Müzzemmil

1,2,3,4,5) Ey evine kapanan kişi![#15] Geceleyin -kısa bir süre hariç; bazen gecenin yarısı bazen bundan biraz eksilt bazen de buna biraz ekle- kalk görev yap. Kendine indirilmekte olan Kur'ân'ı da tebliğ ederken düzgünce düzene koy! Şüphesiz Biz, senin üzerine çok ağır bir söz/Kur'ân'ı bırakacağız.
1Ey evine kapanan kişi!

Ayetteki, "متزمّل Mütezemmil" sözcüğündeki "ت Te"nin "ز Ze"ye idğam edilmesi [dönüştürülmesi] ile oluşan "مزّمّل Müzzemmil" sözcüğünün anlamı, elbiseye veya herhangi bir şeye bürünen demektir.

Deyim olarak sözcük;

1. Uykuya hazırlık, iç çamaşırlarını giyip yatağa yatmak, yorganı üstüne örtmek,

2. Kendi halinde yaşamak, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamak demektir. [Lisanü’l Arab, "zml" mad.]

Peygamberimizin özellikleri itibariyle ayette ikinci anlam ön plâna çıkmaktadır. Çünkü kişiler toplumdaki davranışlarına göre imaj kazanırlar. Rabbimizin tabiriyle, zihinsel yönden sağlıklı, malî yönden varlığı minnete bulaşmamış, yüce bir ahlâka sahip Abdullah oğlu Muhammed, Darü’n-Nedve üyeleriyle Alak suresinin 9-10. ayetlerinde yer alan tartışmayı yaptıktan sonra evine kapanmış, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz olmuştu. Allah da bu surede ona "Ey örtüsüne bürünen!" diye seslenmiştir. Yani "Ey içine kapanan, toplumsal meselelere karışmaz olan, salâtı/sosyal aktiviteyi, sosyal destekçiliği bırakan Muhammed!"

2-4Geceleyin –kısa bir süre hariç; bazen gecenin yarısı bazen bundan biraz eksilt bazen de buna biraz ekle– kalk görev yap. Kendine indirilmekte olan Kur’ân'ı da tebliğ ederken düzgünce düzene koy! "Geceleyin kalk! Kısa bir süre hariç,

"Tertil" sözcüğü; "Bir şeyin tertibinin güzelliği" demektir. Bu sözcük bedevînin dilinde "Bir şeyden birinin diğerine karışmaması, tarak dişi gibi birbirine karışmamış, karışmayan" anlamına gelir. Bu durum, muhkem, kuvvetli, sımsıkı olmanın zıddıdır. Meselâ dişlerin "tertil"i, "dişlerin seyrek bir şekilde düzene konulmuş, dizilmiş olması" demektir ve bu sözcük Arapçada "güzel dizilmiş dişler" manasında da kullanılır. [Lisanü’l Arab, "rtl" mad.]

Sosyal alanda "tertil" ise "konuşma esnasında sözün, yazarken ise kelimelerin, paragraf veya pasajların birbiri ardınca, tek tek, yavaş yavaş, ağır ağır, tane tane dizilmesi, birbirine karıştırılmaması" demektir. Buna göre Kur’an’ın tertili, "Kur’an’ın indiği şekilde tertibinin korunması, bir necmin bir başka necme karıştırılmaması" anlamına gelmektedir.

Kur’an’ın nasıl indirildiği ve nasıl okunması gerektiği Kur’an’da şöyle açıklanmıştır:

* Ve Kur’ân'ı, Biz onu insanlara ağır ağır öğrenip öğretesin diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik! [İsra/106]

Demek ki Kur’an, konularına göre, necmlere göre, iniş sırasına göre bir tertip ve tasnif yapılmak suretiyle okunmalı ve okutulmalıdır.

