1,2,1,2,3,4,5,6,7,3,4,5,6,7) Ey göreve hazır kişi![#21] Kalk! Hemen, Yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli Allah adına: "Tüm övgüler, âlemlerin[#22] Rabbi[#23], yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli olan, herkesin iyi ya da kötü yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği âhiret gününün sahibi, yöneticisi Allah'adır; başkası övülmemelidir. Yalnız Sana kulluk[#24] ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz. Bize, razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yolu göster, bildir!" diye uyar![#25] Ve hemen sadece Rabbinin en büyük olduğunu ilân et, kişiliğini lekeleme; temiz tut, şaibeden hemen uzaklaş, pisliği hemen uzaklaştır, yaptığın iyiliği çok bularak başa kakma! Ve yalnız Rabbin için sabret![#26]
1Ey göreve hazır kişi!

Müzzemmil suresinde "يا ايّها المزّمّل Ya eyyühe’l-müzzemmil" [Ey örtüsüne bürünen] ifadesi kullanılmıştı. Burada ise "يا ايّها المدّسّر Ya eyyühelmüddessir" [Ey dış giysisine bürünen] ifadesi kullanılmıştır. Birçok eserde her ikisine de aynı anlam verilmiştir. Oysa iki kelime arasında ince bir anlam farkı vardır. Bu ayrıntı dikkate alınmazsa ayetin mesajı gereği gibi anlaşılamaz.

Müzzemmil sözcüğü, elbise, battaniye, çul-çuval gibi gereçlerle genel bir örtünmeyi ifade eder. Müddessir ise sadece çarşıda, pazarda yani toplum içinde giyilebilen bir dış elbiseyle örtünmeyi ifade eder.

Müddessir sözcüğünün aslı "متدسّر mütedessir"dir. "دسار Desar", cüppe, palto, pardesü, kaftan gibi gömleğin üstüne giyilen veya örtülen giyecek demektir.

Kur'an'da var olduğunu söylediğimiz edebî sanatlardan bu ayette kullanılmış olanı, kinaye sanatıdır. Dış elbisesinin giyilmesi, kinaye olarak çarşıya-pazara, işe-güce gitmek için dışarı çıkma hazırlığının yapılmış olması anlamına gelmektedir. Bu kinaye ile artık Muhammed’e peygamberlik üniformasının giydirildiği ve toplumu uyarmak için göreve hazır olduğu mesajı verilmektedir. Bu hazırlık daha önceki Alak, Kalem ve Müzzemmil sureleriyle yapılmış, böylelikle vahyin ilanı aşamasına gelinmiştir. Nitekim İkrime, "müddessir" sözcüğünü "müddesser" olarak okumuştur ki, bu da "dış elbisesi giydirilmiş olan" demektir.

Her iki kıraate göre de ayetin mesajı, "Ey peygamberlik elbisesini giyinen! Ey peygamberlik üniformasını giyinmiş, teçhizatını kuşanmış olan Muhammed!" olmaktadır.

2Kalk! Hemen, uyar!

Ayetten "Kalk! Haydi iş başına! Hemen uyarmaya başla!" mesajını almak mümkündür.

Bazı meal ve tefsirlerde "قم Kum [kalk]" emri yozlaştırılarak, "namaz kıl" denilmek istendiği ileri sürülmüştür. Ancak bu anlayış yanlıştır. Burada geçen kıyamın/kalkışın anlamı, Kehf suresinin 14. ayetinde olduğu gibi, "Kalkıp dikilmek, göreve gitmek" demektir.

İnzar

"إنذار inzar" kavramı adakta bulunma, üzerine borç olmayan bir şeyi herhangi bir münasebetle kendi üzerine borç kılma manasına gelen "نذر nezera" kökünden türemiş bir sözcüktür. Sözlük anlamı, bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, dikkati çekmek, korku verip uyanık kılmak demektir. Bu anlamıyla "inzar", sevinç haberi vermek, müjdelemek anlamına gelen "tebşir"in zıddıdır. [Lisanü’l Arab, "nzr" mad.]

Dinî açıdan inzar, Allah'ın peygamberleri aracılığı ile kullarını uyarması; onlara kötü sonu bildirerek onları korkutması, bilgilendirerek ve bilinçlendirerek kötü akıbetten sakındırmasıdır.

Âlemlerin Rabbi olması sebebiyle kullarını en iyi tanıyan ve onlara nasıl hitap edilmesi gerektiğini en iyi bilen Allah, insanlık tarihi boyunca hak yoldan saparak şirk ve inkâr bataklığına saplanan kavimleri uyarmaları için peygamberler göndermiş, o peygamberlerin uyarılarına kulak asmayanları kendilerinden sonraki nesillere ibret olacak şekilde cezalandırmıştır. Kur'an'ın pek çok suresinde bazen ayrıntılı, bazen de kısa değinişlerle anlatılan bu durum, Allah’ın insanlara uyguladığı bir yasası olarak nitelendirilmiştir.

Ayetteki "Hemen uyar" emrinin müteaaliki, Fatiha suresi olarak bilinen yedi ayettir. Rabbimiz: "Ey göreve hazır kişi! Kalk! Hemen, "Yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli Allah adına öğretiyorum, uyarıyorum: "Tüm övgüler, âlemlerin Rabbi, yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli olan, herkesin iyi ya da kötü yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği âhiret gününün sahibi, yöneticisi Allah'adır; Allah dışında kimse övgüye layık değildir. Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz. Bizi, razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola ilet!" diye uyar!" buyurmaktadır. Bu durumda aslında Fatiha suresi diye adlandırılan yedi ayet bağımsız bir sure olmayıp Müddessir suresinin pasajıdır.

Dikkat edilirse, Alak suresinden bu yana sürekli ahiret inancı ve sosyal destek üzerinde durulmaktadır. Bilindiği gibi, ahirete iman insanın bir ödül ve ceza gününün varlığını kabul edip bu dünyada işlediklerinden dolayı Allah'ın huzurunda sorguya çekileceğine inanması demektir.

Bu inanca sahip kimseler kendi yapıp ettiklerinin yanlarına kâr kalmayacağı bilinciyle hareket ederler. Gerek özel ve ailevî hayatlarını, gerekse sosyal davranışlarını dünyanın çekiciliğine ve aldatıcılığına kapılmadan ahireti düşünerek düzenlerler. Dolayısıyla kötülüklerden uzaklaşarak üstün özellikler kazanırlar. Bu özellikteki bireylerin bir araya gelmesiyle de zulümden, haksızlıktan, her türlü kötülük ve çirkinlikten uzak kalan; adaleti, doğruluğu, dürüstlüğü, her türlü iyiliği ve güzelliği temsil eden toplumlar meydana gelir. Böyle toplumlarla dünyanın çehresi değişir; dünya da, hayat da güzelleşir.

Öyleyse insanların dikkatlerinin çekilmesi gereken ilk öğreti, ahirete inanmak ve inandırmak olmalıdır. Ahirete iman, Kur'an'da zikredilen en önemli iman prensiplerinden biridir. Birçok ayette Allah'a iman ile birlikte zikredilmesi, bu prensibe verilen önemi gösterir. Bu prensip Kur'an'ın her suresinde mutlaka yer alır.

3Ve hemen sadece Rabbinin en büyük olduğunu ilân et,

İlk vahiyden bu ayete kadar Rabbimiz kendisini "Ekrem, Yaratan ve Kalemle Öğreten" olarak tanıtmıştı. Şimdi de "Ekber [En büyük]" olarak tanıtmaktadır. Allah’ın kendisini tanıtması süreci bundan sonra da devam edecektir.

4-7kişiliğini lekeleme; temiz tut, şaibeden hemen uzaklaş, pisliği hemen uzaklaştır, yaptığın iyiliği çok bularak başa kakma! Ve yalnız Rabbin için sabret!

Ayetin sözel anlamından, herkesçe bilinen giysilerin temizlenmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Zaten çoğu da ayeti böyle anlamıştır. Ancak burada da sanatsal bir anlatım söz konusudur. Sözel olarak elbise zikredilmekte fakat mecazen kişiliğiyle, kalıbıyla, ruhuyla, davranışlarıyla elbisenin içindeki kişi kastedilmektedir. Dolayısıyla peygamberimizden kişiliğiyle, kalıbıyla, ruhuyla ve davranışlarıyla tertemiz olması istenmektedir.

Ayet peygamberimize şu mesajı vermektedir: "Onlar seni efsaneleştirmişlerdi. Sen onların gözünde de sağlıklı, varlıklı ve sen o toplumun ahlakına göre yüce ahlâklı birisin. Bu niteliklerin nedeniyle seni vahye muhatap kılıp peygamber seçtik. Sakın pisliğe bulaşma! Karizmanı, imajını lekeleme! Seni lekeleyecek her türlü işten, davranıştan uzak dur, şaibeden kaçın!"

Ayetin mesajını alan peygamberimiz, kendisine verilen bu emirden sonra ticareti ve kendisine çamur atılabilecek her türlü işi terk etti. Aksi halde karşıtları onun hakkında birtakım iddialar, iftiralar düzerek insanların zihinlerini bulandırabilirlerdi. Peygamberimizin Allah'tan gelen bu emre uymasıyla müşriklerin çamur atma yolları tamamen tıkanmış oldu.

Toplumsal rolleriyle önde olanların altına girdikleri risklerden biri de karşıtları tarafından üretilen imaj sarsıcı iddialara maruz kalma olasılığıdır. Çağımızda birçok yöneticinin usulsüzlük ve yolsuzluk iddialarıyla itham edilmesi, hatta gerçek dışı suçlamalarla yargı önüne getirilmesi bize bu sosyolojik yasanın nasıl işlediğini göstermektedir. Yüce Allah yukarıdaki emriyle peygamberini uyarmakta, onu kendi toplumu önünde bu tür ithamlarla yıpratılmasını önleyecek bir dînî ahlakla donatmaktadır.

Yani "Sen topluma bir hizmet vereceksin. Bu hizmetlerini, iyiliklerini çok görerek başa kakma!"

Bu ayet, İbn-i Mes'ud kıraatinde "vela temnün en testeksira" olarak okunmaktadır. "منّ Menne" sözcüğü vermek ve verdiğini başa kakmak anlamına geldiği gibi, bazen "zaaf göstermek" anlamında da kullanılmaktadır. [Lisanü’l Arab, "mnn" mad. ] Bu nedenle ayetin "Yaptığını çok görerek zaaf, gevşeklik gösterme!" şeklinde anlaşılması da mümkündür.

Konunun akışı içinde İbni Mes'ud'un kıraatinin ve bu kıraatin sağladığı anlamın daha tercih edilebilir olduğu görülecektir.

Sabır konusu Kalem suresinde ayrıntılı olarak verilmiştir.

Not:

Surenin 11- 56. ayetlerinin ilk bölümle alakası yoktur. Onlar iki Necm haline olup daha sonraki zamanlarda inmiştir. Okurken bu husus göz ardı edilmemelidir.



FATİHA [AÇIŞ] SURESİ

Fatiha suresi olarak adlandırılan bu yedi ayet ile ilgili, ünlü tefsircilerimizden İmam-ı Razi 250, İbn-i Kesir 114, Elmalılı Hamdi Yazır ise 104 sayfa açıklama yapmıştır. Bu açıklamalarda:

- Surenin nerede indiği ve bir kez mi yoksa iki kez mi indirildiği,

- Başındaki "Besmele"nin ayet olup olmadığı ve "Besmele"nin önemi,

- Kıraat [okunuş] farklılıkları,

- Okunuşunda "istiaze"nin gerekip gerekmediği,

- Namaz ile ilişkisi, olursa olmazları ve olmazsa olmazları,

- Okunmasının fazilet ve sevabı,

- Diğer isimleri,

- İsm-i A'zam’ın [Allah'ın en büyük isminin] neler olabileceği ya da neler olamayacağı gibi konularda bin bir rivayete dayalı yorumlarda bulunmuşlardır. Sonuçta Kur'an'ı anlamak ve anlatmak üzere yazılmış olması gereken bu eserlerde, Fatiha suresinin Kur'an ve İslâm'daki gerçek yeri ve temel mesajı yukarıdaki konular arasında kaybolup gitmiştir. Dolayısıyla bu eserler, insanların Kur'an'ı anlamaları açısından âdeta birer engel konumuna gelmişlerdir. Oysa Kur'an'ı anlamak isteyen herkesin ilk Müslümanlar gibi doğrudan Kur'an'ı okuması ve anlaması gerekir. Çünkü Kur'an’ı en iyi tefsir edenin yine Kur'an olduğu akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçektir.

Fatiha Suresine Verilmiş Olan İsimler

Taşıdığı özellikler dikkate alınarak sureye aşağıdaki isimler verilmiştir:

- Mushaflar ve namazdaki okuma bu sure ile başladığından, "فاتحة الكتاب Fatihatü’l-Kitap" suresi ya da kısaca "الفاتحة Fatiha" suresi. Fatihanın sözlük anlamı açış, başlayış demektir.

- Yedi ayetli olduğundan ve hem Mekke'de hem de Medine'de indiği rivayet edildiğinden, "السّبع المثانى es-Seb'u’l-Mesani" suresi.

- Başında "الحمد Hamd" sözcüğü bulunduğu için "Hamd" suresi.

- Namazda okunurken diğer sureler gibi bölünmediğinden, "الوافية el-Vafiye" [Tam olan] suresi.

- Başka surelerin yerini tuttuğu, ama diğer surelerin onun yerini tutamadığı gerekçesiyle, "الكافية el Kâfiye" [Yeten] suresi.

- İslâm inancının temelini oluşturan ilkelerden bahsettiğinden, "el-Esas [Temel]" suresi.

- Şükür manası içerdiğinden, "الشّكر Şükür" suresi.

- Gerek içinde istekler mevcut olduğundan ve gerekse Müslim ve Tirmizî’de geçen "Allah şöyle buyurdu: Beni zikretmesi benden bir şey istemesine engel olan kimseye, isteyenlere verdiğimin en iyisini veririm" rivayetine (Müslim, Salât 38; Tirmizi, Tefsir 2) uygun düştüğünden, "السّئال es-Süâl" [İstek] suresi.

- Bir kısmı dua mahiyetinde olduğundan, "الدّعاء Dua" suresi.

- En sağlam hadis derlemecisi olduğu kabul edilen Buhari'nin Sahih’inde bile yer alan; okunduğunda yılan ve akrep sokması sonucu meydana gelen zehirlenmelere şifa olduğu ve bayılanlara okunduğunda ayılttığı yolundaki rivayetlere dayanılarak, "الشّفاء Şifa" veya "الرّقية Rukye [Muska]" suresi.

- Namazın Fatiha'sız olamayacağına ve aşağıda belirtilen Ebu Hüreyre rivayetine dayanılarak, "الصّلاة es-Salât" [Namaz] suresi.

- Kur'an'ın bütünü içinde yer alan iman, amel [kişisel işler], muamelât [toplumsal işler], ahlâk, peygamber kıssaları, inzar/uyarma ve tebşir/müjdeleme gibi konuları öz olarak içerdiğinden, "امّ القرأن Ümmü’l-Kur'an" [Kur'an'ın Anası] suresi.

Ne üzücüdür ki, yukarıdaki isimlere ek olarak bugün neredeyse "Ölü" suresi, "Mezarlık" suresi, "Türbe" suresi denecek kadar Fatiha’ya yanlış işlevler yüklenmiştir.

Fatiha Suresini Anlamak İçin Önerdiğimiz Yol

Surenin peygamberimiz, peygamberimizin arkadaşları ve hatta Mekke müşrikleri tarafından anlaşıldığı gibi anlaşılabilmesi için sureyi Kur'an ile anlama yöntemine başvurulmalıdır.

Klasik anlayışa göre bu ayetler Mekke'de, beşinci sure olarak nazil olmuştur. Bu ayetler indiği sırada Kur'an ve İslâm adına iman edilecek Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir olmak üzere sadece dört sure mevcuttu.

Daha evvel Rabbimizin Alak suresiyle Muhammed b. Abdullah’ı muhatap seçtiği, onu peygamber yaptığı ve ona Rabbi adına öğrenip öğretmesini emrettiği; Kalem ve Müzzemmil sureleriyle onu eğittiği ve hizmete hazırladığı; Müddessir suresiyle de ona üniformasını giydirip teçhizatını kuşandırdığı ve onu "Kalk, hemen, rahman rahıym Allah adına ... diye uyar ve Rabbinin en büyük olduğunu ilân et!" diyerek göreve çağırdığı anlaşılmaktadır.

Rabbimizin bu dört surede sadece peygamberimizi muhatap aldığı ve Peygamberimizin de kendisine verilen talimatları henüz tebliğ amacıyla kimseye söylemediği özellikle hatırlanmalıdır.

Ancak; Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinin giriş ayetlerinden sonraki bölümlerde müşrikler ile tartışmaların varlığı izlenmektedir. Bu durum, söz konusu ayetlerin girişteki ilk ayetlerden daha sonra indiğini göstermektedir. Bu da, adı geçen surelerin bir bütün halinde inmediğinin bir göstergesidir. Maalesef ayetlerin çoğunun kronolojik sırası bilinmemektedir.

Fatiha suresi, diye adlandırılan bu yedi ayetin teknik ve semantik açıdan bağımsız bir sure olması mümkün değildir. Fatiha sûresi olarak bilinen 7 âyet, aslında Müddessir sûresi'nin 2. âyetinin tümlecidir. Bu ayetlerin bağımsız bir sûre yapılması ve Mushaf'ın başına yerleştirilmesi, adının da "Fâtiha" [açış, giriş, önsöz] yapılması, Kur’ân'ın Peygamber tarafından derlendiği veya bu âyetlerin vahiy olmayıp Peygamber tarafından yapılan bir bildirge olduğu ve bu bildirgenin de Kur’ân'a önsöz olarak konduğu kanaatini doğurmaktadır.

Biz bu ayetleri Müddessir suresinin ikinci ayetine bağlamak suretiyle, tertipten kaynaklanan kusurları gidermiş bulunuyoruz.

Peygamberimiz bu uyarı metnini (Rahman Rahıym Allah adına, ... diye uyar), almış, Rabbi adına insanları uyarmıştır.

Genel prensip olarak bu çalışmada sadece Kur'an ayetleri ile yetinilmeye ve hangisinin doğru hangisinin düzmece olduğu kesin olarak bilinemeyen rivayetlerden uzak durulmaya özen gösterilmiştir. Ancak tevhit inancı bakımından herhangi bir sakınca içermeyen ya da ele alınan konunun daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşünülen tarihî belge niteliğindeki rivayetlerin kullanılmasından da kaçınılmamıştır. Bu temel prensibe bağlı olarak Fatiha suresiyle ilgili aşağıdaki rivayetin aktarılmasında yarar görülmüştür:

Rivayete göre; "Kalk, hemen, Rahman Rahîym Allah adına uyar! Ve Rabbinin en büyük olduğunu ilân et!" emrini alan peygamberimiz Safa tepesine çıkmış ve insanlara "Ya sabahâh! Ya sabahâh!" diye seslenmiştir. Bu ifade, o günkü toplumda "Dikkat! Dikkat! Beni dinleyin!" anlamına gelen bir çeşit anons olup savaş gibi önemli duyurular yapılacağı zaman kullanılırdı. Peygamberimiz, bu çağrıya uyup oraya gelenlere "Ey Abdülmuttalib Oğulları! Ey Fihr Oğulları! Ey Lüeyy Oğulları! Şu dağın arkasında size saldırmak isteyen bir süvari birliği var desem, bana inanır mısınız?" diye sordu. Gelenlerden "Evet!" cevabı alarak kendisine duyulan güveni teyit ettirdikten sonra topluma şu mesajı iletti:

Ey insanlar!

Yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli Allah adına uyarıyorum:

"Tüm övgüler, âlemlerin Rabbi, yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli olan, herkesin iyi ya da kötü yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği âhiret gününün sahibi, yöneticisi Allah'adır; Allah dışında kimse övgüye layık değildir.

Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz.

Bize, üzerlerine razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yolu, göster, bildir!"

Böylece peygamberimiz Rabbi adına uyarıda bulunmuş, Rabbinin en büyük olduğunu ilân etmiş ve insanları uyararak ilk görevini tamamlamıştır. Surenin Kur'an'daki yeri ve dinimizdeki işlevi böyle anlaşılmalıdır. Aksi halde Fatiha suresinin ne mesajı, ne de işlevi doğru anlaşılmış olur.



1Yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli Allah adına (Uyar)

Alak suresinin 1. ayetiyle peygamberimizden Allah adına öğrenip-öğretmesi istenmişti. Müddessir suresinde de Allah adına uyarıda bulunması istenmektedir. Bu talimatla özel hayatının bittiği, artık yapacağı çalışmaların Allah adına olacağı mesajı verilmişti. Ayrıca bu işten maddî ve manevî çıkar sağlaması da söz konusu değildi. Geçmişteki tüm peygamberler de aynı görev bilinciyle donatılmış, tebliğlerini ve davetlerini Allah adına yapmakla emrolunmuşlardır. Mesela; güneşe tapan Sebe halkını bu sapkınlıktan kurtarmak isteyen Süleyman peygamber de kraliçeye yazdığı mektubuna "Rahman Rahîm Allah adına" (Neml;30) diye başlamış ve isteklerini bildirirken Allah adına hareket ettiği bilinciyle davranmıştır.

2-4Tüm övgüler, âlemlerin Rabbi, yarattığı bütün canlılara nimet veren, yarattıklarına çok merhametli olan, herkesin iyi ya da kötü yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği âhiret gününün sahibi, yöneticisi Allah'adır; Allah dışında kimse övgüye layık değildir.

Hamd

"الحمد Hamd", bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bu anlamıyla "hamd", verilen bir nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya o yardımı yapanın, yani Yaratıcı’nın sonsuz güç ve kuvvetine, yarattığı nimetlerin çokluğuna, O’nun Rabbliğine duyulan hayranlık sebebiyle dile getirilen bir övgüdür.

Bu içeriğinden dolayı hamd şükürden farklıdır: Şükür bir nimete karşılık ve bir eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan da, sadece söz ile de yapılır. Hamd, ilk bakışta "methetme" olarak tanımlanabilirse de her methiye [övgü] hamd değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık, hamd tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz.

Kur’an’da geçen tüm "Elhamdü lillah" veya "Lehül hamd" ifadeleri, haber cümlesi olup inşa cümlesi değildir. Bunu anlamı şudur; Rabbimizin, kullardan, sürekli olarak "elhamdülillah" deyin diye bir isteği yoktur. Rabbimizin isteği, "Tüm övgülerin sadece Kendisi için olduğunun bilinmesi ve Kendisinden başkasına övgüler düzülmemesi"dir. Allah dışında birilerine düzülen övgüler, taraflar; övgüyü düzen ve övgü düzülen arasında ifrata kaçarak insanların şirk bataklığına gömülmelerine sebep olur.

İnsanlığa yapılan ilk uyarı da işte budur.

Hamd ve önemi konusunda şu ayetlere bakılabilir: En’âm 1, A’râf 43, Yunus 10, Ta Ha 130, Kasas 70, Zümer 74.

Âlemlerin Rabbi: er-Rabb

Kur'an'daki "مولى Mevlâ" kelimesinin eş anlamlısı olan الرّب Rabb, şu özellikleri taşır:

1. Rabb; emri ve kudreti altındaki varlıkların yegâne sahibi ve yöneticisi olup onlar üzerinde kendi istek ve ilmine uygun tasarruflarda bulunandır.

2. Rabb; itaat edilerek kendisine boyun eğilecek, emirlerine uyulup yasaklarından uzak durulacak yegâne efendidir.

3. Rabb; her şeyi düzelten, sivrilikleri tesviye eden, varlıkları hâlden hâle geçirerek düzenleyen, arıtıp saflaştıran, yetiştirip olgunlaştıran, ıslah ve terbiye edendir.

Yukarıda söz edilen üç özellikten de kolayca anlaşılabileceği gibi, Rabb kelimesi sadece ve sadece Yüce Allah için kullanılabilir. Fakat Arap dilinde isim tamlamasının bir öğesi olarak insanlar için de kullanılmıştır. Meselâ; "rabbu’l-beyt [evin sahibi]" gibi.

Özetle Rabb; "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten" demektir.

er-Rahman, er-Rahîm

"الرّحمن Rahman" ve "الرّحيم Rahîm" isimleri Allah'ın "En Güzel İsimleri"ndendir. [Esmâu’l-Hüsnâ]

İbranî kökenli olduğu da ileri sürülen Rahman kelimesi; rikkat [sevecenlik], karşılıksız yardım ve iyilik, bağışlama, acıyıp esirgeme anlamlarına gelen "رحمة rahmet" kelimesinden türetilmiştir. Rahman kelimesi, Arapçada sözün anlamını failin o işte tam yetkin olduğunu vurgulamak için kullanılan "mübalâğa" kalıbında bir kelimedir ve "rahmetin en yüce derecesine sahip varlık" anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla Rahman, rızkları, ihtiyaçları ve her türlü iyilikleri bağışlama hususunda, yarattığı varlıklardan rahmetini hiç esirgemeyen demektir.

Kur'an'da insanlar için hiç kullanılmayan er-Rahman ismi, elli yedi yerde Allah için kullanılmaktadır. Ayrıca Kur'an'daki bir sure de er-Rahman ismini taşımaktadır. Bu surede Yüce Allah, rahmetinin bir sonucu olarak görünen, görünmeyen; bilinen bilinmeyen varlıklar için yarattığı nimetleri saymakta, insanların bu nimetlerin kıymetini bilip nankörlük etmemeleri gerektiğini tekrar tekrar vurgulamaktadır.

Rahîm kelimesi, "رحمة rahmet, مرحمة merhamet ve رحم ruhm" mastarından hem etkin hem de edilgin anlamlı, "çok merhametli", "merhamet olunan" anlamında bir sıfattır. Kök anlamı acımak, merhamet etmek ve bağışlamak demektir. Rahîm'in çoğulu "رحماء ruhamâ"dır. Merhamet, iyilik ve nimet anlamına da gelir. Kur'an'da, 114'ü Allah, bir tanesi de peygamberimiz için (Tövbe 128) olmak üzere toplam 115 kez yer alır. Rahîm sıfatı Kur'an'da genellikle "çok bağışlayıcı" anlamına gelen "غفور Ğafûr" sıfatı ile birlikte kullanılmıştır. Bu durum, Allah'ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğuna bir delil teşkil eder. Bu sıfat, Kur'an'ın dört ayetinde de "ارحم الرّاحمين Erhamü'r-rahimîn [Merhametlilerin en merhametlisi] şeklinde kullanılmıştır.

Allah'ın Rahman ve Rahîm sıfatlarının her ikisi de "رحمة rahmet" mastarından türemiş olmasına rağmen, aralarında anlam farklılıkları vardır.

Rahman sıfatı ezel ile, Rahîm sıfatı ise daha çok ebet ile ilgilidir. Bu yüzden Allah için "dünyanın Rahman'ı, fakat ahiretin Rahîmi'dir" denilmiştir. Çünkü Allah’ın tüm varlıkları yaratması ve yaşatması, insanlar arasında mümin-kâfir, adil-zalim, çalışkan-tembel ayrımı yapmadan hepsine rızklarını vermesi, inkârcıları çalışma ve gayretlerinden dolayı dünyada mahrum bırakmaması, zulme ve kötülüklere müdahale etmeksizin insanların kendi tercihlerini kullanmalarına fırsat vermesi hep Rahman sıfatının sonucudur.

Rahîm sıfatının sonuçları ise daha çok ahirette görülecektir. Kur'an'ın pek çok ayetinde Allah'ın müminleri Rahîm sıfatı ile bağışlayacağı belirtilmiştir.

Fatiha suresinde verilen Allah’a ait isim ve sıfatlar, daha önceki surelerde öğretilmeye başlanan Allah telakkisinin bir devamı niteliğindedir. Özellikle Fatiha’da verilen sistematik ifadelerle Mekke ve Arap toplumundaki İslâm dışı Allah anlayışı ters yüz edilmiştir. Şöyle ki: Bu ayetler indiğinde insanlık çeşitli fikir akımları, vehimler, efsaneler ve felsefî görüşler üzerine oturmuş yanlış tanrı telakkilerine sahip idiler. İnsanların bir kısmı Aristo'nun "Şüphesiz Allah kâinatı yarattı. Ondan sonra onu kendi haline bıraktı. Zira Allah, daha aşağı olan bu âlemle uğraşmaktan münezzehtir. O ancak kendi zatını düşünür" şeklindeki görüşünü benimsemişti. Başka bir kısmı da kullarına karşı öfkeli, onlara sürekli hileler hazırlayan ve onlardan intikam almak için fırsat kollayan bir tanrıya inanıyorlar ve bu tanrının öfkesinden kurtulabilmek için Yunan mitolojisindeki Olimpos tanrıları gibi, aracı ve şefaatçi ilâhlar ediniyorlardı. Alt tabaka ise, Darü’n-Nedve [Halk Meclisi] üyelerinin dışında bir Rabb tanıyamamıştı.

Sonuç olarak; insanlar ancak Kur’an ile gerçek ilâh ve Rabbi, Rahman Rahîm Allah'ı gereği gibi tanıyabilmiştir.

Din Günü'nün Sahibi

"Mâliki Yevmi’d-Dîn" ifadesi, Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinde de konu edilen Din Günü'nü yalanlayanlara bir uyarıdır. يوم الدّين Din Günü, "Karşılık Günü" demektir. Bu sözle "herkesin iyi ya da kötü, yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği ahiret günü" kast edilmektedir. Kavramın asıl açılımı bizzat Rabbimiz tarafından İnfitar suresinin 14-19. ayetleri ve Saffât/19-39. ayetlerde yapılmaktadır.

* Din-iman tanımayıp kötülüğe batmış olanlar da kesinlikle cehennemdedirler. Din Günü cehennemden kaybolmamak üzere cehenneme yaslanacaklardır. Din Günü'nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra bir kere daha, Din Günü'nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Din Günü, kimse kimseye efendilik yapamaz. Ve o gün; gök yarıldığı, Rabbine kulak verdiği ve gerçekleştirildiği zaman; yeryüzü de dümdüz olduğu, içinde ne varsa attığı, boşaldığı ve Rabbine kulak verdiği ve gerçekleştirildiği zaman buyruk, Allah'a aittir. [İnfitar/14-19; İnşikâk/1-5]

* Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki, onlar karşıda duruverirler. Ve "Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü'dür!" derler. –"İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü'dür!"– Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. Ve durdurun onları, şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: "Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?" Aksine, bugün onlar selamette olmak isteyenlerdir. Ve onların bazısı bazısına dönmüş/yüzyüze gelmiş, soruşuyorlar/birbirlerini sorumlu tutuyorlar. Onlar: "Şüphesiz siz bize sağ elden/hak yoldan/iyi konumdan/güçten-kuvvetten gelir dururdunuz" derler. Diğerleri derler ki: "Tam tersine, siz mü’minler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Tam tersi siz azmış bir toplumdunuz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz'ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik." Şu hâlde şüphesiz onlar, o gün azapta ortaktırlar. Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız. Şüphesiz onlar, kendilerine: "Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur" denildiği zaman büyüklük taslıyorlar ve "Şüphesiz biz, gizli güçlerce desteklenen/deli bir şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?" diyorlar. Tam tersi o, hak ile geldi ve bütün peygamberleri doğruladı. Şüphesiz siz, o acı azabı tadacaksınız ve sadece yaptığınız amellerinizle cezalandırılacaksınız. [Saffât/19-39]

5Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz.

İbadet (KULLUK)

" عبادة İbadet" sözcüğü, dilimize fonetik olarak Arapça orijinaliyle girmesine rağmen kök anlamı olan "kulluk, kölelik etme" konusundaki insanın tarz ve tavrıyla ilgili asıl anlamını büyük oranda kaybetmiş ve sadece bir takım ritüel, ayin ve davranışlar için kullanılan bir kavram haline dönüşmüştür.

"A-be-de" kök fiilinin mastarı olan "ibadet" sözcüğü, "kulluk yapmak, kölelik etmek" anlamına gelir. Bu anlamlar bir insanın kayıtsız şartsız teslim olmasını, itaat etmesini, boyun eğmesini ifade eder.

"İbadet"in dinî terim olarak anlamı ise; "kulun sahibine/yaratanına karşı, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabullenip yerine getirmesi" demektir.

Her şeyin yaratıcısı olan Allah, yarattığı kulları için belirlediği davranış ve yaşam tarzını kullarına çeşitli şekillerde bildirmiş ve en son olarak bütün bu bildirileri Kur'an'da toplamıştır.

Bu gerçekler ışığı altında "ibadet", Allah tarafından bir talimatname [Kur'an] ile kullara bildirilen görevlerin kullar tarafından kayıtsız şartsız itaat edilerek ve teslimiyet gösterilerek [boyun eğilerek] yerine getirilmesidir.

Öyleyse "ibadet", halk arasında yaygınlaştığı gibi sadece üç-beş ameli yapmaktan ibaret değildir. İbadet, Allah'ın kulluk talimatnamesinde vermiş olduğu görevlerin tümünü yapmaktır, hepsini uygulamaktır. Bu durumda kulların ilk görevleri arasında okumak, yazmak, temiz olmak, çevredekileri uyarmak, yetimleri himaye etmek, yetimlerin mallarını yememek, daima helal kazanıp-yemek, marufu emredip münkerden nehyetmek [toplumda aktif olup iyi ve güzeli emretmek, kötülüklere de engel olmak], doğru, dürüst ve güvenilir olmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, rüşvet almamak-vermemek, zina ve fuhuştan uzak durmak gibi görevler sayılabilir.

Hâl böyleyken, Allah'ın vermiş olduğu görevlerin yüzlercesini arka plâna atıp halk arasında sloganlaşan şekliyle "İslâm'ın şartı beştir" gibi kabullere sarılmak doğru bir İslâm algısı değildir. Çünkü kulluk talimatnamesi olan Kur'an'daki her emir ve yasak, her öğüt ve öneri birinci derecede önemli ve birbirleriyle eş değerde olan görevlerdir. İslâm dininde sloganlaşmış herhangi bir şart ve kabul olmayıp İslâm'ın tek şartı Allah'a teslim olmaktır. Allah’a teslim olmak ise, O’nun gönderdiği kulluk talimatnamesindeki görevlerin tümünü, emirlerini, yasaklarını, önerilerini aynen kabul edip uygulamaktır.

İbadet [kulluk] etmenin amacı sosyal bir varlık olan insanı olgunlaştırmak; böylece bilgilendirilmiş, eğitilmiş, olgunlaşmış ve aşırılıklarından arındırılmış insanlarla toplumda huzur ve barışı temin etmektir. İnsan denen varlık, "zalim, cahil, nankör, zayıf, cimri, aciz, hırslı, huysuz, şehvet ve mal düşkünü, egoist, tembel, vahşî, sadist" gibi fıtri özelliklere sahip olarak yaratılmıştır (İbrahim 34, Hud 9, 10, İsra 67, 100, Nahl 4, Rum 54, Fussılet 49, Mearic 19, Adiyat 6, Âl-i Imran 14). Bu fıtri özellikleri onun başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmesine, toplumda zulmün, fesadın, kavganın oluşmasına, dolayısıyla da barışın bozulmasına neden olmaktadır. Yüce Allah insanın bu olumsuz özelliklerini ortadan kaldırıp onun "âlim, adil, vefakâr, güçlü, cömert, erdemli, iffetli, paylaşımcı, barışsever" birisi olmasını sağlamak ve onu kendisine, ailesine ve toplumuna yararlı bir birey haline getirmek için ona ibadet/kulluk görevi vermiştir. Bu görevlerin Allah'a herhangi bir yarar veya zararı yoktur. O’nun insanların yapacağı bu kulluğa ihtiyacı da yoktur. Verilmiş bu görevler insanların kendi iyiliklerine ve mutluluklarına yöneliktir.

İbadet/kulluk görevinin özü bu olmasına rağmen uygulamada çok sapmalar olmuş, Yüce Allah da ibadetin özü hakkındaki bu sapmaları Kur'an'da belirterek insanların dikkatini çekmiştir. İbadet hakkındaki sapmalar meleklerin, peygamberlerin, cinlerin, evliyaların veya Allah’tan başka herhangi bir varlığın sahte ilâhlar edinilip Allah'a ortak koşulması şeklinde ortaya çıktığı gibi, hevâ, para, kadın, makam, mevki, ideoloji gibi tağutların farkında olarak ya da olmayarak yedek ilâh edinilmesi şeklinde de ortaya çıkmıştır. Geçmişte böyle olduğu gibi, bugün de böyledir.

Şu bir gerçek ki, bireysel ve toplumsal hayatın sağlıklı sürdürülmesi için ortada belirli kurallar ve prensipler olmalıdır. Aksi halde kargaşa meydana gelir. Bu kurallar ve prensipler insanlar tarafından konulacak olursa, insanın yukarıda bahsedilen negatif özellikleri ve zaafları nedeniyle kusursuz bir ana kural, mükemmel bir sistem konulamaz. Bu da topluma sağlam, kusursuz bir yaşama rejimi oturtulamayacağı anlamına gelir. İnsan denen varlık yetkisini daima kendi çıkarı doğrultusunda kullanarak başkalarını ezme, zulmetme, sömürme gibi toplumsal barışı bozacak eylemlerde bulunur. Ama Allah, ezelden ebede her şeyi en iyi bilen ve en iyi gören olduğuna göre, kulları arasında hiçbir ayırım ve kayırma yapmayacağına göre, kullarından herhangi bir çıkarı olmayacağına göre, her türlü noksanlıktan münezzeh olduğuna göre, O’nun koyacağı kurallar ve prensipler hem mükemmel hem de evrensel olur. Onun içindir ki, kullarının yapacağı görevleri/ibadetleri bizzat kendisi belirlemiş ve peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirmiştir.

İnsanların belirli kişilere, güçlere, ideolojilere, otoritelere gösterdikleri mutlak itaat ve teslimiyet bu kapsamdadır. Müminûn suresinin 45-47. ayetlerinde anlatılan Firavun ile İsrail oğulları arasındaki ilişki de bu anlamı teyit eder niteliktedir.

Kısacası ibadet, kulun sahibine/yaratanına itaat etmesi, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabul edip yerine getirmesi demektir. Allah Kur’an adındaki talimatnameyle kullarına bir takım görevler bildirmiş ve bu görevlerin kayıtsız şartsız bir itaat ve teslimiyet içinde yerine getirilmesini istemiştir. Seçtiği peygamber, bir usta, bir öğretmen gibi verilen görevleri önce kendisi uygulamış, sonra diğer insanlara öğreterek nasıl uygulanacağını bizzat göstermiştir.

İbadetin sadece Allah'a yapılması gerektiği Kur'an'da tekrar tekrar vurgulanmış, peygamber bile olsa Allah'tan başkasına yapılacak ibadetin şirk olacağı belirtilmiştir.

Şirk

"الشّرك Şirk", sözlükte mülk ve saltanatta ortaklık demektir. Dinî açıdan ise Allah'ın yetki ve imtiyazlarından, zatî ve sübutî sıfatlarından, en güzel isim ve sıfatları arasında yer alan sıfat ve tasarruflarından birinin ya da bir kaçının Allah'tan başka somut ya da soyut herhangi bir varlığa yakıştırılması, verilmesi ya da uyarlanmasıdır. Bu sıfatlarla ilgili detay İhlas suresinin tahlilinde verilecektir.

Bu inanç ve eylemde bulunana "مشرك müşrik" denir. Müşrik sadece tanrı ikidir, üçtür diyen değildir. Allah'a inanıp da bu inançla birlikte yedek ve yardımcı bir takım ilâhlar kabul edenler de müşriktir.

Tevhit

"التّوحيد Tevhid"in sözlük anlamı "birlemek"tir. Dinî anlamı ise "Kelime-i Tevhit"te ifade edildiği şekliyle önce tüm ilâhları reddetmek, sonra da ilâh olarak sadece Allah'ı kabul etmektir. Pek tabiî ki bu kabul yalnızca sözde kalmamalı, tüm düşünce ve eylemlerde de kendini göstermelidir.

Kelime-i Tevhit'in söz dizimine dikkat edildiğinde önce tüm ilâhların reddedildiği görülür. Tüm ilahları reddedebilmek için insanın önce sahte ilâhları veya ilâh yerine konulanları iyi tanıması gerekir. Onları iyi tanıyıp reddettikten sonra, sıra gerçek ve tek olan ilahı kabul etmeye gelir. Tek ve gerçek ilah Allah’tır, O’ndan başka ilah/tanrı yoktur. Allah'ın tek ilâh olarak kabul edilmesi, O’nu gereği gibi tanımadan, sadece "kabul ettim" demekle mümkün olmaz. Allah'ı gereği gibi tanıyabilmek ise Kur’an ile mümkündür. Allah’ın zatî ve sübutî sıfatlarının ve güzel isimlerinin Kur'an'dan öğrenilmesi ve bunlara inanılması gerekir.

Aksi takdirde; ne sahte ilâhlar tanınmazsa reddedilmeleri mümkün olur, ne de Allah gereği gibi tanınmazsa tevhit/tek ilah inancı kalplere yerleşebilir.

Tevhit kelimesi Kur'an'da doğrudan kullanılan bir kavram değildir. Buna karşılık "Bir ve tek olan Allah’a iman" şeklinde özetlenebilecek olan tevhit inancı pek çok ayette tekrar tekrar dile getirilir. Özellikle Mekke'de inen sureler, tevhit inancını inşa etmeye yönelik bu içerikteki ayetlerle doludur. Çeşitli meseller ve aklî önermelerle insanı ikna etmeye yoğunlaşan bu ayetler, tevhit inancını Allah'ın zatı, sıfatları, evren ve insanla olan ilişkileri bağlamında ele alır ve tevhit nitelikli olmayan her türlü inanç ve davranışın boşa çıkacağını çeşitli boyutlarıyla ortaya koyar.

الإستعانة İSTİÂNE

إستعانة İstiâne sözcüğü, "yardım; bir işte arka çıkma" [Tac, Lisan] anlamında olan " ع و ن avn" kökünden türetilmiştir. Üç harfli " عون avn" mastarı, altı harfli " إستفعال İstif’al" babına; "إستوعن istev’ane" şekline dönüştürülmüştür. Sözcüğün bu babdaki anlamı, "Yardım istemek" demektir.

Sözcüğün kökü olan " عونavn" farklı türevleriyle Kur’an’da beş kez geçerken " إستعانة istiâne" kalıbı, altı kez (Fatiha/5, Bakara/45, 153, A’raf/128, Yusuf/18, Enbiya/112) yer alır.

Burada konu edilen yardım, hangi yardımdır? Acil bir sağlık sorunu ortaya çıktığında, ambulans çağırmak, doktordan yardım istemek, yangında itfaiye çağırmak, sıradan işlerde herhangi birinden ve kurumdan yardım istemek; bu ayet kapsamındaki yardım mıdır?

Bu sorunun cevabını bulmamız için " إستعانة istiâne" sözcüğünün geçtiği ayetleri iyi anlamamız gerekmektedir.

5-7"Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz. Bize, razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yolu göster!"

Açıkça görüldüğü üzere burada istenen yardım, üzerlerine razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolu dışında kendilerine nimet verilenlerin yolu olan "Dosdoğru Yolun"; diğer bir ifadeyle SIRAT-I MÜSTAKİM’İN gösterilmesi" için istenen yardımdır.

* Bir de gömleğinin üzerinde yalandan bir kan getirdiler. Babaları dedi ki: "Tam tersine, nefisleriniz aldatıp size bir iş yaptırtmış. –Artık güzel bir sabır!– Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah'tır." [Yusuf/18]

Bu âyette Yusuf’un kardeşlerinin kurdukları plan gereği, Yusuf’u kuyuya bırakmaları ve onun öldüğüne babalarını ikna etmek için kan lekeli gömleğini getirmeleri şeklindeki din dışı davranışları karşısında, babalarıYakup Peygamberin Allah’tan istediği yardım; "Güzel Bir Sabır/SABR-I CEMİL’DİR.

* De ki: "Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet" ve "Bizim Rabbimiz, o yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır, sizin nitelemeleriniz üzerine yardımı istenendir." [Enbiya/112]

Burada konu edilen ve Allah’tan istenen yardım; müşriklere karşı Sırat-ı Müstakim ve onların karşısında dirençli olmalarıdır. Bunun örneklerini şu ayetlerde görmekteyiz:

* Bir de sabretmekle, salâtla yardım isteyin. –Şüphesiz salât ve sabırla yardım istemek, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.– [Bakara/45,46]

* Mûsâ, toplumuna dedi ki: "Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah'ın koruması altına giren kimseler içindir." [A’raf/128]

* Ey iman etmiş kimseler! Sabretmekle ve salâtla yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. [Bakara/153]

* Ve onlar, Câlût ve ordusu için ortaya çıktıkları zaman, "Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim, ayaklarımızı sâbit tut ve kâfirler toplumuna; senin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenler topluluğuna karşı bize yardım et!" dediler. [Bakara/250]

* Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır." –"Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!"– [A’raf/126]

Bu ayetlere bakıldığı zaman sadece Allah’tan istenecek yardım:

Sırat-ı Mustakim yani gerçek din, dinin kaynağı, şirkten uzaklaşmak her türlü manevi pislikten temizlenmek ve salât, sabır için olan yardımdır.

Aslında da bu konularda yardım edebilecek tek Zat, Allah’tır. Hak dinde başkasından yardım istemek, şirktir; dinde, Allah’a ortak kabul etmektir.

Allah, المستعان Müsteân’dır (Sırat-ı Mustakim, sabır ve salâtta yardımı istenen ve beklenen Zat’tır).

Netice: Sıradan işlerde herhangi birinden ve kurumdan yardım istemek bu ayet kapsamında değildir ve insanı şirke bulaştırmaz.

Not: "ن ص ر n s r" harflerinden oluşan "نصرة Nusret; نصر nasara ينصر yensuru ...", genellikle "yardım etmek" anlamında çevrilse de sözcüğün esas anlamı, "mazluma yardım etmek"tir. Bu sözcük, mutlak yardım anlamında değildir. [Tac, Lisan]

6-7"Bize, razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yolu göster, bildir!"

Hidayet

Hidayet sözcüğünün tüm anlamlarının burada sıralanabilmesi mümkün değildir. Özet olarak hidayetin iyiye, güzele önderlik etmek, hak ve batılı ayırt etmeye yarayan bilgi ve belgeler vermek, yol göstermek, peygamber yollamak ve kitap indirmek gibi anlamlar taşıdığı söylenebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, kötülüğe yol göstermek hidayet anlamına gelmez.

Hidayet Allah'a aittir. Peygamberler de dâhil, hiçbir insanın hidayet etme gücü ve yetkisi yoktur. Kur'an'da bunun böyle olduğunu bildiren tam 304 adet ayet vardır.

Sırat-ı Müstakim

Bu tamlama Kur'an ayetleri ışığında değerlendirilirse; anlamının "Allah'ın yolu", "Hak yol", "Allah'ın kitabı", "İslâm dini", "İslâm milleti" olduğu görülür. "Dosdoğru Yol"un en güzel tanımı da bu surede yapılmıştır: "razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru giden yol"

Sırat-ı Müstakım ile ilgili şu ayetlere bakılabilir: Âl-i Imran 51, En'am 126, 153, Hıcr 41, Nahl 76, Meryem 36, Ya Sin 61 ve Zuhruf 64.

Ayette konu edilen "kendilerine nimet verilmiş olanlar" ileride Nisa/69-70’de açıklanmış bulunmaktadır.

* Kim de Allah'a ve Elçi'ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, dosdoğru kimselerden, şehitlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir! Bu, Allah'tan bir armağandır. En iyi bilen olarak Allah yeter. [Nisa/69-70]

* Kitap'ta İbrâhîm'i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, özü-sözü doğru biri idi, peygamberdi. Bir zaman o, babasına: "Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân'a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum" demişti. Babası: "Ey İbrâhîm! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlayarak öldürürüm. Haydi, uzun bir müddet bana uzak ol/defol!" dedi. İbrâhîm: "Selâm sana olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz O, bana çok armağan verendir. Ve ben, sizden ve Allah'ın astlarından kulluk ettiğiniz şeylerden çekilip ayrılıyorum. Ve Rabbime dua edeceğim. Rabbime yalvarışımda mutsuz olmayacağımı umuyorum" dedi. Sonra İbrâhîm, toplumundan ve onların Allah'ın astlarından kulluk ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u ihsan ettik. Hepsini de peygamber yaptık. Ve Biz onlara rahmetimizden armağanlarda bulunduk. Ve onlar için yüce bir doğruluk dili yaptık. Ve Kitap'ta Mûsâ'yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi. Biz o'na en uğurlu Tûr'un yan tarafından seslendik ve o'nu özel bir konuşmada bulunmak üzere yaklaştırdık. Ve rahmetimizden o'na, kardeşi Hârûn'u bir peygamber olarak ihsan eyledik. Ve Kitap'ta İsmâîl'i an/hatırlat. Şüphesiz o, vaadine sadık idi, bir elçiydi, bir peygamberdi. Ve o ailesine/çevresine salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] ve zekâtı/vergiyi emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. Ve Kitap'ta İdris'i an/hatırlat. Şüphesiz O, özü-sözü doğru biriydi, bir peygamberdi. Ve Biz O'nu yüce bir mekâna yükselttik. İşte bunlar, Âdem'in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhîm ve İsrâîl'in soyundan, kılavuzluk ettiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah'ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve boyun eğip teslimiyet göstererek yere kapanırlardı. [Meryem/41-58]

ĞADAB

Gadap, öfke, öfkelenme demek olmayıp "hoşnut olmamak" demektir. [Tac, Lisan, Kamus]

Allah’ın gazabına uğrayan; Allah’ın razı olmadığı kesimleri de şu ayetlerden tespit edebiliriz:

* Ve kim bir mü’mini kasten [bile bile, isteyerek] öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah, ondan razı olmamış, onu dışlamış, rahmetinden mahrum bırakmış ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır. [Nisa/93]

* Şüphesiz Biz, Allah'a ve Elçisi'ne iman etmeniz, O'na yardım etmeniz, O'na saygı göstermeniz ve her zaman O'nu her türlü noksanlıktan arındırmanız için; mü’min erkekler ve mü’min kadınları, içinde sürekli kalanlar olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirmesi ve onların kötülüklerini örtmesi için –işte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur–; ve Allah hakkında kötü zanda bulunan o münâfık erkekler ve münâfık kadınları, Allah'a ortak koşan erkekleri ve ortak koşan kadınları azaplandırması için –kötülük onların üzerine olmuştur. Allah onlardan razı olmamış, onları dışlamış; rahmetinden mahrum bırakmış ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!–; seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere elçi yaptık. [Fetih/8,9,5,6]

* Allah'ın kendilerinden razı olmadığı bir topluluğu yardımcı, koruyucu; yönetici yapanları görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Ve onlar bilerek yalan yere yemin ediyorlar. [Mücadele/14]

* Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın razı olmadığı toplumu velîleştirmeyin [yönetici, gözetici yapmayın]. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin mezarlık halkından ümit kestiği gibi, kesinlikle onlar, âhiretten ümit kesmişlerdir. [Mümtehine/13]

* Ve hani bir zamanlar siz, "Ey Mûsâ! Biz, tek yemeğe asla dayanamayız, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın" demiştiniz. Mûsâ da size, "O, üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır" demişti. Ve üzerlerine aşağılık ve meskenet damgalandı ve sonunda Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, küfretmiş; Allah'ın âyetlerini bilerek reddetmiş olmaları ve peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. [Bakara/61]

* Hûd dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!" [A’raf/71]

* Şüphesiz o altına tapanlara Rablerinden bir hoşnutsuzluk, dünya hayatında bir "aşağılık" erişecektir. İşte Biz, uydurmacıları böyle cezalandırırız da. [A’raf/152]

* Her kim imanından sonra küfreder; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeder, –kalbi iman ile yatışmış hâlde iken, baskıyla zorlanan hariç olmak üzere– ve de küfre; inanmamaya göğsünü açarsa, artık kendilerinin üzerine Allah'tan bir hoşnutsuzluk vardır. Bunlar için büyük bir azap da vardır. [Nahl/106]

* Ve kendisine karşılık verildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rableri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir hoşnutsuzluk vardır, çetin azap da onlar içindir. [Şura/16]

Netice:

Allah’ın gazabına uğrayan kimseler,

Bile bile bir mümini öldürenler

Allah hakkında kötü zanda bulunan o münâfık ve müşrikler

Köleliği Hürriyete değişenler

Şirk koşanlar

İrtidat edip fitne yapanlar

Bilgisiz, kanıtsız Allah hakkında tartışanlar

Rızık yemede aşırı gidenler

Sözlerinden dönenler

Allah'ın indirdiği şeyleri; Kur’an’ı bilerek reddedenler

Müslümanlara savaş açanlar

Savaşta düşmana arkasını dönenlerdir.

Fatiha Suresindeki Edebî Sanatlar

Surede birçok edebî sanat mevcuttur. Ebu Hayan, el-Bahrü’l-Muhit adlı eserinde Fatiha’da on edebî sanatın mükemmelen uygulandığını ifade etmektedir. Bu sanatlar; "Beraat-i İstihlâl [Güzel Başlangıç]", "İstiğrak Lâmı", "Hitap Şeklini Zenginleştirme", "Lâm-ı Tahsis", "Hazf", "Kasr", "Leff-ü Neşr", "İltifat", "Seci" ve "Var Olan Bir Şeyi Yokmuş Gibi Kabul Ederek Devamını İstemek" sanatlarıdır.

Bu sanatlardan üç tanesi surenin anlaşılması bakımından çok önemli ve dikkat çekicidir:

1. Hitap Şeklini Zenginleştirme: Bu sanatta haber cümlesi, cümledeki sözcük anlamından çıkıp dilek kipli cümle halini alır. Surede "Elhamdü lillâhi Rabbi’l-Alemin" cümlesi ile inkârcı muhataplara sanki inkâr etmiyorlarmış gibi hitap edilerek inkâr etmeyenlerden olmaları temenni edilmiştir.

2. İltifat: Bu söz sanatı, gaipten muhataba [üçüncü şahıstan ikinci şahısa], muhataptan gaibe [ikinci şahıstan üçüncü şahısa], gaipten mütekellime [üçüncü şahıstan birinci şahısa] ve mütekellimden muhataba [birinci şahıstan ikinci şahısa] geçiş suretiyle yapılır. Surede haber cümlesi "Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü'nün sahibi Allah'adır" diye gaibe [üçüncü şahısa] yönelik başlamışken buradan sonra söz akışı "Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz" diye muhataba [ikinci şahısa] yönelmektedir. Bu tarz bir anlatım Türkçe'de anlam bozukluğu kabul edilmesine karşılık Arapça'da edebî bir ifade şeklidir.

3. Kasr: Özgeleştirmek demektir. Suredeki "İyyake na'budü ve iyyake nestaîn" cümlesinde, tümleç ve fiil arasında takdim tehir [öne almak, arkaya atmak] suretiyle özgeleştirme sanatı yapılmıştır. Bu sanatın uygulanış nedeni, anlatılanın daha kolay kabul edilmesini sağlamak, dinleyenin tepkisini azaltmak, dinleme gücünü tazelemek, sözün daha zevkle dinlenmesini sağlamaktır.

Bu edebî sanatlar gözden kaçırıldığında surenin gereği gibi anlaşılması zorlaşır. Sureyi daha iyi anlama ihtiyacıyla Ebu Hüreyre’den şöyle bir rivayet nakledilmektedir:

"Yüce Allah buyurdu ki: Namaz [Fatiha] suresini benimle kul arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim için, yarısı kul içindir. Kulumun dilediği kendisine verilecektir. Kul 'Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemin' dediği zaman Allah 'Kulum bana hamd etti' der. Kul 'Er- Rahmanirrahîm' dediği zaman Allah 'Kulum benim şerefimi andı' der. Kul 'Maliki yevmi’d-din' dediği zaman Allah 'Kulum işimi bana havale etti' der. Kul 'İyyake na'budü ve iyyake nestaîn' dediği zaman Allah 'Bu, benimle kulum arasında bir sırdır, kulumun istediği kendisine verilecektir' der. Kul 'İhdina’s-sırata’l-müstakim' dediği zaman Allah 'Kulumun dilediği verilecektir' der." (Ebu Davud, Salât 132; Tirmizi, Tefsir: Nesai. İftitah 23; İbn-i Mace, Edep 52)

Bu rivayetle surenin daha iyi anlaşılacağı kanaatine varılsa bile, bizzat rivayetin kendisi problemlidir. Her şeyden önce, doğrudan Allah’a isnat edilen böyle bir açıklamanın nerede olduğunun ciddiyetle araştırılması ve incelenmesi gerekir. Ayrıca Ebu Hüreyre'nin Fatiha suresinin inişinden yirmi bir yıl sonra ortaya çıkmış bir sahabe olduğu da en az bunun kadar önemli bir ayrıntıdır.

Geleneksel yaklaşım, sureyi bu rivayet doğrultusunda anlamak ve Türkçe kurallara göre anlam bozukluğu sayılan söz akışını göz ardı etmek yönündedir. Oysa içindeki sanatsal anlatımlar dikkate alınarak okunduğunda surede şu anlamlar ortaya çıkmaktadır:

"Ey insanlar! Rahman Rahîm Allah adına uyarı yapıyorum.

Tüm hamdler/övgüler, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur. Sakın O'ndan başkasına hamd etmeyiniz! O'ndan başkasını övmeyiniz! İbadet yalnızca O'na yapılır ve yardım sadece O'ndan istenir. Sakın O'ndan başkasına ibadet etmeyiniz, kul-köle olmayınız! O bizi kendilerinden razı olmadıklarının ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet sunduklarının yolu olan dosdoğru giden yola iletsin! Çünkü hidayet eden sadece O'dur."

Mesaj bu şekliyle verilseydi, fazlaca tepki doğurabilirdi. Edebî sanatlar marifetiyle mesaj yumuşak bir tarzda iletildi.

Böylece peygamberimiz Fatiha suresi diye adlandırılan yedi ayet ile yapılan ilk uyarıyı insanlığa tebliğ ederek toplum karşısında ilk görevini yerine getirmiş oldu. Fatiha suresiyle verilen mesajın toplumda yol açtığı sonuçlar altıncı sure olan Tebbet suresinde tahlil edilecektir.

Bu uyarı metninde dikkat edilmesi gereken bir husus da Kur'an'ın icazıdır [kısa ve öz anlatımıdır]. Bu kısa uyarı metni, imanıyla, ameliyle ve kıssasıyla tüm Kur'an'ı temsil eder mahiyettedir.