Mümtehine

1) Ey iman etmiş kimseler! Eğer Benim yolumda çaba harcamak ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, size haktan gelen şeyleri bilerek reddettikleri /inanmadıkları hâlde, onlara sevgi ulaştırarak/onlara sevgiyi gizleyerek Bana düşman olanları ve kendinizin düşmanını yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyin/onları yönetici yapmayın. Onlar, Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Elçi'yi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Oysa Ben, sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri en iyi bilenim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun ta ortasından sapmıştır.
2) Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar, "Keşke küfretseniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederseniz/inanmasanız" diye arzu etmektedirler.
3) Kıyâmet günü akrabalarınız ve özellikle çocuklarınız size asla yarar sağlamazlar. Allah aranızı ayırır. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
Bu âyetlerde mü’minlerin, ana-baba, kardeş, akraba olsa bile kâfirlerle olan ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken noktalar bildirilmektedir.

Âyetlerde verilen direktifleri belirlemeden önce, bu âyetlerin inişine neden olan olayları Mevdudi merhumun Kurtubi, Razi, İbn-i Kesir gibi kaynaklardan özetleyerek sunumunu aynen naklediyoruz:

Konunun anlaşılması bakımından, öncelikle bu âyetin nüzûlüne neden olan hâdise hakkında ayrıntılı bilgi vermek uygun olacaktır. İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Urve b. Zübeyr de dahil olmak üzere tüm müfessirler bu âyetlerin, Hâtıb b. Ebî Belta'nın gönderdiği mektubun yakalanması üzerine nâzil olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bu hâdise şu şekilde cereyan etmiştir: Kureyşliler Hûdeybiye Antlaşması'nı çiğnedikleri zaman, Hz. Peygamber (s.a) Mekke'ye saldırı için hazırlıklar yapmaya başladı. Ancak Mekke'ye saldırı yapılacağı hususu birkaç sahabe dışında hiç kimseye bildirilmemişti. Bu sıralarda Benî Abdu'l-Muttalib'in azat ettiği bir câriye Mekke'den Medîne'ye gelir. Daha önceleri şarkıcılık yapan bu câriye, mâlî yönden sıkıntıya düşmüş ve bu nedenle Hz. Peygamber'e (s.a) kendisine yardım etmesi için başvurmuştu. Hz. Peygamber de (s.a) Abdulmuttalib oğulları'na onun ihtiyaçlarını karşılamalarını söylemiştir. Bu kadın Mekke'ye geri döneceği zaman, Hâtıb b. Ebî Belta kendisi ile görüşür ve Mekke'nin ileri gelenlerine iletmesi için ona gizli bir mektup verir. Kadın Medîne'den ayrıldıktan sonra, Cenâb-ı Allah bu olayı Rasûlü'ne bildirir. Hz. Peygamber de (s.a) hemen Ali, Zübeyr ve Mikdat b. Esved'i kadını takip etmeleri için görevlendirerek, onlara şöyle emreder:

— Hemen yola çıkın. Medîne'den 22 mil uzaklıkta Mekke yolunda bir kadın göreceksiniz. Onda Hâtıb'ın müşriklere yazdığı bir mektup bulunuyor. Mektubu verirse kadını serbest bırakın, vermezse öldürün!

Hz. Peygamber'in (s.a.) emri üzerine yola çıkıp kadını söylenilen mevkide bulur ve ondan mektubu isterler. Kendisinde mektup olmadığını söylemesi üzerine kadını ararlar, ama mektubu bulamazlar. Ancak kadını, mektubu vermediği takdirde soyup öyle aramak zorunda kalacaklarını söyleyerek tehdit edince, kadın kurtuluş olmadığını anlar ve mektubu saçlarının arasından çıkararak onlara verir. Onlar da mektubu alarak Hz. Peygamber'e (s.a.) götürürler. Hz. Peygamber (s.a) mektubu açıp okuduğunda, Mekke'ye yapılacak olan saldırı hazırlıklarının, Kureyşlilere bildirildiğini görür. (Çeşitli rivâyetlerde değişik lafızlar kullanılmış olmasına rağmen muhteva aynıdır.) Hz. Peygamber, Hâtıb'a bu davranışının nedenini sorduğunda o şöyle cevap vermiştir:

— Yâ Rasûlallah! hakkımda hemen karar verme. Ben kâfir ya da mürted olduğumdan veya İslâm'dan sonra küfre sempati beslediğim için böyle davranmış değilim. Asıl sebep, ailemin hâlâ Mekke'de ikâmet ediyor olmasıdır. Bildiğiniz gibi ben, Kureyş kabilelerinden birine de mensup değilim. Bazı Kureyşlilerin dostluğu nedeniyle Mekke'de yaşıyordum. Diğer Muhacir kardeşlerimin aileleri de Mekke'dedir ama ailelerine sahip çıkacak akrabaları da vardır.
Oysa benim ailemi sahiplenecek bir kabilem yok orada. Dolayısıyla ben bu mektubu, onlara bir iyilik yaparsam, onlar da kendilerini bana borçlu hissederek aileme dokunmazlar düşüncesiyle yazdım. [Hâtıb'ın oğlu Abdurrahmân'ın rivâyet ettiğine göre, Mekke'de Hâtıb'ın kardeşi ve çocukları, Hâtıb'ın kendi rivâyetine göre annesi de vardı.) Hz. Peygamber (s.a) Hâtıb'ın sözlerini dinledikten sonra şöyle demiştir:]

— Hâtıb sizlere doğru söylüyor.

Yani o, İslâm'dan inhiraf ettiği için veya küfre yardımcı olmak gayesiyle böyle davranmamıştır. Hz. Ömer ise hemen ayağa kalkarak şöyle der:

— Yâ Rasûlallah! İzin ver de, Allah'a, Rasûl'e ve Müslümanlara ihânet eden şu münâfığın kellesini uçurayım.

Fakat Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verir:

— Bu şahıs, Bedir savaşı'na katılanlardandır. Allah'ın Bedir savaşı'na katılanlara, o vaziyeti görüp, "Ben sizi affettim" demediğini kim biliyor?

Son cümlenin kelimeleri bazı rivâyetlerde, farklı lafızlarla ifade edilmiştir. Bazılarında, "Ben sizleri bağışladım", başka bir rivâyette "Ben sizleri affedenim", başka bir rivâyette ise "Ben sizleri affedeceğim" şeklindedir. Bu sözleri duyan Hz. Ömer ağlayarak demiştir ki:

— Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.

Bu özeti, muteber senetlerle yapılan birçok rivâyetten (Buhârî, Müslim, İmam Ahmed, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Taberî, İbn Hişâm, İbn Hibban ve İbn Ebî Hâkim) almış bulunuyoruz. Bu rivâyetler arasında en güvenilir olanı, Hz. Ali'den, onun kâtibi Ubeydullah b. Muhammed b. Ebî Râfî'nin, ondan da Hz. Ali'nin torunu Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye'nin işiterek rivâyet ettiği ve başka ravilerin de bize ulaştırdığı hadistir. Tüm bu rivâyetlerde açıkça, Hâtıb'ın mazeretinin kabul edilerek affedildiği bildirilmektedir. Nitekim hiç bir kaynak ona ceza verildiğini nakletmemektedir. Bu bakımdan ümmetin âlimleri, mazereti kabul edilerek Hâtıb'a bir ceza verilmediği hususunda görüş birliği içindedirler. [Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur’ân.]

Mü’minlerin sırlarını başkalarına aktarma teşebbüsünde bulunan kimseleri uyarmak için inen bu âyetlerde şu ilkeler yer almıştır:

• Mü’minler, Allah düşmanlarına ve kendi düşmanlarına sevgi besleyip, onlar adına casusluk yapamazlar. Çünkü onlar, Elçi ve mü’minleri Allah'a inandıkları için yurtlarından çıkarmışlardır.

• Kâfirler/müşrikler fırsat buldukları takdirde mü’minlere, ellerinden gelen her türlü kötülüğü yaparlar.

• Kâfirler/müşrikler, mü’minlerin de küfretmelerini temenni etmektedirler.

• Ne kadar yakın akraba olsalar da kâfirlerden/müşriklerden mü’minlere hayır gelmez.

• Allah, inananlar ile inanmayanları mutlaka ayıracaktır.

• Buna karşı çıkan; bu ilkeye uymayan yoldan sapmıştır.

Âyette, Kıyâmet günü akrabalarınız ve çocuklarınız size asla fayda vermezler. O [Allah], aranızı ayırır. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir ifadesiyle, kıyâmet gününde Allah’ın, sizinle akrabalarınız ve evlâtlarınız arasını ayıracağı, iman ehlinin cennete, küfür ehlinin ise cehenneme gireceği, akrabanın akrabaya hayrının dokunmayacağı beyân edilmiştir.

Bu âyet, yukarıda detaylıca sunduğumuz olay nedeniyle inmiş olsa da, burada mü’minlere ebedî bir ders de verilmiş, kıyâmete kadar uymaları gereken ilkeler vaz‘ edilmiştir. Kâfirlerin hiç birinin velî edinilmemesine dair birçok âyet bulunmaktadır, ki bunları sûrenin son âyetinin tahlilinde sunacağız.

Âyette, Benim düşmanımı ve sizin düşmanınızı velîler edinmeyin buyurulmasının sebebi şudur: Allah'a düşman olanlardan mü’minlere düşman olmayanlar, mü’minlere düşman olanlardan da Allah'a düşman olmayanlar bulunabilir. Nitekim Teğâbün sûresi'nde şöyle buyurulmuştu:

14Ey iman etmiş kimseler! Şüphesiz eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. O nedenle, onlardan sakının. Ve eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki şüphesiz Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir. [Teğâbün/14]

4,5) İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda -İbrâhîm'in babası için, "Senin için kesinlikle bağışlanma dileyeceğim. Ve Allah'tan olan hiçbir şeye gücüm yetmez" demesi hariç- kesinlikle sizin için güzel bir örnek vardır. Hani İbrâhîm ve İbrâhîm ile beraber olanlar, toplumlarına, "Biz, sizden ve sizin Allah'ın astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz, sizi silip attık. Ve siz, bir tek olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sonsuza dek bir düşmanlık ve buğz belirmiştir. Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi, kâfirler; Senin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler için bir ateşe atılma/imtihan aracı yapma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olanın, en iyi yasa yapanın, en sağlam yapanın ta kendisisin!" demişlerdi.
6) Andolsun, onlarda sizin için; Allah'ı ve âhiret gününü uman kimseler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki şüphesiz Allah, zenginin, övgüye layık olanın ta kendisidir.
Kâfir olan akrabalarla velâyet ilişkisinin yasaklanmasının ardından bu âyetlerde mü’minlere, bunun somut bir örneği verilerek, İbrâhîm ve O'na inananların, yakın çevrelerindeki inkârcılara karşı davranışlarının; müşrik akrabalarına (başta babasına) karşı koyuşunun çok güzel bir örnek olduğu beyân ediliyor. Bu arada bir parantez açılarak, İbrâhîm'in babası hakkındaki istiğfârının mü’minler için örnek teşkil etmeyeceğine dikkat çekiliyor. Böylece kâfir ana-baba ve akrabalar için istiğfâr edilmesi yasaklanıyor. Bu husus Tevbe sûresi'nde şöyle dile getirilmişti:

* Kendilerine, cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi. [Tevbe/113-114]

* Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi seviyorlarsa, onları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyiniz. Sizden her kim de onları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar kabul ederse, artık işte onlar, yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda çaba harcamaktan daha sevimli ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah, hak yoldan çıkmışlar toplumuna kılavuzluk etmez. [Tevbe/23-24]
7) Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduğunuz kimseler arasında bir sevgi oluşturur. Allah, en iyi güç yetirendir. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
8) Allah, sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever.
9) Allah, ancak sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımlaşan kimseleri velîleştirmenizi [koruyucu, gözetici, yönetici yapmanızı] yasaklar. Kim onları velîleştirirse, işte onlar, yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.
Bu âyet grubunda, mü’minlerin olağanüstü ortamlarda yapmaları gereken davranışlar ortaya konmaktadır. Ayrıca bu âyetler, birinci âyetin açılımıdır, ki burada mü’minlere, velâyet ile akrabalık hukukunu karıştırmamaları, akrabalık hukukunun devam etmesi gerektiği, kendileriyle savaşmayan akrabalara düşman gözüyle bakmamaları, onlarla ilişkilerini kesmemeleri bildirilmiştir.

7. âyetteki, Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduğunuz kimseler arasında bir sevgi kılar ifadesi, Allah'tan gelecek sürpriz yardımlara işaret etmekte ve böylece mü’minlere ümit aşılamaktadır. Bu sürpriz yardımın ilk örneklerinden biri Rasûlullah'ın, müşriklerin lideri ve İslâm'ın baş düşmanı Ebû Süfyân'ın kızı Umm Habîbe ile evliliğinden sonra Ebû Süfyân'ın yumuşamasıdır. Bu durum kaynaklara şöyle yansımıştır:

Bu âyet-i kerîme nâzil olunca Müslümanlar müşrik akrabalarına düşmanlık ettiler. Yüce Allah bu hususta Müslümanların sahip oldukları duyguların ne kadar ileri derecede olduğunu bildiğinden ötürü de,
Olur ki Allah, onlardan düşmanlık ettiklerinizle sizin aranızda yakın bir dostluk meydana getirir buyruğunu indirdi. Bu ise kâfirin Müslüman olması ile gerçekleşir. Mekke'nin fethinden bir süre sonra önemli bir topluluk İslâm'a girdi ve Müslümanlar onlarla içiçe oldu. Ebû Süfyân b. Harb, Hâris b. Hişâm, Süheyl b. Amr ve Hâkim b. Hizam gibi...

Sözü edilen sevginin, Peygamber'in (s.a) Ebû Süfyân'ın kızı Umm Habîbe ile evliliği olduğu da söylenmiştir. İşte o vakit Ebû Süfyân'ın sertliği yumuşadı, düşmanlık duyguları gevşedi.

İbn Abbâs dedi ki: Bu sevgi, Mekke'nin fethinden sonra Peygamber'in (s.a) Ebû Süfyân'ın kızı Umm Habîbe ile evliliğidir. Daha önce Abdullah b. Cahş'ın nikâhı altında idi. O ve kocası Habeşistan'a hicret edenlerdendir. Kocası Hristiyan oldu ve onun da Hristiyan olmasını istedi. Umm Habîbe kabul etmeyip dini üzere sebat gösterdi. Kocası Hristiyan olarak öldü. Peygamber (s.a) Necâşi'ye haber göndererek ona tâlib olduğunu belirtti. Necâşi, Peygamber'in arkadaşlarına; "Aranızda bu hanıma en yakın olan kimdir?" diye sordu. Onlar, "Hâlid b. Sa‘îd b. el-Âs'tır" dediler. Ona, "Bu hanımı Peygamberiniz ile evlendir" dedi, o da bunu yaptı. Necâşi, kendi kesesinden ona 400 dinar mehir verdi.

Bir görüşe göre de Peygamber (s.a) onu Osman b. Affan vasıtası ile istemişti. Osman (r.a), Umm Habîbe'yi Hz. Peygamber'e nikâhlayınca bu hususta Necâşi'ye haber gönderdi, o da onun adına mehirini ödeyip, Umm Habîbe'yi o'na gönderdi. Müşrik olan Ebû Süfyân, Peygamber'in (s.a) kendi kızıyla evlendiği haberini alınca, "Bu burnuna vurulamayacak kadar üstün ve şerefli bir erkek (deve)dir" dedi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

8. âyetteki, Sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez ifadesiyle, kâfir ana-baba, inanmış olmasına rağmen hicret etmemiş mü’minler, savaşa katılmayan, kadınlar ve çocuklar kastedilmiştir. Bu âyetin iniş sebebi hakkında şu nakiller bulunmaktadır:

Âmir b. Abdullah b. ez-Zübeyr'in babasından rivâyet ettiğine göre Ebû Bekr es-Sıddîk câhiliye döneminde Kuleyle adındaki hanımını boşamıştı. Bu, Ebû Bekr'in kızı Esma'nın annesidir. Rasûlullah (s.a) ile Kureyş kâfirleri arasındaki barış antlaşması döneminde Kuleyle yanlarına geldi. Ebû Bekr es-Sıddîk'ın kızı Esma'ya bir küpe ve bazı şeyler hediye etti. Esma bu hediyeleri kabul etmek istemediğinden Rasûlullah'a (s.a) giderek durumu o'na anlattı. Yüce Allah da, Sizinle din hususunda savaşmamış... olanlara iyilik yapmanızı Allah size yasaklamaz buyruğunu indirdi. Bu haberi el-Maverdî ve başkaları zikretmiş olup, Ebû Dâvûd et-Tayalisî de bunu Müsnedi'nde rivâyet etmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Abdullah b. Zübeyr'den bu âyetin, Hz. Ebû Bekr'in (r.a) kızı Esma hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Buna göre, Esma'nın müşrik olan annesi Kuteyle, birtakım hediyeler getirdi, ama o annesini kabul etmedi ve girmesine müsaade etmedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), Esma'ya (r.a), annesini içeri almasını ve onu kabul edip iyi davranmasını, ihsanda bulunmasını emretti.

İbn Abbâs'dan (r.a), âyette bahsedilenlerin, babası Abbâs'ın da aralarında bulunduğu Haşimoğulları'ndan Bedir günü müşriklerce zorla savaşa çıkarılmış kimseler olduğu rivâyet edilmiştir. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

10) Ey iman etmiş kimseler! Mü'min kadınlar göçmenler olarak size geldiği zaman, hemen onları sorgulayın. -Allah onların imanlarını daha iyi bilir.- Artık, eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz, artık onları kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere geri döndürmeyin. Göç eden mü'min kadınlar, onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. İnanmamış eski kocalarına sarfettiklerini verin. Mehirlerini[#362] kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi/ödediğiniz mehiri geri isteyin. Onlar da sarfettiklerini/size harcadıklarını geri istesinler. İşte bu, Allah'ın hükmüdür. Ki aranızda O hükmeder, Allah, çok bilendir, çok iyi yasa koyandır.
11) Eğer eşlerinizden biri, sizden, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere kaçar da siz de misillemede bulunursanız, eşleri gitmiş olanlara, harcadıkları kadar verin. Ve siz, kendisine inandığınız Allah'ın koruması altına girin.
Allah'ın Müslümanlara, müşrikleri velî edinmeyi yasaklaması, Müslümanların müşriklerin yurdunu bırakıp Müslümanların yurduna hicret etmelerini gerektirdi; bu da birtakım problemlere yol açtı. Bu âyetlerde, mülteci kadınlarla ilgili hükümler ve yurtlarından çıkarılanlara yapılması gereken kamu yardımları yer almaktadır.

Bu âyetlerin iyi anlaşılması için, iniş sebeplerinin göz önünde bulundurulması gerekir:

İbn Abbâs dedi ki: Hûdeybiye'de Kureyş müşrikleri ile (Peygamber), kendisine gelen Mekkelileri onlara geri çevirmek üzere antlaşmış idi. Antlaşmanın yazılışından sonra ve Peygamber (s.a) henüz Hûdeybiye'de bulunuyor iken el-Hâris kızı Eslemli Saîde geldi. Kâfir olan kocası Sayfî b. er-Râhib –adının Musâfir el-Mahzûmî olduğu da söylenmiştir– gelip, "Ey Muhammed!" dedi, "Bana hanımımı geri ver, çünkü sen bu şartla antlaşma yapmış bulunuyorsun. İşte henüz kitabımızın [yazışmamızın] çamuru [mührü] kurumadı." Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-î kerîmeyi indirdi.

Bir diğer görüşe göre, Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı Umm Gülsüm geldi. Yakınları gelip, Rasûlullah'tan (s.a) onu kendilerine geri vermesini istedi.

Bir başka açıklamaya göre, (Umm Gülsüm) kocası Amr b. el-Âs'tan, beraberinde iki kardeşi İmâre ve el-Velîd ile birlikte kaçmıştı. Rasûlullah (s.a) kardeşlerini geri vermekle birlikte Umm Gülsüm'ü alıkoydu. Peygamber'e (s.a), "Antlaşma şartı gereği onu da bize geri ver" dediler. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Antlaşmada koşulan şart, erkekler hakkında idi. Kadınlar hakkında değildi." Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.

Urve'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Süheyl b. Amr'ın Hûdeybiye günü Peygamber'e (s.a) koştuğu şartlar arasında şu da vardı: "Bizden herhangi bir kimse yanına gelecek olursa, senin dinin üzere olsa dahi onu mutlaka bize geri vereceksin." Nihâyet yüce Allah mü’minler hakkında bilinen buyruğunu indirdi.

Yine denildiğine göre gelen kadın Bişr'in kızı Umeyme'dir. O Sâbit b. eş-Şimrâh'ın hanımı idi. O sırada henüz kâfir iken ondan kaçmıştı. Onunla Sehr b. Huneyf evlendi, ondan Abdullah adındaki oğlu dünyaya geldi. Bu açıklamayı da Zeyd b. Habib yapmıştır. el-Maverdî de aynı şekilde Sâbit b. eş-Şimrâh'ın hanımı olan Bişr kızı Umeyme... demiştir.

Mehdevî dedi ki: "İbn Vehb'in Hâlid'den rivâyetine göre bu âyet-i kerîme Amr b. Avfoğulları'ndan Bişr kızı Umeyme hakkında inmiştir. Bu, Hassan b. ed-Dahdah'ın hanımı idi. Hicret ettikten sonra onunla Sehl b. Huneyf evlenmişti."

Mukâtil dedi ki: "Bu kadın, Mekkeli müşriklerden Sayfî b. er-Râhib'in hanımı olup adı Saîde idi."

Ancak ilim ehlinin çoğunluğunun kabul ettiğine göre bu kadın, Ukbe kızı Umm Gülsüm idi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Kehf sûresi tahlilinde Hûdeybiye Antlaşması'na da değinmiş ve bu anlaşmanın 2. maddesinin, "Mekke'ye iltica eden hiç bir Medîneli Müslüman iade edilmeyecek, fakat Muhammed, kendisine sığınan her Mekkeliyi, bu Mekkelinin velîsinin (köleler için sahibi ya da aile reisi) isteği üzerine geri göndermek zorundadır" şeklinde olduğunu ifade etmiştik. [Tebyînu'l-Kur’ân; c??????] Buna göre, Müslümanlara sığınmakla birlikte, şirkini sürdüren kadının (antlaşma gereği) onlara iade edilmesi gerekmekteydi.

İMTİHANIN KONUSU

Âyetten açıkça anlaşıldığına göre, öğrenilmek istenen, kadının gerçek mü’min olup olmadığıdır. Bazıları amacın, çıkarcı olup olmadığının, yani menfaat sağlamak için kaçıp kaçmadığının tesbit edilmesi olduğunu kabul etseler de, âyetin lafzı, amacın, imanlı olup olmadığının tesbiti olduğuna açıkça delâlet etmektedir:

İbn Abbâs dedi ki: İmtihan, o kadına, kocasından nefret ettiği, herhangi bir yeri diğerine daha çok tercih ettiği, dünyalık istediği yahut da bizden bir adama aşık olduğu için hicret etmediğine; aksine sadece Allah ve Rasûlü'nü sevdiği için hicret ettiğine Allah adına yemin ettirilmesinden ibaret idi. Eğer böyle olduğuna dair, Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin edecek olursa, Peygamber (s.a) onun eski kocasına mehrini ve (evlilik dolayısıyla) yapmış olduğu harcamaları geri verir, kadını ona iade etmezdi. İşte yüce Allah'ın, Şâyet onların mü’min kadınlar olduğunu görürseniz, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Hem bu kadınlar o erkeklere helâl değildir, hem de o erkekler bu kadınlara helâl olmaz buyruğa bunu anlatmaktadır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

NÜZÛL SEBEBİ

Bu böyledir, zira, Hudeybiye yılındaki anlaşma şu şekilde yapılmıştı: "Müslümanlardan Mekkelilere gelen [iticâ eden], Mekkelilere iade edilir; fakat Mekkelilerden Müslümanlara gelen Mekkelilere geri verilmeyecek." Anlaşmayı aynen böyle yazıp mühürlemişlerdi. Derken Subeya binti'l-Hâris el-Eslemiyye Müslüman olarak geliverdi. Hz. Peygamber (s.a), o sırada Hudeybiye'de idi. Kocası Musâfir el-Mahzûmî de peşinden çıkageldi. Gelenin Sayf b. er-Râhib olduğu da söylenmiştir. Derken, "Ey Muhammed! Hanımımı geri ver. Çünkü sen, bize bizden size gelenleri geri vereceğin şartını kabul ettin. Bu anlaşmanın mürekkebi henüz kurumadı" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet, bir izah olarak indi. Çünkü geri verme şartı, kadınlar için değil, erkekler için söz konusuydu. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu âyetlerde şu hükümler yer almaktadır:

• İltica eden kadınlar, imtihan edilecektir.

• Mü’min olduklarına kanat getirilirse, kâfirlere iade edilmeyeceklerdir.

• Hicret/iltica eden mü’min kadınlar, kâfir olan eski kocalarına helâl olmazlar.

• Kâfir kocalarına, onların eski eşlerine verdikleri mehir ve yaptıkları masraf mü’min toplum tarafından ödenecektir.

• İltica eden mü’min kadınlar ile mehirleri verilerek evlenilebilir, eski kâfir kocasının varlığı dikkate alınmaz. Aralarındaki nikâh akdi bitmiştir.

• Müslümanlar, kâfir kadınları nikâhlarında tutmamalıdır, onlara verilen mehiri ve yapılan masrafı istemelidirler. Onlara da sarfettikleri verilmelidir.

• Eşi kâfirlere kaçan mü’mine, toplum destek olmalı, kaçan eşine ödediği mehir ve masrafı mü’mine ödemelidir.

12) Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, herkesçe kabul gören/vahye uygun hususlarda sana isyan etmemeleri üzerine bağlılık yemini ederek gelirlerse, hemen onların bağlılık yeminlerini al ve onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce inen bu âyette, fetihten sonra Rasûlullah'a biat eden kadınlarla ilgili hükümler ile din ve devletin temel hükümleri yer almaktadır. Şöyle ki:

• Allah'a hiç bir şey ortak koşulmayacaktır [din korunacaktır].

• Hırsızlık yapılmayacaktır [mal korunacaktır].

• Zina edilmeyecektir [ırz ve aile yapısı korunacaktır].

• Çocuklar öldürülmeyecek, neseb konusunda yalan uydurulmayacaktır [can ve nesil korunacaktır].

• Ma‘rûfta Peygamber'e isyan edilmeyecektir [kendisinde doğruluk, iyilik bulunan her şeyde; din'e, insan hakklarına aykırı olmayan uygulamalarda devlete karşı gelinmeyecektir].

Bu âyetin ilk uygulamasına dair şu olay nakledilmiştir:

Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), Mekke'nin fethedildiği gün erkekler biatleşmeyi bitirince, kadınlarla biate başladı. Kendisi Safa tepesinde, Hz. Ömer (r.a) de oranın altında, Hz. Peygamber'in (s.a) emriyle kadınlarla biatleşip Peygamber'in (s.a) tebligatını onlara aktarıyordu. Ebû Süfyân'ın karısı, Utbe'nin kızı Hind ise, Peygamber'in (s.a) kendisini tanıyacağı endişesiyle yüzünü örtmüş, kıyafetini değiştirmiş olarak, biat eden kadınlar arasında bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Sizin, Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşmamanız şartıyla, sizinle biatleşiyorum" buyurunca, Hind başını kaldırdı ve, "Allah'a yemin olsun ki, biz putlara taptık. Şüphesiz sen, erkeklerden olmadığın, onlarla biate konu yapmadığın bir şeyle bizi sorumlu tutuyorsun. Çünkü sen, erkeklerle sadece, Müslüman olmaları ve cihâd etmeleri konusunda biatleştin..." dedi.

Hz. Peygamber (s.a), "Hırsızlık yapmamanız ... şartı üzere biatleşiyorum..." deyince, yine Hind, "Ebû Süfyân, cimri bir adamdır. Ben onun malında bir kötülük işledim [onun malından çaldım]. Bu sebeple, bilemiyorum, o aldığım mal bana helâl midir, değil midir?" dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyân da, "Geçmişte aldığın, gelecekte alacağın her şey, sana helâl olsun..." deyince, Hz. Peygamber (s.a) gülümsedi, onu tanıdı ve ona, "Muhakkak ki, Utbe'nin kızı Hind'sin" deyince Hind, "Evet" dedi, "binâenaleyh, ey Allah'ın Nebîsi, Allah sana afiyet versin... Geçmişte olanı bağışla..."

Hz. Peygamber (sözüne devamla), "Zina etmemeniz şartı üzere..." deyince, Hind, "Hür kadın hiç zina eder mi?" (başka bir rivâyette ise, "Hiç bir hür kadın zina etmemiştir") dedi. Hz. Peygamber (s.a), "Çocuklarınızı öldürmemeniz şartı üzere..." deyince de, Hind, biz onları büyüttük, sen ise onları öldürdün. Bunu sen de onlar da pek iyi bilirsiniz!" dedi. Zira, Ebû Süfyân'ın oğlu Hanzale, Bedir savaşı'nda öldürülmüştü...

Bunun üzerine Hz. Ömer(r.a) o kadar güldü ki sırtüstü yere düştü. Hz. Peygamber (s.a) de tebessüm etti. Yine Hz. Peygamber (s.a), "İftirada da –ki bu iftira, kadının, kocasından olmayan çocuğunu kocasına nisbet etmesidir–bulunmamanız şartı üzere..." deyince de, Hind, "Allah'a yemin ederim ki bühtan kötü bir iştir. Hâlbuki sen bize, doğruluğu ve güzel huyları emrediyorsun" dedi. Hz. Peygamber (s.a), "Ma‘rûfta, iyi şeylerde bana isyan etmemeniz şartı üzere..." deyince de, Hind, "Allah'a yemin ederim ki, içimizde herhangi bir şey hususunda sana isyan etmek düşüncesi var olduğu hâlde şurada bulunuyor değiliz." dedi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]
13) Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın hoşnut olmadığı toplumu velîleştirmeyin [yönetici, gözetici yapmayın]. Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin mezarlık halkından ümit kestiği gibi, kesinlikle onlar, âhiretten ümit kesmişlerdir.
Bu âyet, Medîne döneminde sıkça üzerinde durulan ve sûrenin başında da bahsi geçen velâyet konusuna son noktayı koymaktadır. Enfâl/72-73. âyetler, kâfirlerle mü’minler arasındaki velâyet konusunu ilkeleştirmektedir. Mü’minler mü’minlerin, kâfirler de kâfirlerin velîsi olup birbirlerini korur, gözetir ve yardımda bulunurlar. Mü’minler kesinlikle velâyetlerini [korunmalarını, gözetilmelerini, yönetimlerini], müşriklere/kâfirlere teslim edemezler.

Bu konu ile ilgili Nisâ/119, Kehf/102, Ra‘d/16, Nahl/63, En‘âm/121, Mücâdele/14, Mâide/80-82, 57,51, Âl-i İmrân/28, Tevbe/23, Nisâ/144,89)’a bakılabilir.

NOT:

Bu âyetlerde yer alan
velî, evliyâ sözcüğü, genellikle "dost, dostlar" olarak çevirilir, ki bu, âyetleri, ahlâkî bir davranışı önerdiği anlamına indirgemektir. Hâlbuki burada konu edilen velâyet; idarî, siyasî ve hukukî velâyettir [korunma, gözetilme ve yönetilmedir].

Enfâl/73. âyetteki, Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar ifadesi, "şâyet siz, size Allah'ın, A'dan Z'ye ortaya koyduğu ilkeleri, size emrettiği şeyleri yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir", yani "kimliğinizi, dininizi ve vatanınızı kaybedersiniz" demektir. Zaten dinin amacı da, insanlara kimlik kazandırmak ve dünya üzerindeki zulüm ve kargaşayı kaldırıp adaleti tesis etmek değil midir? Gayr-i müslimlerin velî edinilmesi durumunda neler olacağına dair Kur’ân'ın bildirdiği bu mucize günümüzde gâyet açık olarak yaşanmakta ve her tarafta görülmektedir. Özellikle de, eğitim çağında velâyeti gayr-i müslimlere verilen çocuklar, İslâm dininden uzaklaşmış; Hristiyan, hatta papaz olmuşlardır. Bunun yüzlerce somut örneği görülmektedir. Ayrıca, velâyetlerini gayr-i müslimlere veren Müslüman ülkelerin de ahlâkî, siyasî, iktisadî ve askerî açıdan yürekler acısı bir durumda oluşu, işte bu âyetlerin işaret ettiği sonuçtan başka bir şey değildir.

Âyetteki,
Kâfirlerin, mezarlık halkından ümit kestiği gibi, kesinlikle onlar, âhiretten ümit kesmişlerdir ifadesiyle, kâfirlerin-münâfıkların âhirete, ölümlerinden sonra diriltileceklerine, hesaba çekilip iyilik ve kötülüklerinin karşılıklarını göreceklerine inanmadıkları, dolayısıyla yaptıkları kötülüklerin yanlarına kâr kalacağı inancıyla her türlü fenalığı yapabilecekleri bildirilmiştir.

İnen ilk sûrelerde de, toplumdaki her kötülüğün kaynağının âhirete inanmamaktan kaynaklandığı bildirilmişti:

1Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? 2,3İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. [Mâûn/1-3]

Âhiret inancı, rahatını seven ve dünya nimetlerini arzu eden bir yapıda yaratılmış olan insan için, işleyeceği suçlar konusunda caydırıcı bir unsurdur. Çünkü menfaati için her türlü sorumsuz davranışta bulunabilecek yapıdaki insan, ancak bir "mükâfat ve ceza yurdu"nun varlığı sayesinde kendisini denetleyebilmekte, böylece dünyadaki kötülüklerin artış hızı frenlenmektedir.