Furkan suresinin 32. ayetinde de Rabbimiz Kur’an’ı tertillediğini, yani her şeyi yerli yerinde, birbirine karıştırmadan, bir düzen içinde indirdiğini beyan etmektedir. Peygamberimize ilk gelen vahylerde de [Müzzemmil; 4], Kur’an’ın tertillenmesi, yani necmlerin gayet düzenli tutulması, birbirine karıştırılmaması emredilmiştir. Ama tüm bunlara rağmen maalesef elimizdeki mushaf tertilli değildir. Biz, samimiyetle ve dürüstçe birçok kez dile getirdiğimiz bu hususta, Kur’an’a gönül verenlerin Kur’an ile derin çalışmalar yapıp Kur’an’ı necm necm dizmeleri ve onu bugünkü sure anlayışından öte, gerçek sureleriyle mushaflaştırmaları gerektiğine inanıyor ve bu gayreti onlardan bekliyoruz.

5Şüphesiz Biz, senin üzerine çok ağır bir söz/Kur’ân'ı bırakacağız.

"Ağır söz" ile Kur'an ayetleri kastedilmiştir. Kur'an ayetlerinin neden bu sözcüklerle nitelendirildiği bir kaç şekilde açıklanabilir: "Zor görev", "inecek ayetlerle amel etmenin zor olması", "gelecek hükümlerin ağır olması", "peygamberimize ağır gelecek olması", "hafif ve değersiz olmayan", "inkârcılara ve ikiyüzlülere çok ağır gelecek", "kalıcı", "kıyamette ölçüde/tartıda ağır basan."
6,7,8,9,10,11) Gecenin yeni oluşum etkinliği/zihinsel verimi, rahat rahat çalışabilme bakımından daha güçlü, söz bakımından daha etkilidir. Şüphesiz gündüzde senin için uzun bir uğraşı vardır.[#16] Rabbinin adını an ve tüm benliğinle O'na yönel! O, doğunun ve batının; tüm yönlerin Rabbidir. O'ndan başka, tanrı diye bir şey yoktur. Bu nedenle O'nu vekil[#17] et; "tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak tanı! Onların söylediklerine/söyleyeceklerine de sabret. Ve güzel bir ayrılışla onlardan ayrıl, Beni ve o nimet sahibi yalanlayıcıları başbaşa bırak! Birazcık süre tanı onlara.
6Gecenin yeni oluşum etkinliği/zihinsel verimi, rahat rahat çalışabilme bakımından daha güçlü, söz bakımından daha etkilidir.

Ayette geçen "وطئا vat'en" kelimesi, yeri çiğneme anlamına geldiği gibi, derin derin düşünmek üzere konsantre olma, ruhen yoğunlaşma, dikkati yapılan iş üzerinde yoğunlaştırma gibi eylemler için de kullanılır. [Lisanü’l Arab, "vte" mad. ] Bu yoğunlaşmayı sağlayabilmesi için peygamberimize geceleyin kalkması önerilmektedir. Çünkü birkaç saat uyku ile günün yorgunluğu giderilmiş, zihin kendini yenilemiş, akıldaki problemler de uykudan önceki zamanda kalmıştır. Ayrıca gecenin sessizliği dikkatin bir noktaya toplanmasında çok etkili bir faktördür. Ayette Kur'an'ın öğrenilmesi ve öğretilmesi sürecinde dingin bir ortam ve ruh hâlinin olması gerektiğine işaret edilmektedir.

7Şüphesiz gündüzde senin için uzun bir uğraşı vardır.

Geceler, zihni toparlayabilmek ve konsantre olabilmek için gündüzlerden daha uygun zamanlardır. Gündüzleri insanın yorucu meşgaleleri ve yoğun telâşları vardır. Çevrenin görüntüsü ve gürültüsü aklı ve zihni karıştırır, dikkatleri dağıtır. Gecenin dinginliği sayesinde akıl ve zihin duru olur, dikkat dağılmaz, her şey daha iyi anlaşılır. Öğrencilik yapmış olanlar bu gerçeği hayatlarında bizzat yaşayarak tecrübe etmiştir. Ezberlerini gece yapmış, derslerine gece çalışmıştır.

8Rabbinin adını an ve tüm benliğinle O'na yönel!

Ayette geçen "تبتّل tebettül", "yalnızca Allah'ı dikkate almak, sadece O’na kulak verip başkasına itibar etmemek" demektir. Bu anlam En'âm suresinin 91. ayetinde " قل الّله ثمّ ذرهم فى خوضهم يلعبون Sen, Allah de! Ve sonra onları bırak, kendi bataklıklarında oynaya dursunlar!" ifadesiyle yer alır.

"تبتّل tebettül" sözcüğünün asıl anlamı "kesmek" demektir. Araplar "بتلت الشّىء beteltü’ş-şey’e/o şeyi kestim" derler. Eşinden ayrılan, onunla ilişkisini tümüyle kesen kişi için de " طلّقها بتّة بتلة tallekaha betteten betleten/onu kesin olarak üç talâkla boşadı" ifadesi kullanılır. Yine Araplar "verilmiş sadaka" için de "وهذه صدقة بتّة بتلة ve hazihi sadakatün bettetün beteletün/bu sahibi ile ilişkisi tamamen kesilmiş bir sadakadır" şeklinde bir tabirleri vardır. Bu tabirde de ilişkisi tamamen kesilmiş anlamında "betlet" sözcüğü kullanılır. [Lisanü’l Arab, "btl" mad. ]Her şeyle ilişkisini kesip sadece Allah'a yöneldiği için Meryem Valideye "مريم البتول Meryem el-Betül" denmiştir. İnsanlarla her türlü beşeri ilişkiyi koparıp tek başına ibadete yönelen rahibe de "متبتّل mütebettil" denir. Yani "tebettül" bir bakıma ruhbanlık anlamında da kullanılmaktadır. İslâm dininin ibadet anlayışı yozlaşmış dinlerden farklı olduğundan, başta Maide suresinin 87. ayeti, Hadid suresinin 27. ayeti ve diğer bazı ayetlerle ruhbanlık ve ruhbanlık anlamındaki tebettül yasaklanmıştır. Bazı çevrelerin zahitçe bir hayat yaşama arzusuyla dünya ile ilişkilerini kesmeleri, bu doğrultuda mal, mülk ve eş gibi nimetlerden uzaklaşmaları İslâm’a ters bir anlayıştır.

Buradaki tebettül yalnızca Allah'ı dikkate almak, ondan başka otorite tanımamak, Allah'ın belirlediği yolda yürüyüp kimsenin dümen suyunda gitmemektir.

9O, doğunun ve batının; tüm yönlerin Rabbidir. O'ndan başka, tanrı diye bir şey yoktur. Bu nedenle O'nu vekil et; "tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak tanı!

Kesin bir yöneliş, yönelinen varlığı tanımak, onu sevmek ve ona hayranlık duymakla mümkündür. Allah bu ayette kendi özelliklerinden birini daha tanıtmakta, mükemmel ve mükemmelleştirici olduğunu belirterek yönelinecek tek varlığın kendisi olduğunu ihtar etmektedir.

10-11Onların söylediklerine/söyleyeceklerine de sabret. Ve güzel bir ayrılışla onlardan ayrıl, Beni ve o nimet sahibi yalanlayıcıları başbaşa bırak! Birazcık süre tanı onlara.

Peygamberimiz göreve başlayınca, Mekke toplumunun müşrik ileri gelenleri daha önce duydukları saygıyı bırakıp ona "mecnun, sihirbaz, şair, ebter" gibi çirkin nitelikler yakıştırmaya başlayacaklardır. Bu ayette ona bu tür çirkin ithamlarda bulunanlardan nezaketle uzaklaşması emredilmektedir. Çünkü peygamberimiz onlarla tekrar karşılaşacak, yüz yüze bakacak ve tebliğine devam edecektir. Eğer ayrılış nezaketle olmazsa, aradaki iletişim kopabilir ve sonraki karşılaşmalarda hiç dinlenmeme riski ortaya çıkabilir. Bu emir ilerideki surelerde de (Kaf 39-40 ve Ta Ha 130) tekrarlanacak ve yine peygamberimizden onlara karşı sabretmesi istenecektir.

Ancak bu emir hiçbir zaman davetten bunalarak davadan vazgeçmesi istendiği anlamına gelmez. Ondan istenen, itham edenlere sert değil yumuşak cevap vermesi, kaba davrananlara aldırmaması, şımarıkları kendi hallerine bırakıp davetini kitlelere nezaketle iletmesidir.

Yani; "Onları bana bırak, sen aradan çekil, Ben onların hakkından gelirim."

Dikkat edilirse, bu ayette "nimet sahibi" olarak nitelenen Mekke'nin ileri gelenleri, ilk vahiy olan Alak suresinde "kendini zengin gören", ikinci vahiy olan Kalem suresinde ise "mal ve oğullar sahibi" olarak nitelenmişlerdi. Müzzemmil suresinin bu ayetinde de yine aynı nitelikteki azgınlara dikkat çekilmektedir. Tağutlaşanlar, servetle şımarmış, fukarayı ezen elit kadrolardır. Bu elit zümreler toplumları yönlendirir ve onu istedikleri yöne sürüklerler. Çıkarları elden gidecek korkusuyla mevcut stütükoda bir değişiklik istemezler, hak ve adaletin yaşayan değerler haline gelmemesini sağlamaya çalışırlar. Zayıflar da onlardan korktukları için onların istedikleri yöne giderler. Bu tağutlar yüzünden hakka ulaşamayan nice zavallı topluluklar vardır. Bu azgınlar grubu kendilerini varlıklı görerek her şeyi maddeye bağlar, ahireti de inkar ederler. Ahirete inanmadıkları için dünyada ne yapabilirlerse onları kâr sayarlar.

Bu yalanlayıcılardan bir kısmının imana gelmesi muhtemeldir. Onlara süre verilmelidir. Süreyi iyi kullanmadıkları takdirde Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları unutulmamalı, bu konuda aceleci davranılmamalıdır.

Nitekim başlangıçta bu yalanlayıcıların en şerlisi olan Velid b. Muğîre'nin oğlu Halid daha sonra iman etmiş, İslâm'ın bayraktarı olmuştur.
12,13,14) Kesinlikle Bizim yanımızda bukağılar; ayaklarından bağlayacağımız demir halkalar ve cehennem var. Boğazdan zor geçen bir yiyecek, can yakıcı bir azap var. O günde ki; yer ve dağlar sarsılır ve dağlar eriyip akan bir kum yığınına dönüşür.
Bu ayetlerde sayılan azap malzemeleri, genel davranış tarzları yukarıda açıklanmış olan tağutlar içindir.

Ondördüncü ayet ahiret gününü anlatan ilk ayet olup o günün nasıl başlayacağını bildirmektedir. O gün arz ve dağlar şiddetli bir deprem ile sarsılır, dağlar kum gibi savrulur, un ufak olup dağılır. Arz dümdüz olur, ne tümsek kalır, ne de alçak bir vadi...



Not:

Surenin 12-20. ayetlerinin ilk bölümle alakası yoktur. Onlar iki Necm haline olup daha sonraki zamanlarda inmiştir. Okurken bu husus göz ardı edilmemelidir.
15,16,17,18,19) Şüphesiz Biz, Firavun'a bir elçi gönderdiğimiz gibi, size, üstünüze tanık olan bir elçi gönderdik. Ama Firavun, elçiye isyan etti de Biz de onu korkunç bir tutuşla tutuverdik. Buna rağmen eğer küfrederseniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çeviren o günden nasıl korunacaksınız? Gök bile o günün şiddeti ile parçalanır. O'nun yerine getirmek için verdiği söz gerçekleşmiştir. Şüphesiz ki yukarıda anlatılanlar, Kur'ân bir öğüt vericidir/düşündürücüdür. Onun için, dileyen Rabbine doğru bir yol edinir.
Bu pasajda, Mısır ile Musa arasındaki ilişkiye gönderme yaparak Mekke ileri gelenlerine hitap etmekte ve onlara kendi içlerinde yetişmiş Abdullah oğlu Muhammed'in bir elçi olarak görevlendirildiğini açıklamaktadır. Musa'nın elçiliğinin örnek gösterilmesi, Mısır'da doğup büyüyen ve onların içinden biri olan Musa gibi, Muhammed'in de Mekke'de doğup büyüyen ve Mekkelilerin içinde yaşayan biri olduğunun hatırlatılması nedeniyledir.

Peygamberimizin Mekkelilere tanıklığı iki anlama gelebilir:

1. Peygamberimiz, içlerinden biri olması münasebetiyle Mekkelileri yakından tanımakta ve onlar hakkında tanıklık yapabilecek bir konumdadır.

2. Bakara suresinin 143. ayeti göz önünde tutularak peygamberimizin Mekkelilere tanıklığının ahirette gerçekleşeceği.

Biz, ayetin devamında verilen Musa ve Firavun örneğinin de delâlet ettiği gibi, kastedilen tanıklığın birinci şıktaki anlamıyla bir tanıklık olduğu kanısındayız. Çünkü peygamberimiz ile Mekkeliler arasındaki ilişki, Musa ile Firavun arasındaki ilişkiye benzetilmiştir. Musa nasıl Firavun'un yanında büyümüş ve yetişmiş ise, peygamberimiz de Mekkeliler arasında büyüyüp yetişmiştir.

Bu ayetlerde Mekke müşrikleri, Allah'ın gönderdiği elçiye karşı çıkması yüzünden cezalandırılan Firavun örnek gösterilerek tehdit edilmektedir. Ayrıca ceza gününün dehşeti çok etkili bir biçimde tasvir edilmektedir. Çocukların bile korkudan saçlarının beyazlaşması ve göklerin yarılıp çatlaması şeklindeki tasvirler, daha sonra inecek olan Hakka suresinin 14., Ta Ha suresinin 105-107., Neml suresinin 87., Nebe suresinin 20., ve Karia suresinin 5. ayetlerinde detaylandırılmıştır. Kıyametin korkunçluğunun değişik sahnelerle anlatılmasının amacı, insanları korku faktörü ile doğruya yöneltmektir.

Bu ayette insanın doğruyu ve yanlışı seçmekte özgür olduğu vurgulanmakta ve okunan ayetlerin düşünenler için uyarı olduğu, dileyenin bu ayetlerden öğüt alarak Rabbine varan doğru yolu bulacağı belirtilmektedir.
20) Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını, yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle beraber olanlardan bir grup da öyledir. Allah, geceyi de gündüzü de ölçüye bağlar. Sizin bu işi kolaylıkla yapamayacağınızı bildi de sizin için bu görevi hafifletti. O hâlde Kur'ân'dan kolay geleni öğrenin-öğretin! Sizden hastalar olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni öğrenin-öğretin! Salât'ı [mâli ve zihinsel destek; toplumu aydınlatma kurumlarını] kurun/ayakta tutun,[#18] zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi[#19] verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.[#20]
Surenin başında da değinildiği gibi, bu ayetin Mekkî olduğunu ileri süren rivayetler olduğu gibi, Medenî olduğunu ileri süren rivayetler de vardır. Bu ayet, teknik ve içerik; Peygamberimizle birlikte bir grup müminin gece eğitimine katılması, Kur'an'ın oluşmuşluğu, dış ticaret, Allah yolunda savaş, Allah'a güzel bir ödünç verme, salâtı ikame etme ve zekât verme gibi konulardan bahsediyor olması itibariyle kesin olarak Medenidir. Bizim kanaatimize göre de Tevbe suresinin 106. âyetinden sonra inmiştir.

Bu ayet, bazılarının ileri sürdüğü gibi, surenin 2-4. ayetlerini nesh edip hükümlerini kaldırmamakta, aksine o ayetleri farklı bir üslûp ile pekiştirmektedir. Peygamberimize 2-4. ayetlerle verilen talimatların onun tarafından yerine getirildiği beyan edilmekte ve toplum yapısına dikkat çekilmektedir. