile ve menopozdaki eşlerle yapılan cinsel ilişkilerin de, bir çocuk doğmasına yol açmayan ilişkiler kapsamında olması sebebiyle, isrâf olarak nitelenmesi gerekirdi.

82) Ve toplumunun cevabı yalnızca, "Onları kentinizden çıkarın, çünkü onlar, fazla temizlenen insanlarmış!" demek oldu.
Bu âyetten anlaşıldığına göre iyice ahlâksızlaşmış olan o yalanlayıcı kavim, aralarında birkaç temiz ve dürüst kişinin bulunmasına tahammül edememekte, onları aralarından çıkarıp sürmeyi istemektedirler.
83,84) Bunun üzerine Biz de o'nu ve ailesini kurtardık, yalnız kadınını kurtarmadık; o, geride kalanlardan; düşünce bakımından günâhkar toplumla beraber olanlardan idi. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu!
83Bunun üzerine Biz de o'nu ve ailesini kurtardık, yalnız kadınını kurtarmadık; o, geride kalanlardan; düşünce bakımından günâhkar toplumla beraber olanlardan idi .

Aralarında bulunan birkaç erdemli kişi de Lût peygamber ile birlikte gidince geride sadece toprak altına atılması lâzım gelen pisliklerin bulunduğu bir kavim kalmış, onlar da topluca helâk edilmişlerdir. Lût peygamberin kadınının da helâk edilenler arasında olması, peygamber kadını dahi olsa her suçlunun cezasını çekeceğini, Allah'a karşı gelen birini Allah'ın azabından hiç kimsenin koruyamayacağını göstermektedir. İman, iyilik insanın kendisinde olmadıktan sonra, iyilere akraba olmak, iyilerin soyundan gelmek, –Nûh peygamberin tufanda boğulan oğlu örneğinde olduğu gibi– insana bir yarar sağlamaz.

Lût peygamberin karısının kurtarılmamasının sebebi, onun diğerleriyle işbirliği yapan bir hain olması idi:

81Misafir elçiler: "Ey Lût! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın [burada olanları, eskileri düşünmesin], kadının başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?" dediler. [Hûd/81]

10Allah, kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, Nûh'un kadını ile Lût'un kadınını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhı altında idiler. Sonra onlara hainlik ettiler. İkisinin kocası da, peygamber olmalarına rağmen Allah'tan hiçbir şeyi onlardan savamadı. Ve, "Girenlerle birlikte siz ikiniz de ateşe girin!" denildi. [Tahrîm/10]

Kitab-ı Mukaddes'in Tekvin/11- 17. Bablarında Lût ve İbrahim-Lût ile ilgili anlatımlar yer almaktadır.

84Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu!

Lût kavminin helâkının konumuz olan A‘râf/84’te, Şu‘arâ/173 ve Neml/58'de "yağmur" ile; Hûd ve Hicr sûrelerinde ise bir "taş yağmuru" ile gerçekleştirildiği bildirilmiştir:

82,83Sonunda emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlardan uzak değildir. [Hûd/82]

74Böylece Biz, onların üstünü altı yaptık ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. [Hicr/74]

Bunlardan ve diğer âyetlerden anlaşıldığına göre, Lût kavminin helâkı, bir volkan patlaması sonucunda püsküren lâvların, curufun bir boran marifetiyle bu kavmin yaşadığı kentin üzerine yağması ile gerçekleşmiştir.

Lût kavminin helâk sebebinin sadece eşcinsellik olduğu sanılmamalıdır. Çünkü onların esas suçu, şirk ve peygamberi tanımamaktır.
Bu, hem 81. âyettekiAslında siz sınırı aşan bir kavimsiniz ifadesinden, hem homoseksüelliğin cezasının "helâk edilmek" olmamasından, hem de Şu‘arâ/160'dan anlaşılmaktadır:

160Lût'un toplumu, gönderilmişleri [elçileri, mesajları] yalanladı. [Şu‘arâ/160]

EŞCİNSELLİĞİN CEZASI: Bu cinsel sapkınlığın cezası üzerinde bilginler ihtilâf etmişler; kimi uçurumdan atalım, kimi diri diri gömelim, kimi taşlayarak öldürelim, kimi de zinadaki gibi yüz sopa vuralım cinsinden ceza öngörmüşlerdir.

Hâlbuki Rabbimiz, bu suçun cezasını Kur’ân'da bildirmiştir:

16Sizlerden cinsel sapıklık eden iki er kişi, hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafeli durun. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet edendir. [Nisâ/16]

Görüldüğü gibi bu suça öngörülen ceza, faillere el ve dil ile yapılacak eziyettir. Eziyetin niteliği belirtilmediği için, ceza şeklinin günün koşullarına göre kamuca ayarlanması söz konusudur. Âyetten anlaşılan, bu çirkin davranışın toplumlardan silinmesi görevinin kamuya ait olduğudur. Dolayısıyla bu aşırılığın ortadan kaldırılması için gerekli çabayı devletler göstermeli; fizikî yapılarında anormallik olanlar tedavi edilmeli, değişik zevkler peşinde olup tutkularının esiri olarak bu işi yapanlar ise cezalandırılmalıdır.

84. âyetteki
Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu!ifadesi sadece Peygamberimize yönelik bir hitap gibi görünse de, kıssa anlatımlarındaki bu tarz ifadeler tüm muhataplara yapılan tek tek hitaplar anlamındadır.

85,86,87) Andolsun ki Biz, Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı elçi gönderdik. Dedi ki: "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanlara varlıklarını eksiltmeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır."
Şu‘ayb peygamber ve Medyen halkı, Kur’ân'da ilk kez burada konu edilmiştir. İleride, Hûd, Şu‘arâ ve Ankebût sûrelerinde tekrar gündeme getirilecektir.

Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 18:1-27’de Yitro’nun Musa’yı ziyareti yer alır.

MEDYEN: Batlamyos bu şehirden "Modiana" diye söz etmiş ve Şu‘ayb sözcüğünün de "Jethro" sözcüğü ile aynı olduğunun söylendiğini kaydetmiştir.

86. âyetteki
Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın ifadesinden, Medyen halkının ileri gelenlerinin sadece peygamberlerini yalanlamakla kalmadıkları, aynı zamanda karşı saldırıya da geçtikleri anlaşılmaktadır. O yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmak ifadesi bize bu karşı saldırının Şu‘ayb'ın peygamberliğini kabul edenlere mal-mülk, menfaat teklifi ve tehdit şeklinde veya onların aralarına ve kalplerine bir takım şüpheler sokmak şeklinde olduğunu düşündürmektedir. Böylece vahyin tebliği, peygamberin öğüt vermesi, yani halkın Müslüman olması, tüm yollar kesilmek sûretiyle engellenmiş olmaktadır. Bu davranış ise tam olarak Allah'a ve elçisine savaş açmaktır. Medyen halkının kahredilmesinin sebebi bu suçtur. Yoksa ölçüde-tartıda hile yapmaları değildir.

Kur’ân'da, Şu‘ayb peygambere gelen belge ve bilgiler hakkında bir bildirim yoktur. Kıssadaki ifadelerden anlaşıldığına göre, Şu‘ayb peygambere, tevhîdin tebliğ edilmesi görevi yanında halkın birbirini sömürmemeye, insanların varlıklarını eksiltmemeye, haksız kazanç sağlamamaya çağırıldığı bir şeriat kitabı da verilmiş olmalıdır.

87. âyetteki
Ve eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır ifadesi, Şu‘ayb peygamberin Allah'a olan güveninin tam olduğunu vurgulamaktadır. Tabiî ki sünnetullah da Şu‘ayb peygamberin inandığı gibidir ve inananlar ile inanmayanlar bir tutulmayacaktır:

21Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler gibi yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! [Câsiye/21]
88,89) Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: "Ey Şu'ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden kesinlikle çıkarırız, ya da bizim dinimize/yaşam tarzımıza dönersiniz!" Şu'ayb, dedi ki: "İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize/yaşam tarzınıza dönersek, kesinlikle Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemesi dışında ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz bilgisi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a güvenip dayandık." -Ey Rabbimiz! Bizimle toplumumuz arasında hak ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!-
Dikkat edilirse burada da Şu‘ayb peygambere karşı çıkan ve Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz diyenler, Medyen halkının ileri gelenleridir. Bilindiği gibi Peygamberimiz de Mekke'nin ileri gelenleri yüzünden Yesrib'e göç etmek zorunda kalmıştır. "Kıssaların yararları" bahsinde söylediğimiz gibi, Allah'ın elçilerine karşı direniş, o toplumların "ileri gelenler"i tarafından yapılmaktadır.

Şu‘ayb peygambere karşı yapılan bu tehdit, sadece Medyen ileri gelenlerinin politikası değildir. Kıssaları nakledilen diğer kavimlerin hepsinde de "ileri gelenler"in politikaları aynıdır:

* Ve Biz herhangi bir memlekete uyarıcı gönderdikse, kesinlikle oranın varlık ve güç sahibi şımarık önde gelenleri: "Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri/mesajları bilerek reddedenleriz /inanmayanlarız" dediler. [Sebe/34]

* Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, elçilerine: "Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/yaşam tarzımıza döneceksiniz!" dediler. Rableri de elçilerine: "Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir" diye vahyetti. [İbrâhîm/13,14]
90) Ve o'nun toplumundan, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan ileri gelenler dediler ki: "Eğer Şu'ayb'a uyarsanız o takdirde siz kesinlikle ziyana uğrayanlardan olursunuz."
Bu âyette Medyen halkının ileri gelenleri akıl hocalığı yaparak halka Şu‘ayb peygambere uyulduğu takdirde ziyana uğranılacağını telkin etmektedirler.

Bu âyet üzerinde iyi düşünülmeli ve Allah'ın kurulmasını istediği düzenin ne sebeple ve kimin ziyanına yol açacağı hakkında somut örneklemeler yapılmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde Medyen ileri gelenlerinin halkı kandırmaya uğraşırken "ziyana uğrama" ile ne kasdettikleri anlaşılabilir.

Bize göre Medyen ileri gelenlerinin asıl söylemek istedikleri şunlardır: "Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak tamamen biter, mahvoluruz. Çünkü ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve işlerimizi bunlara göre yürütürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Ayrıca, en önemli kervan güzergâhlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafî konumumuzdan yararlanmaz, bu yörenin iyi vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine bir şeyler yapmadan seyirci kalırsak, işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımızı da kaybetmiş oluruz. Bu, komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetimiz ve etkinliğimizin de sonu demektir."

Yalan, hile ve ahlâksızlığa başvurmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevî işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi, tarih boyunca bütün iflâs etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Dolayısıyla inançsızların hakk, doğruluk ve dürüstlük hakkında her zaman aynı tedirginliği duymaları ve aynı tepkiyi vermeleri bu sebepledir. Nitekim bu örneklerin verilmesi sûretiyle doğru yola çağırılan o günün Mekke ileri gelenleri de aynı görüşte idiler.
91,92) Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şu'ayb'ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış/zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şu'ayb'ı yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular.
İman edenleri ziyana uğramak ve perişanlık ile tehdit edenler, Allah'ın şaşmaz adaletinin tecellisi sonucunda kendileri perişan olmuşlar, asıl ziyana kendileri uğramışlardır. Bu âyette anlatılanlar, Allah'ın elçileri ile gönderdiği mesaja sırt çeviren, Allah'ın kendilerine tanıdığı bu fırsattan yararlanmayan ve sapkınlıklarında ısrar edenlerin bu kaçınılmaz sonuçtan kurtulamayacaklarına dair o günün Mekkelilerine ve bugünün insanlarına çok ciddî bir mesajdır.
93) Bunun üzerine Şu'ayb, onlara sırt çevirdi ve: "Ey toplumum! Ben size Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, durum böyleyken kâfirler toplumuna; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden bir topluma nasıl tasalanayım?" dedi.
Şu‘ayb peygamberin felâketin ardından kavmi ile yaptığı bu konuşma, Medyen halkının tümüyle yok edilmediklerini göstermektedir.

Şu‘ayb peygamberin kıssası ileride; Hûd/84-95 ve Şu‘arâ/176-191’de gelecektir.
94,95) Biz hangi kente bir peygamber gönderdiysek, onun halkını kesinlikle yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; sonunda çoğaldılar ve "Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.
Bu bölümde önce bu surenin 55, 56. Ayetlerini hatırlayalım da sonra bu paragrafı okuyalım. Burada Rabbimiz; mesajlarını dinletmek ve elçilerine uyulmasını sağlamak için hangi yolları kullandığını; insanların tâğûtlaşmasını önlemek ve tâğûtlaşanlara hadlerini bildirmek için insanları nasıl denediğini açıklamaktadır. Âyetlere göre Yüce Allah, yalvarıp yakarmalarını bekleyerek belâ, sıkıntı, hastalık vs. musallat ettiği toplumların sıkıntılarını bir süre sonra kaldırmakta, onlara rahatlık, sağlık, mutluluk vermekte, hatta o toplumları mal, mülk ve evlâtça da çoğaltmaktadır. Ama insanlar başlarından geçenlerin sebeplerini ve bu olup bitenin arkasında Allah'ın olduğunu düşünmemekte, yaşadıklarının öteden beri olağan şeyler olduğunu, atalarının da bunları yaşadıklarını ileri sürmektedirler. İnsanların bu tutumu başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

77De ki: "Yakarışınız olmasa, Rabbim size değer verir mi ki de siz, kesinkes yakarmadınız, yalanladınız? Artık yakarmama, yalanlama sizin ayrılmazınız olacaktır; kendinizi bu durumdan kurtaramayacaksınız." (Furkan/77)

10,11Şimdi sen, göğün, apaçık bir kıtlık getireceği günü gözetle. O kıtlık insanları sarıp sarmalar. Bu, elem verici bir azaptır.

12Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Şüphesiz biz artık kesinlikle inananlarız.

13,14Nerede onlarda öğüt almak? Hâlbuki kendilerine açıklayıcı bir elçi gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve "Öğretilmiş bir deli/gizli güçlerce desteklenen biri!" dediler.

15Şüphesiz Biz azabı birazcık kaldırırız, siz kesinlikle dönenlersiniz.

16En büyük bir yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphesiz Biz, suçluyu yakalayıp ceza vererek adaleti sağlayanlarız. (Duhan/10- 16)

42Ve andolsun, senden önceki önderli toplumlara elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk; yoksulluk ve sıkıntılarla çeviriverdik.

43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi.

44Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular. [En‘âm/42-44]

Âyetlerde verilen mesaja göre, Rabbimizin denemeye tâbi tuttuğu insanlardan beklediği, azap ile karşılaşmadan önce akıllarını başlarına alıp iman etmeleridir. Çünkü azapla, belâ ve musibetle yüz yüze geldiğinde insanın iman etmesi bir işe yaramamaktadır:

158Meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin gelmesinden, ya da Rabbinin bazı alâmetlerinin/göstergelerinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Rabbinin alâmetlerinden/göstergelerinden bazısı geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir yarar sağlamaz. De ki: "Bekleyiniz; şüphesiz biz de bekleyicileriz." [En‘âm/158]

Hatırlanacak olursa bu tür iman Kıyamet sûresi'nde karşımıza çıkmış ve "iman-ı ye’s" olarak adlandırılmıştı.

Tarihî kaynaklara göre, bu sûre, Mekke ve çevresinde gerçekleşen ve "ileri gelen" kesimin de etkilendiği bir kıtlık döneminde inmiştir. İnsanların o dönemde hayvan leşleri ve derileri yemeye başladıklarını kaydeden kaynaklar, çaresiz kalan Mekkelilerin Ebû Süfyân önderliğinde Peygamberimize gelerek başlarındaki kıtlık belâsının uzaklaştırılması için Allah'a dua etmesi ricasında bulunduklarını yazmaktadır. Fakat Allah'ın kıtlığı kaldırıp uzaklaştırmasından sonra işlerin yavaş yavaş yoluna girmesiyle birlikte Mekkeli kodamanlar eskisinden daha küstahlaşmışlar ve kalpleri birazcık imana meyletmiş olanları şu sözlerle engellemeye çalışmışlardır: "Kıtlık ve yokluk hayatın cilveleridir, bu durum Muhammed gelmeden önce de insanlara musallat olan bir hâldir. Bundan dolayı, kıtlığın tekrar gelmiş olması nedeniyle o'nun tuzağına düşmeyin. Babalarımız, ecdadımız da kıtlık ve bolluk dönemlerini yaşamışlardı."

Rabbimizin bolluk ve darlık vererek insanlara uyarıda bulunduğu, ibret alınması için Kur’ân'da birçok kez dile getirilmiştir:

112Ve Allah bir kenti misal olarak verdi: Bu kent, güvenli, huzurlu idi ve oraya her bir yerden rızkı bol bol gelirdi. Ne var ki, onlar Allah'ın nimetlerine karşı iyilikbilmezlik ettiler. Allah da onlara, yapıp ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku elbisesini/felâketini tattırıverdi. [Nahl/112]

75Ve eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, kesinlikle iyice körleşerek azgınlıklarında büsbütün direnirlerdi.

76Ve andolsun, Biz onları azap ile yakaladık; buna rağmen Rablerine boyun eğmediler ve Allah'a karşı zeliller olduklarını hiç göstermediler.

77Ta ki üzerlerine, azabı çok şiddetli bir kapı açtığımız zaman, bir de bakarsın ki onlar orada ümitsiz kalmışlardır! [Müminûn/75-77]

Burada Kehf/32-44 ve Sebe/15-19. Ayetlerde anlatılanlar da dikkate alınmalıdır.

Tekrar tekrar yapılan bu uyarılara rağmen insanların bunları dikkate almadığı, 95. âyetteki
atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu ifadesinden anlaşılmaktadır. Böylece, uyarıcıyı dikkate almayan ve şımaran toplumların helâk edilme gerekçesi ve kaçınılmazlığı açıklanmış olmaktadır.

NEBİY: 94. âyetteki النّبىّ[nebiy] sözcüğü, Kur’ân'da ilk kez bu âyette geçmektedir. Gerek bu sözcük, gerekse bu sözcüğün anlamdaşı olan resûl sözcüğü, Türkçe'de genellikle Farsça kökenli olan "peygamber" sözcüğü ile ifade edilmektedir

النّبىّ[nebiy] sözcüğü, نبأ[nebe’=haber] sözcüğünden türemiş olup "haberci" demektir. Ancak nebiy sözcüğünün türediği nebe’ sözcüğü, –Kamer sûresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi– Kur’ân'da hep çok ciddî konulardaki haberler için kullanılmıştır. Bu durumda nebiy, "önemli, ciddî haberleri veren kişi" demek olmaktadır. Nitekim nebiy sözcüğü Kur’ân'da sadece peygamberleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü peygamberler sıradan haberleri değil, Allah'ın kendilerine vahyettiği; geçmişteki büyük olaylara, geleceğe, ölüme, ölüm ötesine [mahşere, dirilmeye, cennet ve cehenneme] dair haberleri vermişlerdir.

Bazı araştırmacılar
nebiy sözcüğü ile, aynı kişiyi işaret etmesi bakımından eş anlamlı olan resûl sözcüğü arasında bir takım farklar olduğunu açıklamaya çalışmışlarsa da, bunların pek ciddî farklar olmadıkları görülmektedir.

Bazı Batılı araştırmacılar ise
nebiy sözcüğünün İbrânice "nabbi" sözcüğünden geldiğini kabul etmişlerdir. Oysa nebiy sözcüğü, hem şekil hem de kök anlamı itibarıyla tamamen Arapça bir sözcüktür.

96) Ve eğer o kentlerin halkı inansalar ve Allah'ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik.
İnsanlığa yapılan uyarının devam ettiği bu âyet, sûrenin başında (4-5. âyetlerde) yer alan uyarı ifadelerinin tefsiri mâhiyetindedir.

İnanan ve takvâ sahibi olanlara yönelik olarak söylenen "gökten ve yerden bolluk açma" ifadesi, bol yağmurun yağdırılması ve yeryüzünden her türlü ürünün bol bol elde edilmesi anlamına gelmektedir. Bu ifade ile takvâlı kimselerin dünyada da her türlü nimete nail olacakları müjdesi verilmektedir. Bu, tarım toplumlarının iyi anlayabilecekleri bir müjdedir.

Âyetteki
Biz de onları kazanmakta oldukları şeyler sebebiyle [yaptıklarına karşılık] yakalayıverdik ifadesi, helâk olanların kendi sonlarını kendilerinin hazırladığını, onlara herhangi bir şekilde hakksızlık yapılmadığını anlatmaktadır.
97,98,99) Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti anlamsız işlerle uğraşırlarken onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah'ın ince plânından güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah'ın ince plânından kendini güvende görmez.
99. âyette geçen مكراللّه[mekrellâhi=Allah'ın ince plânı, cezalandırması] ifadesi genellikle "Allah'ın tuzağı" olarak çevrildiğinden, ister istemez insanların aklına "Allah tuzak kurar mı?" sorusu gelmektedir. Hatırlanacak olursa, bu konuyu Târık/16'da geçen كيد [keyd] sözcüğü münasebeti ile tahlil etmiş ve bu ifadenin Allah'ın tuzak kuracağı anlamına değil, yapılan müşâkele sanatı çerçevesinde "Allah'ın tuzak kuranlara ceza vereceği" anlamına geldiğini belirtmiştik.

Buradaki مكر[
mekr] sözcüğü ise, "Allah'ın insanlar için belirlediği fırsat verme, mühlet tanıma plânı" anlamına gelir ki, bu, Allah'ın sünnetidir, değişmez yasasıdır:

21Ve insanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında onların bir plânı vardır. De ki: "Plân bakımından Allah daha çabuktur." Şüphesiz ki elçilerimiz plânladığınız şeyleri yazıp duruyorlar. [Yûnus/21]

42,43Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın.

44Ve yeryüzünde gezip de bir bakmadılar mı, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş? Hâlbuki onlar, kuvvetçe kendilerinden daha çetin idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah'ı âciz bırakan hiçbir şey yoktur. Kesinlikle O, en iyi bilendir, en güçlü olandır.

45Ve eğer Allah, kazanmakta oldukları şeyler dolayısıyla insanları sorgulayıp cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde küçük-büyük hiçbir canlıyı bırakmazdı. Velâkin onları, adı konmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda süre sonları geldiği zaman da artık şüphesiz Allah, Kendi kullarını en iyi görendir. [Fâtır/42-45]

22,23Ve eğer kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler, sizinle savaşsalardı kesinlikle Allah'ın öteden beri gelen kanunu/uygulaması olarak arkalarına dönüp kaçarlardı. –Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.– Sonra bir yol gösteren, koruyan yakın ve yardımcı da bulamazlardı. [Fetih/23]

99. âyet, bizim "öyleyse" diye çevirdiğimiz, "fa-i netice" tabir edilen ف[
fe] edatıyla başlamıştır. Yani, önceki âyetlerde şımarık toplumların helâk edilişleri anlatıldıktan sonra, söz, karşıdaki muhataba yöneltilmektedir: "Peki, geçmişte o kentleri Biz böyle helâk etmiştik. Öyleyse (Başta bu Mekke kenti ve çevresindeki kentler olmak üzere dünyadaki tüm kentler) Allah'ın mekrinden [ince plânından]güvende midirler?"

Âyetteki soru, cevabı beklenmeyen "istifhâm-ı inkârî"dir. Anlamı da olumsuz olup şöyle takdir edilebilir: "Hiçbir kent Allah'ın mekrinden güvende değildir. Her zaman onun imtihanı ve cezasıyla karşı karşıyadır."

99. âyetin son cümlesi olan
Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah'ın mekrinden [ince plânından] kendini güvende görmez ifadesi, bu yapılanın akıllı bir insanın yapacağı şey olmadığını, bunu ancak ziyana uğramış, yani aklını, düşünce gücünü kaybetmiş kimselerin yapabileceğini anlatmaktadır. Nitekim böyle davrananlar, akıllarının hilâfına hareket eden kâfirlerdir:

86,87Ya‘kûb dedi ki: "Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah'a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin, kesinlikle kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundan başkası Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez." [Yûsuf/86, 87]
100) Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki yapmadı mı: "Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler."
Bu âyette de hitap yine Kur’ân'ın muhataplarına, daha önce şımarıklıkları sebebiyle yok edilenlerin yerini alanlara, yeryüzünün şimdiki sahiplerinedir. Rabbimiz bu ifadesi ile sanki insanların "Allah bizi de öncekiler gibi niye kahretmiyor, niçin kalplerimizi mühürlemiyor, basiretimizi bağlamıyor, bunda bir şeyler olmalı" diye düşünmelerini ve kendilerine verilen fırsatlardan anlam çıkarıp akıllarını başlarına almalarını istemektedir.

Bu mesajı başka birçok âyette daha görmek mümkündür:

128Meskenlerinde gezip durdukları şu kendilerinden önce yok ettiğimiz bunca nesiller, onlar için kılavuz olmadı mı? Şüphesiz ki bunda akıl sahibi olanlar için nice deliller vardır. [Tâ-Hâ/128]

137Kesinlikle sizden önce uygulamalar gelip geçti. Hadi, yeryüzünde gezin de yalanlayıcıların âkıbetinin nasıl olduğunu bir görün. (Al-i Imran/137)

42,43Sakın şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yaptıklarından Allah'ın duyarsız/bilgisiz olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur.

44,45Ve sen insanları, azabın geleceği gün ile uyar. Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, "Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de senin davetine uyalım ve elçilere tâbi olalım." derler. –Daha önce siz, sizin için bitişin/tükenişin/yok oluşun olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz? Hem siz, şirk koşarak kendilerine haksızlık edenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl yaptığımız size apaçık belli olmuştu. Ve size örnekler de vermiştik.– [İbrâhîm/44-45]

98Ve Biz onlardan önce nice nesilleri değişime/yıkıma uğrattık. Onlardan herhangi bir kimse hissediyor musun? Yahut onlara ait hafif bir ses duyuyor musun? [Meryem/98]

Ve En‘âm/6,10, Ahkâf/25-27, Sebe/45, Mülk/18, Hacc/45-46.

Kalplerin mühürlenmesi, cehâlet sebebiyle işlenen suçların ve saplanılan önyargılar ile hevâya kapılma sonucu oluşan kibir eksenli çeşitli zafiyetlerin insan psikolojisinde meydana getirdiği bozulmalardır. Kalbi mühürlü hâle gelmiş insanlar kimseyi dinlemez, hiçbir şeye kulak vermez, zannları dışında doğru kabul etmez olurlar ve dolayısıyla da hakktan uzak kalıp gerçeği yakalayamazlar. (Kalplerin mühürlenmesi konusunda daha geniş açıklama için Tîn sûresi'nin tahliline bakılabilir.
101,102) İşte o kentler ki, sana onların önemli haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz. Andolsun ki peygamberleri onlara apaçık deliller ile gelmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları şeylere iman etmemiş idiler. İşte kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin kalplerinin üzerine Allah böyle damga basar/mühürler. Onların çoğunda, sözde durma ilkesini bulmadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış kimseler bulduk.
101. âyetin ilk cümlesi olan İşte o kentler ki, sana onların önemli haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz ifadesi ile bilgi verme üslûbundan canlı konuşma üslûbuna dönülmüş ve hitap Peygamberimize (dolayısıyla da bizlere) yönelmiştir.

Bu cümledeki
haberlerinden bir kısmı ifadesinden anlaşılıyor ki, burada anlatılanlar serüvenlerin tamamı değil, sadece bir kısmıdır. Ayrıca, ne geçmişte helâk edilen kentler burada sayılanlar kadardır, ne de geçmiş peygamberler burada bahsi geçen Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şu‘ayb peygamberlerden ibarettir. Yani, bize anlatılmayan birçok olay, bahsedilmeyen birçok kavim vardır.

110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız.

111Ve eğer Biz, şüphesiz onlara birtakım güçler indirseydik, onlara ölüler söz söyleseydi ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah'ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu cahillik ediyorlar. [En‘âm/110-111]

102. âyette konu edilen vefasızlık, sadece insan karakterinin özelliklerinden birini yansıtmaktadır. "İnsanın dara düştüğünde Allah'a yönelmesi, dardan kurtulduğunda ise nankörleşmesi" demek olan bu özellik, aslında insanın kendisiyle çelişmesidir. Bunun ayrıntıları ileride, 189- 195. âyetlerde yer alacaktır. Bazıları bu vefasızlığı, Yüce Allah'ın, güya, ruhlar âleminde (!) sorduğu "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna "Evet" diye cevap verenlerden çoğunun daha sonra dünyada bu cevaplarını inkâr etmeleri olarak yorumlarlar. Ancak 172-173. âyetlerde de görüleceği gibi, bu yorum doğru değildir.
103) Sonra o elçilerin/o toplumların arkasından Mûsâ'yı alâmetlerimizle/göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, alâmetlere/göstergelere haksızlık ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!
MÛSÂ PEYGAMBER:

Mûsâ peygamberin kıssası burada önceki kıssalardan hem farklı bir üslûpla hem de daha ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bize göre bunun sebebi, Firavun ailesinin bundan evvelki kavimlerden daha azgın ve zorba olması, Mûsâ peygambere verilen Âyetlerin evvelki peygamberlere verilenlere göre daha çok olması ve Mûsâ peygamber ile peygamberimiz arasındaki ortak noktaların çokluğudur.

FİRAVUN:

Başlangıçta yalnızca "krallık sarayı" anlamına gelen sözcük, İ.Ö. y.1570'te 18. sülâleyle başlayan Yeni Krallık döneminde bugün bilinen anlamını kazanmış, İ.Ö y.945'te başlayan 22. sülâle dönemine doğru da saygı belirten bir sıfat olarak benimsenmiştir. Hiçbir zaman kralın resmî unvanı olarak kullanılmadığı hâlde, terim o dönemden sonra bütün Mısır krallarını belirten genel bir Âd durumuna gelmiştir. (... ) Mısırlılar firavunlarının tanrı olduğuna inanırlar, onu Gök Tanrısı Horus ile Güneş tanrıları Ra, Amon ve Aton'la özdeş tutarlardı. (... ) Kutsal bir hükümdar olan Mısır kralı, maat'ın (tanrıların kurduğu düzen) koruyucusuydu. Ülke topraklarının büyük bölümü firavunun mülküydü; bu toprakların kullanımını da doğrudan o yönetiyordu. Kullarına adalet dağıtan firavunun iradesinin üzerinde başka bir irade yoktu. Kral ülkeyi kararnamelerle yönetirdi ama adil bir yönetim sağlayabilmek için bazı sorumluluklarını devretmek zorundaydı. [Ana Britannica, c. 12, s. 235] Çıkış [Eksodus] için en olası tarih İÖ y. 1290'dır. Bu varsayımla Çıkış'ta (1:2 – 2:23) sözü edilen zâlim firavun I. Seti (hd İÖ 1318 – 04), Çıkış dönemindeki firavun da II. Ramses'tir (hd y. 1304 – 1237). [Ana Britannica, c: 23, s: 217]

Âyetteki "
Mûsâ'yı alâmetlerimizle; göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, onlara [alâmetlere/göstergelere] zâlimlik ettiler" ifadesinin manası, "Onlar Elçiliğin, göstergelerin hakkını vermediler. O göstergeler ile akıllarını başlarına toplamaları gerekirken akılsızlık ettiler" demektir. İlerideki Âyetlerde Firavun ve avenesinin Mûsâ peygambere verilen ayetleri "Bu bir sihirdir" demek sûretiyle hafife alıp gülüp geçtikleri görülecektir.

101Ve andolsun Biz, Mûsâ'ya apaçık dokuz; birçok âyet [alâmet/gösterge] verdik –işte İsrâîloğulları'na soruver–. Hani Mûsâ, kendilerine geldi de Firavun o'na, "Ey Mûsâ! Ben senin büyülenmiş olduğunu kesinlikle biliyorum" demişti. [İsra/101]

8-12Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: "Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden arınıktır!

"Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ım!

"Ve birikimini ortaya koy!"
–Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

"Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır." [Neml/8-12]

Âyetin son cümlesi olan,
Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu! ifadesi, "bu kıssayı iyi anlayın ve belleyin" anlamında peygamberimize ve onun şahsında tüm insanlara yönelik bir sesleniştir. Kur'ân'da buna benzer mesajlar vardır:

14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– [Neml/14]
104,105) Ve Mûsâ, "Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında haktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâîloğulları'nı gönder benimle" dedi.
Kıssanın hemen başında belirtilmesi gerekir ki, Mûsâ peygamber Firavun'a gittiğinde İsrâîloğulları Mısır'da köleleştirilmiş olarak ağır işlerde çalıştırılmaktaydı. Kur'ân'daki bilgilere dayanarak İsrâîloğullarının Mısır'a ilk yerleşmelerinin Yûsuf peygamber zamanında olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yûsuf peygamberin Mısır'a yerleşmesini takiben anası, babası ve kardeşleri de Mısır'a gelip yerleşmişlerdi. Ne var ki, nüfusu çoğalan İsrâîloğullarının yerleştikleri bu yeni ülkenin halkı içinde asimile olmamaları zamanla Mısır idarecilerini rahatsız etmiş ve onları "ikinci sınıf insan/vatandaş" olarak görmeye, köle muamelesi yaparak onurlarını aşağılamaya yönelmiştir. Bu süreçte İsrâîloğulları her türlü kötü muameleye maruz bırakıldıkları gibi, düşünce ve inanç özgürlükleri de ellerinden alınmıştır. Doğumundan itibaren Mûsâ peygamberin tüm serüveni, Tâ-Hâ, Kasas, Neml ve Şu'arâ Sûrelerinde daha ayrıntılı olarak verilecektir. Burada sadece önemli noktalara değinilmiştir.

104-105. Âyetlerden, Mûsâ peygamberin Firavun'u hakka davet etmek ve İsrâîloğullarını kölelikten kurtararak Mısır'dan çıkarmak gibi özel bir görevle gönderildiği anlaşılmaktadır.
106) Firavun, "Eğer bir alâmet/gösterge ile geldiysen, getir hemen onu, tabii eğer doğru kimselerden isen" dedi.
Tabii eğer doğrulardan isen ifadesi, "Eğer sen doğruluğu herkes tarafından bilinen ve kabul edilen gerçek peygamberler zümresinden isen hemen getirdiğin göstergeyi ortaya koy, göster" anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi, Firavun burada Mûsâ peygambere karşı henüz bir haksızlık yapmamış, normal olarak herkese davrandığı gibi basit bir sorgulamada bulunmuştur.

107,108) Bunun üzerine Mûsâ, bilgi birikimini[#107] ortaya attı, o da birdenbire apaçık bir "silip süpüren"[#108] kesiliverdi. Gücünü de sıyırıp açığa koydu; artık gücü, izleyenler için mükemmel, tam kusursuzca idi.[#109]
Kur’ân'daki Mûsâ kıssalarının doğru anlaşılması için, İsrâîliyatın etkisiyle oluşmuş peşin kabullerin aşılıp bu kıssalarda kullanılan sözcüklerin gerçek anlamının tesbit edilmesi gerekir. Bunlardan biri olan asâ sözcüğü, nüzûl sırasına göre ilk olarak burada [A‘râf sûresi'nde] geçtiğinden bu sözcüğün burada tahlil edilmesi uygun olur:

عصا [
‘asâ] sözcüğü, aslında إجتماع[ictimâ‘/toplanma] ve إئتلاف[i’tilâf/uyuşma] demektir. ‘Asâ sözcüğü, el ve parmaklar üzerinde toplandığı için (telli çalgılardan) "ud"a isim olmuştur. Esmai, bazı Basralılardan şöyle nakleder:

Baston'a,
‘asâ ismi verilmesinin nedeni, el ve parmakların üzerinde toplanmasıdır. Bu sözcük Arapların toplumu, hayır ya da şerr bir şey üzerine topladıkları zaman dedikleri عصوت القوم[‘asavtu'l-qavme], اعصوهم [a‘suhum/toplumu bir araya getirdim, onları bir araya getirin] deyişlerinden gelmektedir.

Asânın bırakılması ifadesi, mecâzen, "yolculuğun bitmesi, yolcunun gideceği yere varıp direklerini dikerek çadırını kurması; yerleşmesi" demektir. [Lisân, "‘Asâ" mad.; Tâc, "‘Asâ" mad.]

Bu açıklamalara göre
‘asâ sözcüğü, "birikim-sıkı tutulan" demek olup bu anlamıyla "Kur’ân" sözcüğünün de karşılığıdır. Bunun, "baston"a isim olması da, sadece el ve parmakların üzerinde toplanması değil, "üzerine dayanmak, yaprak silkelemek, silah, kazma olarak kullanmak vs. gibi birçok yararın da toplanması"dır.

Bu sözcük Mûsâ'ya izafe edildiğinde, "Mûsâ'nın birikimi, Mûsâ'nın kuvvetle tuttuğu [sıkı tuttuğu]" demek olur, ki bu da, –âyetlerden de anlaşılacağı üzere– "Mûsâ'ya yapılan vahiyleri ve Mûsâ'nın deneysel bilgi birikimi"ni ifade eder. Nitekim Bakara/63, 93; A‘râf/145, 171; Meryem/12'den de
kuvvetle tutulacak şeyin, "kitap; ilâhî vahiy"ler olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Asâ sözcüğü Kur’an’da 6 kez geçer. Tâ-Hâ/18'deki, "çoban asâsı/değneği"ni; diğerleri ise, "Mûsâ'nın vahiy ve tecrübe ile öğrendiği bilgi birikimi"ni ifade eder. Mûsâ'nın Firavun'a alamet; gösterge göstermek, sudan geçmek ve taş kalpli İsrâîloğulları'nı adam etmek için kullandığı ‘asâ, "Mûsâ'nın bilgi birikimi; kendisine verilen vahiyler, o zamana kadar öğrendiği bilgiler ve edindiği deneyimler"dir. Mûsâ'ya vahyedilenlerin özeti ise, Tâ-Hâ/11-16'da, Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş vâdide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni seçtim; o hâlde vahyedilecek olan şeye; "Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ‘at [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. O nedenle ona [kıyâmete] inanmayan ve kendi hevasına uyan kimse seni, ondan [kıyâmete iman etmekten] alıkoymasın; sonra helâk olursunşeklinde vahyolunana kulak ver" diye verilmiştir. Anlaşılan o ki, Mûsâ bu ilkeleri tebliğ etmiş ve bunların kabulü için tartışmıştır, ki bu durum Kur’ân'da açıkça ortaya konmuştur:

79Ve Firavun, "Bana en bilgili, etkili söz söyleyen bilginlerin tümünü getirin!" dedi.

80Sonunda etkili söz söyleyen bilginler gelince, Mûsâ onlara, "Ne atacaksanız atın!" dedi.

81,82Onlar ortaya atınca da Mûsâ, "Sizin getirdiğiniz şey bir göz boyama/aldatmacadır. Şüphesiz, Allah onun boş ve asılsızlığını ortaya çıkaracaktır. Şüphe yok ki, Allah kargaşacıların işini düzeltmez. Ve Allah, günahkârların hoşuna gitmese de, hakkı, Kendi kelimeleriyle ortaya koyup gerçekleştirir" dedi. [Yûnus/79-82]

Görüldüğü gibi bu âyetlerde
‘asâ [Mûsâ'nın birikimi/sıkı tuttuğu şey], "Allah'ın kelimeleri" olarak tefsir edilmiştir.

107. âyette, "silip süpüren" diye çevirdiğimiz (Türkçe meallerde "ejderha" diye de çevrilen) sözcük,
su‘bân'dır. Bu sözcüğün kadim lügatlerdeki anlamları şöyledir:

ثعبان [su‘bân], "su ve kan akması anlamındaki ثعب[se‘ab] sözcüğünden gelir. Vâdide sel yataklarının kıvrım kıvrım olması, kıvrım kıvrım dere yataklarından suyun akması, sevgilinin uzun saçlarının kıvrım kıvrım olması da bu sözcükle ifade edilir. Bu sözcüğün çoğulu ثعبان[su‘bân] şeklindedir. Su‘bân sözcüğü tekil olarak da, "uzun, güçlü, fare avlayan yılan" anlamında kullanılır. [Lisânu'l-Arab, "Sab" mad.; Tâcu'l-Arûs, "Sab" mad.]

Demek ki
su‘bân sözcüğünün esas anlamı, "selin, önüne gelen her şeyi içine alıp sürüklemesi"dir. Fareleri avlayıp yutan yılana da bu ismin verilmesi, yılanın şekli, uzunluğu ve kıvrım kıvrım olması itibariyle dereye benzemesi ve önüne çıkan fareyi sel gibi yutması sebebiyledir. Mûsâ'nın birikiminin buna benzetilmesi de, ilâhî vahyin, her türlü beşerî plan ve desiseleri [bâtılı] yok edip yutmasındandır.

Âyetteki
su‘bân sözcüğü, ister "önüne geleni sürükleyen sel"; ister "fare avlayan yılan" anlamında ele alınsın, burada, Mûsâ'nın birikiminin, karşısındaki her şeyi silip süpürdüğü/yuttuğu, yani Mûsâ'nın ortaya koyduğu fikirlerin, bilgilerin, Firavun'un ve zînet günü yapılan müsabakada sihirbazlarının tezlerini çürüttüğü, iptal ettiği anlatılmaktadır. Çünkü vahyin önünde hiçbir şey duramaz. Bu nitelik Kur’ân için de birçok yerde zikredilmiştir:

1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. [Mürselât/1-7]

1-5O saflar hâlinde dizilen/dizen, sonra da haykırıp sürükleyen, haykırıp sürükledikten sonra da öğüt okuyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki sizin İlâhınız kesinlikle Bir Tek'tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir. [Saffat/1-5]

1-6O tozuttukça tozutanlar, arkasından ağırlığı taşıyanlar, sonra kolaylıkla akanlar, sonra da bir emri paylaştıranlar kanıttır ki şüphesiz tehdit olunduğunuz o şey, kesinlikle doğrudur. Şüphesiz yapılanların karşılıklarını verilmesi de kesinlikle gerçekleşecektir. [Zâriyât/1-6]

1-5Evrendeki çekim kuvveti, evrendeki itme kuvveti,

yıldızlar; galaksiler; güneş, ay ve bunların kendi eksenlerinde ve bağlı olduğu yıldız çevresindeki yörüngelerde yüzmesi, bu sayede gece, gündüz ve diğer yaşam koşullarının, med-cezirin, gece-gündüzün, mevsimlerin oluşması,

tüm canlı türlerinin ve bitkilerin yaşam koşullarının ayarlanması kanıttır ki

Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için sürekli sıkıntı, bunalım ve vicdan azabı vesilesi olan,

mü’minlere hem kolay, hem de kolaylaştıran, onlara müjdeler veren, onların mutlu olmalarını sağlayan,

elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran, hep öne geçen, önemseten ve kişisel ve sosyal tüm işleri ayarlayan, her işe ait emirlerinin, yasaklarının olması; ilkeler koyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki,

26şüphesiz bunda; "o gün, kişinin iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakıp/yaptıklarıyla yüz yüze gelip ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişinin, ‘Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım’ demesinde", saygıyla, sevgiyle bilgiyle ürperti duyacak kimseler için bir ibret vardır. [Nâziât/1-5, 26]

Bâtıl yok olucudur:

81Ve de ki: "Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olup gider." [İsrâ/81]

Bâtıl hakk ile yok edilir:

18Tam tersi Biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı size yazıklar olsun! [Enbiyâ/18]

108. âyette geçen ve "Mûsâ'nın elinin ışık saçması" şeklinde kabul edilen, yed-i beyzâ’ tamlamasını tahliline gelince:

يد [YED]

Âyette geçen ve genellikle "el" diye çevrilen يد[
yed] sözcüğü, mecâzen "kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü" anlamında kullanılır.

Burada konu edilen
güç, diğer âyetlerde [Neml/12, Kasas/32], "cebindeki/koynundaki güç" olarak nitelenmektedir. Bu güç ise, "Hârûn"dur.

بيضاء [BEYZÂ’]

Bu sözcükle ilgili şu bilgiler verilmektedir:

Biyz, "yumurta", beyaz da "yumurta rengi" demektir. Bu sözcüğün beyzâe kalıbı, "aşırı beyazlığı, parlaklığı" ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14-15. geceki görünümlerine beyzâ’ denir. Yed-i beyzâ’, tamlaması, "isbatlanmış, kanıt" demektir. [Lisânu'l-Arab, "Byz" mad.]

Bu açıklamalara göre bu sözcüğe, "bembeyaz" karşılığı verilebilir, ki bu da, mükemmellik ve kusursuzluğun mecâzî ifadesidir.

Yed'in/güc'ün, görenlere karşı bembeyaz [kusursuz, mükemmel] olmasıyla da, Hârûn'un ifade ve hitabet yeteneği kastedilmektedir. Tâ-Hâ/28'den açıkça anlaşıldığına göre Mûsâ peygamberin ifade yeteneği zayıftı. Mûsâ'nın bu zayıflığı, kardeşi Hârûn'un o'na vezir [sekreter, sözcü] olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bunu Tâ-Hâ sûresi'ndeki pasajda açıkça göreceğiz.

Mûsâ peygamberin bu Âyetlerde gösterdiği peygamberlik göstergelerinin Allah tarafından kendisine verilişi Kur'ân'da; Tâ-Hâ: 17–22), (Neml: 8–12, (Kasas: 30–32’de de konu edilir.

Rabbimiz, bu göstergeleri Mûsâ peygambere verdikten sonra, onu özel bir görevle Firavun'a göndermiştir:

10Bir vakit de Rabbin, Mûsâ'ya: "Git o yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma; 11Firavun toplumuna, hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecekler mi?" diye nida etmişti.

12Mûsâ: "Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. 13Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Hârûn'a da elçilik ver. 14Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım" dedi.

15Allah: "Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz. 16,17Haydi, ikiniz Firavun'a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları'nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin" dedi.

18Firavun: "Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? 19Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörlerden birisin de..." dedi.

20-22Mûsâ: "Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana yasalar-ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır" dedi.

23Firavun: "Âlemlerin Rabbi dediğin de nedir ki?" dedi.

24Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir."

25Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi.

26Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.

27Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi.

28Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi.

29Firavun: "Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım" dedi.

30Mûsâ: "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" dedi.

31Firavun: "Haydi hemen getir onu, eğer doğrulardan isen" dedi.

32Bunun üzerine Mûsâ, birikimini ortaya koyuverdi; bir de bakmışsın ki Mûsâ'nın birikimi, apaçık bir "silip süpüren"dir.

33Gücünü de çekti çıkardı; bir de bakmışsın ki o güç, izleyenlere çok mükemmel, hiç kusursuzdur.

34,35Firavun, yanı başındaki ileri gelenlere: "Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir etkin bilgin! Sizi etkin bilgisiyle topraklarınızdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?" dedi.

36,37İleri gelenler dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok etkin bilginleri sana getirsinler."

38Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.

39İnsanlara da, "Siz toplanıyor musunuz?" denildi.

–"
40Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!"–

41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun'a: "Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?" dediler.

42Firavun: "Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız" dedi.

43Mûsâ onlara, "Ortaya koyun ne koyacaksanız!" dedi.

44Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini ortaya koydular ve "Firavun'un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız" dediler.

45Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!

46-48Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar:

"Biz, Âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn'un Rabbine iman ettik" dediler.

49Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden o'na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi kestireceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim!"

50,51Etkin bilginler: "Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz mü’minlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize mağfiret edeceğini; suçlarımızı bağışlayacağını umuyoruz" dediler.

63Sonra Mûsâ'ya: "Vur birikimini o bol suya/nehire!" diye vahyettik. Sonra o bol su/nehir yarıldı/barajlar yapıldı da, her bir parça baraj, ulular ulusu bir dağ gibi oluverdi.

52Ve Biz, Mûsâ'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar, şüphesiz siz takip edilenlersiniz" diye vahyettik.

53-56Derken Firavun da şehirlere toplayıcıları gönderdi: "Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz." 60Sonra Firavun ve adamları güneş doğarken onların ardına düştüler.

61İki topluluk birbirini görünce, Mûsâ'nın ashâbı "Şüphesiz biz, kesinlikle kıstırıldık" dediler.

62Mûsâ: "Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir" dedi.

64Ötekilerini de oraya yaklaştırdık.

65,66Ve Mûsâ ve beraberindekilerin hepsini kurtardık, sonra da ötekileri suda boğduk.

57-59Sonunda Biz, Firavun ve toplumunu bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamdan çıkardık. İşte böyle! Ve sonra onlara İsrâîloğulları'nı mirasçı/son sahip yaptık. 67Şüphesiz bunda kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdi. 68Ve şüphesiz ki Rabbin, kesinlikle en üstün olanın, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. [Şuara,10- 51, 63, 52- 56, 60- 66, 57- 59, 67, 68]

Görüldüğü gibi, 107-108. Âyetler Mûsâ peygamberin Allah'tan aldığı alametleri; göstergeleri Firavun'a göstermesini dile getirmektedir.

107. Âyette "Silip süpürenin" مبين
- mübin = apaçık sıfatıyla yer almasından anlaşıldığına göre, bu mu'cize sihir gibi bir anda olup bitiveren bir göz aldatmacası, olmayıp herkesin açık açık kabul ettiği gerçekler olduğudur.

İşin gerçeği bu olmasına rağmen Müslümanlar arasındaki peşin kabul, Kitab-ı Mukaddes’ten kaynaklanmaktadır. Bu olaylar Kitab-ı Mukaddes'in Çıkış/4. Babında yer alır. İlgi duyanlar oraya bakmalıdır.
109,110,111,112) Firavun'un toplumundan ileri gelenler, "Kesinlikle bu çok bilgili büyüleyici, etkin bir bilgindir.[#110] O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor" dediler. Firavun, "O hâlde siz ne emredersiniz?" dedi. Onlar: "Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginleri sana getirsinler" dediler.
Mûsâ peygamberin burada ismi verilmeyen kardeşi, konuyla ilgili diğer Âyetlerden öğrendiğimize göre, Hârûn'dur. Mûsâ peygamber ile kardeşi Hârûn'un muhatapları ise, konuşmalardaki çoğul ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Firavun ve kavminin ileri gelenleridir. Firavun, Mûsâ peygamber ile ilgili kararları kendi suç ortakları olan ileri gelenler kesimi ile istişare ederek vermekte, onlara danışmadan tek başına hareket etmemektedir.

MÛSÂ PEYGAMBERİN FİRAVUN İÇİN TEHLİKE OLUŞU:

Sihirbazlığın Mısır'da yaygın ve dolayısıyla sihirbazların fazla sayıda olmasına rağmen Mısır ileri gelenlerinin Mûsâ peygamber hakkında
Muhakkak bu çok bilgili bir sihirbazdır. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor demeleri ve onu kendileri için büyük bir tehdit olarak kabul etmeleri ilginçtir. Çünkü Mûsâ peygamberin gösterdiği mu'cizeler -ne kadar etkilenseler de- neticede onların gözünde bir sihirdir ve Mısır'da sihirle uğraşan pek çok sihirbaz bulunmaktadır. Üstelik Mûsâ peygamber köleleştirilmiş İsrâîloğullarının bir ferdidir. Köle soyundan gelen birinin pek çok kişi tarafından yapılan bir işi yapıyor olması, onun bu derecede bir tehdit olarak algılanmasını gerektirmemektedir.

Bizim görüşümüze göre, saray çocuklarıyla birlikte eğitim almış olan Mûsâ peygamberin temiz, güçlü bir karaktere ve üstün yeteneklere sahip olduğunu bilen Mısır ileri gelenleri, âlemlerin Rabbinin Elçisi olduğunu iddia eden Mûsâ peygamberin, taleplerinde geri adım atmayacağını ve kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayacağını anlamışlardır. Böyle bir peygamberin varlığı ve onun çevresinde kendisine inananlardan oluşmuş bir halk kitlesinin toplanmış olması ise, yönetim düzeni dâhil mevcut hayat sisteminin tamamen değişmesi, yani tam bir inkılâp demektir. Mûsâ peygamberin bir tehdit olarak algılanmasının asıl sebebi budur.

Bu konu Mü’min suresinde şöyle açıklanır:

26Ve Firavun: "Bırakın beni, öldüreyim Mûsâ'yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben onun sizin dininizi değiştirmesinden veyahut bu yerde/ülkemizdeki kargaşayı ortaya çıkarmasından; bozguncu düzenimizi deşifre etmesinden korkuyorum" dedi. [Mü’min/26]

Bir diğer sebep de, Mûsâ peygamberin gösterdiği göstergeler karşısında ileri gelenlerin onun sıradan bir sihirbaz olmadığını anlayarak dehşet ve korkuya kapılmaları ve onun arkasında gerçekten doğaüstü bir gücün olduğuna inanmalarıdır. Gerçekten de Mûsâ peygamberi sıradan bir sihirbaz olarak görmüş olsalardı, kesinlikle ondan korkmaz, büyük değişimleri gerçekleştirebileceğinden tedirgin olmaz ve onu kendileri için yakın bir tehlike saymazlardı. Çünkü sihir hiçbir zaman devrimci hareketlerin ateşleyicisi olmamış, hiçbir sihirbaz da sihir gücüyle yönetime el koymamıştır.

İleri gelenlerin uyarılarından hemen sonraki gelişmeleri Tâ-Hâ Sûresinden öğreniyoruz:

57,58Firavun: "Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun" dedi.

59Mûsâ: "Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir" dedi.

60Bunun üzerine Firavun sırt çevirdi de düzenlerini-planlarını topladı, sonra geldi. [Tâ-Hâ: 57–60]
113,114) Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun'a geldiler: "Eğer galip gelen/yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/olacak mı?" dediler. Firavun, "Evet" dedi, "siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da."
113. Âyette sihirbazların sözlerini ihtiva eden cümle "haber cümlesi" niteliğindedir. Aynı sözlerden oluşan Şu'arâ Sûresi'nin 41. Âyetinde ise bir "soru cümlesi" niteliğindedir. Bazı kurralar bu Âyetteki إنّ - inne sözcüğünü ائن - einne olarak okumak sûretiyle bu Âyeti de "soru cümlesi" hâline getirmişlerdir. [Râzi; Mefatihu'l-Gâyb] Ancak biz bu cümleyi "haber cümlesi" olarak değerlendiriyoruz. Buna göre, Firavun’un bilginlerinin sözleri Biz galip gelirsek bize büyük bir ödül vereceksin değil mi? şeklinde Firavun'la pazarlık yapar mahiyette değil, kazandıkları takdirde ünlerinin yayılıp işlerinin artacağı ve Firavun tarafından da fazlasıyla ödüllendirilecekleri inancını yansıtan, kısaca bu işten büyük bir kârla çıkacakları şeklindeki kanaatlerini bildirir mahiyettedir.

Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin sözleri içinde geçen اجرا - ecren sözcüğünün nekre [belirtisiz] olması, sözcüğün anlamına çokluk ve büyüklük kazandırdığı için "büyük bir karşılık, ödül" olarak çevrilmiştir.

Bu hadisenin başka Âyetlerdeki anlatımlarından olayın bazı bölümlerinin burada hazfedildiği anlaşılmaktadır. Mesela
Şu'arâ Sûresi'ndeki anlatımda Firavun'un kavmin ileri gelenlerinin görüşleri doğrultusunda civar şehirlere haberciler, toplayıcılar saldığı ve çok sayıda sihirbazı gösteri meydanına getirttiği ifade edilmektedir. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin 113. Âyette nakledilen eğer galip gelen biz olursak, gerçekten, bizim için büyük bir ücret [ödül] olacak/olacak mı? şeklindeki sözleri, bu toplantı anında söylenmiş sözlerdir. Firavun'un onları tasdikledikten sonra bir de onlara Siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da demesi ise, bu sözde bilginlere beklentilerinin çok üstünde bir ödül vaat ettiğini göstermektedir: Saray'a girmek ve sarayda yer almak gibi.

38Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.

39İnsanlara da, "Siz toplanıyor musunuz?" denildi.

–"
40Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!"–

41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun'a: "Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?" dediler.

42Firavun: "Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız" dedi. [Şu'arâ: 38-42]
115) Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler: "Ey Mûsâ! Sen mi tezini ortaya koyacaksın, yoksa tez ortaya atanlar biz mi olalım?" dediler.
116) Mûsâ: "Siz tezinizi ortaya atın" dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları kendi akıllarınca hizaya getirmek/adam etmek istediler. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.
117,118) Biz de Mûsâ'ya, "Sen de birikimini ortaya atıver" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.
117Biz de Mûsâ'ya, "Sen de birikimini ortaya atıver" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor.

BÜYÜK GÖSTERİ:

Daha fazla ayrıntı içermesi sebebiyle gösteriyi önce Tâ-Hâ Sûresinden takip etmekte yarar vardır. Örnek Âyet:

65Etkili bilginler: "Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım" dediler.

66Mûsâ: "Tam tersi, siz ortaya koyun" dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69Biz: "Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz" dedik. [Tâ-Hâ: 65–69]

Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin, centilmenlik gibi gözüken Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım sözleri, kendilerine duydukları güvenden kaynaklanmaktadır. Nitekim Tâ-Hâ Sûresindeki ifadelerden, çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin ileri sürdükleri tezlerle herkesi heyecanlandıran ve izleyenleri akılları sıra kendilerine bağlayacak bir gösteri sundukları anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ peygamberin önceliği onlara vermesi sayesinde halk, biraz önce etkilendikleri gösterinin aslında düzmece bir hünerden ibaret olduğunu görmüş ve böylece çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerın yaptıkları basit bir gösteri konumuna düşmüştür.

118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.
119) Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.
Gösteri onu düzenleyenlerin hüsranıyla bitmiş, plânları ters tepen ve halkın karşısında küçük düşen Firavun ve avenesi, yenilmiş ve kahrolmuş bir halde oradan ayrılmışlardır.
120,121,122) Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. "Âlemlerin Rabbine; Mûsâ'nın ve Hârûn'un Rabbine iman ettik" dediler.
Bu yenilginin Firavun ve yandaşlarını perişan ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü bin bir emek ve masrafla getirilen bilginler, yenildikleri yetmezmiş gibi bir de gösterinin sonunda Mûsâ peygambere inandıklarını söylemişlerdir. Bilginlerin derhal imana yönelmeleri, akıllı ve bilinçli kişiler olarak Mûsâ peygamberin gösterdiği Tevrat’tan aktardığı ayetlerin basit birer aldatıcı bilgi olmadığını hemen anlamış olmalarıdır. Zira bir şeyin mahiyeti; iyi olup olmadığı, en iyi bizzat o işin ustaları tarafından anlaşılabilecek bir durumdur.

Bilginlerin Firavun'a karşı bir meydan okuma mahiyetindeki
Mûsâ'nın ve Hârûn'un Rabbine iman ettik vurgulu sözleri, bilgi ile oluşmuş bir imanı göstermektedir. İmanlarını ikrar etmeden önce dile getirdikleri Âlemlerin Rabbine ifadesi ise, kendisini âlemlerin rabbi olarak gören Firavun tarafından yanlış anlaşılmasının önüne geçmek içindir.
123,124,125,126) Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: "Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin ayetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır." -"Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!"-
119. Âyette, Mûsâ peygamberin karşısına çıkarılan bilginlerin, ortaya konan ayetlerin sihir olmadığını anlayıp iman etmeleri üzerine, Firavun ve avenesinin gösteri mahallini terk ettiği bildirilmişti. Bu yenilgiyi kabul etmeyen Firavun, yeni oyunlar tertiplemek üzere tekrar sahneye çıkmıştır. Bilginlerin Mûsâ peygamberle el altından anlaşmış olduğunu iddia eder ve bilginlere tehditler yağdırır: "Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkilerinizi keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım; taş ocaklarında çalıştıracağım; zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. "

خلافHILAF/حلافHILAF

Kur’an’da duyarlı davranmamız gereken sözcüklerden bir tanesi de " خلافHılaf" sözcüğüdür. Bilindiği üzere ilk mushaflarda bu sözcük, noktasız ve harekesizdir. İlk Mushaflardaki noktasız ve harekesiz yazıyı, sözcüğün sonundaki harfi, tek nokta ile " فF" okumak mümkün iken iki nokta ile " قQ" okumak da mümkündür. Aynı zamanda kelimenin başındaki harfi, " جC", " حH" ve " خHI (noktalı ha)" olarak da okumak mümkündür.

Biz, konumuz ayette, şimdiki Mushaflardaki " خHı" harfiyle okunan " خلافHılaf" sözcüğü üzerinde duracağız.

Sözcüğü " خلافHılaf (noktalı ha; hı)" olarak ele alınca, "arka" anlamındaki " خ ل فhlf" kökünden türemiş olan bu sözcüğün anlamı, "tersine, karşısına, tam tersi olarak; arka arkaya" anlamına gelir. Bu sözcüğün birçok türevi (halef, halife, muhalif, muhalefet vs. gibi)Türkçemizde de kullanılır.

Nitekim. Tevbe/81 ve İsra/76’da "karşıt olarak", "senin ardından" anlamında yer alır.

"Hılaf" sözcüğünü noktasız " حلاف olarak okursak, bu sözcük, "yemin" anlamındaki " ح ل فh l f" den türemiş olur. Bu kökten gelme Kur’an’da on iki adet fiil ( يخلفنّyahlifünne, خلفتمhaleftüm, يخلفونyahlifune) bir adet de mübaleğa ismifail ( خلاّفhallaf) mevcuttur.

" حلافHılaf" sözcüğünün anlamı, "toplum arasında olan sözleşme, taahütleşme, ahitleşme," demek olup, "genellikle birlik, beraberlik, güç birliği konularındaki sözleşme" demektir. (Tac ve LİSAN)

"Ellerin ayakların kesilmesi" ifadesi, "insanın nimetlerden yararlanamaz hale gelmesi" anlamında bir deyime dönüşmüş olmalıdır. Türkçemizde de "bir şeyle ilgisini, ilişkisini kesmek" anlamında "
Elini ayağını (eteğini) kesmek (çekmek)" deyimi vardır. Bu deyimi " حلافHılaf" ile birlikte kullanınca; "sözleşmelerden, yapılmış taahhütlerden; vatandaşlık haklarından yararlandırmama, nimetlerden uzaklaştırma; ilişkisini kesme" anlamına gelmektedir.

Kur’an’da; A’raf/124, Ta Ha/71, Şuara/49’te yer alan "لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ "خِلَافٍ

ifadesinin anlamı. Size verilmiş sözlerden, sizinle yapılmış antlaşmalardan; vatandaşlık haklarından sizi yararlandırmayacağım; onlardan sizin ilişkinizi keseceğim" demek olur.

Nitekim Firavun ve bilginlerinin antlaşmalarını, A’raf/113, 114 ve Şuara/41, 42’de görmekteyiz.

A’raf/113, 114:

113,114Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun'a geldiler: "Eğer galip gelen/yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/olacak mı?" dediler. Firavun, "Evet" dedi, "siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da."

Şuara/41, 42:

41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun'a: "Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?" dediler.

42Firavun: "Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız" dedi.

Bu durumda Firavun, bilginlerin ellerini ayaklarını fiziki olarak kesmeyi değil yapılan sözleşmedeki haklardan ve diğer vatandaşlık haklarından mahrum etmeyi bildirmiş olmaktadır.

Bu tespitlerden sonra Kur’an’ın ceza hukuku ile ilgili Maide/33’teki maddelerden "اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ" hükmünün anlamı da " Bu suçu işleyen kimselerin vatandaşlık haklarından ve diğer sözleşmelerdeki haklarından mahrum edilmesi; ilgi ve ilişkilerinin kesilmesi"dir.

124. Âyetteki لاقطّعن
- leugattı'anne ve لاصلّبنّ - le-usallibenne sözcükleri, yapı itibarıyla "çokluk" ifade ettiği için sözcükler "kesilmenin" ve "sert muamelenin" en kötüsünü ifade etmektedir.

"Salb" sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklama Ta Ha/71. âyetin tahlilinde verilmiştir.

Ne var ki, Firavun'un bu şiddetli tehdidi, mu'cizeyi görüp aklı-selimleriyle imana yönelen sihirbazlar tarafından hiç umursanmamıştır. Aksine sihirbazlar,
Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizden intikam alman [cezalandırman] da sırf Rabbimizin Âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır diyerek Allah'a yönelmişler ve Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır dök [yağdır] ve canımızı Müslümanlar olarak al şeklindeki duaları ile teslimiyetlerini ortaya koymuşlardır.

Başka bir ifade ile gösteri öncesi biraz dünyalık peşinde olan sihirbazlar, ilâhî mu'cize karşısında hemen imana gelmişler ve bu imanlarını canları pahasına koruyacaklarını beyan etmişlerdir. Bu davranışlarıyla da, hakikati az bir dünyalıkla değiştirmeyi değil, karşılığı en büyük ödül
[cennet] olan hakikatin yanında yer almayı tercih etmişlerdir.

Sihirbazların bu cevapları, zımnen "
Senin bizi tehdit etmen umurumuzda bile değil. Nasıl olsa Rabbimize döneceğiz. Ölüm şeklimizin hiçbir önemi yok... Ha yataklarımızda ölmüşüz, ha senin tarafından doğranarak, asılarak ölmüşüz, sürgün edilmişiz, taş ocaklarına gönderilmişiz; bizim için fark etmez" anlamına gelmektedir. Senin bizden intikam alman [cezalandırman] da sırf Rabbimizin Âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır şeklindeki sözleri ise dolaylı olarak "Biz Rabbimize iman gibi önemli bir nedenden dolayı öldürülüyoruz; yoksa adî bir suçtan dolayı değil! Bu nedenle, niye tehdidini umursayalım?" mesajını içermektedir.

İyi bilinmelidir ki, eza, cefa ve mihnet, iman ve teslimiyet yolunda yürüyenlerin göze almaları gereken bir durumdur. Nitekim İbrâhîm peygamber de, peygamberimiz Muhammed peygamberde, Ashâb-ı Uhdud'ta bahsedilen müminler de, Yasir, Sümeyye, Bilâl gibi ilk Müslümanlar da hep aynı eza ve cefalara maruz kalmışlardır. Bu süreçler bundan sonra da böyle devam edecek, inananlar kendilerinden önceki örnekleri gibi daima çeşitli eza ve cefalarla karşılaşacaklardır:

186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. [Âl-i İmrân: 186]

39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere
–kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. [Hacc: 39-41]

4,5Uhdud'un/şiddetli tutuşturulmuş ateşin ashâbı öldürüldü: 6Hani onlar, onun üzerine oturmuşlar 7ve inananlara yaptıklarına tanık idiler. 8,9Mü’minleri cezalandırmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü, övgüye lâyık, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan ve her şeye tanık olan Allah'a inanmalarından başka bir şey değildi. [Bürûc: 4–9]

Gerçekten de kâfirlerin bu tutumları tarih boyunca süregelmiştir. Ancak sihirbazların sözlerini bildiren Âyetler, tehdit altındaki bir Müslüman'ın nasıl davranacağı konusunda iyi bir örnek durumundadır. Peygamberimizin arkadaşlarının savaşa giderken birbirlerine söyledikleri sözler de dikkat çekicidir:

51De ki: "Hiçbir zaman bize Allah'ın bizim için yazdığından başkası dokunmaz. O, bizim mevlamızdır. Onun için mü’minler, yalnızca Allah'a işin sonucunu havale etsinler." [Tövbe: 51]

123–126. Âyetlerdeki olayların Tâ-Hâ Sûresindeki anlatımı şöyledir:

70Sonunda bütün etkili bilginler, "Mûsâ ile Hârûn'un Rabbine iman ettik" demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.

71Firavun: "Ben size izin vermezden önce mi o'na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki sözleşmelerden; taahhütlerden ilişkinizi keseceğim ve kesinlikle hepinizi rahat ortamdan; kentteki işinizden, memuriyetinizden çıkarıp hurma tarlalarında tarım işçiliği yaptıracağım, taş ocaklarında çalıştıracağım, zorlu işlerde çalıştırarak yağınızı çıkaracağım; iliğinizi sömüreceğim. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz" dedi.

72,73Etkili bilginler: "Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır" dediler. [Tâ-Hâ: 70–73]
127) Firavun toplumundan ileri gelenler de, "Seni ve senin ilâhlarını/seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ'yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?" dediler. Firavun dedi ki: "Onların oğullarını öldüreceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kadınlarını utanca boğacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz."
Bu Âyette, Firavun sülâlesinden ileri gelenlerin Firavun'u tahrik ederek onu Mûsâ peygambere ve İsrâîloğullarına karşı kışkırttıkları görülmektedir. Firavun'un cevabı ise, Mûsâ peygamberi değil de İsrâîloğullarını hedef alması bakımından ilginçtir. Firavun'un Mûsâ peygamberi bir tarafa bırakıp İsrâîloğullarına karşı bir güçsüzleştirme plânlaması bize göre iki sebeple açıklanabilir: Firavun, ya halkının güçsüzleştirilmesi hâlinde Mûsâ peygamberin yalnız, desteksiz kalıp kendisine zarar veremeyeceğini düşünmüş ve onu hiç önemsememiştir, ya da getirdiği göstergelerden etkilenerek onun gerçekten Hakk elçisi olduğunu düşünmüş ve üzerine gitmeyi göze alamamıştır.

Firavun'un bu güçsüzleştirme plânı, İsrâîloğulları için yeni bir zulüm döneminin başlayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü buna benzer bir zulüm Mûsâ peygamberin doğumundan önce de İsrâîloğullarına uygulanmıştı.

4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi. (Kasas/4)

الإستحياءİSTİHYÂ

Kur’an’ımızda, üzerinde önemle durulması gereken sözcüklerden bir tanesi de " إستحياءİstihya" sözcüğüdür. Bu sözcük, A’râf/127, 141, Bakara/26, 49, İbrahim/6, Kasas/4, Ahzâb/53 (iki kerre), Mü’min/25’te olmak üzere dokuz yerde fiil formuyla (muzâri; geniş zaman ve şimdiki zaman kalıbıyla) geçmektedir.

Kalıp aynı olmasına rağmen genellikle Ahzâb/53’teki iki adet istihyâ ve Bakara/26’daki istihyâ "utanma, çekinme" anlamında; diğerleri de "hayatlandırma, hayatta bırakma" anlamında tercüme edilir. Böylece, Firavunun, israiloğullarının oğlan çocuklarını boğazladığı, öldürdüğü kız çocuklarını da sağ bıraktığı kabul edilir.

Biz daha evvel İsrailoğullarına uygulanan baskıları ifade eden ayetlerde geçen "zebh" ve "katl" sözcüklerinin mecaz anlamlarını dikkate alarak firavunun oğlan çocuklarını boğazlamadığını katletmediğini onları "niteliksizleştirerek mağdur ettiğini" açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’ân; A’râf/142. âyet tahlili)

Bu tahlilimizde de kadınlara yapılan " إستحياءİstihyâ" uygulamasını tahlil edeceğiz.

" إستحياءİstihyâ" sözcüğünün tahlili:

Kadim lügatlere ve kaynaklara baktığımızda Arapların " حh ىy ىy" harflerinden iki farklı fiil türettiklerini görüyoruz:

Birincisi, Sarf ilmine göre İkinci Bab: " حيَىَhayeye, يَحْيِىُyahyiyü, حيّاًhayyen, حياة hayâten ... çekimi olup canlanmak, hayatta olmak anlamındadır. (Bazı bilginler, "canlılık" anlamındaki bu şıkkın " وvav" harfiyle " ح ى وhyv" kökünden geldiğini onun için de Mushafta " صلوةsalât", " زكوةzekât" "sözcükleri gibi " وvav" harfiyle "حيوة". şeklinde yazıldığını açıklamışlardır.) (LİSAN ve TAC)

İkincisi, Sarf ilmine göre Altıncı Bab: " حَىِىَhayiye, يَحيِىُ yehyiyü حياءً hayâen..." çekimi olup, utanmak, ucuzluk, değersizlik anlamındadır.

"
Hayâ", kınanma ve tenkit edilme korkusu ile insanda meydana gelen bir moral bozukluğu ve hal değişikliğidir. Bu kelime,حياةlafzından türemiştir.نسى خشىdenildiği gibiحَيِىَ الرجل(Adam utandı) da denilir. Bir de aynı şekilde, atın diz kapağı kemikleri hastalandığı zaman, aynı vezinde,شطى الفرسdenilir. Hayâ, kendisine moral bozukluğu ve değişiklik arız olan varlığın kuvvetini kıran, hayatını kederlendiren şey manasına alınmışın Nitekim Araplar,مات حياءً هلك حياء من كذا ذاب حياء ورأيت الهلاك فى وجهه من شدة الحياء"Şundan utandığından dolayı kahroldu," "utancından öldü;" "yüzünde utancının şiddetinden dolayı kahrolma belirtisi gördüm" ve "utancından eridi " demişlerdir. (Razı: Bakara/26 açıklamalarından)

Kur’an’ımızda bu ifade إستفعالİSTİF’ÂL babının muzârisi (şimdiki zaman, geniş zamanı) kalıbıyla, istihyâ şeklinde yer alır. Bu kalıp, lazım (geçişsiz) filleri müteaddi (geçişli) yaptığından " حياءhayâ" utanmak sözcüğü, istif’âl kalıbında "utandırma, ucuzlaştırma, değersizleştirme" anlamına dönüşmektedir.

Kur’an ayetlerindeki sözcüklerin " النساءNİSÂ (kadınlar)" olduğunu ve " إستحياء istihyâ" sözcüklerinin " حياءhayâ" kaynaklı anlamlarını dikkate alınca kanaatimiz o dur ki, Firavun İsrailoğullarının kadınlarını da utanacakları, onurlarını kıracak birtakım işler yaptırtmak suretiyle itibarsızlaştırmaktadır, onları utanca boğmaktadır.

Bir de şu inceliği dikkate almalıyız: Kur’an’da geçen ifadeler " النساءNİSÂ (kadınlar)" sözcüğü olup " بناتBENÂT (kızlar)" sözcüğü değildir. Bu demektir ki, Firavun "İstihyâ" olayını yeni doğan kızlara değil erişkin kadınlara uygulamaktadır.

Ayetlerin, Firavun’un İsrailoğullarının kız doğan bebeklerini hayatta bırakmasıyla alakası yoktur. "İstihyâ" ayetlerini bu şekilde anlamak, Kasas/4’teki "mustazaflaştırma" ve Zuhruf/54’teki "hafifleştirme, hafife alma" yönündeki verilen bilgilere uygun anlayıştır:

Kasas4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

Zuhruf54Firavun kendi toplumunu etkisizleştirdi; niteliksizleştirdi de onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz onlar, hak yoldan çıkmış kimseler toplumu idiler.

Bu zulümleri uygulayanlar her ne kadar farklı firavunlar da olsalar, zulmetmekteki amaç ve kasıtları birbirinin aynıdır. Bu güçsüzleştirme planı, bu surenin 141. Ayeti, İbrahim/6 Mü'min/25 ve Bakara/49’da da dile getirilmiştir.

Firavunun planının konu edildiği ayetlerde güçsüzleştirme, "katl (öldürme)" ve "zebh (boğazlama)" ifadeleri yer alır. Bu ifadeleri bu surenin 141. âyetinde tahlil edip meali tespit edeceğiz.

Âyetteki آلهتك
- âlihetike = senin ilâhlarınısözcüğü, Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve Dahhâk tarafından ve ilâheteke = senin ilâhlığını şeklinde okunmuştur. Ubey kıraatinde ise bu Âyet, etezerü Mûsâ ve gavmehü li-yüfsidü fi'l-arzı ve kâd terakûke en ya'budeke = Mûsâ'yı ve kavmini onlar sana ibadeti terk etmiş oldukları hâlde, yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi terk edeceksin? şeklindedir.

FİRAVUN'UN İNANCI:

Kur'ân'da Firavun'un inancı konusunda bilgi edinilebilecek Âyetler mevcuttur.

51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zühruf: 51–53]

28,29Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: "Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o'nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah'ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?" dedi.

Firavun: "Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum" dedi.

30-35Yine o iman etmiş olan kimse: "Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb'ın günü benzerinden; Nûh toplumunun, Âd'ın, Semûd'un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size gelecek o çağrışma-bağrışma/kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah'tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o'nun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Sonunda o öldüğünde de, "Bundan sonra Allah, asla elçi göndermez" dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah'ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar" dedi. [Mü'min: 28–35]

Yukarıdaki Âyetler dikkatlice okunduğunda, Firavun'un Allah'ı ve melekleri inkâr etmediği anlaşılmaktadır. Fakat bazıları Firavun'un mübalâğalı iddiasına bakarak onun Allah'ı inkâr ettiği veya kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmışlardır. Oysa Firavun'un Allah'ı göklerin hâkimi olarak kabul ettiği, özellikle Zühruf Sûresi'nin 53. Âyetinden belli olmaktadır. Firavun'un reddettiği husus, Allah'ın Elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale etmesidir. Çünkü Firavun kendisini teoride bütün insanlığın siyasî anlamda rabbi [hâkimi] olarak görüyor ve hükümranlığını kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırıyordu. Nitekim bu konuya "Mısır Dini" başlığı altında yer vermiş olan Ana Britannica Ansiklopedisi, Eski Mısır'da firavuna tapınmanın, onun Tanrı'nın oğlu kabul edilmesi sebebiyle olduğunu ve firavunun ülkesini, Mısır tanrıları adına yönettiğini yazmaktadır. [Ana Britannica; c. 22 s. 37]

Sonuç olarak, bazıları tarafından ileri sürülmüş olan firavun'un kendisini gerçek ilâh ve Rabb yerine koyduğu tezi, hem Kur'ân'a hem de bilimsel araştırmalara uymamaktadır.

Mûsâ peygamberin Rabbini
her şeye hilkatini veren, sonra yol gösteren nitelikleriyle tanıtması üzerine, Firavun, Mûsâ peygambere, o güne kadar değişik yollar izlemiş olan eski kavimlerin âkıbetlerini sorma ihtiyacı duymuştur. Bize göre Firavun'un bu soruyla asıl söylemek istediği şey şudur:

"
Eğer her şeye ayrı ayrı yaratılışını verenden başka Rabb yok ise, yüzyıllardan beri başka ilâhlara tapan bizim atalarımızın hâli ne olacak? Tüm bu insanlar hatalı mıydı? Hepsi azabı mı hak etti? Onların aklı yok muydu?"

Firavun burada, eskiden beri herkesin yanlış inançlar peşinde koşmasının uzak bir ihtimal olduğundan hareket ederek, çoğunluğun gittiği yoldan gitmenin daha doğru olacağına kendisini ve çevresini inandırmak istemektedir. Hâlbuki Kur'ân, doğru yolda olanların daima azınlıkta kaldığını, çoğunluğun daima yanlış üzerinde, iman etmez ve nankör olduğunu bildirmektedir:

116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. [En'âm: 116]

16,17İblis, "Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın" dedi. [A'râf: 16–17]

105Ve göklerde ve yerde nice alâmetler/göstergeler var, onlar ondan yüz çeviren kimseler olarak üzerlerinden gelir geçerler. 106Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a iman etmezler. [Yûsuf: 105, 106]
128) Mûsâ, toplumuna dedi ki: "Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah'ın koruması altına giren kimseler içindir."
Mûsâ peygamberin zulüm altındaki halkına verdiği mesajı dile getiren bu Âyet sadece İsrâîloğullarına yönelik değil, aslında tüm insanlığa yönelik bir mesajdır.
129) Mûsâ'nın toplumu dediler ki: "Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da." Mûsâ dedi ki: "Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı değişime, yıkıma uğratacak ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirecektir. Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır."
İsrâîloğullarının Mûsâ peygambere serzenişte bulunarak eskiden beri gördükleri eziyetin o geldikten sonra da azalmadığı şeklindeki cevabı, Mûsâ peygamberin bir önceki Âyette yer alan mesajından pek teselli bulmadıklarını göstermektedir. Mûsâ peygamber onların bu sızlanmalarına Hûd, Sâlih ve Şu'ayb peygamberlerin -bu Sûrenin önceki Âyetlerinde- Allah, ...'dan sonra sizi halîfeler kıldı sözleriyle dile getirdikleri Allah'ın değişmez kuralını hatırlatarak cevap vermiştir:

Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk edecek ve sizi yeryüzünde halîfe kılacaktır.
[onların yerine koyacaktır] Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.
130,131) Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, "İşte bu bize aittir" dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.
130Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık.

Bu noktada, yukarıda geçen 94–96. Âyetlerin hatırlanmasında yarar vardır:

94,95Biz hangi kente bir peygamber gönderdiysek, onun halkını kesinlikle yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; sonunda çoğaldılar ve "Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.

96Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah'ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik. [A'râf: 94–96]

Âyette geçen سنين
- sinîn sözcüğü, dilbilimcilerin bazılarına göre"seneler", bazılarına göre de "kuraklıklar" anlamındadır. Sonuçta sözcük "senelerce kuraklık" anlamında kullanılır olmuştur. [Râgıp, el-Müfredât; Râzî, Mefâtihu'l-Gayb]

Senelerce kuraklık ifadesi tarımla uğraşan kesimin, ürün noksanlığı ifadesi de şehirde oturan tüccarın, memurun, yani Mûsâ peygambere karşı olanların sıkıntılarını, içine düştükleri ekonomik bunalımları ifade etmektedir.

131Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, "İşte bu bize aittir" dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.

Âyetteki "
uğursuzluğu olarak kabul ederler" diye çevirdiğimiz يطّيّر - yettayyeru sözcüğünün esas anlamı, "kuş uçurturlar" demektir. Araplar uğursuzluğu kuşlara bağladıkları için, "uğursuzluk" kavramı ile "kuşlar" bir anlamda özdeşleşmiş ve kuş uçurtmaifadesi sözlüklerde "uğursuzluk" karşılığı ile yer almıştır.

Arapların bu konuda yaptıkları özdeşleştirmeye örnek olabilecek kabullerinden bazıları şunlardır:

• Yemen tarafından gelen ve "
Sanih" diye adlandırılan kuşların uğurlu kabul edilmesine karşılık, Kuzeyden gelen ve "Barih" diye adlandırılan kuşlar uğursuz olarak kabul edilmiştir.

• Kuşların karşılıklı ötüşmelerinden veya zamansız ötmelerinden kötü anlamlar çıkartılmış, karga sesi ise "
ayrılık" olarak yorumlanmıştır.

• Bir ihtiyacın giderilmesi için yola çıkmak gerektiğinde, yuvasında bulunan bir kuşun ürkütülmesi âdet hâline getirilmiştir. Eğer kuş sağ tarafa doğru uçarsa yola çıkılır, sol tarafa uçarsa yola çıkılmaktan vazgeçilirdi. [Râzî, Mefâtihu'l Gayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân]

Aslında cahil kesimin peygamberleri uğursuzlukla itham etmeleri çok eskilere dayanmaktadır. Bu tür ithamlar Mûsâ peygamberden önce Sâlih peygambere de yapıldığı gibi, daha sonra peygamberimize de yapılmıştır:

47Onlar, "Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz" dediler. Sâlih, "Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz" dedi. [Neml: 47]

77,78Kendilerine, "Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin" denilenleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'a duydukları saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyarlar. Ve "Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz "bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar" bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile." Ve onlara bir iyilik isabet ederse, "Bu Allah'tandır" derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, "Bu sendendir" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır." Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar? [Nîsâ: 77-78]

Âyetteki onların uğursuzluğunun Allah katından olduğunu bildiren ifade, başlarındaki kıtlık, kuraklık, hastalık gibi musibetlerin Mûsâ peygamber ve ona inananlarla bir ilgisinin olmadığı, bu belâların kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı olarak Allah tarafından başlarına Mûsâllat edildiği anlamına gelmektedir.

132) Ve Firavun'un toplumu, "Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alâmet/gösterge getirsen de, biz sana inananlar değiliz" dediler.
Bu Âyet, son kararlarını açıklayan Firavun ve sülâlesinin, bâtıl üzerinde ısrar etmek sûretiyle ileri derecede bir yobazlık sergilediklerini göstermektedir. Çünkü bir ülkeye kıtlık getirmenin ve tüm halkını yoksul bırakmanın sihirle mümkün olabileceğini zannetmek -ki en cahil kişi bile bunun olmayacağını bilir- tam bir yobazlık örneğidir. Onların bu yobazlığı Neml sûresinde de dile getirilmiştir:

* Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, "Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır" dediler. Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– [Neml: 13–14]

Bazı kaynaklarda ise Mûsâ peygamberin, sihirbazları mağlûp etmesinden Firavun'un suda boğulmasına kadar geçen sûre içinde (Îbranî kayıtlarına göre 20 yıl) Kıptilerin arasında yaşadığı ve onlara değişik göstergeler göstererek davette bulunduğu yer almakta, bu Âyette sözü edilen göstergelerin de bunlar olduğu ileri sürülmektedir.
133) Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.
Bu Âyette Mısırlılara verilen cezalar sıralanmıştır:

Tufan: Sözcük anlamı itibarıyla "etrafı dolaşan, çevreleyen" demektir. İnsanı kuşatan, çevreleyen her türlü felaket için de kullanılır. [el-Müfredât; Tavf, Tufan mad.] Bu sözcükten "kolera tipi salgın hastalık" anlamı çıkaranlar da vardır. Ama sözcük "boğan su" anlamında meşhurlaşmıştır. Bundan da anlaşılan aşırı yağışlarla oluşan sel baskınlarıdır.

Çekirgeler: Başta ekinler olmak üzere bütün bitki örtüsüne zarar veren bir canlıdır. Anlaşıldığına göre bir çekirge istilâsı söz konusu olmuş, tarlalardaki, bağ ve bahçelerdeki tüm ürün mahvolmuş, çekirgeler onları açlığa mahkûm etmiştir. Haşere: Bit, pire, tahtakurusu, güve, kene, karınca gibi böcek türü yaratıklardır. Demek ki, Mısır halkı bir dönem de bunların istilâsına maruz kalmıştır.

Kurbağalar: Dere, göl gibi suların çevrelerinde ve bataklıklarda yaşayan hayvanlar olup bunların şehre gönderildiğine dair ifade, oluşan hortum afeti ile yaşadıkları yerlerden sökülüp şehrin üzerine yağdırıldıklarını düşündürmektedir.

Kan: Genellikle su kaynaklarının kana dönüşmesi tarzında yorumlanmışsa da, bunun Zeyd ibn-i Eslem'in öngördüğü gibi "burun kanaması" tarzında bir hastalık olarak anlaşılması bizce daha uygundur.

Yüce Allah tarafından Mısırlılara verilmiş olan bu belâlar, Kitab-ı Mukaddes'te 8-10. Bablarda zenginleştirilmiş olarak ve masalımsı bir anlatımla yer almıştır. İlgi duyanlar oradan okuyabilirler.
134) Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: "Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz" dediler.
Buradaki الرّجز - ricz = azap sözcüğü ile kastedilen belâ, 133. Âyette sayılan belâlardan daha farklı ve daha beter bir belâ olmalıdır. Çünkü Kıptiler bu azap başlarına gelince dize gelmişler ve bundan kurtulabilmek için Mûsâ peygambere ricaya gitmişlerdir.
135) Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.
Kıptilerin genel karakterlerinin açıklandığı bu Âyette, belâ onlardan uzaklaşır uzaklaşmaz, yeniden cezalandırılabileceklerini hesaba katmadan sözlerinden hemen döndükleri vurgulanarak ne kadar ahlâksız bir toplum oldukları ortaya konmaktadır.
136,137) Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/nehirde[#111] boğduk. O zaafa uğratıla gelmiş/güçsüzleştirilmiş olan toplumu da bereketlendirdiğimiz yerin her tarafına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları'na olan o pek güzel sözü,[#112] sabretmeleri nedeniyle yerine geldi. Biz de Firavun ile toplumunun yapageldikleri sınâî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlebir ettik.
136. Âyette, Firavun ve sülâlesinin birçok suçları bulunmasına rağmen, peygamberlerini yalanlamaları ve Allah'ın mesajını umursamamaları sebebiyle helâk edildikleri bildirilmiştir. Dikkat edilecek olursa, daha önceki kıssalarda helâk edildikleri bildirilen kavimler de aynı sebeple helâk edilmişlerdir.

137. Âyetteki يعرشون
- ya'rişûn sözcüğü, يغرسون - yağrisûn olarak da okunmuştur. [Râzi, Mefatihu'l-Gayb; Zemahşerî, el-Keşşâf] Bu takdirde anlam "dikmekte, yetiştirmekte oldukları ağaçlar" demek olur. Bundan da Rabbimizin, Firavun ve kavminin yaptığı ev, bina, diktikleri ağaç ve yetiştirdikleri bahçeleri yıktığı anlaşılır.

PEK GÜZEL SÖZ:

137. Âyette Rabbimiz, peygamberlerine inanarak onun tavsiyelerine uyan ve sabır gösteren İsrâîloğullarına lütfettiği şeyi "
pek güzel" söz olarak açıklamaktadır. Buradaki "pek güzel söz'ün" ne olduğu, başka Âyetlerde bildirilmiştir:

5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim. [Kasas: 5–6]

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah'ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz" dedi. [Mâide: 20-21]

25-27Onlar, bahçelerden, pınarlardan, ekinlerden, saygın makamlardan ve içinde safalar sürdükleri nice nimetlerden nicelerini bıraktılar.

28İşte böyle! Biz onları başka başka toplumlara miras bıraktık. [Duhân: 25–28]

Bazıları ise Allah'ın İsrâîloğullarına lütfettiği toprakların Mısır toprağı olduğunu, Kıptilerin çıkarılıp oraya İsrâîloğullarının yerleştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak Kur'ân'da buna dair bir ifade olmadığı gibi, tarihte de böyle bir olayın vukuundan söz edilmemiştir.

İsrâîloğullarının kendilerine verilen topraklara yerleştirilmesi, Kitab-ı Mukaddes'in Çıkış/32. bölüm anlatılmıştır.

136-137. Âyetlerdeki olayların başka sûrelerde anlatımı da şöyledir:

77Ve andolsun, Mûsâ'ya "Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!" diye vahyettik.

78Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.

79Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi. [Tâ-Hâ: 77–79]

39Firavun, kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerine inandılar.

40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak! [Kasas: 39–40]

38,39Mûsâ'da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman Biz, o'nu apaçık bir delille Firavun'a gönderdik de Firavun, ordusu, tüm güç kaynakları ile birlikte yüz çevirdi. Ve "Bu, bir sihirbazdır, hatta gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir" dedi.

40Sonra da Biz, onu ve ordularını yakalayıverdik de onları bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. O ise ayıplanan/kınayan biridir. [Zâriyât: 38–40]

Âyetlerde görüldüğü gibi, Firavun ve sülâlesi bol suda; nehirde boğulup yok olmuşlardır. Ama İsrâîloğullarının serüveni yeni bir kıssa ile devam etmektedir:

138,139) Ve İsrâîloğulları'nı bol sudan/nehirden[#113] geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: "Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!" Mûsâ dedi ki: "Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır."
Bu ayetlerle başlayan pasajda Musa peygamberin İsrailoğullarının nasıl bir karaktere sahip olduklarının açıklandığı bir başka kıssası anlatılmaktadır.

138. ayette İsrailoğullarının kimlerle karşılaştığı açıklanmamıştır. Zira önemli olan o kavmin kimliği değil, yaptıklarının niteliğidir. Muhtemeldir ki, bu karşılaşılanlar Filistin’in kuzeyinde yaşamakta olan kabilelerden biridir. Bazı araştırmacıların tespitlerine göre onlar Mafka yakınlarında yaşayan ve Ay’a tapan "Samiler"dir. [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

Kitab-ı Mukaddes’te bunların Amorlular [Amoriler] oldukları yazmaktadır:

14- Yeşu, "Bunun için RABB'en korkun, içtenlik ve bağlılıkla O'na kulluk edin" diye devam etti, "Atalarınızın Fırat Irmağı'nın ötesinde ve Mısır'da kulluk ettikleri ilahları atın, RABB'e kulluk edin. 15- İçinizden RABB'e kulluk etmek gelmiyorsa, atalarınızın Fırat Irmağı'nın ötesinde kulluk ettikleri ilahlara mı, yoksa topraklarında yaşadığınız Amorluların ilahlarına mı kulluk edeceksiniz, bugün karar verin. Ben ve ev halkım RABB'e kulluk edeceğiz." [Yuşa; 24. 4, 15. Cümleler:]

Mealde, "bol su; nehir" diye çevirdiğimiz sözcük, بحر'dır [bahr'dır]. Kur’ân'da geçen Mûsâ pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر[bahr] ve يمّ[yemm] sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tesbit edilmesi gerekir.

Bu iki sözcük genellikle "deniz" diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ'nın İsrâîloğulları'nı Kızıldeniz'den geçirdiği ve Firavun ile avanesinin de Kızıldeniz'de boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur’ân ve Arap dili buna izin vermez. İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz:

البحر [BAHR]

Bahr, "ister tatlı ister tuzlu olsun çok su" demektir. Bu sözcük "kara parçası" sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı "yarmak" demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere] bahr denmesi yaygındır. [Lisânu'l-Arab, "Bhr" mad.; Tâcu'l-Arûs, "Bhr" mad.]

Bahr sözcüğü, Mûsâ ile ilgili olarak Bakara/50, A‘râf/138, Yûnus/90, Tâ-Hâ/77, Şu‘arâ/63 ve Duhân/24'te geçer.

اليمّ [YEMM]

Yemm, "bahr/çok su" demektir. Leys bu sözcüğü, "derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz olarak tarif etmiştir. Ama Kur’ân’da Tâ-Hâ/39'da, Mûsâ'nın annesine bebeği "yemm"e bırakması vahyedildiği ve Mûsâ'nın sandığının yemm'de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.

Bu sözcüğün Süryanice'den Arapçalaştırıldığına da inanılır. [
Lisânu'l-Arab, "Yemm" mad.; Tâcu'l-Arûs, "Yemm" mad.]

Bu sözcük, A‘râf/136; Tâ-Hâ/39 (iki kez), 78, 97; Kasas/7, 40 ve Zâriyât/40'ta geçer.

Mûsâ'nın ailesinin ve Firavun'un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ pasajlarında geçen
bahr ve yemm kelimelerinin, "bol su/nehir" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ'nın bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/Kızıldeniz'de boğulmamıştır.

Lügatlerde,
yemm sözcüğünün Süryanice'den Arapçalaştırılmış olabileceğinin de belirtildiğini zikretmiştik. Bunun doğru olma ihtimalinin yüksek olduğu, İbranice'de "deniz"e, yamm denilmesinden anlaşılıyor. Zaten ömründe deniz görmemiş bedevilerin denize isim vermesi de beklenemez. Eşyaya ismi, o nesneyle haşir-neşir olanlar verir. Dünyadaki doğal veya yapay nesnelerin adlarına bakıldığı zaman bu açıkça görülür.

Eldeki Kitab-ı Mukaddes'in bazı yerlerinde bu
bol su "deniz, bazı yerlerinde "Kızıldeniz", bazı yerlerinde ise "kamış denizi" şeklinde geçmektedir:

Güçlü eli, kudretli koluyla, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl'i Mısır'dan çıkarana, sevgisi sonsuzdur;Kamış Denizi'ni ikiye bölene, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl'i ortasından geçirene, sevgisi sonsuzdur; Firavun'la ordusunuKamış Denizi'ne dökene, sevgisi sonsuzdur;Kendi halkını çölde yürütene, sevgisi sonsuzdur. [Mezmurlar, 136:11-16.]

Rabb Mûsâ'ya, "İsrâîlliler'e söyle, dönsünler" dedi, "Pi-Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon'un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar. Firavun şöyle düşünecek: ‘İsrâîlliler ülkede şaşkın şaşkın dolaşıyorlardır, çöl onları kuşatmıştır.’ Firavun'u inatçı yapacağım. Onların peşine düşecek. Böylece Firavun'la ordusunu yenerek yücelik kazanacağım. Mısırlılar bilecek ki, Ben Rabbim." İsrâîlliler söyleneni yaptılar. Halkın kaçtığı Mısır Firavunu'na bildirilince, Firavun'la görevlileri onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler: "Biz neyaptık?" dediler, "İsrâîlliler'i salıvermekle kölelerimizi kaybetmiş olduk!" Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı. Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır'ın bütün savaş arabalarını sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı. Rabb Mısır Firavunu'nu inatçı yaptı. Firavun sevinçle ilerleyen İsrâîlliler'in peşine düştü.Mısırlılar Firavun'un bütün atları, savaş arabaları, atlıları, askerleriyle onların ardına düştüler vedeniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon'un karşısında konaklarken onlara yetiştiler. Firavun yaklaşırken, İsrâîlliler Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak Rabbe feryat ettiler. Mûsâ'ya, "Mısır'da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?" dediler, "Bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır'dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu." Mûsâ, "Korkmayın!" dedi, "Yerinizde durup bekleyin, Rabb bugün sizi nasıl kurtaracak görün. Bugün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz. Rabb sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter." Rabb Mûsâ'ya, "Niçin Bana feryat ediyorsun?" dedi, "İsrâîlliler'e söyle, ilerlesinler. Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler. Ben Mısırlıları inatçı yapacağım ki, ardlarına düşsünler. Firavun'u, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yenerek yücelik kazanacağım. Firavun, savaş arabaları ve atlılarından ötürü yücelik kazandığım zaman, Mısırlılar bilecek ki, ben Rabbim." İsrâîl ordusunun önünde yürüyen Tanrı'nın meleği yerini değiştirip arkaya geçti. Önlerindeki bulut sütunu da yerini değiştirip arkalarına, Mısır ve İsrâîl ordularının arasına geldi. Gece boyunca bulut bir yanı karartıyor, öbür yanı aydınlatıyordu. Bu yüzden, bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı. Mûsâ elini denizin üzerine uzattı. Rabb bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti,denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü, İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerekdenizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu. Mısırlılar ardlarından geliyordu. Firavun'un bütün atları, savaş arabaları, atlılarıdenizde onları izliyordu. Sabah nöbetinde Rabb ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, "İsrâîlliler'den kaçalım!" dediler, "Çünkü Rabb onlar için bizimle savaşıyor." Rabb Mûsâ'ya, "Elinidenizin üzerine uzat" dedi, "sular Mısırlıların, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün." Mûsâ elinidenizin üzerine uzattı. Sabaha karşıdeniz olağan hâline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken Rabb onlarıdenizin ortasında silkip attı. Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrâîllilerin peşindendenize dalan Firavun'un bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı. Ama İsrâîllilerdenizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu. Rabb o gün İsrâîllileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrâîllilerdeniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rabbin Mısırlılara gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrâîl halkı, Rabbe ve kulu Mûsâ'ya güvendi. [Çıkış, 14:1-31.]
140) Mûsâ dedi ki: "O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah'tan başka ilâh mı arayayım!"
İnsanın doğadaki varlıkların hepsinden üstün olduğu Kur’an’da defalarca vurgulanmıştır. Çünkü insan doğaya hâkim olmak için yaratılmış, doğa da insanın emrine müsahhar kılınmıştır. Musa peygamberin kavmine Allah’ın kendilerine verdiği lütfu hatırlattığı bu ayetteki "O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken" ifadesi bu hususu dile getirmektedir. Gerçekten de insanın her alanda rütbece kendisinden düşük nesnelere tapması gülünç bir durumdur. Rabbimizin defalarca üzerinde durarak insanları bu konuda uyarmasının sebebi, bu gülünç duruma düşmelerini istememesinden dolayıdır.
141) Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı öldüren; oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.
Bu ayet ile Bakara suresinin 49. ayeti, harfi harfine birbirlerinin aynıdır. Bu ayetin, burada, önceki ve sonraki ayetlerle bir bağlantısının olmaması ve Bakara suresinde ise İsrailoğullarına yönelik bir hatırlatma pasajının içinde yer alması, bize göre ileride [Bakara suresinde] yapılacak olan açıklamaların bir işareti olarak anlaşılmasını mümkün kılar.

Burada üzerinde durulması gereken nokta, bazı ayetlerde "zebh (boğazlama)" bazı ayetlerde "katl (öldürme)" ifadelerinin yer almasıdır.

Klasik anlayışa göre hem Musa’nın doğduğu dönemde hem de Musa’nın elçiliği esnasında Firavun israiloğullarına, oğlan çocuklarını öldürmek ve boğazlamak suretiyle soykırım uygulamıştır. Ama bu kabul, mantıklı olmamakla birlikte tarihten de onay almamaktadır. Görüleceği üzere Kitab-ı mukaddes’te de ebelere verilen çocuk öldürme olayı gerçekleşmemiştir. Orada da konu israiloğullarının mustazaflaştırıldığı; güçsüzleştiridiğidir.

Burada Kasas/4. Ayet üzerinde iyi düşünülmelidir.

4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarakgüçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

Kasas/4 ve A’raf 127’ye göre Firavunun amacı bir toplumu yok etmek değil zayıf düşürmektir. Bir de âyette konu edilen "Katl (öldürme)" ve "Zebh (boğazlama)" ifadelerinin Kur’an’daki Mecaz kullanımlarıdır.

قتل [QATL]

قتل[
qatl] sözcüğü, mecâzen "tahavvül" [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele'ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir. [Lisânu'l-Arab; c. 7, s. 241-245, "Qtl" mad.; Tâcu'l-Arûs, c. 15, s. 607-606, "Qtl" mad.; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, "Qtl" mad.]

Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları'ndan istenen, tevbe ederek Allah'ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.

Ayetteki ifadeler içinde, üzerinde önemle durulması gereken sözcük, "kurban kesmek" anlamıyla değerlendirilen "zebh" sözcüğüdür.

ZEBH

" ذبحZebh" sözcüğünün esas anlamı "şaklamak; herhangi bir şeyden parça koparmak" demektir. Daha sonraları "boğazdan kesme" anlamında kullanılır olmuştur. "Zebh" sözcüğü mecazen "helak (yıkıma değişime uğramak)" anlamında kullanılır. Zira boğazın kesilmesi, bir canlıyı helake götürmenin en seri yoldur. [Lisanü’l Arab; c: 3, s: 486-488 "zbh" mad.; Tacü’l-Arus, c: 4, s: 38-41 "zbh" mad.]

" ذبحZebh" sözcüğünün mecaz anlamından açıkça bu sözcüğün "Kurban etme" (Kurban kesme değil), "helak etme", "mağdur etme", "feda etme", argo ifadeyle "harcama" anlamlarında kullanıldığı anlaşılmaktadır.

102Sonra ne zaman ki o müjdelenen çocuk kendisiyle birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman İbrâhîm: "Oğulcuğum! Şüphesiz ben, bu, uyunan; sakin, ilgisiz, duyarsız; yerde, şüphesiz kendimi, seni ZEBH ediyor (perişan, mağdur ediyor)görüyorum. Bak bakalım sen ne düşünürsün?" dedi. Oğlu: "Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşallah beni, sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere sabredenlerden bulacaksın" dedi. [Saffat/102]

Bu ayetin lafzı manasında İbrahim peygamberin oğlunu boğazladığı söylenir. Bu akla ve dine uymayan bir davranıştır. O nedenle burada "zebh"(boğazlama)" sözcüğünün mecaz anlamına yönelmek mecburiyeti doğmaktadır.

Zebh’ın mecaz anlamına göre de, İbrahim peygamber, henüz oğlu kendisine muhtaç bir çağda iken oğlunu yüzüstü bırakmış, onun perişan olacağına aldırmadan Allah’a hizmete koşmuştur.

54Hani bir zamanlar Mûsâ toplumuna, "Ey toplumum! Şüphesiz siz altına tapmakla kendi kendinize haksızlık ettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır" demişti. Sonra da Yaratıcınız tevbenizi kabul etti. Şüphesiz Yaratıcınız, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, engin merhamet sahibinin ta kendisidir. [Bakara/54]

66Eğer Biz, onlara: "Kendinizikatledin (öldürün) veya yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu.67,68Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir ödül verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık. [Nisa/66]

Bu ayetlerdeki Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla "öldürmek" demektir. Burada "tevbe ile qatl" söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama (değişim, dönüşüm anlamına) hamledilmelidir.

Bu açıklamalardan sonra Firavunun planının konu edildiği ayetlerdeki "zebh" ve "katl" sözcüklerinin mecaz anlamlarını dikkate alınarak; Firavun’un israiloğullarının erkeklerini, eğitimsiz, öğretimsiz, mesleksiz bırakmak suretiyle mustazaflaştırdığını; güçsüzleştirdiğini, iktidarına zara veremeyecek alt tabaka halinde bıraktığını anlamak, kabullenmek daha sağlıklı olacaktır.

Bu konu hakkındaki tarihî bilgilerin ayetin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz. Ancak bu konudaki tek yazılı kaynak Kitab-ı Mukaddes’tir:

8- Derken Yusuf hakkında bilgisi olmayan biri Mısır Kralı oldu.

9- Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,

10- "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."

11- Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler Firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.

12- Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak

13- İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.

14- Her türlü tarla işleri, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerde yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.

15- Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:

16- "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyi bakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."

17- Ama ebeler Tanrı'dan korkan kimselerdi, Mısır Kralı'nın buyruğuna uymayarak erkek çocukları sağ bıraktılar.

18- Bunun üzerine Mısır Kralı ebeleri çağırtıp, "Niçin yaptınız bunu?" diye sordu, "Neden erkek çocukları sağ bıraktınız?"

19- Ebeler, "İbrani kadınlar Mısırlı kadınlara benzemiyor" diye yanıtladılar, "Çok güçlüler. Daha ebe gelmeden doğuruyorlar."

20- Tanrı ebelere iyilik etti. Halk çoğaldıkça çoğaldı.

21- Ebeler kendisinden korktukları için Tanrı onları ev bark sahibi yaptı.

22- Bunun üzerine Firavun bütün halkına buyruk verdi: "Doğan her İbrani oğlan Nil'e atılacak, kızlar sağ bırakılacak." [Kitab-ı Mukaddes; Çıkış; 1/8–22:]



Ayrıca Musa ile ilgili "katl (öldürme)" sözcüğü Kasas suresinde de yer almaktadır.



9Ve Firavun'un karısı: "Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın", belki bize bir yararı dokunur, ya da o'nu evlat ediniriz" dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar. [Kasas/9]

Buradaki "onu katletmeyiniz (onu öldürmeyiniz)" ifadesi de mecazi anlamda olup, ayetteki anlam, "Bu bebek senin ve benim için göz aydınlığıdır. Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın" demektir.

Ayetteki İstihyâ ile ilgili ayrıntılı bilgi bu surenin 127. Ayeti açıklamalarında verilmiştir.

142) Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, "Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!" dedi.
Bu ayetteki "otuz geceye on gece daha ekledik" anlamına gelen ifade, Bakara suresinin 51. ayetinde "kırk gece" olarak ifade edilmiştir. Bu anlatım usulü, Arap edebiyatında çok benimsenmiş ve Arap şiirinde pek çok örneği olan bir usuldür. Nitekim Ankebut/14’te Nuh peygamber ile ilgili de 1000-50 yıl ifadesi yer alır.

Ayetten anlaşıldığına göre, 40 günlük bir eğitime tâbi tutulacak olan Musa peygamber, bu süre için yerine kardeşi Harun’u vekil bırakmış ve ona "düzeltici ol, bozguncuların yoluna uyma" diye talimat vererek görev mevkiine gitmiştir.

Sina Dağı olan bu mevki hakkında şu bilgiler verilmektedir:

"Tur-i Sina, Musa Dağı ya da Harea Dağı olarak da bilinir, Arapça Cebel Musa, İbranice Har Sınaı. Mısır’da Sina yarımadasının ortagüney kesimindeki Sinaü’l-Cenubiye [Güney Sina] ilinde granit doruk (2285 m)". Sina Dağı Yahudi tarihinde tanrısal vahyin indiği yer olarak kabul edilir, Tanrı’nın burada Hz. Musa’ya görünerek ona On Emir’i verdiğine inanılır (Çıkış 20; Tesniye 5). ( ...) İ.S 530’da dağın kuzey eteğine Katherine Manastırı kuruldu. Günümüzde Sina Bağımsız Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı birkaç kişinin yaşadığı bu manastır, bir olasılıkla dünyanın aralıksız kullanılmış en eski manastırıdır. Bugün British Museum’da bulunan 4. yüzyıldan kalma Yunanca Kodeks Sinaitikos gibi pek çok eski yazmayı içeren kitaplığı, Kitab-ı Mukaddes metninin yeniden yazılmasında paha biçilmez bir kaynak olmuştur." [Ana Britannica ansiklopedisi; c: 28, s: 34]

Kardeşi Harun, yaşça büyük olmasına rağmen rütbece Musa’dan küçüktür. Yüce Allah, Harun’u Musa’nın talebi üzerine kendisine yardımcı vermiştir:

20O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.

25Mûsâ: "Rabbim! 33Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34ve Seni çok çok anmamız için 25göğsümü aç, 26işimi bana kolaylaştır. 27Dilimden de düğümü çöz 28ki sözümü iyi anlasınlar. 29Ve ehlimden; 30kardeşim Hârûn'u 29benim için bir vezir kıl, 31o'nunla arkamı kuvvetlendir. 32İşimde o'nu bana ortak et. 35Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" 20dedi. [Ta Ha/20-35]

35Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik. [Furkan/35]
143) Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na söz söyledi: Mûsâ, "Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana; Seni inceleyeyim, Senin ile ilgili geniş ve derin bilgiye sahip olayım!" dedi. Rabbi o'na dedi ki: "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün." Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa'nın Dağ gibi sorunları için Musa'yı aydınlattı; Musa'nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi.
Rabbi o'na dedi ki: "Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün."

Böylece ne zaman ki Rabbi, Musa’nın Dağ gibi sorunları için Musa’yı aydınlattı; Musa’nın dağ gibi sorunlarını yıkıp attı. Mûsâ da dehşete düşüp heyecanla yere kapandı; Rabbine teslimiyet gösterdi. Ayılıp kendine gelince; heyecanı geçince de, "Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" dedi.

143. ayet genel olarak "
Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!» dedi. (Rabbi): «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!» buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim. (T. D. Vakfı Meali)" diye meallendirilir.

Bu meallerdeki olayda, Musa’nın hasar görmemesi; dağın yıkılışına kimsenin tanık olmaması; olaya ait herhangi bir işaretin, bulgunun olmaması; meallerin akla ve mantığa uygun olmadığını göstermektedir. Ancak bu olayların yaşandığına inanılır ve bunlar mucize kabul edilir. Hâlbuki Sünnetullah’da, Allah’ın evrendeki fiziksel kurallarında, bu kurallara aykırı böyle bir olayın gerçekleşmesi; söz konusu değildir.

Biz sünnetullah’a uyan gerçek anlamı bulabilmek için bazı tahliller sunuyoruz.

تجلّى TECELLİ



" تجلّىTecelli" sözcüğü "ortaya çıkmak, görünmek" demektir. Sözcüğün kaynağı, Arapların " جَلَيْتُ العَرُوسَceleytü’l-arûse [gelini açığa çıkardım]" tabiridir. Bu sözcük ayrıca "üzerindeki pası giderilerek ortaya çıkarılan kılıç" için de kullanılır. "Tecelli" sözcüğünün mastarı olan " جلاءcila" sözcüğü Türkçeye de aynı anlamla geçmiştir. Kısacası bu ifade kapalı bir şeyin açığa çıkarılması, bir muammanın çözülmesi, girift bir konunun açıklığa kavuşturulması demektir.

Ayetteki " تَجَلَّىTECELLÂ" kalıbı, bu işin bir defa değil defalarca yapıldığını ifade eder.

Ayette görme konusu ile ilgili iki farklı fiil kullanılmıştır. Birisi "اَرِن۪ٓي " diğeri "اَنْظُر". Musa, "Rabbim Kendini bana göster de Seni göreyim" demiyor. Yani buradaki ifadelere göre Allah Kendisini gösterecek Musa’da NAZAR edecektir. Bunun anlamı, Musa Allah’ı görüp enine boyuna, derinliğine Allah’ı inceleyecektir. Musa’nın istediği budur.

NAZAR النظر

Lisanü’l-Arab’a göre " نظرnazar" sözcüğünün anlamı "karşı karşıya gelmek" demektir. Gözle bakılmasa da, görülmese de karşı karşıya bulunmak, "nazar" için yeterlidir. Hatta gözleri görmeyenler de "nazar" edebilirler. Buradan hareketle, bir işi göreceği, bitireceği umulan kimsenin ya da makamın karşısında durmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye "nazar" denilir olmuştur. [Lisanü’l Arab, "n z r" mad.]

Nazar aydınlanma arzusudur. Nazır, bir şeyin ortaya çıkmasını arzu eden kişi demektir. Aynı zamanda eşyanın durumlarına ilişkin fikir ve iyice, etraflıca düşünmedir.. Nazar ancak meçhul olan bir şeyin bilinmesi hakkında geçerlidir. [El furuku fillugati; EBU HİLAL EL ASKERİ]

Bir konu hakkında derin düşünceye, incelemeye; teori üretmeye de NAZARİYE (Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan kurallar, yasalar bütünü, teori) denir.

جبلCEBEL DAĞ

Deyim olarak tüm dünya dillerinde dağ, aşılması zor iniş çıkışları, sarp yokuşları, uçurumları, mağaraları, vahşi varlıkları, altından kalkılması mümkün olmayan yükleri, sorumlulukları, zor işleri, aşırı derecedeki dertleri, deşifre edilmez sırları simgeler. Bunların metaforudur.

Ayette " ألْجَبَلَel cebele", " عَلَى الْجَبَلِale’ l cebeli" veya " الى الْجَبَلِile’l cebeli" denilmeyip, "لِلْجَبَلِ Li’l cebeli" denilmiştir. Bunun anlamı, Allah, "dağa tecelli etti" yani "dağı parlattı durdu" demek olmayıp "DAĞ İÇİN PARLATTI DURDU" demektir. Yani parlatılan Dağ değil Musa’dır. Musa’nın parlatılması, aydınlatılması dağ (Musa’nın içinde bulunduğu dağ gibi zihinsel sorunları; fikir işkenceleri) nedeniyledir. Dağ olmasa Musa aydınlatılmayacaktır.

NOT: Arapçadaki edatlardan ta’lil lamı " لِ " :

Bu edat, için, -den dolayı, -mesi sebebiyle anlamlarında kullanılır. Nitekim لِلْجَبَلِ li’l cebeli kelimesinde (لِ) edatı, için anlamında, yani DAĞ İÇİN anlamında kullanılmıştır.

دَكّDEKK

Bu sözcüğün de öz anlamı "duvarın ve dağın yıkılması" demektir. (Tüm lügatler)

Bu sözcük, Fecr/21 ve Hakka/14 gibi direkt fiil haliyle gelmeyip, bu ayette "ceale" filinin ikinci meful-ü bihi olarak gelmiştir. Bu bölümdeki sözcük öbeğinin anlamı "Rabbi dağı yıkılmış kıldı" demektir. Mecazi anlam olarak bu cilalama nedeniyle Allah, Musa’nın zihnindeki dağ gibi sorunları, dertleri, yıkmış, ortadan kaldırmıştır. Yani Musa’yı ikna etmiştir; Musa mutmain olmuştur.

İşin özü: Musa’nın zihninde Allah ile ilgili dağlar misali dertler, fikir sancıları; zihninde soru işaretleri vardır. Nitekim İbrahim (Saffat/88, 89) ve Yunus (Saffat/39-48) peygamberlerde de olmuştu.

Ama Musa’nın dertleri dağ metaforuyla ifade edildiğine göre diğer peygamberlerinkinden daha büyük, daha girift.

Musa, bu büyük sorunların çözümünü, Allah’ın bizzat Kendisini göstermesinde; kendisinin de O’na nazar etmesinde bulmakta ve buna inanmaktadır.

O nedenle "Ey Rabbim! Göster bana Kendini de nazar edeyim Sana/iyi bir inceleyeyim Seni!" der.

Rabbi ise kendisine "
Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa nazar et; dağı incele, teori geliştir. Eğer nazariyen (teorin/geniş ve derin bilgin), incelemen dağın mekanına tam oturursa; dağın bulunduğu yerin önünü arkasını, altını üstünü, sağını solunu, içini dışını tam ifade ederse işte o zaman sen beni görürsün" der.

Bunun açık anlamı, "senin yapın; gözünle, zihninle bir dağa nazar etmeye; tastamam görmeye, incelemeye bile yetmezken sen Beni nasıl görüp incelersin! Beni görmek senin kapasiteni aşar" demektir. Kısacası Allah, Musa’ya haddini bildirmektedir.

Bu örnekleme ile ve başka vahiyler ile Musa aydınlatılır; Rabbi Musa’nın dağ gibi sorununu çözer, Musa’yı aydınlatır. Musa’nın dağ gibi dertleri yıkılır gider. Ve Rabbine karşı saygısından kendini yere atar. Normale dönünce de tövbe eder: "Seni tenzih ederim, sana döndüm (tövbe ettim) der. Musa, "ve ben inananların ilkiyim" demek suretiyle Allah’ın görülemeyeceğine ilk inananın kendisi olduğunu beyan etmiştir. Yoksa Musa peygamberin "inananların ilkiyim" ifadesi, "Allah’ın varlığına inananların ilkiyim" anlamında değildir. Çünkü Musa peygamberin inancı o anda gördükleriyle oluşmamıştır ve o eskiden beri Allah’a inanmaktadır.

143. Ayetteki birinci cebel sözcüğü öz anlamında, ikinci cebel sözcüğü mecaz anlamında kullanılmış olup CİNAS sanatı yapılmıştır.

Cebel sözcüğünün mecaz anlamda kullanılışını aynı surenin 171. ayetinde de görmekteyiz.

171Hani bir zamanlar dağ gibi sorunlar, gölgelik/şemsiye gibi üzerlerine çökmüş iken, onlar da o dağ gibi sorunlarla yaşayıp duracaklarına inanmışlarken Biz, o dağ gibi sorunları silkip atmıştık: "Allah'ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!"

Bu olaydan daha sonra İsrailoğulları da Allah’ı görmek istemişlerdir:

55Hani bir zamanlar da siz, "Ey Mûsâ! Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız" demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. [Bakara/55]

İdraki-i Meali

İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez

Ziya PAŞA



İdrak-i maali:Kelime anlamı yüksek fikirleri,derin hikmetleri kavramaktır.

Akıl mecaz aleminde olup bitenleri kavramak ve beden ülkesini yönetmekle görevli bir melekedir. Fizik alemin sultanı akılsa,fizik ötesi alemin sultanı Kalptir,Ruhtur.

O derin hikmetleri kavramak aklın karı değildir.

"Gözler O’na erişemez. Onun ilmi ise bütün gözleri ihata eder." (Enam, 6/103)

Kelâmcıların bir hayli meşgul olup tartıştıkları ve sonuçta mümkün olmadığı, olamayacağı üzerinde ittifak ettikleri "Allah’ın görülmesi" meselesi, Kur’an’da hiçbir tereddüde mahal vermeyecek bir açıklıkla bildirilmiştir:

103Gözler O'na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok armağan sahibidir, her şeyden haberlidir. [En’âm/103]

Zaten ayetteki " لنlen" edatı ile arkadan gelen şart cümlesi, insanın Allah’ı görmesinin mümkün olmayacağını göstermektedir.

Buna rağmen bazı kimseler, içinde " نظرnazar" sözcüğünün geçtiği Kıyamet suresinin 22, 23. ayetlerindeki ifadeyi, birçok rivayetten de destek alarak, Allah’ın görülebileceği şeklinde yorumlamışlardır. Hâlbuki "Lisanü’l-Arab", "nazar" sözcüğünün anlamını "karşı karşıya gelmek" olarak vermiştir. [Lisanü’l-Arab; Nazar mad.] Yani sözcük gözlerle görmeyi değil, karşı karşıya bulunmayı ifade eder. Bu anlama göre "nazar etmek", gözleri görmeyen birisinin de yapabileceği bir iştir. Dolayısıyla "Allah’a nazar etmek" tabirinin Allah’a gözle bakmak veya Allah’ı görmekle bir alâkası yoktur. Kıyamet suresindeki "Rabblerine nazar eden yüzler" ise Rabblerine yönelmiş ve O’ndan nimetler uman kişilerdir.
144) Allah dedi ki: "Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!"
Allah’ı görme talebinin mümkün olmadığının gösterilmesinden sonra, bu ayette de Musa peygamberin kendisine verilenlerle yetinmesi ve bunlara şükretmesi istenmektedir. Hiç de az sayılır cinsten olmayan bu nimetlere şükür elbette ki lâfla değil, nimetlerin gereğini hakkıyla yerine getirmekle olacaktır.
145,146,147) Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. "Haydi, bunları kuvvetle al,[#114] toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım." -Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.- Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?
145Ve Biz o'nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. "Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım." –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–

Musa peygambere verilen levhalarda neler yazılı olduğu, başka bir ayette açıklanmıştır:

154Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ'ya Kitab'ı verdik. [En’âm/154]

İKİ LEVHA

Bu iki levhanın cinsi ve üzerlerine nasıl yazı yazıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İncil’de bu levhaların kalın taş kalıpları hâlinde oldukları ve üzerlerindeki yazının Allah tarafından yazıldığı ifade edilmiştir. Levhalardaki yazılar Kur’an’da da Allah’a atfedilmekle beraber, levhaların ne şekilde yazıldığını bilmediğimiz için, onların Musa peygamber tarafından yazıldığı yönünde bir kanaate sahibiz.

FASIKLAR YURDU

İlk bakışta bu yurtların daha önce fasık [günahkâr] olmuş ve bugüne sadece isimleri kalmış olan Ad ve Semud gibi kavimlerin yurtları olduğu anlaşılmaktadır. Zaten eldeki bilgiler de bu kavimlerin Ortadoğu’da yaşadıklarını göstermektedir. Ancak bu fasıklar yurdunun o dönemde putperestlerin elinde bulunan yerler olması da mümkündür. "Fasıklar yurdu" ifadesi ile yukarıdakilerden hangisi kastedilmiş olursa olsun, İsrailoğulları bu yurtlara Musa peygamber döneminde sahip olamamışlardır. Dolayısıyla, ayetin ifadesi bir müjde niteliğindedir.

İsrailoğullarının fasıklar yurduna yerleştirilecek olması, bir yönüyle de "Eğer siz de o fasık kavimler gibi olursanız, sizi de yok eder, sizin yerinize başkalarını getiririm. Bunu gözlerinizle görün!" anlamına gelen bir ihtar mahiyetindedir.

146. ayette, hevasını rabb edinip vahye kulak vermeyen ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanların başlarına ne belâlar gelebileceği üzerinde durulmakta ve içine düştükleri durumun sebebi olarak onların kendi anlayış ve yaşayışları gösterilmektedir. Bu konu daha önce "Kalplerin Mühürlenmesi" başlığı altında geniş olarak işlenmiştir.

147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?

Bu ayette, fasıkların sadece kendi amelleri karşılığında cezalandırıldıkları açıklanmaktadır. Bu açıklamadan da anlaşılmaktadır ki, bu kişilere zorla yaptırılmış bir davranış söz konusu değildir. Onların karşı karşıya geldikleri muamele, bir adalet gerçekleştirme işlemidir ve tamamen kendi özgür iradeleriyle yaptıkları davranışların önceden haber verilmiş sonuçlarıdır.
148) Mûsâ'nın toplumu, Mûsâ'dan sonra, kendi toplumunun süs takılarını bir araya getirerek aldatıcı, tuzağa düşürücü sesi[#115] olan, aslında hiç işe yaramayan bir ilâh edindiler; büyük bir sermaye oluşturarak ona tapındılar. -Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?- Onu edindiler ve zâlimlerden oldular.
149) Ne zaman ki, gözlerinin önüne geldi ve sapıtmış olduklarını gördüler, "Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesinlikle biz büyük zarara uğrayanlardan olacağız" dediler.
150) Ve Mûsâ, hoşnut olmadan ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, "Bana arkamdan ne kötü bir halef/nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?" dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn'u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: "Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma" dedi.
151) Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin."
152) Şüphesiz o altına tapanlara Rablerinden bir hoşnutsuzluk, dünya hayatında bir "aşağılık" erişecektir. İşte Biz, uydurmacıları böyle cezalandırırız da.
153) -Kötülükleri işleyip de sonra arkasından dönen o kimseler ve iman edenler için de hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de bağışlayıcı ve merhamet edicidir.-
Burada Musa peygamberin bir başka kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssanın daha ayrıntılı anlatımı Ta Ha suresindedir:

83Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?

84Mûsâ: "Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim" dedi.

85Allah: "Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı" dedi.

86Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; "Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?" dedi.

87Onlar dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu."

88Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: "İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ'nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi" dediler. 89Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–

90Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: "Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân'dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun" demişti. 91Hârûn'un toplumu: "Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz" dediler.

92,93Mûsâ: "Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?" dedi.

94Hârûn: "Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin ‘İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın’ demenden korktum" dedi.

95Sonra da Mûsâ: "Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?" dedi.

96Samirî: "Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi" dedi.

97,98Mûsâ: "Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak" dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.– [Ta Ha/80–98]

Musa peygamberin kıssası ve Ta Ha suresinin 96. ayeti ile ilgili olarak kaleme alınmış aşağıdaki kısa pasaj, klâsik anlayışın bu konudaki ilginç yaklaşımına iyi bir örnek teşkil ettiği için, kendi tahlilimizden önce bu pasajı sunuyoruz:

Buzağı kıssasında rivayet olunduğuna göre, Samiri’nin adı Musa b. Zafer olup Samire diye bilinen bir kasabaya mensuptu. Erkek çocukların öldürüldüğü yıl dünyaya gelmişti. Annesi onu bir dağda mağarada saklamıştı. Onu Cebrail besledi. İşte onun Cebrail’i tanıması bundan dolayı olmuştur. Cebrail, Firavun denize doğru ilerlesin diye erkek ata arzu duyan bir kısrak üzerinde denizi geçtiği sırada Samiri onun kısrağının toynağının izinden bir avuç toprak almıştı. İşte yüce Allah’ın "Bunun üzerine o elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım (Ta Ha 96)" buyruğunun anlamı budur. [Kurtubi; A’râf; 148 ile ilgili açıklamalardan]

Kıssada bahsi geçen buzağı hakkında tarih kitaplarında ve İbrani kültüründe yeterince bilgi yoktur. Yahudi asıllı olup ihtida eden Muhammed Esed ise "Kur’an Mesajı" adlı Kur’an çevirisinde buzağı hakkında şu açıklamayı yapmıştır:

İsrailoğullarının bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egiytian dönemde "Serapis") adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı "boğuk ses"e gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgarın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir. [Muhammed Esed, Kur’an Mesajı: Meal- Tefsir]

Buzağı konusu klâsik kaynaklarda yukarıda verdiğimizin dışındaki bir yaklaşımla yer almamıştır. Bizim bu konudaki tevilimiz ise başkadır:

BUZAĞI; BÖĞÜRMESİ [ÇEKİCİ, ALDATICI SESİ] OLAN CESET

Konumuz olan A’râf suresinin 148. ve Ta Ha suresinin 88. ayetlerine dikkat edilecek olursa, bu ayetlerde buzağı "böğürmesi olan bir ceset" olarak nitelenmiş ve insanların buzağı edinmek suretiyle şirke bulaşıp kendilerine zulmettikleri açıklanmıştır.

Bilindiği gibi, buzağı "sığır yavrusu" demektir. Ancak; günümüzde olduğu gibi, söz konusu olayın cereyan ettiği zamanlarda da yeryüzünde milyonlarca buzağının var olduğu gerçeği, ayetlerde geçen "buzağı" sözcüğünün müteşabih olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Zaten Rabbimiz de "buzağı"yı niteleyerek sözcüğün anlamını tevil etmiş ve "buzağı" ifadesinin müteşabih olduğunu bizzat göstermiştir.

Ceset, herkesin bildiği gibi "ölü vücut" demektir. Ama bu sözcük de müteşabihtir ve bize göre burada hakikat anlamı dışında kullanılmıştır. Hatırlanacak olursa "ceset" sözcüğü Sad suresinin 34. ayetinde de karşımıza çıkmış ve biz orada "ceset" sözcüğünün Süleyman peygamberi nitelediğini belirterek şu açıklamayı yapmıştık:

"Süleyman peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinaye yollu bir anlatım olup bu ifade Süleyman peygamberin bir dönem tahtta yani iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinaye olabilir. Nitekim Arapçada toplumda işe yaramayan kişilere " الميّت المتحرّكmeyyit-i müteharrik [hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleyman peygamber bir dönem elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiştir, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür."

Bize göre, "ceset" sözcüğü nasıl Sad suresinde Süleyman peygamberin "hareketli ölü" hâlini belirtmek için kullanıldıysa, burada da buzağının aslında hiçbir işe yaramadığını, iradesinin olmadığını, kendi kendine veya başkalarına yarar veya zarar vermeye malik olmadığını belirtmektedir. Buzağının bu işe yaramaz özelliği de A’raf/148’de "Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?" ve Ta Ha/89’da "Onlar görmüyorlar mıydı ki, o [buzağı], kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu" ifadeleriyle pekiştirilmiştir.

Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah’ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok ayette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Yunus/18, 106, Meryem/42, Enbiya/66, Maide/76, Ra’d/16, Şuara/73, Furkan/3, 55, Hacc/12 ve Bakara/102.

"Böğürmesi [çekici, aldatıcı sesi] olan" ifadesindeki "böğürme" sözcüğünün orijinali " خوارhuvar" sözcüğüdür. Bu sözcük, Lisanü’l-Arab’ta şöyle açıklanmıştır:

"Leys, "boğa sesi" olarak, İbn-i Side, "sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi" demişlerdir. "Huvar’ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür [bağırır]. Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır." [Lisanü’l-Arab; c: 3 s: 245]

Lisanü’l-Arab’ın verdiği bu bilgiye göre "huvar", bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani "çeken, aldatan bir ses"tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta "huvar" bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.

Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, ayetlerde "böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan ceset" olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.

Sonuç olarak bize göre burada konu edilen buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset], "altın"dır. Nitekim 148. ayetteki "kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı" ifadesi de buzağının ziynet olduğunu bildirmek suretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. "Altın"ın [ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı [insanların "altın"ı ilâh edindiği], günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara/67–71. ayetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan "sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren" ifadeleri de aynen "altın"ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin "Bakara [sığır]" ifadesinin tevilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Bu pasajda anlatılanlar Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/19 ve 32. Bölümlerinde yer almaktadır.

Kur’an’daki anlatım Kitab- mukaddes’teki anlatımdan farklıdır. Hele Musa peygamberin ilâhî emirlerin yazılı olduğu levhaları parçalayacak derecede hiddetine yenik düşmesi ve yere atılan taş levhaların üzerindeki yazılar okunmayacak şekilde parçalanması kabul edilir şeyler değildir.

154) Hoşnutsuzluğu Mûsâ'yı rahat bırakınca da levhaları aldı. Onlardaki yazıda da, ancak Rableri için adam olan kimseler için bir kılavuzluk ve rahmet vardı.
Dikkat edilirse, Musa peygambere verilen levhaların [Tevrat’ın] bu ayette sayılan nitelikleri, Kur’an’ın nitelikleri ile aynıdır. Kur’an’da Tevrat için "zikir", "furkan" isimleri kullanıldığı gibi, bu ayette de "rahmet" ve "kılavuz" olma nitelikleri kullanılmıştır. Bu nitelikler başka ayetlerde Kur’an için de kullanılmıştır:

2-4İşte bu kitap; kendisinde hiç kuşku yoktur, ıssız yerlerde iman eden, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcama yapan, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden Allah'ın koruması altına girmiş kişiler –ki bunlar, âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. [Bakara/2]

185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. ... [Bakara/185]
155) Ve Mûsâ, belirlediğimiz vakit için toplumuna yetmiş adam seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Mûsâ, "Rabbim!" dedi, "Dileseydin bunları da, beni de daha önce değişime/yıkıma uğratırdın. Şimdi bizi, içimizdeki o aklı ermezlerin yaptıkları yüzünden değişime/yıkıma mı uğratacaksın? O, Senin, saflaşmamız için ateşlere atmandan başka bir şey değildir. Sen bu saflaştırma işlerinle dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de kılavuzluk edersin. Sen bizim yardımcımız, kılavuzluk eden yakınımızsın. Artık bizi bağışla, merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Ve bize hem bu dünyada bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de Sana döndük."
156,157) Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekatını; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergisini[#116] verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."
Bu iki ayetten oluşan pasaj Musa peygamberin bir başka kıssasıdır. Bu kıssada, işledikleri günah için Allah’tan af dilemek ve yeni bir misak sağlamak [sözleşme yapmak] üzere İsrailoğullarından yetmiş kişinin Musa peygamberle birlikte Tur’a çıkışı anlatılmaktadır. Musa peygamberin yanında bu kadar kişi götürmesinin sebebi Bakara suresinde açıklanmıştır:

* Hani bir zamanlar da siz, "Ey Mûsâ! Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız" demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. Sonra Biz, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik/zilletten kurtarıp onurlu duruma getirdik. [Bakara/55,56]

155. ayette ve daha önce de bu surenin 78. ve 91. ayetlerinde geçmiş olan "رجفة recfe [azap]" sözcüğü ile deprem gibi doğal bir afet kastedilmiş olabileceği gibi, mecazî anlamda kişilerdeki psikolojik sarsıntı da kastedilmiş olabilir. Çünkü şüpheye düşen, Allah’ı görmedikçe inanmayacağını söyleyen, hatta buzağıya [ziynete] tapan kişilerin durumunu anlatmak için, onların din hususunda tam anlamıyla sarsıntı içinde olduklarının söylenmiş olması mümkündür.

Rabbimizin 156. ayetteki sözleri ise genel bir mesaj mahiyetindedir. Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığına dair ifade, Allah’ın azabının, belâsının bile rahmetinden kaynaklandığı anlamına gelmektedir. Çünkü insanın azapla fitnelenmesindeki maksat, onu incitmek değil, onu doğruya iletmektir. Bu rahmetten istifade edecekler ise müttekilerdir.
158) De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun."
Bu paragrafın Musa peygamber kıssaları ile alâkası yoktur. Bu ayetlerin Musa peygamberin kıssaları içinde yer alması, sahabenin bu ayetlerdeki mesajı kıssaların arasına bir "parantez içi mesaj" olarak koyduklarını düşündürmektedir. Dolayısıyla, kıssalardan oluşan pasaj okunurken bu hususa dikkat edilmelidir.

ÜMMİ KAVRAMI

Anlamı yanlış bilinen sözcüklerin en önemlilerinden birisi de " امّىümmî" sözcüğüdür. Kur'an'da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğün yanlış manalandırılması sonucu yüce İslâm dini doğru anlaşılmaz olmuş ve peygamberimiz de yanlış tanıtılmıştır.

"امّى Ümmî" sözcüğü halk arasında "anasından doğduğu gibi bilgisiz, okur- yazar olmayan" anlamında kabul edilmiş, toplumlarda bu anlamıyla kullanılır olmuş ve "anasından doğduğu gibi bilgisiz" olmak hep yerilmiştir. Hem de bu yergi, Şair Eşref'in bir hicvinde yer alan;

"Rahm-i maderden (ana rahminden) nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir,

Gezmeden seyyah-ı âlem bilmeden allâmedir"

beytinde olduğu gibi veya "Ümmînin ümmîye imameti caizdir (Cahilin cahile imam olması sakıncasızdır)" deyimindeki gibi alay eder tarzda yapılmıştır.

Hâl böyle iken "امّى ümmî" sıfatının peygamberimiz için "anasından doğduğu gibi bilgisiz" anlamında kullanılması, kaş yaparken göz çıkarma deyiminde olduğu gibi övgü amaçlı çabaları sövgüye dönüştürmekte ve bizim gibi kendisine işin doğrusunu Allah'ın yardımı ile öğrenmek nasip olmuş kimselere de bu doğruları anlatmak bir borç hâline gelmektedir.

Peygamberimizin ümmîliği

Bilindiği üzere, Müslümanların ekserisi tarafından peygamberimizin okuryazar olmadığına inanılmaktadır. Ama başkaları için söz konusu olduğunda kınanan bu özellik için, peygamberimize bir hayli methiye düzülmüştür. Böylece, bilerek veya bilmeyerek hem peygamberimize hem de yüce dinimize lekeler sürülmüştür. Peygamberimizin "anasından doğduğu gibi bilgisiz" anlamında "ümmî" olduğu yolundaki iddiaya ise, konu ile hiç ilgisi bulunmayan Ankebut suresinin 48. ayeti ile ilk vahyi konu alan meşhur Hıra mağarası senaryolu rivayet kanıt gösterilmiştir.

Bu ayette, peygamberimizin Kitap okumak ve yazmakla meşgul olması hâlinde, Tevrat ve İncil'de bozulmuş olarak var olan konuların gerçeğinin Kur'an'da yer alması sebebiyle onun peygamberliği hakkında şüphe uyanacağı bildirilmekte ve peygamberimizin ehl-i kitap hahamları ve papazları gibi kitap okumak ve yazmakla meşgul olmadığı vurgulanmaktadır.

Aslında bu ayet, iddiacıların iddialarının aksine peygamberimizin okur yazar olduğunun kanıtıdır. Çünkü, okuma yazma bilmeyen birine "onu sağ elinle (kendin) de yazmıyorsun." ifadesinin kullanılması anlamsızdır. Yani peygamberimiz okuma yazma biliyordu ki kendisine bu şekilde bir ifade yöneltilmiştir. Ayrıca, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine kanıt gösterilen Hıra mağarası rivayetinin de uydurma olduğu ve orada geçen "ma ene bikaiin" ifadesinin de "ben okuma bilmiyorum" demek olmayıp, " ما انا بقارئben okuyucu değilim" demek olduğu, tarafımızdan Alak suresinin tebyininde (İşte Kur'an, cilt 1; s: 26-29) açıklanmıştır.

Diğer taraftan, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine, uydurma olan Hıra mağarası rivayetini kanıt gösteren rivayetçiler, onun okuryazar olduğunu, hatta yazısının pek iyi olmadığını ileri süren ve Buhari Sulh ve İlim kitaplarında da yer alan şu rivayeti ise görmezden gelmektedirler:

Kitab-ül Megazi; 45. Bab:

45- Andlaşması Hükmü İle Yapılan Umre Babı

Bunu Enes, Peygamber(S)den zikretmiştir.

263- (Rivayet zinciri; el Berâ- Ubeydüllah b. Musa).... : "Peygamber (S) zu`1-ka`de ayı içinde umre yapmak üzere yola çık tı. Fakat Mekke halkı Peygamber`i Mekke`ye girmeye bırakma larını kabul etmediler. Nihayet Peygamber Mekkeliler ile gelecek senede üç gün Mekke`de kalmak üzere, bir andlaşma yaptı. Andlaşma hükümlerini yazdıkları zaman, "Bu, Allah'ın Elçisi Muhammed'in üzerinde andlaşmış olduğu şeylerdir" yazmışlardı.

Onlar (Mekkeliler):

- "Biz bunu (senin elçiliğini) ikrar etmiyoruz. Eğer biz senin Allah`ın Elçisi olduğunu bilir ve tasdik eder olsaydık, seni hiçbir şeyden men etmezdik. Ama sen Abdullah oğlu Muhammed'sin" dediler.

Bunun üzerine o (Rasûlullah):

- "Ben Allah `in Elçisiyim ve Abdullah oğlu Muhammed'im" dedi.

Sonra da Alî'ye:

- "Allah'ın elçisini sil!" dedi. Alî:

- "Hayır vallahi ben Seni ebediyyen silmem!" dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah, sallallahü aleyhi ve selem kitabı aldı. Rasûlullah kendisi yazı yazmayı güzel yapamıyordu. Akabinde: "Bu, Abdullah oğlu Muhammed'in üzerinde andlaşma yaptığı şeylerin yazısıdır" diye YAZDI:

- Mekke`ye silâh sokmayacak, yalnız kılıfı içinde kılıç getirecek;

- Mekkeliler`den bir kişi Muhammed'e tâbi olmak isterse, Mekke`den çıkamayacak. Muhammed'in sahâbîlerinden birisi Mekke'de kalmak isterse, bunun da Mekke'de ikameti men edilmeyecektir.

Ertesi sene ......

Rivayetin bundan sonraki bölümleri ertesi sene Mekke'de cereyan eden olayları nakletmekte olup, burada konu edilen antlaşma, adı açıkça geçmese de Hudeybiye Antlaşması'dır.

Bu rivayetin altını çizdiğimiz bölümünün orijinal metni de aynen şöyledir: "فأخذ رسول اللّه صلى اللّه عليه و سلّم الكتاب و ليس يحسن يكتب فكتب هذا ما قاضى ..... "

Bu metindeki " كتبketebe (yazdı)" fiili birçok çeviride "yaz(dır)dı" veyahut "yazdırdı" şeklinde yer almıştır. Ayrıca bu rivayetlere göre Siyer ve Tarih yazanlar da her nedense bu rivayetin bizim üzerinde durduğumuz bölümünü görmezden gelmişlerdir. Biz, bu kadar önemli bir konuda, kaynak olarak kabul ettikleri rivayetler arasında yer alan yukarıdaki rivayeti dikkate almayanların bir cinayet işlediklerini düşünüyor ve bu cinayetin ne amaç güttüğünü ise kamu vicdanına havale ediyoruz.

Peygamberimizin "el ümmî" olduğu, Kur'an tarafından bildirildiği için tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu; peygamberimizin hangi anlamda ve nasıl bir "el ümmî" olduğu, daha doğrusu "ümmî"liğin ne anlama geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa çözümleri Kur'an'a müracaat ederek bulunacağı için, bu konudaki gerçeklerin de Kur'an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir.

"Ümmî" ne demektir?

"امّى Ümmî" sözcüğü, "ana" anlamındaki " امّümm" ile "ya-i nisbiyyeden (bağıntı ‘ya'sından, ‘ ىya' edatından)" oluşturulmuş bir sözcük olup, "anaya mensup "analı" demektir. Sözcüklerin sonuna getirilen "ya" bağlantı edatı (Yâ-i nisbiyye), eklendikleri şeye aidiyyeti ifade eder. Örneğin; İlmî (bilimsel), Kavlî (sözel), leylî (geceli), Neharî (gündüzlü) gibi. Yine kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için de kullanılır. Meselâ; Konevî; Konyalı, Bağdadî; Bağdatlı, Halebî; Halepli, Rumî; Romalı... demektir.

Okuryazar olmayan, câhil kimselere de "Ümmî (anasından doğduğu gibi kalmış, kendini geliştirmemiş kimse) denir. Bu ifade nekre (belirsiz) olarak kullanılır; başında harfi ta’rif de olmaz izafet (tamlama) halinde de olmaz. "Ümmî, Ümmiyyun" halinde kullanılır. Bu ifade, çoğul olarak Kur’an’da sadece Bakara suresinde bir kerre geçer:

78Bunlardan bir kısmı da, kuruntu dışında Kitab'ı bilmeyen, okuma-yazma bilmeyen/analarından doğdukları gibi kalmış kimselerdir (ümmiyyun). Bunlar, sadece zannediyorlar. (Bakara/78)

el ÜMMÎ

Bizim konumuz ise "Ümmî" sözcüğü olmayıp Peygamberimizin niteliği olan "el Ümmî" sözcüğüdür. Ki bu "el Ümmî" sözcüğü, "Ümm-ül kurâ" sözcüğünün başka bir ifade tarzıdır. Önce şu ayete dikkat edilmelidir. Burada sözcük, "ümm-ül kurâ" şekliyle yer almıştır.

92İşte bu da Bizim Anakent'i (Ümmülkurâ) ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar. (En'âm/92)

Bu ayette peygamberimize önce " امّ القرىümm-ül kura"yı, sonra da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Biz biliyoruz ki peygamberimiz Mekke'de elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyarmıştır. O hâlde ayetteki "ümm-ül kura" ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve çevredeki halkın dilinde "ümm-ül kura"dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur'an'da da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir tartışma olmamıştır. "Ümm-ül kura"; "köylerin/kentlerin anası, anakent" demek olup, Mekke'nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi ise, Kâbe çevresinde kurulan ilk yerleşim merkezi olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı yerleşim birimlerinin, kendi isimleri ile değil de, özelliklerini yansıtan isimlerle anılması Türkçe'de de vardır. Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine Anayurt veya Anavatan, Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi...

"Anakent/Ümm-ül Kura" nasıl "Ana el Ümmî" oldu?

Arap dilindeki İzafetlerde (tamlamalarda), bazen "muzafun ileyh hazf olur, ondan bedel olarak da muzafa, lam-ı tarif getirilir". Yani tamlanan kaldırılarak onun yerine tamlayanı belirgin (özel) hâle getiren bir edat getirilir. Burada da " امّ القرىümm-ül kura" tamlamasındaki " القرىel kura" kaldırılarak yerine lam-ı tarif olan " الel" konmak suretiyle iki kelimeden oluşan tamlama " الامّel Ümm (Ana)" şeklinde tek kelime hâline getirilmiş ve "kentlerin anası/anakent" ifadesi "Ana" olmuştur. Bu gibi durumlarda yeni sözcük özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş olan yeni sözcüğün ilk harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.

Mekke'nin diğer ismi olan " امّ القرىümm-ül kura", yukarıdaki şekilde " الامّel Ümm" şekline dönüşünce "Mekkeli"yi ifade etmek için de sözcüğün sonuna bağıntı " ىya"sı getirmek yeterlidir: " الامّىel Ümmî". Bir başka ifade ile, "anakent" "Ana"ya, "anakentli" "Analı"ya dönüşmüş olduğu için "الامّى el Ümmî" denince "Anakentli" anlaşılmalıdır.

Yerleşme birimleri ile ilgili olarak bu tarz kısaltmalar Türkçe'de de uygulanmaktadır. Meselâ, Aydın'ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından "Ada" denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili cümleler; "Ada'ya gittim", "Ada'dan geliyorum", "Ada'nın kaymakamı", "Ada'nın belediyesi", "Ada'lı Ahmet", "Ada'lı Mehmet" vs. gibi ifadelerle söylenmektedir.

İşte "el Ümmî" sözcüğü de, "ümm-ül kura" ifadesinin yukarıda izah edildiği gibi bir değişime uğramış hâli olup, "Ana'ya mensup, Analı", yani "Mekkeli" anlamına gelmektedir. Kur'an'da tekil ve çoğul olarak toplam beş ayette geçen " elÜmmî" sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:

20Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: "Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular." Kitap verilenlere ve Anakentliler'e: "Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm'ı kabul ettiniz mi?" de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm'a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir. (Âl-i Imran/20)

75Ve Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki ona bir tek altın para emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bu, onların: "Ümmilerin/Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir" demelerinden dolayıdır. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan da söylerler. (Âl-i Imran/75)

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

158De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun." (A'râf/156- 158)

2,3O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. (Cuma/2, 3)

Yukarıdaki, "el ümmî" sözcüklerinin tekil veya çoğul olarak geçtiği ayetler, bulundukları pasaj ile birlikte dikkatli bir şekilde okunup iyi anlaşılırsa, "el Ümmî" kavramının; "Kitap ehli olmayan, yani Tevrat ve İncil'i okumayan veya Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler" demek olduğu kolayca anlaşılmaktadır.

O dönemde, peygamberimizin içinde yaşadığı toplumu; ehl-i kitap olanlar (Yahudi ve Hıristitanlar) ve ehl-i kitap dışındakiler olarak farklı iki zümreye ayırmak mümkündür. Yahudiliğin "millî din" olması sebebiyle, Yahudilerin aslen Mekkeli olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i kitap zümresinin diğer bölümü olan Hıristiyanların da, Mekke'nin "anakent" olması dolayısıyla Mekke'de yaşadıkları, Mekke'ye başka yörelerden göç etmiş oldukları, çeşitli kaynaklarla doğrulanmış bir gerçektir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve "zımmî" adı verilen bu yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu dönemde yasalarla belirlenmiştir (Ana Britannica, c: 32, s: 393). Toplumun ehl-i kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur'an'dan öğrendiğimize göre kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve zanlarıyla hareket edenlerdir ki bu zümre Mekke'de doğup büyümek suretiyle Mekkeli olanlardır. İşte Kur'an'da bu kesime mensup olanlara, yani Mekke'nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış olanlara, taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara "el Ümmî" denmektedir. Bunun böyle olduğu, hem Kur'an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.

Demek oluyor ki, peygamberimizin "el Ümmî" oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil, Mekke'nin yerlisi olduğunu göstermektedir.

Konuya aklî olarak yaklaşıldığında da netice aynı olmaktadır:

Elçi olarak seçilmeden önce Mekke'de ticaretle uğraşan peygamberimizin, bir tüccar olarak okuma yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke'nin emini olması dolayısıyla herkesin malının, parasının kaydını, okuması yazması olmadan tutması da imkânsızdır.

Elçilik görevine seçildikten sonra, kendisine gelen ilk vahylerde "Öğren, öğret! En üstün olan Senin Rabbin ise kalemle öğretendir." (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu ifade aslında, peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir emirdir. Okuryazar olmayana ise böyle bir emir verilmez. Ayrıca, Kur'an'da okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet mevcuttur. Eğer peygamberimiz okuryazar olmasa idi, sürekli onun açığını arayan müşrikler bunu kendilerine malzeme yaparlar, kendisi okuma yazma bilmeyen birisinin bunu başkalarına ne yüzle emredebildiğini sorarlar, üstelik bu tip davranışların Bakara suresinin 44. ve Saff suresinin 2. ayetleri ile yasaklandığı için kendisinin çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.

Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce okuma yazma bilmediği var sayılsa bile, yirmi üç senelik elçilik hayatında da onun okuma yazma öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü, ilimi, bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve ilk teslim olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu süre içinde okuma yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki peygamberimizin, Bedir Savaşı esirlerini, okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması gibi, Kur'an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden birçok önerisi ve uygulaması vardır.

Kısaca söylemek gerekirse; herkese ilim, irfan emredilirken, peygamberimize "Sakın sen okuma yazma öğrenme" diye özel bir emir verilmediğine göre, onun okuma yazma bilmediğini söylemek, mantıksızlığın ötesinde peygamberimize yapılan büyük bir haksızlıktır.

SONUÇ OLARAK: Naklen ve aklen sabittir ki, Kur'an'da geçen "el ÜMMÎ" ifadesi "Anakentli (Mekke'nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan)" demektir. Bu ifade, Mekkelilere peygamberimizin kendi içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri olduğunu, yakından tanıdıkları ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Kur'an'da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden biri olduğu konusu üzerinde duran daha birçok ayet vardır (Sad; 4, Kaf; 2, Tövbe; 128). Yani peygamberimiz; okuyup yazabilen, "el Ümmî/Anakentli (Mekke'nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan)" birisidir.

Yukarıdaki 157, 158. ayetlerden anlaşıldığına göre, peygamberimizin yaşadığı dönemdeki ehlikitabın elinde bulunan Kitab-ı Mukaddes’te de, son peygamberi niteleyen ve haber veren cümleler bulunmaktadır. Zaten Kur’an’ın bu ayetlerine o günleri yaşayan Ehl-i Kitap tarafından bir tepki gösterilmemiştir. Kur’an’da da, kendilerine kitap verilenlerin peygamberimize inandıkları bildirilmiştir:

45,46Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât ve sabırla yardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.– [Bakara/46]

20Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber'i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratan şu kimseler, işte onlar iman etmezler. [En’âm/20]

121Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, okumasının-izlemesinin hakkını vererek okurlar-izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de Kitabı bilerek reddederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir. [Bakara/121]

Ümmî peygamber ile ilgili Kur’an’da bir başka ayet daha vardır:

6Ve hani Meryem oğlu Îsâ: "Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât'tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı, Ahmed/övgüye başkalarından daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah'ın bir elçisiyim" demişti. Sonra Îsâ, onlara apaçık delillerle gelince "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler. [Saff/6]

Kitab-ı Mukaddes’te, o günkü peygamber olan Musa peygamberden sonra bir peygamber geleceği, Tesniye 18. Bölüm 15–19. cümlelerde; İşaya 41. Bölüm 25. cümlede ve 42. Bölüm 1–5. cümlelerde yer almaktadır. Ancak geleceği söylenen bu peygamber, tarihî gerçekler itibarıyla İsa peygamberdir. Zaten bizi de orijinal İncil’deki ifadeler ilgilendirmektedir. İncil’in orijinalindeki ifadeleri bulma ve bilme imkanımız yoktur. Anlaşıldığına göre eldeki düzmece İncillerde de Rasülüllah’a işaret eden ibareler bulunmaktadır:

Yuhanna İncili

25- "Ben daha aranızdayken size bunları söyledim. 26- Ama Baba'nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh, size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. 27- Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. 28- Size, 'Gidiyorum, ama yanınıza döneceğim' dediğimi işittiniz. Beni sevseydiniz, Baba'ya gideceğim için sevinirdiniz. Çünkü Baba benden üstündür. 29- Bunları size şimdiden, her şey olup bitmeden önce söyledim. Öyle ki, bunlar olunca inanasınız. 30- Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur. [14. Bölüm; 25–30. cümleler:]

7- Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem,

Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O'nu size gönderirim. 8- O gelince günah, doğruluk ve gelecek yargı konusunda dünyayı suçlu olduğuna ikna edecektir: 9- Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler; 10- doğruluk konusunda, çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; 11- yargı konusunda, çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. 12- "Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. 13- Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. 14- O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. 15- Baba'nın nesi varsa benimdir. 'Benim olandan alıp size bildirecek' dememin nedeni budur. [16. Bölüm; 7–15. cümleler:]

Matta İncili

33- "Bir benzetme daha dinleyin: Toprak sahibi bir adam, bağ dikti,

çevresini çitle çevirdi, üzüm sıkma çukuru kazdı, bir de bekçi kulesi yaptı.

Sonra bağı bağcılara kiralayıp yolculuğa çıktı. 34- Bağbozumu yaklaşınca, üründen kendisine düşeni almaları için kölelerini bağcılara yolladı. 35- Bağcılar adamın kölelerini yakaladı, birini dövdü, biriniöldürdü, ötekini de taşladı. 36- Bağ sahibi bu kez ilkinden daha çok sayıda köle yolladı. Bağcılar bunlara da aynı şeyi yaptılar. 37- Sonunda bağ sahibi, 'Oğlumu sayarlar' diyerek bağcılara onu yolladı 38- "Ama bağcılar adamın oğlunu görünce birbirlerine, 'Mirasçı bu; gelin, onu öldürüp mirasına konalım' dediler. 39- Böylece onu yakaladılar, bağdan atıp öldürdüler. 40- Bu durumda bağın sahibi geldiği zaman bağcılara ne yapacak?" 41- İsa'ya şu karşılığı verdiler: "Bu korkunç adamları korkunç bir şekilde yok edecek; bağı da, ürününü kendisine zamanında verecek olan başka bağcılara kiralayacak." 42- İsa onlara şunu sordu: "Kutsal Yazılar'da şu sözleri hiç okumadınız mı? 'Yapıcıların reddettiği taş, İşte köşenin baş taşı oldu. Rab'bin işidir bu, Gözümüzde harika bir iş!' 43- "Bu nedenle size şunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa verilecek. 44- "Bu taşın üzerine düşen, paramparça olacak; taş da kimin üzerine düşerse, onu ezip toz edecek." 45- Başkâhinler ve Ferisiler, İsa'nın anlattığı benzetmeleri duyunca bunları kendileri için söylediğini anladılar. 46- O'nu tutuklamak istedilerse de, halkın tepkisinden korktular. Çünkü halk, O'nu peygamber sayıyordu. [21. Bölüm; 33–46. cümleler:]

Kitab-ı Mukaddes

15 Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. 16 Horev'de toplandığınız gün Tanrınız RABB'den şunu dilemiştiniz: 'Bir daha ne Tanrımız RABB'in sesini duyalım, ne

de o büyük ateşi görelim, yoksa ölürüz. 17 RABB bana, 'Söyledikleri doğrudur dedi. 18 'Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. 19 Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım. [Tesniye; 18. Bölüm, 15-19. Cümleler:]

157. ayette geçen "ağır yükler" "üzerlerindeki bağlar" ve "zincirler", İsrailoğullarının kendi kendilerine dine koydukları ağır hükümleri ifade etmektedir. Meselâ, bu ağır yüklerin bir tanesi, cumartesi günü çalışmayı terk etme yükümlülüğüdür. Rivayete göre Musa peygamber bu yükümlülüğe uymayan birisini görmüş ve onu öldürmüştür. Bundan başka, İsrailoğulları arasında yaygınlaşmış olan; cinayetlerde diyet uygulaması yerine sadece kısas uygulanması, işlenen suçlar için tövbe etmenin ancak insanın kendini öldürmesiyle mümkün olması gibi daha birçok kural, ayetteki "ağır yükler", "üzerlerindeki bağlar" ve "zincirler" kapsamına girmektedir. İşte ayette, Ümmî peygamberin kaldırdığı yüklerle, kurtardığı bağlar ve zincirlerle kastedilen, bu hükümlerdir.

157. ayette yapılmasını gerekli gördüğümüz bir tespit de, peygamberimizin tam dokuz sıfatla nitelenmesidir: "Resul", "Nebiy", "Ümmî", "Tevrat ve İncil’de adı geçen", "İyiliği emreden", "Kötülüklerden nehyeden", "Temizleri helâlleştiren", "Pis şeyleri haramlaştıran", "Ağır yükleri ve zincirleri kaldıran".

158. ayette dikkatlerden kaçırılmaması lâzım gelen husus, tüm insanlığa sesleniliyor olmasıdır. Bir önceki ayette nitelikleri ve görevi açıklanmış olan peygamberimize inanılmasını, yardım edilmesini ve destek verilmesini isteyen Rabbimizin bu ayette tüm insanlara seslenmesi, elçisinin belli bir kavme, belli bir yöreye değil, tüm insanlara gönderildiği anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’an’ın ilk ayetinden son ayetine kadar peygamberimizin muhatabı tüm insanlıktır. Geçmiş peygamberler ise hep belli bir yöreye veya belli bir kavme elçi olmuşlardır. Buradan da, İslâm dininin Araplara özgü bir din olmayıp tüm insanlığın dini olduğu sonucu çıkmaktadır.

159) Mûsâ'nın toplumundan da hakkı gösteren ve hak ile adaleti uygulayan bir liderleri olan bir topluluk vardır.
157 ve 158. ayetlerle kıssanın arasına konulan parantezden sonra konu tekrar İsrailoğullarına dönmüştür.

Bu ayette İsrailoğullarının hepsinin aynı olmadığı ifade edilmektedir. Yani onların içinde din hususunda sarsıntı geçiren, şüpheye düşen, "Allah’ı görmeden inanmayız" diyen, hatta buzağıya [ziynete] tapan gruplar olduğu gibi, hakkı gösteren, hakk ile adaleti uygulayan bilinçli bir gurubun da olduğu açıklanmaktadır. "يهدون Yehdûne" fiilinin âyette geniş zaman kipinde kullanılmış olması, İsrailoğulları arasında bulunan bu bilinçli grubun sadece Musa peygamber zamanında değil, tüm zamanlarda da var olduğunun kabul edilmesini gerektirmektedir. Böyle grupların ehl-i kitap içinde var olduğu başka ayetlerde de bildirilmiştir:

* Hepsi bir değildirler. Kitap Ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir önderli topluluk vardır ki onlar, gecenin saatlerinde boyun eğip teslimiyet göstererek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, herkesçe iyi kabul edilen şeyleri emrederler, herkesçe kötülüğü kabul edilen şeylerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar. Ve işte onlar, iyi insanlardandırlar. [Âl-i Imran 113,114]

* Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. [Âl-i Imran/199]

* Fakat bu Yahudileşenlerden bilgide derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], vergiyi veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir. İşte onlar, Bizim büyük bir ödül vereceklerimizdir [Nisa/162]

Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Maide/82–84, Ra’d/36, İsra/107–109, Kasas/52, 53, Ahkaf/10, Ankebut/47 ve Bakara/121.

Bu surenin 181. ayetinde ise, hakka kılavuzluk eden ve hakk ile adaleti sağlayan Ehl-i Kitap dışındaki bir ümmetin varlığından söz edilecek ve o ümmet övülecektir:

* Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır. [A’râf/181]
160) Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık. Ve toplumu kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, "Birikimini, o taş kalpli toplumuna[#117] uygula"[#118] diye vahyettik. Hemen o taş kalpli toplumdan on iki toplum/belde halkı[#119] oluşuverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi/işaretledi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar Bize haksızlık yapmadılar, kendileri kendilerine haksızlık ediyorlardı.
Bu âyetin bir benzeri de Bakara sûresi'nde bulunmaktadır:

60Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, "Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!" demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.– [Bakara/60]

12Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın sağlam sözünü almıştı. Ve Biz, kendilerinden on iki müfettiş/başkan göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, kesinlikle sizinle beraberim. Salâtı ikame eder [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutar], zekâtı/verginizi verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur." [Maide/12]

TAŞ

Yukarıda,
asâ'nın, "Mûsâ'nın birikimi" olduğunu ifade etmiştik. Burada ise Mûsâ'nın birikimini kullanacağı, vuracağı "taş" ifadesini ele alalım. "Taş", sertlik ve katılığın sembolüdür. Allah'ın, İsrâîloğulları'nın kalplerinin taş gibi, hatta daha da katı olduğunu bildirdiği için buradaki "taş" ifadesiyle, malum taş-kaya değil, "taş kalpli İsrâîloğulları" kastedilmiştir:

Sonra da kalpleriniz katılaştı; işte onlar, taş gibidir, hatta daha katıdır. Ve şüphesiz taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır da ondan su çıkar, öyleleri vardır ki Allah'ın haşyetinden düşerler. Allah yaptıklarınızdan habersiz-duyarsız değildir. (Bakara/74)

ضرب [DARB]

Lisânu'l-Arab ve Tâcu'l-Arûs'ta açıklandığına göre darb sözcüğünün hakikat manası, "bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak" demektir. Bu asıl anlamdan hareketle sözcük, "vurmak, çarpmak, yarmak, sıkıştırmak, yola gitmek, kalp atışı, nabız vuruşu, örnek vermek vs. gibi birçok anlamda kullanılır. Bunu, Sâd sûresi'nde Eyyûb peygamberle ilgili bölümün tahlilinde izah etmiştik.

Bu sözcüğün buradaki anlamı da, gerçek anlamı olan "bir şey üzerinde bir şey oluşturmak"tır.

Bu âyette, üzerinde durulması gereken bir diğer husus da
‘ayn sözcüğüdür. Bu sözcük hakkında lügatlerde şu bilgiler verilir:

عين
[‘AYN]

Bu sözcüğün, "görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, toplum, belde halkı..." gibi yüzden çok anlamı vardır. [
Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs, "Ayn" mad.]

Bu âyetlerdeki
‘ayn sözcüğü, hep "pınar" anlamıyla çevrilegelmiştir. Halbuki Mûsâ pasajındaki ‘ayn sözcüklerinin "toplum, belde halkı" anlamı tercih edilmeliydi. Zira Allah böyle anlaşılması gerektiğine âyetin başındaki, Ve Biz onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık ifadesiyle işaret buyurmuştur.

Bu, Mâide sûresi'nde de açıkça görülmektedir:

Ve andolsun ki Allah, İsrâîloğulları'nın misakını almıştı. Ve Biz,
kendilerinden on iki kaymakam göndermiştik. Ve Allah demişti ki: "Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, elçilerime iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce ödünç verirseniz, andolsun ki sizden kötülüklerinizi örteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de bundan sonra küfrederse, artık kesinlikle yolun doğrusunu kaybetmiş olur." [Mâide/12]

Bu âyetlerdeki, "birikimini taş kalpli toplumuna vur" ifadesi üzerinde de durulması gerekir. Her iki âyetteki,
Ve kavmi kendisinden su istediği zaman, Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi, Hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de ifadelerinden anlaşıldığına göre Mûsâ'nın kavmi su sıkıntısı çekmiştir. Su yüzünden aralarında problemler oluşmuş, Allah da Mûsâ'ya, birikimini/deneyimini kullanmasını vahyetmiştir.

Zira Mûsâ, su sıkıntısının nelere mâlocağını Mısır'dan Medyen'e kaçtığında Medyen suyunun başında görmüş; su yüzünden tartışma ve kavgaların olduğuna şâhit olmuştu. Bu konuda tecrübesi vardı. Bu konu Kasas sûresi'nde açıklanmıştır:

23Ve Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir önderli topluluk buldu. Ve Mûsâ, hayvan sulayanlar kadar güçlü olmayan, hayvanlarını geri çeken iki kadın buldu. Dedi ki: "Hâliniz nedir?" Dediler ki: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız; babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır."

24Bunun üzerine Mûsâ, ikisi için hayvanları suladı. Sonra gölgeye çekildi de "Rabbim! Şüphesiz ki ben, iyilikten bana indirdiğin şeye muhtacım" dedi.

25Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsâ'ya geldi. Dedi ki: "Şüphesiz babam, bizim yerimize sulamanın ücretini karşılamak için seni çağırıyor." Mûsâ, kızın babasına geldi ve kıssaları ona anlattı. Kızın babası; "Korkma, o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmış toplumdan kurtuldun" dedi. [Kasas/23-25]

Demek oluyor ki Mûsâ, bu kadar kalabalık halkın bir arada yaşamasının sorunlara yol açacağı gerekçesiyle İsrâîloğulları'nı on iki yere, on iki toplum hâlinde dağıtmış ve susuzluk problemini böyle çözmüştür. Malumdur ki yerleşim alanları hep subaşlarına, nehir kıyılarına kurulur.

İsrâîloğulları'nın on iki gruba/topluma ayrılması ve her birinin başına bir kaymakam/komutan/yönetici dikilmesi, Kitab-ı Mukaddes'te de yer alır:

İsrâîllilerin Mısır'dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rabb Sina Çölü'nde, Buluşma Çadırı'nda Mûsâ'ya şöyle seslendi: "Sen ve Hârûn İsrâîl topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrâîllilerden savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın. Size yardım etmek için yanınızda her oymaktan birer adam bulunsun; bu kişiler aile başı olmalı. Size yardımcı olacak adamların adları şunlardır: Ruben oymağından Şedeur oğlu Elisur, Şimon oymağından Surişadday oğlu Şelumiel, Yahuda oymağından Amminadav oğlu Nahşon, İssakar oymağından Suar oğlu Netanel, Zevulun oymağından Helon oğlu Eliav, Yusufoğulları'ndan Efrayim oymağından Ammihut oğlu Elişama, Manaşşe oymağından Pedahsur oğlu Gamliel, Benyamin oymağından Gidoni oğlu Avidan, Dan oymağından Ammişadday oğlu Ahiezer, Aşer oymağından Okran oğlu Pagiel, Gad oymağından Deuel oğlu Elyasaf, Naftali oymağından Enan oğlu Ahira." Bunlar İsrâîl topluluğundan atanmış adamlardı; atalarının soyundan gelen oymak önderleri, İsrâîl'in boy başlarıydı. [Sayılar, 1:1- 16.]

Âyetteki السّلوى
- selvâ sözcüğü; "bıldırcın" anlamına geldiği gibi "bal" anlamına da gelir. Bu sözcüğün içinde yer aldığı "bıldırcın/bal ile beslemek" deyimi ise, Türkçedeki "bir eli yağda bir eli balda" deyimi gibi bir rahatlığı ve "bal börekle beslemek" deyimindeki gibi iyi ve bol beslenmeyi ifade etmektedir.
161) Ve bir zaman onlara, "Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve "Hitta" [günahlarımızı bağışla]! deyin ve teslim olmuş olarak kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız" denilmişti.
162) Sonra onların içinden bir kısım yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, sözü, kendilerine söylenenden başka söze değiştirdiler. Biz de yanlış; kendi zararlarına iş yaptıklarından dolayı üzerlerine gökten bir ceza gönderiverdik.
160. ayetten başlamak üzere bu ayetlerde anlatılanlar, bazı sözcüklerin cümle içindeki yerleri öne veya arkaya alınmak suretiyle değiştirilmiş ve bazı farklı edatlar kullanılmış olarak Bakara suresinde de geçmektedir:

57Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Ve size verdiğimiz rızıkların hoş olanlarından yiyin.– Onlar, Bize karşı haksızlık etmediler, lâkin onlar şirk koşmak sûretiyle kendi benliklerine haksızlık ediyorlardı.

***

58Ve hani bir zamanlar Biz, "Şu kente girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin. O kapıdan da boyun eğip teslimiyet göstererek; onlara tebâ/uyruk olarak, taşkınlık, yanlış; kendi zararlarına iş yapmadan girin ve "Hıtta [bizi bağışla]!" deyin. Ki size, hatalarınızı bağışlayıverelim, iyilik-güzellik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız" demiş idik.

59Bunun üzerine o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler, sözü, kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle değiştirdiler. Biz de yapmış oldukları hak yoldan çıkış karşılığında o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin üstüne gökten bir azap indirdik.

***

60Ve hani bir zamanlar Mûsâ, toplumu için su istemişti de, Biz, "Birikimini taş kalpli toplumuna uygula!" demiştik. Bunun üzerine o taş kalpli toplumdan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Oluşan her beldenin halkı, kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin, için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–

***

61Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. [Bakara/57- 61]

Bu ayetlerden İsrailoğullarının kendilerine söylenen bazı sözleri değiştirme cihetine gittikleri ve bundan dolayı cezalandırıldıkları anlaşılmaktadır. 161. ayetten anlaşıldığı kadarıyla değiştirdikleri söz " حطّةhıttatün" sözüdür. Onlar "günahlarımızı affet!" anlamına gelen bu sözü "حنطة hıntatün [buğday]" şekline sokmuşlardır. Bu durum, İsrailoğullarının ne kadar aç gözlü, mala mülke meyilli bir karakterde ve dinlerinin imanlarının maddî çıkar olduğunu göstermektedir.

Bu olaylara Kitab-ı Mukaddes’in Yeşu bölümünde de değinilmektedir. Buradan hareketle anlatılan olayların Musa peygamberden sonra Yeşu döneminde cereyan ettiği ve ayette konu edilen şehrin de bugünkü Kudüs şehri olduğu sanılmaktadır. Rivayetlerde İsrailoğullarının bu şehre kendilerine tavsiye edilen şekilde teslim olarak değil de kıçları üzerinde emekleyerek girdikleri yer almaktadır.
163) Ve onlara, o deniz kıyısındaki kentten de sor. O sırada onlar kulluğa, iyiden iyiye düşünmeye özgülenmiş günde sınırı aşıyorlardı. Kulluğa, iyiden iyiye düşünmeye özgülenmiş günde aşırı bunalıyorlardı, diğer günlerde ise çok mutluydular.[#120] İşte hak yoldan çıkmaları nedeniyle Biz onları böyle belâlandırıyoruz.
Bu ayette İsrailoğullarının her zaman kazanma zihniyetinde oldukları, kazançlarına engel olmasından dolayı ibadet günlerinde bunalıma girdikleri bildirilmektedir. Ancak ayeti böyle anlamak için ilgili sözcüklerin Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığının iyi tahlil edilmesi gerekmektedir:

"SEBT" GÜNÜ

"Sebt" sözcüğünün öz anlamı, "kesmek" demektir. Üzerindeki kıllar temizlenmiş, tabaklanmış sığır derisine de "sebt" denir. Çevreyle İrtibatı kesip istirahat/rahat etmeye "sübat" denir. [Lisan, Tac] Nitekim bu anlamıyla Furkan/47 ve Nebe/9’da uykunun istirahat kılındığı bildirilir.

Halk arasında "cumartesi günü" olarak bilinen "sebt" günü; insanların günlük yaşamları ile ilgili [dünyevî] işlerini bir taraf bırakıp bunları hiç düşünmeden, sadece Tanrı’nın sözlerini dinledikleri ve bunları derin derin düşünmeye vakit ayırdıkları, dolayısıyla hem bedenlerini hem de ruhlarını dinlendirdikleri gündür.

İsmi "Şabat Günü" olarak geçen "sebt" günü hakkında Kitab-ı Mukaddes’in, çıkış/20 Levililer/19, Sayılar/15, Yeremya/17, Hezekieel/20. Bölümlerinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.

Dünya işlerini bırakıp ibadete tahsis edilen gün olan "sebt" gününün, halk arasında "cumartesi günü" olarak yaygınlaşmasının sebebi, "sebt"in cumartesi günlerinde uygulanmasından kaynaklanmaktadır.

Ayette geçen "hıytanühüm" ifadesi, "hut" sözcüğünün çoğuludur. Genellikle "balık" olarak çevrilen bu sözcük ile ilgili kalem suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir. Ki bu sözcük "bunalım"dan kinayedir.

"Hut" sözcüğünün Kur’an’da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima "sebebiyet mecaz-ı mürseli" şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan "hırs ve doyumsuzluk" zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu "bunalım ve karamsarlık" kastedilmektedir.

Buradan hareketle denilebilir ki, Kehf suresinin 61. ve 63. ayetlerinde geçen Musa peygamberin "hut"u da Yunus peygamberin "hut"u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır.

Bu açıklamalardan sonra, 163. ayetin tahliline başlarken bu ayette İsrailoğullarının aç gözlülüğünün ifade edildiği yönündeki görüşümüzün gerekçesi açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Çünkü artık "sebt" yapıldığında gelen "hut"ların balık olmadığı anlaşılmış, bu "hut"ların doymazlık sebebiyle oluşan karamsarlık, bunalım olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre, 163. ayette geçen "sebt" yapılan günde "hut"ların akın akın geldiğine ve "sebt" yapılmadığında gelmediğine dair ifadeden şu anlam çıkmaktadır:

İsrailoğulları "sebt"e uydukları zaman iş yapıp para kazanmadıkları için çileden çıkıyorlar, aşırı derecede sıkıntıya, karamsarlığa, bunalıma düşüyorlardı. Yani, sebt günü İsrailoğullarının bunalımları, sıkıntıları artıyordu. "Sebt"e uymadıkları takdirde ise çalışıp kazanç sağladıkları için doymazlıktan kaynaklanan o sıkıntıya düşmüyorlardı.

"Hut" sözcüğünün 163. ayette "balık" anlamında kullanılmadığının bir başka göstergesi de ayetteki "hîtânühüm [onların hutları]" ifadesi ile "hut"ların kavme izafe edilmesidir. Gerçekte ise balıklar denize aittirler ve kavme ait olmaları söz konusu olamaz.

Bu bilgiler ışığı altında 163. ayetten anlaşılan şudur: Allah’ın kendilerine "Haftada bir gün sebt yapacaksınız; dünya işleriyle uğraşmayacaksınız, ibadet edeceksiniz" dediği İsrailoğulları, sebte uydukları zaman iş yapıp para kazanmadıkları için çileden çıkıyorlar, aşırı derecede sıkıntıya, karamsarlığa, bunalıma düşüyorlardı. Yani, sebt günü İsrailoğullarının bunalımları, sıkıntıları artıyordu.
164) Ve hani onların içlerinden bir ümmet; önderli toplum, "Allah'ın değişime/yıkıma uğratacağı ya da çetin bir azapla azap edeceği bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar da dediler ki: "Rabbinize karşı mazeret olsun, bunlar da Allah'ın koruması altına girsinler diye."
Hatırlanacak olursa 159. ayette İsrailoğullarının içinde hakkı gösteren ve hakk ile adaleti uygulayan bilinçli bir grup olduğundan söz edilmişti. Bu ayette de o bilinçli grubun kendi aralarında ikiye ayrıldıkları görülmektedir.

Bu bilinçli grubun içindeki bazı kişiler, uyarıların ve öğütlerin boşa gittiğini görünce diğer öğütçü arkadaşlarına "Söz dinlemeyen şu insanlara niye boş yere öğüt verip nefes tüketiyorsunuz?" diye sormaktadırlar. Daha derin düşündükleri için öğüt vermeye devam edenler ise, vazifelerini yaptıklarına dair Allah’a mazeret beyan edebilmek için uyarı ve öğüde devam ettiklerini, belki bir gün onların da yola gelebileceklerini umduklarını söylemektedirler.

Burada nakledilen yöntem her zaman dikkate alınmalı ve hakkı tavsiye etme işine yılmadan, sabırla devam edilmelidir.
165,166) Ne zaman ki onlar kendisiyle hatırlatma yapılan şeyleri umursamadılar, Biz o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zâlimleri de hak yoldan çıkmalarından dolayı şiddetli/fakir düşüren bir azapla yakaladık. Ne zaman ki onlar kendisiyle yasaklandıkları şeyler konusunda büyüklendiler, Biz de onlara, "Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!!" dedik.
Dikkat edilirse kurtulanlar daima iman edip salihatı işleyenler [devamlı düzeltmeye yönelik işler yapanlar] olmakta, diğerleri ise cezalandırılmaktadır.

İsrailoğullarının para canlısı, çıkar sağlamayı düşünen kesimine yöneltilen "
Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!" " ifadesi bir başka ayette daha geçmektedir:

65Ve siz içinizden sebtte/düşünme gününde sınırları aşan kimseleri de elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara, "Aşağılık-dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!" dedik. (Bakara/65)

Ayetteki "Hasiiyn" ifadesi, teknik olarak maymunların sıfatı değildir. "Künü" emrindeki muhatapların ‘hal’idir.

Bu ifade ile ilgili olarak, İsrailoğullarına mensup bu suçluların gerçekten maymun olduklarına dair rivayetler ortaya çıkmıştır:

"Yahudiler sabahleyin kendilerinin zelil maymunlar olduğunu gördüler. Onlar üç gün bu şekilde kaldılar. Derken diğer insanlar onları gördü... sonra da yok olup gittiler." "Yahudilerin gençleri maymun, ihtiyarları ise domuz haline getirildiler." [Razi, İbn Abbas’tan]

Hâlbuki ayetlerde "Biz onları aşağılık maymuna çevirdik" denilmemiş, "Onlara ‘Aşağılık- dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!’ dedik" denilmiştir. Yani burada, Rabbimizin suçluları maymun hâline getirmesi söz konusu değildir. Ayetteki "Aşağılık- dışlanmış kimseler durumunda maymunlar olun!" ibaresi, suçluların kendi davranışları sonucunda maymuna benzeyeceklerini ifade etmektedir. Yani zımnen onlara "Siz, size verilen kurallara uymaz, bu açgözlülüğü sürdürür, sürekli altına, mala-mülke taparsanız; her yerde ve her zaman para kazanacağız diye her türlü maskaralığı, hokkabazlığı yaparsınız. Madem istiyorsunuz, buyurun, maymunlar gibi maskaralık edip durun!" denilmiştir. Nitekim "maymun" sözcüğü, klâsik Arapçada "iştah ve arzuya gem vuramayan taşkın insanlar" için sık sık kullanılan bir sözcüktür. Bu tip doyumsuz insanlara Türkçede de "maymun iştahlı" denmektedir. Diğer taraftan, Kitab- Mukaddes’te de İsrailoğullarının maymunlaştığı hakkında herhangi bir bildirim yoktur.

Buna benzer bir ifade bir başka ayette daha vardır:

60De ki: "Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimleri dışlamış ve kimlerden razı olmamışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve tağûta tapanlar yapmışsa, işte bunlar, mekânca kötüdür ve yolun doğrusundan daha çok kaybolmuşlardır." [Maide/60]

Maide suresinin 60. ayetindeki Rabbimizin "Biz kıldık" ifadesi, Allah’ın kullarının tüm fiillerinin yaratıcısı olması bakımındandır. Yoksa onları maymunlaştıran, maskara yapan, şeytana taptıran Allah değil, bizzat kendileridir. Yani onlar bizzat kendileri maymun karakterine bürünerek maymun hâline gelmişlerdir.
167) Ve o vakit Rabbin, kıyâmet gününe kadar üzerlerine, kesinlikle kendilerini en kötü azaba uğratacak kimseler göndereceğini ilân etti. Şüphe yok ki, Rabbin cezayı çabucak verendir. Ve kesinlikle O, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.
Bu ayette, haddi aşanlara karşı Allah’ın tavrının [sünnetüllah] ne olduğu ilân edilmektedir.

Buna göre, birçok topluma kıyasla fazlalıklı kılınmış ve çeşitli nimetlerle beslenmiş olan İsrailoğulları, Allah’ın emirlerini çiğneyerek buzağıya [ziynete] taptıkları, sebt yasağına uymadıkları ve daha birçok günah işledikleri için Allah’ın başka kulları vasıtasıyla cezalandırılmışlardır.

Gerçekten de İsrailoğullarının tarihine bakıldığında, hiçbir zaman rahat yaşamadıkları, onları her zaman haraca bağlayan, ezen, öldüren birçok ülke veya yönetimin olduğu görülmektedir.

İsrailoğullarına ilk musallat edilen Buhtunnasır’dır. Buhtunnasır onları öldürdü ve esir aldı. Şehirlerini yerle bir etti. Hıristiyanlar da onları çok ezdi. Onlardan cizye aldı. Daha sonra da Müslümanlar Medine yöresinden hatta Arap yarımadasından onları temizlediler. Son olarak da mallarına ve canlarına Almanya tarafından tasallut edildi.

İsrailoğulları ile ilgili bu mealdeki bir diğer ayet de şudur:

* Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. Ve –Allah'ın sözleşmesine ve insanların sözleşmesine bağlı kalanlar hariç– onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik vurulmuştur. Bu, onların Allah'ın âyetlerini örtbas etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir. Bu, isyan etmiş ve sınırı da aşmış olmaları nedeniyledir. [Âl-i Imran/112]

Bu ayette hem peygamberimizin dönemindeki hem de günümüzdeki Yahudilere ince göndermeler yapılarak sanki şöyle denilmektedir: "Bu tavırlarınızı sürdürürseniz kıyamete kadar rahat yaşama fırsatınız olmayacaktır. Ama ahitlerinize sadakat gösterip hakka dönerseniz rahat yaşarsınız."
168) Ve onları yeryüzünde birçok önderli toplumlara ayırdık. Onlardan bir kısmı düzgün kimselerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler; Allah'ın ilkelerine göre hareket etsinler diye iyiliklerle ve kötülüklerle sınama yaptık.
Bu ayette İsrailoğullarına verilen cezalardan birine değinilmekte ve onların birçok parçaya bölündükleri bildirilmektedir. İsrailoğullarına verilen bölünme cezası onların kendi ağızlarından Cinn suresinde de dile getirilmiştir:

* Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz, çeşit çeşit yollarda idik. [Cinn/11]

168. ayette ayrıca, İsrailoğullarının arasında, iyi yöne çalışan ve düzeltici mahiyette toplumsal girişimde bulunan "salihler" ile eski tutumlarında direnen "azgınlar" bulunacağı bilgisi tekrar verilmiştir.

Ayetin sonunda ise Rabbimizin onları hem kıtlık, kuraklık, hastalık, zorluk gibi sıkıntılarla hem de bolluk, sağlık, zenginlik gibi nimetlerle imtihan ettiği bildirilmiştir.
169) Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. Onlar bu dünyanın genişliğini; değersiz kazanımlarını alırlar, "Bize ileride mağfiret olunur/suçlarımız bağışlanır" diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir mal gelirse, onu da alıyorlardı. -Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı okuyup öğrenmişlerdi. Âhiret yurdu, Allah'ın koruması altına girmiş kimseler için daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?-
Bu ayette yine İsrailoğullarının mala tutkun karakterleri sergilenmekte ve bu tutumları kınanmaktadır.

Ayetin bildirdiğine göre, İsrailoğulları, kendilerine indirilen ve vâris oldukları kitapta malın, mülkün, kazancın ölçülerinin bildirilmiş olmasına ve kendilerinin de bu kitabı okuyup durmalarına rağmen kitapta söylenenin aksini yapmaktadırlar. Oysa kitaptaki bilgileri göz ardı etmeyeceklerine dair ortada verilmiş sözleri bulunmaktadır:

* Ve hani Allah, kendilerine Kitap verilen kimselerden sağlam sözünü almıştı: "Kitabı kesinlikle insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz." Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler ne kötüdür! [Âl-i Imran/187]

Ayet, hem o güne hem de bugüne hitap eden evrensel bir mesajla sona ermektedir: "Ahiret yurdu takva sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?"
170) Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikame edenlere[#121] [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumunu oluşturanlara-ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin/iyileştirenlerin ödülünü yitirmeyiz.
Bu ayetten, mal canlısı İsrailoğullarının tamamen düzelmez, yola gelmez olmadıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Rabbimiz dönüş kapısını aralayarak ayetteki iyi davranışlarda bulunanlara ödüllerini vereceğini bildirmektedir.

Aslında bu ilke sadece İsrailoğullarına yönelik olmayan, Yüce Allah’ın rahmeti gereği tüm kullarına bildirdiği bir ilkedir:

* Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; şüphe yok ki Biz, işi güzel yapanların karşılığını kaybetmeyiz. [Kehf/30]
171) Hani bir zamanlar dağ gibi sorunlar, gölgelik/şemsiye gibi üzerlerine çökmüş iken, onlar da o dağ gibi sorunlarla yaşayıp duracaklarına inanmışlarken Biz, o dağ gibi sorunları silkip atmıştık:[#122] "Allah'ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!"
Ayette gecen Cebel (Dağ) ifadesi ile ilgili bu surenin 143. Ayetinin tahlilinde ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Göz atılmasında yarar vardır.

Bu Âyette İsrâîloğullarının yaşamından başka bir kesite değinilmektedir. Sûrede Mûsâ peygamber, Firavun ve İsrâîloğullarına dair kıssalara diğer kıssalardan daha fazla ve ayrıntılı olarak yer verildiği görülmektedir. Ne var ki, bu durum sadece bu Sûreye mahsus olmayıp Kur'ân'ın tümü için geçerlidir. Bunun sebebi, İsrâîloğullarının diğer kıssalardaki kavimler gibi yok edilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim İsrâîloğulları sadece o gün için bulundukları bölge olan Ortadoğu ile sınırlı olmadan tüm dünyada varlık göstermiş ve etkin olmuş bir toplumdur. Bu özellikleri sebebiyle Rabbimiz bu toplumun iyi tanınmasını istemektedir.

Âyette İsrâîloğullarının karşılaştığı anlatılan olay, Kur'ân'ın indiği dönemde İsrâîloğulları arasında bilinen ve dilden dile söylenip gelen bir olaydır ve başka Âyetlerde de yer almıştır:

63Hani bir zamanlar Biz, sizden, "Allah'ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!" diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ'yı Tûr'a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık.

64Bir de siz, bundan sonra yüz çevirdiniz. İşte eğer üzerinizde Allah'ın armağanı ve rahmeti olmasa idi kesinlikle siz zarara uğrayanlardan olmuştunuz. [Bakara: 63-64]

93Ve hani Biz sizden, "Size verdiğimiz Kitab'ı kuvvetlice alın ve dinleyin" diye sağlam söz almış ve sizin üstününüzü/seçkininiz Mûsâ'yı Tûr'a yükseltmiştik/çıkarmıştık. Demişlerdi ki: "Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık." Ve gerçeği bilerek reddetmeleri yüzünden altının ilâhlığı kalplerine içirilmişti. De ki: "Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!" [Bakara/93]

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir" demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve O'nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O'nu, Kendine yükseltti/derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nîsâ: 154-158]

Âyetteki
zann sözcüğü burada yakîn= kesin bilgi anlamındadır ve muhtemelen Mûsâ peygambere Tevrât'ın vahyedilmesi sırasında meydana gelen yer sarsıntısı, yıldırım, şimşek gibi doğal afetlere atıfta bulunulmaktadır.

İsrâîloğullarının yaşadığı bu olay Kitab-ı Mukaddes’te de yer almaktadır:

Mûsâ halkın Tanrı'yla görüşmek üzere ordugâhtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sînâ Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RABB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. [Çıkış/19. Bölüm]

İsrail oğullarının üzerine dağlar gibi sıkıntıların geldiği Maide ve Bakara suresinde şöyle açıklanır:

20,21Ve hani Mûsâ, toplumuna: "Ey toplumum! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah'ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz" dedi.

22Onlar, "Ey Mûsâ! Şüphesiz orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça da biz oraya asla girmeyiz. Şâyet onlar, oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de artık girenleriz" dediler.

23Korkanlardan ve Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerlerine kapıdan girin. İşte, oradan girerseniz şüphesiz siz, galip olanlarsınız. Eğer inanıyorsanız da artık yalnızca Allah'a işin sonucunu havale edin."

24Mûsâ'nın toplumu: "Ey Mûsâ! Şüphesiz biz, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz, burada oturanlarız" dediler.

25Mûsâ: "Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu hak yoldan çıkmışlar toplumunun arasını ayır" dedi.

26Allah dedi ki: "Artık temizlenmiş topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O nedenle sen, hak yoldan çıkmış o toplum için tasalanma!"

Bakara 61Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Burada işaret edilen olayların detayı Kitab-ı Mukaddes'te Sayılar/13 ve 14. Bablarda yer alır. Oradan ayrıntılı olarak okumak mümkündür.
172,173,174) Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, "Biz, bunlardan bilgisizdik" demeyesiniz yahut "Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/yıkıma uğratacaksın?" demeyesiniz bir de âyetlerimizi yalanlamaktan dönsünler diye, Âdemoğulları'nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi aleyhlerine tanık eder; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Derler ki: "Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz." Ve işte Biz, âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz.
172-174Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü,

"Biz, bunlardan bilgisizdik" demeyesiniz

yahut "Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/yıkıma uğratacaksın?" demeyesiniz

bir de âyetlerimizi yalanlamaktan dönsünler diye,

Âdemoğulları'nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"

Derler ki: "Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz."

Ve işte Biz, âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

172,173Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, "Biz, bunlardan bilgisizdik" demeyesiniz yahut "Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/yıkıma uğratacaksın?" demeyesiniz diye, Âdemoğulları'nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi aleyhlerine tanık eder; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Derler ki: "Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz."

Hiç kuşku yok ki Kur’an hem mübin [apaçık], hem de mufassaldır [tafsilâtlıdır]. Kur’ân’ın böyle olduğu Rabbimizin beyanı ile sabittir. Böyle olmasına rağmen Kur’an’daki bazı ifadelere -sanki anlaşılmamış veya anlaşılamazmış gibi- açıklama getirmek için asılsız rivayetlere müracaat edilmiş ve tutarsız yorumlar yapılmıştır. Bunların sonucu olarak ortaya dinimizle hiç alâkası olmayan binlerce acayip kavram ve inanış çıkmıştır. Bunlardan biri de "Kalu Bela" veya "Elest Bezmi" kavramıdır. Bu kavram, surenin 172–173. ayetlerinin açıklaması için uydurulan rivayetlerde icat edilmiştir.

KALU BELA /BEZM-İ ELEST

A’râf suresinin 172–173. ayetleri dirayetle anlaşılmaya çalışılmadığı için, açık olmayan, gaybî manalar içeren bir ayet muamelesi görmüş ve ayetlerin anlaşılıp anlatılması da uydurmacılara kalmıştır. Bu konudaki uydurmacılar ve uydurulanlar o kadar çoğalmıştır ki, "Kalu Bela" veya "Bezm-i Elest" adlarıyla özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı meydana gelmiştir. Bu gidişatın doğal sonucu olarak konunun kaynağı olan A’râf suresinin 172–174. ayetlerinin meali de dirayetsizce ve ortaya çıkan uydurmalar doğrultusunda yapılmıştır. Aşağıdaki meal, mevcut meallerin bir çoğuna da örnektir:

"
Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.

Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin demeyesiniz.

İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye."

Görüldüğü gibi, yapılan meal yeterince anlaşılır değildir. Arapça bilgilerine güvenerek ayetleri böyle meallendirenler de büyük olasılıkla kendi yaptıkları bu mealden bir şey anlamamışlardır. Söz konusu ayetlerin sonunda "İşte biz ayetleri böyle uzun uzadıya açıklarız" denilmesine rağmen yapılan mealleri neden yeterince anlaşılır değildir, bunun üzerinde dikkatle durulması gerekir. Bize göre sorun, âyetlerden bir şey anlayabilmek için rivayetçilerin eteğinden tutmak ve onların "Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu ..." diye yaptıkları yalan yanlış açıklamaları itirazsız kabul etme alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Her konuda rivayete ihtiyaç duyma alışkanlığı, o konuyla ilgili âyetlerin anlaşılmasında ortaya konması gereken tefekkür ve gayreti azaltan bir etki yapmaktadır.

Mesela İbn-i Kesir bu konu ile ilgili olarak tefsirinde on farklı rivayete, Suyutî ise ed-Dürrü’l-Mensur adlı eserinde yaklaşık elli rivayete yer vermiştir. Özellikle peygamberimize isnat edilerek rivayet edilmiş bu haberlerin hepsi de birbirinden farklı, birbiriyle çelişik, özü ve muhtevası değişik rivayetlerdir. Zihni melekeleri sağlam, akıllı ve düşünen bir insanın bu rivayetlere bakıp "Peygamberimizi bu tutarsız sözlerden, biri diğerini nakzeden bu tür rivayetlerden tenzih ederiz!" demekten başka çaresi yoktur. Peygamberimizi böyle bir kusurdan biz de tenzih ediyor ve bu rivayetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan iki tanesini ibret için aktarıyoruz:

Rivayet 1:

Müslim İbn Yesar el-Cühenî anlatıyor: "Hz. Ömer RA’dan, "Rabbin Âdemoğullarından; bellerinden zürriyetlerini ... (A’raf 172-173)" âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı verdi: "Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: "Allah, Âdem’i yarattı sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: "Bunlar cennet içindir, bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler" dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: "Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amâlini işleyecekler" dedi.

Cemaattan bir adam: "Ey Allahın Rasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: "Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar." [Muvatta, Kader 2; Tirmizi, Tefsir, A’raf; Ebu Davut, sünnet.]

Rivayet 2:

Ebu Hüreyre anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: "Allahü Zülcelâl Hazretleri Âdem’i yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e arzetti. Âdem:

"-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.

"-Bunlar senin zürriyetindir" dedi.

Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.

"-Ey Rabbim şu da kim?" diye sordu.

"-Dâvûd!" deyince.

"-Pekâlâ, ne kadar ömür verdin?" diye sordu.

"-Altmış yıl!" dedi.

Âdem:

"-Ey Rabbim, ona benim ömrümden kırk yıl ilave et!" dedi.

Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Âdem ona:

"-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?" dedi. Melek:

"-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?"

Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu. Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi." [Tirmizi Tefsir, A’raf.]

Bu rivayetlere dayanılarak Müslümanlar arasında oluşturulmuş inancı şöyle özetlemek mümkündür:

Allah, henüz bedenleri yaratmadan önce ruhları karşısına toplamış ve onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştur. Ruhlar da "Belâ! [Hiç şüphesiz sen bizim Rabbimizsin]" diye cevap vermişler ve böylece Müslüman olmuşlardır.

Konunun özeti bu olmakla beraber, Allah ile ruhlar arasında yapılmış olan bu sözleşmenin yeri ve zamanı konusunda rivayetlerde bir birlik sağlanamamıştır. Şöyle ki: Bazı rivayetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde [Arafat’tan Mina’ya kadar olan vadide], bazılarında ise Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer almaktadır.

Sözleşmenin zamanı konusunda ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür:

-İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce, zerreler hâlindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahit yoktur. Bu sözleşme mecazî anlamdadır ve bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.

-Allah’ın insanlardan aldığı ahit, insan türünün fiilen dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti, Âdem’in sırtından zerreler hâlinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu olay mecazî ve temsilî bir anlatım değildir, gerçekten vuku bulmuştur.

RİVAYETLERİN AKLEN VE NAKLEN TAHLİLİ:

-Rivayet 1’de, cemaatten bir adamın sorusuna cevap olarak peygamberimizce yapıldığı öne sürülen açıklama gerçekte bir "açıklama" değil, düpedüz Cebriyeciliktir.

-Konumuz olan ayette insan soyu "Benî Âdem [Âdemoğulları, insanlar]", "Zürriyetehüm [Âdemoğullarının zürriyetleri/soyları]", "Min zuhûrihim [Âdemoğullarının sırtları/belleri/sulbleri]" kelimeleriyle çoğul olarak zikredilmiştir. Ayette kesinlikle tek olarak Âdem’den bahsedilmemiştir. Oysa rivayetler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hep Âdem odaklıdır.

-Ayette konu edilen "ataların şirki" Âdem’e fatura edilemez. Çünkü Âdem müşrik değildir. (A’râf suresinin 189. ayeti ile ilgili olarak Razi ve İbn-i Kesir’in yaptığı açıklamalarda Âdem’e şirk isnat edilmiş, şeytana kulluk yaptırılmış ve kendi çocuğuna "Abdülharis [şeytanın kulu]" adını verdiği ileri sürülmüştür.)

-Rivayetlere bakılırsa, insan misak vaktinde ve dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuştur. Bu kabule göre onun yine misaktan sonra ve dünyada, kabirde ölmesi gerekir. Böyle bir anlayış, insanın doğmadan önce ölü olduğunu, sonra canlanıp dünyaya geldiğini, daha sonra öldüğünü ve en sonunda da diriltilip haşrolunduğunu bildiren Mümin suresinin 11. ve Bakara suresinin 28. ayetlerine, dolayısıyla da gerçeğe terstir.

-Rivayetlerde sözleşmenin tarafı olarak zerrelerden söz edilmekte ve Rabbimiz tarafından bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılmaktadır. Oysa herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla insanların zerreler hâlinde iken taraf oldukları bir sözleşmeden sorumlu tutulmaları mantıklı değildir. Zaten bu sözleşmeyi bilen ya da hatırlayan tek kişi bile yoktur.

Rivayetlerle ilgili olarak daha onlarca ta’n [ayıplama, kınama, suçlama] noktası sıralamak mümkündür. "Bir delinin kuyuya attığı taşı bin akıllı çıkaramaz" özdeyişi de göstermektedir ki, dinî literatürümüze girmiş bu tür akıl dışı görüşlerin ayıklanabilmesi, bu inanç ve kabullerin zihinlere yerleşmesinden çok daha zordur. Nitekim milyonlarca Müslüman hâlâ bu konudaki asılsız rivayetlerin tesiri altında kalmaya devam etmekte ve "Ne zamandan beri Müslümansın?" sorusuna "Kâlû Belâ’dan beri" diye cevap verme gereğini duymaktadır.

KONUMUZ OLAN AYETLERİN TAHLİL DÜZENİ:

Konumuz olan üç ayet, 163–174. ayetlerden oluşan pasajın bitim noktasını oluşturmaktadır. Bu pasajda Rabbimizin insanları bazı şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumluluk sahibi olarak duyarlı davranacağı, diğer kısmının ise vurdumduymazlık sergileyerek görevlerini yapmayacağı, bu durumun kıyamete kadar böyle süreceği, sonuçta da sorumsuzların cezalandırılıp sorumluların ödüllendirileceği; ayrıca kâfirlerin seçmiş oldukları yolu gaflet ve bilgisizlikten değil kesinlikle bilinçli olarak istedikleri, bunu da herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf ederek kendi aleyhlerine tanıklıkta bulunacakları bildirilmektedir.

Meal ve tefsirlerin çoğunda rivayetlerin etkisiyle konumuz olan bu ayetlere birçok ekleme yapılmış, bu nedenle de ayetlerin gerçek anlamından ister istemez uzaklaşılmıştır. Biz söz konusu ayetleri sözcük sözcük tahlil etmek suretiyle güvenli bir yol izleyecek, böylece konuyu mevcut meal ve tefsirlerle karşılaştırarak okumak isteyenlerin yapılan ilâveleri daha rahat görmelerini sağlamaya çalışacağız.

Hâlbuki senin Rabbin,

Metinlerde genellikle "vaktiyle", "bir zamanlar" diye tercüme edilen " إذiz" edatı, bu edatın "anlamca zait olduğu, birçok yerde kelâmı süslemek için kullanıldığı" görüşündeki bazı tefsirciler ve bunlara itibar edenler tarafından meallerin çoğunda anlamca ihmal edilmiştir. Oysa "iz" edatı, anî ve beklenmedik bir şeyin meydana gelmesini veya anlatılan konuda birden bire yapılan bir dönüşü, değişikliği ifade etmek için kullanılır ve bu edattan sonra anlatılan konunun yer aldığı pasajın başlangıcı olur. Burada ayet "ve" bağlacı ile başlamaktadır. Bu, "iz" edatı ile başlayan konunun daha önceki ayetlerle bağlantılı olduğunu gösterir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, bu bölümün "Hâlbuki senin Rabbin" diye çevrilmesi gerekir.

... kıyamet günü, "Biz, bunlardan gafildik" demeyesiniz, yahut "Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?" demeyesiniz diye

Bu cümlede Rabbimiz, insanoğlunun yapısına koyduğu üreme sistemi ile her kuşağa, her nesle kendi varlığını en iyi şekilde gösterdiğini belirterek bu sebeple şirk koşanların kıyamet günü mazeret bulamayacaklarını bildirmektedir.

Âdemoğullarının sulbünden onların soylarını alır,

Ayetin orijinalindeki fiillerin tümü geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olup bu cümlede geçen " اخذEHAZE" fiilinin Türkçedeki tam karşılığı "aldı" sözcüğüdür. Ancak insanların yeryüzüne gelişi herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş bir şey değildir; insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavı son insan nesline kadar devam edecek bir süreçtir. Yüce Allah "Rabb" sıfatıyla insanoğluna bu süreci başarıyla değerlendirebileceği birçok üstün yetenek vermiş, Hakk’ı bulması için kitap indirmiş ve peygamber yollamıştır. Yani, insanoğlunun gerek yetenekleri, gerekse kitaptan ve peygamberden yararlanması süreklidir, daima tekerrür eden bir süreçtir. Dolayısıyla gerek "ehrace" fiilinin gerekse ayette geçen " اشهدeşhede [tanık etti]", " قالواkâlû [dediler]", " شهدناşehidnâ [tanık olduk]" fillerinin "şimdiki zaman-geniş zaman" kipiyle meallendirilmeleri gerekir. Söz konusu fiillerin ayette mazi [geçmiş zaman] kipiyle kullanılmış olması, anlatılan olayların gerçekleşeceğinin kesinliğini vurgulamak içindir.

ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

Piyasadaki birçok meal ve tefsirde bu bölüm de eksik olarak "Kendilerine şahit tuttu" gibi ifadelerle meallendirilmiş ve tanıklığın lehte mi yoksa aleyhte mi olduğu belirtilmemiştir. Söz konusu tanıklık, "ala enfüsihim [kendi aleyhlerine]" şeklinde ifade edildiği için aleyhte bir tanıklıktır. Bu husus kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır.

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

Tahlilini yaptığımız konuyu anlayabilmek, bu soru cümlesinin manasını ve pasaj içindeki yerini bilmeye bağlıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, piyasadaki birçok meal ve tefsirde yapılmış olan "dedi", "demişti" gibi eklemeler, ayetin orijinal ifadesinde yoktur.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusu ile başlayan "Elestü bi rabbiküm?" Kâlû: "Belâ... Şehidnâ." ["Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Derler ki: "Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz" cümlesi, ayette kendisinden önce yer alan "Ve eşhedehüm ala enfüsihim [ve onları kendi aleyhlerine tanık eder]" cümlesinin bedelidir; onu açıklar, tefsir eder. Dolayısıyla, bu cümle Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini açıklamaktadır.

Verilecek cevabı bilmesine rağmen Rabbimizin insanlara soru yöneltmesi, mesajın karşılıklı konuşma yöntemi ile verilmesi sebebiyledir. Bu metod aynı zamanda bir "Belâğat" sanatıdır. Belâğat ilmine göre soru cümleleri, bir şeyi sorup öğrenmekten daha çok, bir şeyi inkâr ya da takrir için veya muhataba iltifat ve minnet için, yahut da muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.

Bu soru cümlesi ile ilgili olarak yanlış anlamalara, yanlış kavram ve inançların oluşmasına yol açan bir husus da "rabb" sözcüğünün toplumda "ilâh", "yaratan" anlamında kullanılması sebebiyle cümlenin "Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil miyim?" şeklinde anlaşılmasıdır. Oysa "rabb" sözcüğü "Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten" demektir. Buna göre soru cümlesinin içerdiği gerçek anlam şöyle takdir edilebilir: "Ben, sizin yaratılışınızı, yaşayışınızı, üremenizi plânlayan; sizi terbiye eden, sizi bir hedef için hazırlayan, size akıl fikir veren; size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme, hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren; ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren değil miyim?"

Derler ki: Elbette Rabbimizsin,

Burada geçen " بلىbelâ" sözcüğü, "neam" sözcüğü gibi "Evet" anlamına gelen bir tasdik edatıdır. Fakat " نعمneam" sözcüğü, olumlu veya olumsuz her söyleneni tasdik ve takrir için kullanılabilirken "belâ" sözcüğü sadece olumsuz soruya cevap olarak kullanılabilir. Meselâ; "Ali geldi mi?" sorusuna verilen "neam" cevabı, "Evet, Ali geldi" anlamına gelir. Ama soru, "Ali gelmedi mi?" şeklinde sorulacak olursa, bu takdirde "neam" cevabı "Evet, Ali gelmedi" demek olur. "Bela" edatı ise sadece olumsuz soruya cevap olarak verilebileceğinden, daima menfinin sübutunu ifade eder. Dolayısıyla, "Ali gelmedi mi?" sorusuna "belâ" cevabı verilecek olursa, bu cevap "Evet, Ali geldi" demek olur.

Konumuz olan ayette de "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna karşılık "bela" dendiğinden, cevap da "Evet, Sen bizim Rabbimizsin!" demektir.

Ayetteki bu diyalogdan anlaşılıyor ki, insanlar kıyamet günü kesinlikle inkâra yönelmeyeceklerdir. "Rabb" sözcüğünün anlamı dikkate alınarak, verilen cevap şöyle takdir edilebilir: "Evet, Sen bizim Rabbimizsin; Sen, bizi terbiye ettin, bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz bunlara itibar etmeyen suçlular olduk; kendi aleyhimize şahidiz."

Üreme olayında herkesin tanık olduğu Allah’ın imzasını taşıyan ayetler:

Meninin yapısı, spermin ve yumurtanın özellikleri, zigot oluşumu, cinsiyetin belirlenmesi, rahim duvarına asılı olma, Bir çiğnemlik et olma, kemiklerin oluşumu, kemiklerin etle kaplanması, üç karanlıkta yaratılma, sulb teraib, atan su, döllenme şekli, doğum şekli; anne ve bebekte oluşan sevgi bağı vs.

tanıklık ediyoruz

Ayetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda "Senin Rabbimiz olduğuna tanığız" şeklinde yanlış olarak açıklanmıştır. Ayette insanların neye şahit oldukları beyan edilmemiştir. Zaten edebî kurallara uygun olması bakımından da beyan edilmemesi gerekir. Burada, ayetin sibakının delâletiyle "şehidna" fiilinin mef’ulü [tümleci] mahzuf olarak takdir edilen "alâ enfüsina (kendimizin aleyhine)" ifadesidir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapça bilenler, cümlenin siyak ve sibakına [bağlamına] iyi dikkat ettikleri takdirde bu gizli tümlecin "alâ enfüsina" ifadesi olduğunu kolayca anlarlar. Bu nedenle "şehidnâ" ifadesi "Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz" şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim En’âm suresinde de bu ayetin tefsiri mahiyetinde bir ifade mevcuttur:

130Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, "Kendi aleyhimize şâhitiz" dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.

131İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır. [En’am/130, 131]

Yapılan tanıklığın "kendi aleyhlerine" olduğu şeklinde hem bu surenin 37. ayetinde hem de Nahl suresinin 89. ayetinde benzer ifadeler mevcuttur.

Haklarında yeterli ve ikna edici bilgiler bulunmayan kişilerce öne sürülen bazı görüş ve kanaatleri birer akide haline getirmemek, garip rivayetlerin arkasına düşüp yanlışlar içinde kaybolmamak ancak ayetlerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olmaktadır. Ayetlerin doğru anlaşılması için Rabbimizin yardımını istemeli, O’ndan ilmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı arttırmasını talep etmeliyiz. Ankebût/69’da söz verdiği gibi, uğrunda üstün çaba harcayanları Yüce Allah mutlaka kendi yollarına ulaştırır.

Gerçekten de Rabbimiz kendi varlığına yönelik kanıtları, uzaklarda aramamıza gerek kalmayacak şekilde çok yakına, kendi bünyemize de yerleştirmiştir. Kendi varlığı hakkında tefekkür eden, biyolojik yapısındaki fiziksel ve zihinsel sistemler, özellikle de üreme sistemi üzerinde düşünen bir insanın "Benim Rabbim Allah’tır!" dememesi mümkün değildir.
175) Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz, sonra da onlardan sıyrılıp çıkan, derken şeytânın peşine taktığı, böylece de azgınlardan oluveren o kişinin ciddî haberini onlara anlat.
176) Ve eğer Biz, dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o, alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. O nedenle sen iyice düşünsünler diye bu kıssayı iyice anlat.
177) Âyetlerimizi yalanlayıp, sırf kendilerine haksızlık eden o toplumun durumu ne kötüdür!
Bu pasajda, Allah’ın afak ve enfüsteki [insanın etrafındaki ve iç dünyasındaki] ayetlerine karşı duyarsızlaşarak kendi kalplerini mühürlemiş olan kişiler, tepki gösterme bakımından duyarsız bir köpeğe benzetilmiştir.

Rivayetlerde ayette karakterize edilen kişinin kim olduğu ile ilgili olarak İsrailoğullarından Bel’am b. Bahura, Sayfi b. er-Rahib, Ebu Amir b. Sayfi, Yemen halkından Bel’am, Ümeyye b. Ebu Salt gibi birçok şahsın adı geçmektedir. [Razi, Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an] Bazı rivayetlerde ise, ayette ismi belirtilmemiş olan bu kişi ile Mekke’nin duyarsız müşriklerinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Ancak Müslümanlar arasında bu kişinin Bel’am b. Bahura olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Bu ayet okunduğunda daima bu şahıstan ve onun hakkında uydurulan bir sürü mesnetsiz menkıbeden bahsedilir. Ne var ki, bu rivayet ve görüşlerin hiçbiri de itibar edilecek bir düzeyde değildir. Ayette tasvir edilen kişilikle ilgili olarak bizim de bazı isimleri zikretmemizin nedeni, konu hakkındaki spekülatif yorumların varlığını hatırlatmak ve bu gibi isimler etrafında anlatılan hikâyelere odaklanmayı engellemektir. Çünkü bu tür hikayeler gereksiz yere ilgi çekerek çoğu zaman insanları ayetin asıl mesajından uzaklaştırma riski taşımaktadır. Bu olumsuz durumu önlemek üzere mevcut rivayetleri kısaca hatırlatarak tarihsel değerleri hakkında bilgi vermek yararlı görülmüştür.

Dikkat edilirse ayette kişinin kimliği belirtilmeden karakteri üzerinde durulmuştur. Böylece belirli bir kişi değil, bu karakteri taşıyan herkes kastedilmiştir. Nitekim 177. ayette ifade genelleşerek kastedilenin "bir kişi" olmadığı iyice ortaya çıkmaktadır.

Kötüye örnek gösterilen bu karakterin belirgin özelliği, "vahyi bilmesi" ve "hakikati tanımış olması"dır. Yani bu kişiler sıradan kişiler değildirler. Vahyi bilmelerine, hakikatı tanımalarına rağmen kuruntularına kul olmuş, tutkularına esir olmuşlardır. Dolayısıyla bu ayetler, Kur’an’dan başka kılavuz edinip bilgili sandıkları bazı kişilerin ardına düşenlere "gerçek"ten uzaklaşıp uzaklaşmadıklarını her an kontrol etmeleri gerektiğini hatırlatan "çok önemli uyarı" niteliğindeki ayetlerdir.

Kötüye örnek gösterilen karakterdeki insanların varlığı ve sergiledikleri davranışlar, Kur’an’da birçok kez gündeme getirilmiştir:

23Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah'ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" [Casiye/23]

43Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun? [Furkan/43]

42,43Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın. [Fatır/42, 43]

Ve Enfal/31, İsra/84, Bakara/6, Tövbe/80.

176. ayette münafık, malperest, dünyayı ahirete tercih eden insan, dilini sarkıtarak soluyan köpeğe benzetilmektedir. Burada kesinlikle köpek aşağılanmaz; o hali köpeğin fıtratındandır. Burada Allah’ın ayetlerini dikkate almayan insan tipi aşağılanır ve TEFEKKÜRE davet edilir. Bu konuyu biraz açmakta yarar var.

Köpeklerde ter bezleri sadece patilerinde bulunur, vücutlarında yoktur. O nedenle yeterince terleyip vücut ısılarını düşüremezler. Bu durumda serinlemek, sıkıntıdan kurtulmak için ağızlarından dillerini sarkıtarak nefes alırlar.

Köpekler aşırı sıcakta, heyecanlı olduklarında ve yorulduklarında bu duruma; sıkıntıya düşerler. Sonrada ağızlarından dillerini sarkıtarak vücutlarını rahatlatırlar; sıkıntıdan kurtulurlar. Normal şartlarda ise bunu yapmazlar.

Ayetteki "üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da" ifadeden anlaşıldığına göre burada köpek için de bir anormallik söz konusudur; bu köpek aşırı sıcak olmadan, heyecanlı olmadan, yorgun olmadan da dilini sarkıtarak ağzından nefes almaktadır. Yani her halde ve her zaman sıkıntılıdır ve sıkıntıdan kurtulmak için dilini sarkıtarak nefes almaktadır.

İşte münafık, malperest; bile bile Allah’ın ayetlerini, dini bilgileri menfaatine kullanan, dünyayı ahirete tercih eden bu kişiler, sürekli; gece gündüz, her an sıkıntı içinde olan kimselerdir. Onlarda gece gündüz bunalımdadırlar.

Kafirler için ise mal-mülk her şeydir. Malı kadar, parası kadar adamdır onlar. Evlâtları kadar güçlüdürler. Mal-mülk onlar için nihâ-i gâyedir. Onun için biriktirirler, onun için korurlar

1Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin vay hâline!

2,3O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını sanarak onu çoğaltan/tekrar tekrar sayandır. (Hümeze/1-3)

İnsan çok sevdiği, amaçladığı herhangi bir şey için çok gayret sarf eder. Amacına ulaştığı zaman ise onu muhafaza etmeye çalışır, kaybetmek korkusuyla yaşar.

Çok mal ve çocuğu olan kimse de (eğer bunlar amacı olursa) eğer ki malı ve çocukları yanında iseler onları kaybetmekten korkarlar. Kaybetmişlerse sürekli onların acısıyla yanar tutuşurlar. Her iki halde de azap içindelerdir.

Mal kazanmak ve evlât büyütmek kolay iş değildir. Bin bir meşakkati vardır. Sonra onları korumakta kolay değildir. Kimi de azalmasın diye, bırakın ondan yemeyi koklayamazlar bile. Kısacası onlara yüktür malları mülkleri ve evlâtları. O takdirde mal onlara azap olur.

Müslüman kişi, mal ve evlâtların kendisine Rabbi tarafından verilmiş emânetler olduğunu ve bu emânetler ile kendisinin mutlak surette imtihan edileceğini bilir. Ve de basit, geçici, değersiz dünya hayatının süsü olduğuna, esas hayırlı olanların ise âhiret hayatında kendisine verileceğine candan inanır. Kısaca Müslüman emânetçidir. Hiçbir zaman, "
benim malım, benim çocuklarım" demez. Her zaman "Allah bağışlarsa!" der. Onları kaybettiği zamanda da "Allah verdi, Allah aldı." diye teslimiyet gösterir. Hiçbir zaman, kesinlikle onlarla özdeşleşmez. Onların varlığı-yokluğu, azlığı-çokluğu Müslüman için önemli değildir. Bunlarda hep hikmet arar. Ona göre yaşar. Eğer bunlar Rabbi ile kendi arasına girecekse, bunlar olmasın daha iyi diye düşünür

9Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir. (Münafikun/9)

24De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda çaba harcamaktan daha sevimli ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah, hak yoldan çıkmışlar toplumuna kılavuzluk etmez. (Tevbe/24)

46Mal ve oğullar, basit dünya hayatının süsüdür. Kalıcı düzeltmeye yönelik işler ise, Rabbinin katında, sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlama yönünden de daha hayırlıdır. (Kehf/46)

55Öyleyse onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit dünya yaşamında cezalandırmak, onlar kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri iken canlarını çıkarmak istiyor.

85Onların malları ve evlatları da seni imrendirmesin. Allah, ancak onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve onlar kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri iken canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. (Tevbe/55, 85)

131Ve kendilerini imtihan etmek için, basit dünya hayatının süsü olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız mal, mülk, evlat ve saltanata sakın gözlerini dikme/rağbetle bakma. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta HA/131)

87Andolsun ki Biz sana katmerli katmerli nice nimetleri ve büyük Kur’ân'ı verdik.

88,89Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere; mal ve servete heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını mü’minler için indir. Ve: "Şüphesiz ben, apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim" de. (Hıcr/87-89)

Mü’minler, işte bu âyetlerle terbiye olup, mala-mülke, evlât ve iyâla emânet, süs, aksesuar, imtihan aracı olarak bakarlar. Bu âyetlerde verilen mesajlar doğrultusunda değer verirler. Asla onlara bel bağlamazlar.

İşte bu gerçekler nedeniyle bu benzetme yapılmıştır: Kur’an’da Kehf, Nahl, Kalem ve Sebe surelerinde somut örnekler verilmiştir.
178) Allah kime yol gösterirse, işte o kılavuzlandığı doğru yolu bulandır. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
Bu ayet, bir önceki pasajda yapılan uyarılarla bağlantılı olarak Müslümanlara sabırlı ve metin olmaları gerektiği mesajını vermekte ve bir anlamda müminler teselli edilmektedir.
179) Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu; Kalpleri/beyinleri/akılları olup da onlarla iyiden iyiye düşünüp anlamayanları, gözleri olup da onlarla görmeyenleri, kulakları olup da onlarla işitmeyenleri cehennem için türetip ürettik. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir.
İlk bakışta 178. ve 179. ayetlerden insanın doğru yola veya sapıklığa yönelmesinin Allah’ın zorlaması ile olduğu yolunda bir yanlış anlam çıkarılabilirse de, ayetlerin bulunduğu pasajdaki söz akışı dikkate alınarak değerlendirildiğinde Allah’ın kimseyi zorlamadığı görülmektedir. Çünkü cennete girebilecek yeteneklerle donatılmış insan, Allah’ın kılavuzluk ederek gösterdiği yola girmeye kendisi direnmekte, yaptıklarıyla cehennemi hak etmekte ve bunu da kendi aleyhine tanıklık ederek itiraf etmektedir. Dolayısıyla, Allah kimseyi zorlamamakta, tam tersine, serbest bıraktığı insanın kibre kapılarak gösterdiği yola gelmemesini kınamaktadır.

Allah’ın insanları iyiye veya kötüye zorlamadığı konusu, daha önce Tekvir suresinin tahlilinde "Meşiet"; Tin suresinin tahlilinde ise "Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi" başlıkları altında incelenmiştir.

Kendilerine verilmiş olan akıl nimetini kullanmayanlar, ayette dört ayaklı hayvanlardan daha sapık olarak nitelenmiştir. Hayvanların sadece içgüdüleriyle ve doğal ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle hareket etmelerine fakat kendi yarar ve zararlarını bilmelerine karşılık, zihinsel ve fiziksel onca donanıma sahip insanın kendi yarar ve zararını ayırt edememesi ve kendi zararına yol açacak davranışlarda bulunması, onun o dört ayaklı hayvanlardan daha aşağı nitelikte olduğunu göstermektedir.

Allah’ın verdiği aklı ve diğer yetenekleri gerektiği gibi kullanmayan duyarsızlar, başka ayetlerde de kınanmıştır:

43Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?

44Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar. (Furkan/43, 44)

26Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. [Ahkaf/26]

17Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı. -18Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.- [Bakara/18]

171Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler. [Bakara/171]

46Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. [Hacc/46]

36,37Ve her kim Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/akranlar, körleşenleri Yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar. [Zühruf/36, 37]
180) Ve en güzel isimler sadece Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın. O'nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.
Bu ayet, tevhit ilkesinden sapanların dikkatlerinin çekilerek uyarıldığı başlı başına bir necm, bağımsız kısa bir pasajdır.

Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre bu ayet özel bir nedenle inmiştir:

Namaz esnasında "Ya Rahman, Ya Rahîm" diyen bir kişiyi gören Mekkeli müşrik [Ebu Cehil], "Muhammed ve arkadaşları bir tek Allah’a ibadet etmiyorlar mıydı? Bu adama ne oluyor ki, iki rabbe dua ediyor" demişlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu." [Mukatil]

" الاسماء الحسنىEsma-i Hüsnâ" hakkında, bazısı Allah’ın 99 ismi olduğunu, bazısı 200’den fazla ismi olduğunu iddia eden pek çok rivayet bulunmaktadır. Biz böyle sınırlamaların çok yanlış olduğunu ve Allah için her dilden güzel isimler oluşturulabileceğini düşünüyoruz. Nitekim bu güne kadar Allah’a atfen Çalap, Tanrı, Huda, Yezdan gibi değişik dillerde birçok isim söylenmiştir.

EN GÜZEL İSİM VE SIFATLAR ALLAH’INDIR

"En güzel isimler" ifadesi, bu ayetten başka İsra/110, Ta Ha/8 ve Haşr/24’de olmak üzere Kur’an’da üç yerde daha geçmektedir.

Herhangi bir dilde varlıkları belirtmek üzere bazı anlamsız sözcükler de isim olarak kullanılsa bile, genellikle isimler birer anlamı olan sözcüklerdir. İsimlerin "güzel isim" veya "çok güzel isim" olması, anlamlarının "güzel" veya "çok güzel" olmasına bağlıdır. Dillerin gereği olarak Rabbimizin de kendisini belirttiği, kimliğini niteleyen isimleri ve sıfatları vardır. Ancak bu isimler sıradan sözcükler değil, Rabbimize yakışan "çok güzel", "en güzel" anlamlı sözcüklerdir.

Kur’an’da Rabbimiz kendini birçok farklı isim ve sıfatla anmıştır. İncelendiğinde bunların bir kısmının zatına ait, diğer bir kısmının da yarattıkları ile ilişkilerini niteleyen isim ve sıfatlar olduğu görülür.

"En güzel isimler" ifadesinin yer aldığı cümleler, yapı itibariyle "Kasr" ifade etmektedirler. Yani bu ifade cümleye "en güzel isimler sadece Allah içindir" şeklinde bir vurgu kazandırmaktadır. Bu vurgu, kullara ait olan isimlerin "en güzel" derecesine ulaşmadığını ve ulaşamayacağını ifade eder. Dolayısıyla yaratılmışlar için "en güzel isimler" değil, ancak "güzel isimler" söz konusu olabilir. Meselâ, insanlar "bilen" olabilirler ama "en iyi bilen" sadece Allah’tır. Bu sebeple Allah’a ait tüm isim ve sıfatlar mübalâğa kalıplarıyla; "en iyi bilen", "her şeyi en iyi bilen" örneklerinde olduğu gibi ifade edilmiştir.

Allah’ın isim ve sıfatları ile ilgili olarak geçmişte ve günümüzde birçok çalışma yapılmıştır. Bu konu geçmiş dönemlerde birçok inanç ekolünün de ortaya çıkma nedenidir. Söz konusu ekollerin Akaid [Kelam] ile ilgili klasik eserlerden tetkik edilmesi mümkündür.

ALLAH’IN ÇOKÇA ANILAN ESMA-İ HÜSNÂ’SI [EN GÜZEL İSİMLERİ]

Adl:Çok adaletli, mutlak adil.

Afüvv:Affeden, bağışlayan.

Ahir:Varlığının sonu olmayan.

Alim:Her şeyi çok iyi bilen, hakkıyla bilen.

Aliyy:Çok yüce, yüceltici.

Allah:O'nun zat ve özel ismidir. Diğer isimler fiilleri, sıfatları ve tecellileri ile ilgilidir.

Azim:Çok ulu, sonsuz büyük.

Aziz: Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan, galip olan.

Bâ'is: Öldükten sonra dirilten.

Baki:Varlığının sonu olmayan.

Bâri:Yaratan, kusursuzca var eden.

Basîr:Her şeyi gören, çok iyi gören.

Bâsit:Ruhları bedenlere yerleştiren, genişleten, açan ve bolluk veren.

Bâtın: Gizli, her şeyde gizli, O’ndan gizli bir şey olmayan.

Bedi:Örneksiz yaratan.

Berr:Kullarına şefkatli olan, iyilik yapan.

Cebbar:Dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren.

Celil:Ululuk, azamet ve büyüklük sahibi, emir ve yasak koyma hakkına sahip.

Darr: Dilediğine belâ verici, zarar verici, O’nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen.

Evvel:Varlığının başı olmayan.

Fettâh:Hayır kapılarını açan, hüküm veren.

Gaffar:Günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan.

Gani:Çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan.

Ğafur:Kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.

Habir:Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar.

Hadi:İstediğini hidayete erdiren.

Hâfid: Aşağıya indiren, alçaltan, değerini azaltan.

Hafiz:Gözetici, koruyucu.

Hakem:Hükmedici, bilgisi ve adaletiyle nihai hükmü veren.

Hakim:Hikmet ve hüküm sahibi, yerli yerine koyan.

Hakk:Hak ve hakikatin kendisi, gerçeklerin gerçeği.

Hâlik: Yaratıcı.

Halim:Yumuşak davranan.

Hamid:Hamd edilen, övülen, övgüye lâyık bulunan, öven.

Hasib:Hesap görücü, her şeyi saymışçasına bilen, hesaba çeken.

Hayy:Her zaman diri.

Kabid: Ruhları kabzeden, sıkan, daraltan, rızkı belli ölçülerde veren.

Kâdir:İstediğini istediği gibi yapamaya gücü yeten.

Kahhâr:İsyankarları kahreden, hiçbir şekilde mağlûp edilemeyen, üstün gelinemeyen.

Kavi:Her şeye gücü yeten, kudretli olan.

Kayyûm: Her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten, hiçbir şeyin gizli kalmadığı.

Kebir:Mutlak büyük.

Kerim:Çok cömert, istemeden veren, vesilesiz ihsan eden.

Kuddûs: Her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olan.

Lâtif: Lütfedici, gizliyi bilen.

Mâcid:Şanı yüce, ulu ve cömert.

Malikü’l-Mülk: Mülkün ebedî sahibi.

Mâni:Dilediğini engelleyen.

Mecid:Şanı büyük ve yüksek, ikramı çok, yüce.

Melik:Her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarı.

Metin:Çok sağlam, kuvvetli.

Muaahhir: İstediğini sona erteleyici, yüksek mertebelerden indirilen.

Muğni:Dilediğini zengin eden.

Muhsi: Her şeyin sayısını bilen.

Muhyi:Hayat veren, dirilten.

Muid: Öldükten sonra tekrar dirilten.

Muiz:İzzet veren, yükselten.

Mukaddim:İstediğini öne alıcı, dilediğinin mertebesini yükselten.

Mukît: Bütün canlıların gıdasını veren.

Muksit:Adalet gösterici, adaletin gerçek sahibi, hükmünde adil.

Muktedir:Kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden, mutlak güç sahibi.

Musavvir:Tasvir eden, her şeye şekil ve suret veren.

Mübdiü:Maddesiz ve örneksiz yaratıcı, yoktan yaratıp var eden.

Mücîb:Duaları kabul eden.

Müheymin: Gözetici ve koruyucu olan, doğrulayıcı ve güvenilir.

Mü'min: Güven veren

Mümit:Öldüren, ölümü yaratan.

Müntekim:İntikam alan (ceza vererek adaleti sağlayan).

Müte'ali: Pek yüce, yüceler yücesi, aklın alabileceği her şeyden pek yüce.

Mütekebbir:Büyüklük ve ululukta tek olan, her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren.

Müzill:Alçaltan, zillet veren, hor ve hakir eden.

Nafi: İstediğine fayda sağlayan, O’nun takdiri olmadan kimseye yarar verilemeyen.

Nur: Âlemleri nurlandıran, aydınlatan.

Râfi: Dereceleri yükseltici, rızkı yükseltici.

Rahîm: Acıyıcı.

Rahman: Yarattığı bütün canlılara nimet veren.

Rakîb: Bakıp gözeten ve kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen.

Rauf: Çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayan.

Reşid: Doğru yolu gösteren.

Rezzak: Rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol bol rızk veren.

Sabur: Çok sabırlı, sabreden, cezayı erteleyen.

Samed: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey kendisine muhtaç olan.

Selâm: Bütün ayıplardan arınmış. Selâm sahibi‚ yani her çeşit ayıptan selâmette‚ her türlü afetten beri.

Semi: İşitici.

Şehid: Her şeye şahit olan, O’ndan saklı olmayan.

Şekûr: Kullukları kabul edici, az amele çok sevap veren, şükrü kabul edip çok ihsan eden, şükredilen.

Tevvab: Tövbeleri çokça kabul eden, çok tövbe fırsatı veren.

Vâcid: İstediğini istediği an bulan, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan.

Vahid: Tek ve eşsiz. Zatında, isimlerinde, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri, dengi bulunmayan.

Vali: Yardım eden, destek veren, veliyy, dost, işleri düzenleyen, yöneten ve idare eden.

Vâris: Bütün servetlerin gerçek sahibi.

Vâsi: İlmi ve rahmeti geniş ve sınırsız, geniş olan.

Vedûd: Seven, bütün mahlûkatın hayrını isteyen, onlara ihsan eden.

Vehhab: Karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sahibi.

Vekil: Her şeye vekil.

Veliyy: Yol gösteren, yardım eden, koruyan yakın.

Zahir: Görünen, varlığı aşikâr olan.

Zü'l-Celali ve’l -İkram: Ululuk ve ikram sahibi.

Bu isim ve sıfatlardan tamlama yapmak suretiyle Rabbimizin her bir eylemini mübalâğa kalıplarıyla "en güzel isimler" hâline getirmek de mümkündür. Meselâ; "Rabbü’l-Âlemin [Âlemlerin Rabbi]", "Maliki Yevmi’d-Dîn [Din Günü’nün Sahibi]", "Allâmü’l-Guyûp [Gayıpları En İyi Bilen]", "Settârü’l-Uyûp [Ayıpları Çokça Örten]", "Gaffârü’z-Zünûp [Günahları Çok Bağışlayan]", "Razzâku’l-Âlemîn [Âlemleri Çokça Besleyen]", "Hayru’r-Râzikîn [Rızk Verenlerin En Hayırlısı]" gibi.

181) Yine Bizim oluşturduklarımızdan hakka kılavuzluk eden ve onunla adaleti uygulayan bir ümmet vardır.
Bu ayet, akıllarını kullanmayanların düştükleri durumun anlatıldığı 179. ayetin devamı mahiyetindedir. Bu ayetle, hayvandan daha sapkın duruma düşebilen insanoğlu içinde akıllarını kullanan değerli kişilerin de var olduğu bildirilmektedir.

Bu ayetten, Rabbimizin dünyayı hakka davet eden, kılavuzluk yapan insanlardan hiçbir zaman boş bırakmayacağı, Allah’ın doğru yoluna kılavuzluk eden birilerinin bu dünyada her zaman bulunacağı anlaşılmaktadır. Hatırlanacak olursa 159. ayette İsrailoğulları içinde de hakka kılavuzluk edenlerin bulunacağı bildirilmişti.
182) Ve âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri yönden derece derece, yavaş yavaş değişime/yıkıma yaklaştıracağız.
183) Ben onlara süre de tanırım. Kesinlikle Benim plânım pek çetindir.
Ayetlerde sözü edilen yalanlayıcılar ilk plânda Kur’an’ın indiği dönemdeki Mekkeliler olmakla birlikte, sonradan dünyada yaşamış ve kıyamete kadar var olacak olan yalanlayıcılar da bu ayetin kapsamına girmektedir.

Ayette geçen "الاستدراج istidrac" sözcüğü "derece derece, azar azar yükseltmek veya indirmek, yavaş yavaş toplamak" anlamlarına gelir. [Lisanü’l-Arab; c:3, s:325-327; drc mad.] Buna göre ayetleri yalanlayanlar, kendileri farkına varamayacak şekilde yavaş yavaş helâke sürüklenmektedirler. Bu yalanlayıcılar günah işledikleri zaman hemen cezalandırılmazlar; çünkü Allah onlara mühlet vermiştir. Buna karşılık, hemen cezalandırılmamaları sebebiyle şımarırlar ve içinde bulundukları durumun aslında kendileri için bir tuzak olduğunu fark etmezler. Öyle bir tuzak ki, hemen cezalandırılmadıklarını gördükleri için tutkularının peşinde koşmaya başlarlar, Allah’ı hiç düşünmez olurlar, hesap vereceklerini unuturlar ve bulundukları ortamı terk edemez olurlar. Bu hallerinden dolayı da, hiç farkına varmadan yaptıkları işlerin tutsağı olarak kendi kötü sonlarını hazırlamış olurlar. İşte, Allah’ın plânı, tuzağı budur. Üstelik bu plân, içine düşen kişinin helâke sürüklendiğini anlayamaması sebebiyle çok da çetindir.

Yalanlayıcılara hazırlanmış olan bu plân, En’am suresinde de dile getirilmiştir:

* Derken kendilerine hatırlatılanı terk ettiklerinde, onların üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Öyle ki, kendilerine verilen şeylerle ‘sevince kapılıp şımarınca’, onları apansız yakalayıverdik. Artık onlar, umutları suya düşenler oldular. Böylece şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluluğun kökü kesildi. –Ve tüm övgüler, âlemlerin Rabbi Allah'adır; başkası övülemez.– De ki: "Hiç düşündünüz mü, eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilâh kimdir?" Bak, Biz âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da onlar sırt çevirip engelliyorlar? De ki: "Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah'ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, şirk koşarak yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan başkası mı değişime/yıkıma uğratılmış olur?" Ve Biz gönderilen elçileri, ancak müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere göndeririz: Artık kim iman eder ve düzeltirse, artık onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklar da. Âyetlerimizi yalanlayanlara da, yapmakta oldukları hak yoldan çıkışlar yüzünden azap dokunacaktır. [En’am/44–49]
184) Ve onlar arkadaşlarında hiçbir deliliğin/cinlenmişliğin bulunmadığını düşünmediler mi? O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
185) Ve onlar göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimine, Allah'ın oluşturmuş olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra başka hangi söze inanacaklar?
186) Allah, kimi saptırırsa, artık ona yol gösterecek bir kimse de yoktur. Ve O, bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir durumda bırakır.
Bu ayet grubunda, peygamberimiz ile çağdaşı Mekkeliler arasındaki olaylara değinilmekte ve yalanlayıcılar uyarılmaktadır. Bu pasajda Allah elçisinin mecnunun biri olmadığı ciddiyetle vurgulanmıştır. Bilindiği gibi, peygamberimize Mekkeliler tarafından "mecnun [deli/cinlenmiş]" dendiği Kur’an ile sabittir:

* Hiçbir ümmet, süre sonunun önüne geçemez ve geciktiremezler. Ve onlar; "Ey kendisine Öğüt/Kur’ân indirilen kişi! Şüphesiz sen gizli güçlerce desteklenen/deli birisin. Eğer doğrulardan isen, bize melekler ile gelmeliydin" dediler. [Hicr/5-7]

185. ayette yine yalanlayıcıların düşüncesizliğine dikkat çekilmekte ve Allah’ın ayetlerine karşı duyarsız ve lâkayt kalan bu kişilere ömür sermayesinin tükenmekte olduğu hatırlatılarak üzerinde oldukları çıkmaz yoldan dönmeleri çağrısında bulunulmaktadır.
187) Sana, Sâat'ten; kıyâmetin kopuş anından soruyorlar: "Ne zaman gelip çatacak?" De ki: "Onun bilgisi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Onun vaktini bilmek, göklerde ve yerde ağır basmıştır/bilinemez olmuştur. O size ansızın gelir." Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler."
188) De ki: "Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir yarar elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye yetkin değilim. Ben eğer görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluma müjdeleyenim."
Kıyametin ne zaman kopacağı hakkındaki soru, peygamberimize çok sorulan bir sorudur ve Kur’an’da birçok kez yer almıştır:

48Ve onlar; "Eğer doğrular iseniz bu vaat ne zamandır?" diyorlar. [Yunus/48]

38Ve inkâr eden kişiler, "Eğer doğrular iseniz, bu vaat ne zamandır?" diyorlar. [Enbiya/38]

Ve Neml 71, Yasin 48.

Yukarıdaki ayetlerde kıyamet saati ile ilgili sorular inkâr nitelikli sorulardır. Ancak konumuz olan ayetlerdeki ifadelerden 187. ayetteki sorunun samimî olduğu ve kıyametin kopma saatinin tabii bir merak saiki ile sorulduğu anlaşılmaktadır. Ayette soruyu soranların kimliklerine dair bir açıklama yapılmamasına rağmen bu kişiler klâsik kaynaklardan gizli kalamamışlardır: Bir anlatıma göre bu soruyu peygamberimize yöneltenler, Hısl b. Ebi Kuşeyr ile Şemuyil b. Zeyd adlı Yahudilermiş. [Taberî; İbn Abbas’tan naklen] Bu şahıslar kıyametin vaktini bildiklerini iddia ederek eğer peygamberimiz de bu vakti doğru olarak söylerse ona iman edeceklerine söz vermişler. Ancak bu soruyu yöneltmekteki asıl niyetleri, peygamberimizin bildireceği herhangi bir vakti yalanlamakmış. Bir başka anlatıma göre de soru Mekkeliler tarafından sorulmuş ve peygamberimize "Aramızda akrabalık bağları var; onun için bunu bize söyle de tedbir alalım" demişler.

Sure Mekke’de indiğine göre soruyu soranların da Mekkeliler olması gerekir. Ancak burada esas olan soruyu soranların kimlikleri değil, soruya verilen cevaptır. Çünkü çok önemli bir konuyu açıklığa kavuşturan bu cevap, peygamberimizin gaybı bilmediğini ve bilemeyeceğini ortaya koymaktadır.

Oysa hurafelere batmış bir topluluk içinde yaşayan peygamberimizin kendini olağanüstü güç sahibi biri olarak tanıtması için ortam uygundur. Nitekim kendisinde olağanüstü bir güç olmadığını söylemesine rağmen, çevresinde bulunanlar ona olağanüstü güç yakıştırma yarışına girmişler, hatta oğlu İbrahim’in öldüğü gün yaşanan "Güneş Tutulması" olayını Güneş’in matem tutması olarak yorumlamışlardır. Peygamberimiz ise Allah’ın vahyettiği gibi, gayb hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyerek sadece "açıkça uyaran" bir hakk peygamber olduğunu açıklamıştır.

Peygamberimizin hayatı boyunca karşı çıktığı ve mücadele ettiği olağanüstü güçlerle donatıldığı iddialarının kökü ne yazık ki kazınamamış, bu konudaki uydurmalar günümüze kadar gelmiştir. "Gayb Meselesi" başlıklı yazımızda peygamberimizin mücadele ettiği bu zihniyet ele alınmakta, aynı zihniyet tarafından üretilen sapkın anlayışların Kur’an ile çürütülmesi yoluna gidilmektedir.

188. ayetteki
"Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan arttırmak isterdim" ifadesinin açıklamasını pek çok şekilde yapmak mümkündür:

-Eğer Allah’ın bana bildirmesinden önce neyi istediğini bilmiş olsaydım şüphesiz onu yapardım.

-Eğer ben gaybi bilseydim, gaybe dair her sorulanı cevaplardım.

-Eğer ben ne zaman öleceğimi bilseydim, çokça iyi işler yapardım.

-Eğer ben, savaşta ne zaman zafer kazanacağımı bilseydim, o vakit savaşırdım ve hiç yenilmezdim.

-Eğer ben hangi yılın veriminin kıt olacağını bilseydim bolluk zamanından bana yetecek kadarını hazırlardım.

-Eğer ben hangi malın ticarette çok satılacağını bilseydim, o malı alıcısının olmadığı zamanda satın alırdım.
189) O, sizi bir candan oluşturan ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki hanım ağırlaştı, hemen o ikisi Rablerine dua ettiler: "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, andolsun ki kesinlikle karşılığını ödeyenlerden olacağız."
190) Ne zaman ki o ikisine sağlıklı bir çocuk verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O'nun için ortaklar edindiler. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah arınıktır, yücedir.
Hem ayetleri hem de asıl konuyu iyi anlayabilmek için bu pasajın ayrıntılı olarak tahlil edilmesi yararlı olur.

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır.

Üzülerek tespit etmiş bulunuyoruz ki, bugüne kadar okuduğumuz Türkçe veya Arapça eserlerde ayetin bu kısmının Yahudi kültürünün [Tekvin/II. Bab, 18–25. Cümleleri] etkisinde kalınmadan yapılmış bir açıklamasına rastlanılmamıştır. Mevcut meal ve tefsirlerin tümünde de ilk insanın Âdem olduğu, Havva’nın ondan (kaburga kemiğinden) yaratıldığı, Âdem’in kaburga kemiklerinin Havva’nınkinden bir adet noksan olmasının da bundan kaynaklandığı ya açıkça yazmakta, ya da ima edilmektedir. Hâlbuki ayetin lâfzında Âdem ve Havva diye birilerinden söz edilmediği gibi, ima yolu ile de olsa bu ikisine herhangi bir işaret bulunmamaktadır.

İnsanın bir candan yaratılması, ondan da eşinin yaratılması konusu sadece bu ayette geçmemekte, Nisa/1, Zümer/6 gibi daha birçok ayette dile getirilmektedir. Rum suresinin 20, 21. ayetleri de konumuz olan ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak bir muhtevaya sahiptir.

Ayette önce cinsiyeti belirtilmeyen bir canlıdan bahsedilmekte, sonra da bu canlıdan onun eşinin yaratıldığı bildirilmektedir. Bu yaratılış tarzının bugünkü "klonlama"ya benzediği söylenebilir. Rabbimiz, insanın eşinin kendisinden yaratılmasının gerekçesini de göstermiş, bu yaratmanın ikisinin
arasında bir sıcaklığın, yakınlığın, sevginin, sükûnetin [yatıştırmanın] doğması için olduğunu açıklamıştır. İnsanlar görünüm olarak erkek ve dişi olarak ayrılsalar da, yaratılışta tek canlıdan türedikleri için aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu da özde birbirlerinden farkları olmadığı anlamına gelmektedir. Erkeklik ve dişilik farkına gelince; bu fark ilk yaratılışta değil, Nisa suresinin 1. ayetinden anlaşıldığına göre yaratılışın üçüncü aşamasından sonra oluşmuştur.

Ayetin bu giriş bölümünde Allah’ın plânlı yaratıcılığı vurgulanmak suretiyle insanlar tevhide, imana yönlendirilmektedir.

Ne zaman ki o, onu örttü/bürüdü [örtüp bürüdü], hafif bir yük yüklendi ve bununla gidip geldi.

Ne zaman ki zevce ağırlaştı, ikisi [karı koca] Rabbleri Allah’a yalvardılar: "Eğer bize bir salih [sağlam çocuk] verirsen kesinlikle şükredenlerden olacağız!

Ne zaman ki Allah onlara bir salih [düzgün bir çocuk] verdi, o ikisi Allah’ın o ikisine verdiği şeyler hakkında onun için ortaklar kıldılar.

Görüldüğü gibi, hamileliğin başlangıcında eşler ne annenin başarılı bir doğum yapacağı, ne de bebeğin salih olup olmayacağı ile ilgili bir endişe taşımaktadır. Her ikisi de işlerin yolunda gittiği düşüncesiyle rahattırlar. Ancak anne adayı ağırlaşıp da doğum iyice yaklaşınca panik başlar ve açıkça Allah’tan yardım istemeye başlarlar. Başa gelen her sıkıntıda olduğu gibi, eğer sağlıklı, iyi bir çocuk ihsan ederse kesinlikle şükredenlerden olacaklarına ve asla nankörlük etmeyeceklerine dair Allah’a sözler verirler. Çocuk sağ ve salim doğduğunda ise verilen sözler unutulur, çocuğun sağlıklı oluşu Allah’tan başka etkenlere bağlanır ve şirk ortaya çıkar.

Bu çocuk ve şirk meselesi, İbrani kültürünce üretilen Âdem-Havva rivayetleri ile birleştirilmiş ve ortaya hayal ürünü anlatımlar çıkmıştır:

İbn Abbas:

Bu âyette geçen "bir nefs" kelimesiyle Hz. Âdem; "bundan da eşini yapan ..." ifadesiyle de Hz. Havva murad edilmiştir. Yani Allah Teala, Hz. Havva’yı, eziyet vermeksizin Hz. Âdem’in kaburgasından yaratmıştır. ... Vakta ki Âdem, Hz. Havva’yı bürüyünce, Havva hafif bir yük yüklendi [hamile kaldı]. Çocuk onun karnında ağırlaşınca, İblis, bir adam suretine girip Havva’nın yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Havva, bu nedir? Ben, bunun bir köpek ya da herhangi bir hayvan olmasından korkuyorum. Onun, nereden çıkacağını nereden bileceksin? Arkandan mı çıkıp seni öldürecek, yoksa karnın mı yarılacak?" Bunun üzerine Havva endişelendi ve bunu Âdem’e anlattı. Böylece Âdem ile Havva hep bunun endişesi ve hüznünü taşıdılar. Daha sonra o İblis, Havva’ya gelerek şöyle dedi: "Eğer Allah’tan onu tıpkı senin gibi kusursuz ve hilkati tam bir kimse yapmasını ve onun karnından çıkmasını istersen, ona Abdül Harîs adını verirsin..." Melekler arasında, İblis’in adı el- Harîs idi. İşte bu, Cenab-ı Hakk’ın "Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği çocuk hakkında ona eşler tutmaya başladılar" âyetinde ifade edilen husustur. Yani, "Allah onlara, düzgün ve kusursuz bir çocuk verince, Âdem ile Havva, O’na eşler tutmaya başladılar" demektir. İşte, buradaki koşulan şirk ile Harîs [İblis] kasdedilmiştir. Kıssanın tamamı bundan ibarettir." [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

AYETTE SÖZÜ EDİLEN İKİLİ /KARI KOCA KİMDİR?

Arap dili gramerine vakıf olanlar bilirler ki, "Kelâmda [sözde] zamirlerin merciinin mutlak surette lâfzen, manen veya hükmen zikredilmiş olması gerekir." Oysa bu ayette ne lâfzen, ne manen ve ne de hükmen Âdem ve Havva diye bir merci bulunmamaktadır. Buna karşılık, ayetteki "nefs ve eşi" ifadelerinden bu ikilinin karı koca oldukları anlaşılmaktadır. Bundan dolayı da hem tesniye ifadelerinin özneleri, hem de zamirlerin mercileri bu "karı koca"ya raci olmaktadır. Klâsik Arap edebiyatında birçok uygulaması görülen bu durumun en meşhur örneği, "İ’dilû hüve akrabu littakvâ. [Adaletli olun; o (adalet) takvaya en yakın olandır]" ayetindeki "hüve [o] zamiridir. Ayette açıkça "adl [adalet]" sözcüğü geçmediği halde ayetin manasından "Hüve [o] zamirinin "adl [adalet]" sözcüğüne raci olduğu anlaşılmaktadır.

Aynı ayetteki zaman kiplerinin "geçmiş zaman kipi" olması, Kur’an’ın pek çok yerinde görüldüğü gibi, Allah için zaman mefhumunun söz konusu olmadığını ve anlatılanların kesinlikle gerçekleştiğini veya gerçekleşeceğini vurgulamak içindir.

Ayette konu edilen bu karı koca Âdem-Havva, Ali-Ayşe, Ahmet-Fatma gibi bilinen ve tanınan birileri değil, genel olarak tüm karı kocalar, tüm insanlardır. Dolayısıyla ayette ifade edilen davranışlar da tüm karı kocaların genel karakteridir, fıtrî özellikleridir.

İnsanın şirke ve nankörlüğe meyilli bu ham karakteri Hud suresinde de dile getirilmiştir:

9-11Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin –işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır– dışındaki insanlara, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, "Kötülükler benden gitti" der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. [Hud 9- 11]

Kur’an’da konumuz olan ayetin üslûbunu taşıyan ve Hud suresinin yukarıda verdiğimiz ayetlerinin tefsiri mahiyetinde olan daha birçok ayet (Tövbe/75, 76, Yunus/22, 23, Nahl/53, 54, Lokman/31, 32, Rum/33,Ankebut/65, İsra/67) vardır.

Zümer suresine ait aşağıdaki ayetler ise, konumuz olan 189, 190. ayetlerin bire bir tefsiri olarak değerlendirilebilir:

6O, sizi tek bir nefisten oluşturdu, sonra ondan eşini yaptı ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, oluşturluştan sonra bir oluşturuluşla oluşturuyor. İşte bu, sahiplik, yönetim yalnız Kendisinin olan Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?

7Eğer küfredecek; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.

8İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O'na vererek Rabbine yakarır. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O'na yakardığı hâli unutur da Allah'ın yolundan saptırmak için O'na ortaklar oluşturur. De ki: "Küfrünle; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişinle biraz yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashâbındansın." [Zümer/6 – 8]

Onların şirk koştuklarından Allah münezzehtir.

Ayetteki bu ifade, insanların yukarıda anlatılan olumsuz yönlerinin Allah’ın ortak koşulanlardan münezzeh olduğunu kabul etmemelerindem ileri geldiğini ve bu yanlış davranışların vahye dayalı bilgilerle ortadan kaldırılması gerektiğini anlatmaktadır.

Ayetin bu bölümünde dikkat edilmesi gereken bir husus da, daha önce kullanılan tesniye (ikil) ifadelerden, " يشركونyüşrikûn [şirk koşup durdukları]" şeklindeki çoğul ifadeye yapılan geçiştir. Nitekim bu bölümden itibaren konu pasajın sonuna kadar hep çoğul olarak ifade edilmiştir.

191) Hiçbir şey oluşturmayan ve kendileri oluşturulmuş olan şeyleri mi eş koşuyorlar?
192,193) Hâlbuki bunlar, tapınanlar için yardıma güç yetiremezler. Kendi nefislerine de yardım edemezler. Eğer siz onları doğru yola çağırsanız, size uymazlar. Onları çağırsanız da çağırmayıp susmuş olsanız da size karşı hiç fark etmez.
194,195,196,197,198) Allah'ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana zaman da tanımayın. Şüphesiz ki benim velîm [yol gösterenim, yardım edenim, koruyanım], o kitabı indiren Allah'tır. Ve O, düzgün kimselere velî [yol gösteren yardım eden, koruyan] olur. Sizin O'nun astlarından yakardığınız kimseler ise, size yardıma güç yetiremezler, kendi nefislerine de yardım edemezler. Siz onları doğru yola çağırsanız da duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler."
194Allah'ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler. 195Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri veya işitecek kulakları mı var?

De ki: "Çağırın ortaklarınızı, sonra bana tuzak kurun ve bana zaman da tanımayın.

Kendisine kullanılmaya hazır bir akıl verilmiş olan insanın, duyuları bile olmayan, ne kendisine ne başkasına zararı veya yararı dokunmayan bir şeyden medet umması, akılla bağdaştırılacak bir davranış değildir.

Bu ayetlerde, aklını kullanmayıp da aslında kendileri de kul olan ve kendilerine bile hayırları dokunmayan kişi ve nesneleri Allah’a eş koşanlar kınanmaktadır. Ayette " الّذينellezine [kişiler]" ve " عبادıbâd [kullar]" sözcükleri kullanılmak suretiyle, Allah’a eş koşulan kişi ve nesnelerin yelpazesi oldukça geniş tutulmuştur. Buna göre, yaşayan ve ölmüş azizler, azizeler, sözde evliyalar, kutsallık yakıştırılan kişiler ile put, fetiş gibi sembolik şeyler, idoller ve kutsal bilinen tüm varlıklar bu kapsama girmektedir.

Bu konu, Kur’an’da üzerinde çok durulan önemli konulardan biridir:

42-45Bir zaman o, babasına: "Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum" demişti. [Meryem/42- 45]

73Ey insanlar! Bir örnek verilmektedir, şimdi ona kulak verin: Sizin Allah'ın astlarından şu yakardıklarınız bir araya gelseler bile, bir sineği asla oluşturamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür.

74Allah'ı gereği gibi değerlendirip bilemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür. [Hacc/73, 74]

95,96İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi. [Saffat/95, 96]

53-57Onlar dediler ki: "Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz." Hûd dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah'ın astlarından O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O'na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir." [Hud/53- 57]

75,76İbrâhîm: "Peki, siz ve en eski babalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? 77İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. 78-82O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. 83Rabbim! Bana ‘hüküm’ ver ve beni iyilere kat! 84Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! 85Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! 86Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. 87-91Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi. [Şuara/75–91]

–26,27Ve hani bir zamanlar İbrâhîm babasına ve toplumuna: "Şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım. –Beni yoktan yaratan ayrı.– Şüphesiz ki artık O, beni doğru yola iletecektir" dedi.28İbrâhîm bu sözü, onların dönmesi için ardından gelecek olanlara devamlı kalacak bir söz yaptı.– [Zühruf/26-28]

196Şüphesiz ki benim velîm [yol gösterenim, yardım edenim, koruyanım], o kitabı indiren Allah'tır. Ve O, düzgün kimselere velî [yol gösteren yardım eden, koruyan] olur. 197Sizin O'nun astlarından yakardığınız kimseler ise, size yardıma güç yetiremezler, kendi nefislerine de yardım edemezler. 198Siz onları doğru yola çağırsanız da duymazlar. Ve onları sana bakar görürsün, hâlbuki onlar görmezler."

Bu ayetlerde de yine şirk koşan akılsızlar kınanmakta ve tek ‘veliyy’nin Allah olduğu, dolayısıyla gerçek yardımın sadece Allah’tan geleceği, Allah’ın ise düzgün insanlara yardım edeceği bildirilmektedir.

Ayrıca ayetlerde, Allah’ın astlarından bel bağlanan ilâhların ne kendilerine ne de onlara tapanlara yardım edemeyecekleri, çağırıldıklarında sesleri duymayacakları ve bakar gibi durmalarına rağmen görmedikleri açıklanmak suretiyle, hem "Bizim ilâhlarımızı karalama! Sonra onların hışmına uğrarsın!" şeklinde peygamberimize yapılan tehditlere cevap verilmiş olmakta, hem de Allah’ın astlarından ilâh edinilen şeylerin kesinlikle ilâh olamayacakları vurgulanmaktadır.

Görünmez varlıkların sembolü sandıkları "şey"lere taparak Allah’a yaklaşacaklarını zanneden ve bu "şey"lerin Allah ile kendi aralarında şefaatçi olacaklarına inanan müşriklerin, bu "şey"lerden yardım isteme, o "şey"lere koku, yağ sürüp mum yakma, kurban kesme gibi törenleri, bazı değişikliklerle günümüzde de devam etmektedir. Ama bu müşrikler bilmelidirler ki, yaptıkları davranışların tümü Yüce Allah tarafından Kur’an’da pek çok defa kınanıp reddedilmiştir. Yakardıkları ise, kıyamet günü onların aleyhine dönecektir:

13,14Allah, geceyi gündüze sokuyor, gündüzü de geceye sokuyor. Güneşi ve ayı insanlığın yararlanacağı yapı ve işleyişte yaratmıştır. Hepsi adı konmuş bir müddet için akıp gidiyor. İşte bu, mülk Kendisinin olan sizin Rabbinizdir. O'nun astlarından yakardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar. Onları çağırırsanız, onlar çağrınızı işitmezler; işitseler bile size cevap veremezler, Kıyâmet günü de ortak koştuğunuzu kabul etmezler. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez. [Fatır/13- 14]
199) Sen afvı/malın fazlasını al, "urf" [örf, Kur'ân âyetleri öbeği] ile emret ve câhillerden de mesafeli dur.
200) Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah'a sığın. Kesinlikle O, en iyi işiten, en iyi bilendir.
Bu ayetlerde Rabbimiz, peygamberimize hitap ederek ona çevresiyle olan ilişkilerini yönlendirmeye yönelik dört temel görev vermiştir:

AFV العفو

العفو [
‘afv], "kolay gelen, fazlalık, çokluk, çıkartılıp verilmesi insana ağır gelmeyen, malın nafakadan fazlası/artanı, suyun içtikten sonra bardakta kalanı, ihmal edilen; ekilip biçilmeyen, ayak basılmayan; işe yaramayan arazi" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 338-341, "Afv" mad.]

Bu sözcük, beşeri ilişkilerde Türkçedeki "af (bağışlama; değersiz görme, önemsememe)" anlamında, infak konusunda ise "ihtiyaç fazlası", demektir.

A’raf/199, Bakara/219’a bakılabilir.

Allah’ın afvı: Allah’ın kusurları, günahları önemsememesi; silip atması anlamındadır. Ki bu, rüzgârın toprak üstündeki izleri kaybetmesi olayından türetilmiştir.

Aynı kökten gelen âfiyet sözcüğü de Allah’ın bela ve hastalıkları yok etmesi anlamındadır.

Elbise için alınan kumaşın, Terzinin ölçüp biçtikten sonra atılan kısmı da Afvdır.

1- Afvı al: Bu ifade hem malın fazlasını almak [zekât toplamak], hem de hataları bağışlamak, özürleri kabul etmek anlamlarına gelir. Ancak bu ayet indiği dönemde henüz zekât ile ilgili bir yükümlülük bulunmadığından, ifadenin "bağışlamak" diye anlaşılması gerekir. Zaten ayetlerdeki söz akışı da "bağışlamak" anlamına daha uygundur. Bağışlayıcı olmak, insanlara müsamaha ile yaklaşmak ve çevresine karşı sert davranmamak gibi talimatlar, peygamberimize başka ayetlerde de tekrarlanmıştır:

159İşte sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever. [Âl-i Imran/159]

125Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir. [Nahl/125]

2- Urf ile emret: " عرفUrf" sözcüğü, bu surenin adı olan " اعرافa’raf" sözcüğünün tekili olup hem bu surenin baş tarafında, hem de Mürselat suresinin tahlilinde açıkladığımız gibi öncelikle "Kur’an ayetleri öbeği" anlamına gelir. Bu anlama göre, peygamberimizden istenen ikinci husus çevresine Kur’an ayetleri ile emretmesidir. "Urf" sözcüğü ayrıca "örf, güzel ve hayırlı olan şey" anlamına da gelmektedir. "Maruf" kavramı da "urf" sözcüğünün bu anlamdaki türevlerindendir. Ancak; birinci anlamın ikinci anlamı da kapsadığı düşünülürse, sözcüğün buradaki manasını "Kur’an ayetleri öbeği" olarak anlamak daha isabetli görünmektedir.

3-câhillerden de mesafeli dur: "Cahil" sözcüğü, "düşüncesizce hareket eden, inkârcı, bir şey bilmez" anlamlarına gelir. Konunun akışı içerisinde buradaki anlamı ise, "hisleriyle ve tutkularıyla hareket eden, birden bire kızan, düşüncesiz ve kaba insan" demektir. Bu anlama göre Rabbimiz peygamberimizden böyle insanlara aldırmamasını, onların davranışlarından ve kırıcı sözlerinden etkilenerek maneviyatını bozmamasını istemektedir.

63Ve Rahmân'ın; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler ve cahil kimseler kendilerine lâf attığı zaman "Selâm!" derler.

72Ve Rahmân'ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler. [Furkan/63,72]

3Ve onlar, boş şeylerden yüz çeviren kimselerdir, ... [Mü’minun/3]

4- Şeytandan Allah’a sığın: Burada konu edilen şeytan "İblis" olup peygamberimizin dikkati kendi içinden gelebilecek zarara çekilmiş ve içindeki şeytandan [İblis’ten] Allah’a sığınması istenmiştir.

96Sen, kötülüğü en güzel bir şeyle sav. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri çok iyi biliriz.

97,98Ve de ki: "Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Ve Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." [Mü’minun/96–98]

33,34Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve "Ben, Müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır.

35Bu olgun davranışa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur.

36Ve eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah'a sığın. Şüphesiz ki O, en iyi duyanın ve en çok bilenin ta kendisidir. [Fussılet/33–36]

98Öyleyse Kur’ân öğrenip öğrettiğin zaman Racim Şeytan’dan; [aklınıza hemen geliveren, iyiden iyiye düşünme sonucu olmayan, sizi mahvedecek mesnetsiz düşünceler üreten yetiden] Allah’a sığın.

99,100Şüphesiz ki iman etmiş ve Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler üzerinde Şeytan-ı Racim'in hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü, ancak kendisini, yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın edinenler ve Allah'a ortak koşanların ta kendileri olan kimseler üzerinedir. [Nahl/98–100]

ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK:

Şeytandan Allah’a sığınmak, "Euzu billahi mineşşeytanirracim [Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım /Allah’ım, şeytandan sana sığınırım, beni ondan koru!]" demek değildir.

Şeytandan Allah’a sığınmak:

-Şeytan tipler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri hemen Allah’ın gönderdiği Kur’an terazisinde tartmaktır.

-Şeytanın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri Allah’ın Kur’an’da bize ikram ettiği panzehirle tedavi etmektir.

-Doğruyu Allah’tan öğrenip şeytanın bizi saptırmasına engel olmaktır.

-Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığınması gibi, derhal Kur’an’a sarılıp problemleri Kur’an ile çözmektir. Bilinmelidir ki, anlamadan Kur’an okumakla bu problemler çözülemez.

Günümüzde bu konuya örnek olabilecek çok sayıda şeytanî vesvese türü mevcuttur. Bu vesveseler birçok yönden insanların hayatına sokulmaya çalışılmaktadır. Bunlardan bir tanesini somut bir örnek olarak sunmanın yararlı olacağı kanısındayız:

Mütedeyyin olmakla beraber bilgisiz ve sıradan insanlara yüzyıllardır şöyle telkinlerde bulunulmaktadır: "Şu kandil gecesinde şu kadar rekât namaz kılar, şu kadar sayıda tespih çekersen, bütün günahların affolur ve cennete gidersin!" Bu telkin ve öneriler ilk bakışta insanların hoşuna gitmekte, daha doğrusu işlerine gelmektedir. Çünkü insanın dünyaya gelişinden itibaren onun "karin"i olarak faaliyet gösteren şeytan [İblis], bu teklif üzerine hemen harekete geçip bir ham düşünce üretmekte, önerilen bu kolay davranışları yaparak cenneti ucuza elde etme fikrini insana "süslü" göstermektedir. Böylece insan, kendisine yapılan bu tür telkin ve öneriler ile hem Allah’ın bildirdiği dışında bir yolla cennet vadeden şeytanların, hem de bu yolu kendisine süslü gösteren beynindeki İblis’in vesveseleri ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte, Rabbimizin kendisine sığınılmasını istediği şeytan vesvesesi bu ve buna benzer kuruntulardan oluşmaktadır. Ancak ayetteki ifadelerden anlaşıldığına göre, bu sığınma lâfla olmamaktadır. Zira ayette "Allah’a sığınırım de!" veya "Allah’a sığınmak istiyorum de!" değil, "Allah’a sığın!" denmektedir.

O hâlde yapılacak iş, yukarıda da söylediğimiz gibi, insanın kendisini sadece Allah’ın sözlerine teslim etmesidir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örnek için insan "Cennetin bedeli nedir Ya Rabbi!" diye Allah’a sığınmak isterse, Allah’ın cevabını Kur’an’da bulacak ve bu bedelin "mütteki olmak, ebrardan olmak, malını ve canını Allah’a satmak" olduğunu öğrenerek kendini hem o teklifi yapan yalancı şeytanların, hem de beynindeki İblis’in vesvesesinden kurtarabilecektir.

Sonuç olarak insan mutlaka aklını çalıştırmaya yönelmeli ve bu tarz yalanlarla sürekli vesvese veren şeytanlardan korunmak için Allah’a, O’nun kitabına sığınmalıdır. Böyle yapmalıdır ki, Âdem ve eşi gibi hataya düşmesin.
201,202) Kendi kardeşleri onları sapıklığa sürüklediği ve bırakmadığı hâlde şüphesiz Allah'ın koruması altına giren şu kimseler, kendilerine şeytândan bir vesvese, karanlık kuruntu, sırnaşma gibi bir tufan iliştiği zaman, hatırlarlar/düşünürler. Sonra bir de bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir!
Bu ayetlerde şeytandan Allah’a nasıl sığınılması lâzım geldiği anlatılmakta ve inanmayan kardeşleri tarafından çok büyük etki altında bırakıldıklarında bile, müttekilerin hatırlamak/düşünmek suretiyle Allah’a kulluktan ayrılmayacakları açıklanmaktadır.

* Münâfıklar, kendileri Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmadıkları gibi, sizin de inanmamanızı, böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda yurtlarından göç edinceye kadar onlardan yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse, sizinle aralarında anlaşma olan bir topluma sığınan kimseler yahut sizinle ve kendi toplumlarıyla savaşmaktan göğüsleri daralarak size gelenler hariç onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir yakın ve bir yardımcı edinmeyin. Sonra, eğer Allah dileseydi onları size musallat ederdi de onlar sizinle savaşırlardı. Artık eğer onlar sizden mesafelenip de sizinle savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah sizin için onlar aleyhine bir yol tanımamıştır. [Nisa/89,90]

202. ayetteki " و اخوانهمve ihvanühüm [onların kardeşleri]" ifadesi pek çok yerde yanlış olarak "şeytanın kardeşleri" olarak çevrilmektedir. Hâlbuki ayetin yapısı bu anlamı çıkarmaya engel olup, " همhüm" zamirinin "şeytan" sözcüğüne gönderilmesi mümkün değildir. Zira ayetteki "şeytan" sözcüğü tekil, ona gönderilmek istenen zamir ise çoğuldur. Dolayısıyla " همhüm [onlar]" zamiri "müttekiler" sözcüğüne gönderilip "ihvanühüm" ifadesinin de "müttekilerin kardeşleri" olarak anlamlandırılması gerekir. Ayet, bizim yaptığımız gibi "Hâl cümlesi" şekline getirildiğinde cümlenin anlamında herhangi bir sorun oluşmamaktadır. Zaten "İsim cümlesi" olan ayetin teknik yapısı da buna uygundur. Cümlede "vav" bağlacının ve "hüm" zamirinin bulunuyor olması, ayetin "Hâl cümlesi" olarak anlamlandırılmasını mümkün kılmaktadır.
203) Onlara bir âyet getirmediğin zaman da, "Kendin onu uyduruverseydin ya!" derler. De ki: "Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyuyorum." İşte bu Kur'ân, Rabbinizden gelen kalp gözünü açacak beyanlardır, iman eden bir toplum için bir kılavuz ve bir rahmettir.
Bu ayette, her istenildiğinde ayet veya mucize getiremeyen peygamberimizden, kendisine ayet uydurması yönünde yapılan tahriklere karşı sadece Allah’ın vahyettiğine tâbi olduğunu açıklaması istenmektedir. Çünkü peygamberimiz sadece bir elçidir ve ayet getirmek onun elinde değildir. Allah, dilediği zaman ona vahyeder ve o da kendisine vahyedileni tebliğ eder. Aslında bir peygamberin istenilen anda ayet getirememesi ve vahyi beklemesi, söylediği sözlerin kendi sözü olmayıp vahiy olduğunun kanıtıdır.

* Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım." [Yunus/15]

* Ve ortak koşanlar, kendilerine bir alâmet/gösterge gelirse, ona kesinlikle iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: "Alâmetler/göstergeler ancak Allah katındadır." Onlara alâmetler/göstergeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz? [En’am/109]

* Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsra/90- 93]


Ayetin son bölümündeki "İşte bu [Kur’an], Rabbinizden gelen basiretlerdir [kalp gözünü açacak beyanlardır], iman eden bir kavim için bir kılavuz ve bir rahmettir" ifadesi müşriklere bir uyarı mahiyetinde olup şu mesajı vermektedir: "Elçiyle ve sizi aşan şeylerle uğraşacağınıza, size kılavuz olacak, sizi aydınlatacak ve size rahmet olup sizi kurtaracak Kur’an’ı araştırın!"
204) Ve esirgenmeniz için Kur'ân öğrenilip-öğretildiği zaman, hemen ona kulak verin ve susun.
Bu ayette, Kur’an okunurken onu dinlemenin adabı öğretilmekte ve Kur’an’ın saygıyla, sessiz ve can kulağıyla dinlenilmesi emredilmektedir. Çünkü her kitap gibi Kur’an’dan da ancak böyle istifade etmek mümkündür.

Ayette verilen "Kur’an’ın ciddiyetle dinlenmesi hâlinde ilâhî kelâm olduğunun anlaşılacağı ve ona inanılacağı, böylece de Allah tarafından esirgenip kurtuluşa erileceği" yolundaki mesaj, inanmayanlara yöneliktir. Çünkü müminler, kalp gözünü açan, kılavuz ve rahmet olan ayetleri zaten can kulağıyla dinlemektedirler. Kâfirler ise kendi hayat düzenlerini eskisi gibi sürdürebilmek için hem sürekli Kur’an’a kulaklarını tıkamakta hem de halkı Kur’an’dan uzak tutmaya yönelik çeşitli yollara başvurmaktadırlar:

* Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler: "Üstün gelmeniz için bu Kur’ân'ı dinlemeyin, onun içinde anlamsız şeyler yapın/anlaşılmasını her türlü yolla engelleyin" dediler. [Fussılet/26]
205) Ve her zaman kendi içinden, korkarak ve alçala alçala, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!
Ayetteki "sabah akşam" ifadesi, Nâs suresinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, "daima, her zaman" anlamında olup burada peygamberimize ve dolayısıyla tüm insanlara Allah’ın nasıl ve ne zaman hatırlanması gerektiği bildirilmektedir.

"Allah’ın anılması, hatırlanması" anlamına gelen "zikrullah" sözcüğü zaman içinde anlam kaybına uğratılarak yozlaştırılmıştır. Bir isim tamlamasından oluşan bu ifadenin doğru anlaşılabilmesi ancak Kur’an’daki bağlamının iyi incelenmesiyle mümkündür. Aksi takdirde sözcüğün tasavvuf terminolojisince zayi edilen gerçek anlamına ulaşılamaz.
206) Şüphe yok ki Rabbini iyi tanıyan kişiler, Allah'a kulluk etmekten büyüklenmezler, O'nu her türlü noksanlıklardan arındırırlar ve yalnızca O'na boyun eğip teslim olurlar.
Surenin bu son ayeti, bir önceki ayette geçen "... korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle ..." ifadesinin açıklaması mahiyetindedir. Ayette, Allah’a karşı derin sorumluluk duyan ve O’nun katında itibarlı olan kulların Allah’a kulluktan büyüklenmedikleri, sürekli O’nu noksan sıfatlardan arındırdıkları ve yalnızca O’na boyun eğdikleri bildirilerek Allah katında muteber birisi olmak için "Allah’a kullukta büyüklenmemek, sürekli O’nu arındırmak ve ürpererek sadece O’na yalvarmak, boyun eğmek gerektiği" mesajı verilmektedir.

Bu mesaj Secde suresinde biraz daha ayrıntılı verilmiştir:

* Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman boyun eğip teslimiyet göstererek yerlere kapanan ve Rablerinin övgüsüyle birlikte noksan sıfatlardan arındıran ve büyüklük taslamayan kimseler inanırlar. Onların yanları, yan gelip yattıkları yerlerden uzaklaşır; onlar keyfetmezler, onlar korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bağışlarlar. [Secde/15, 16]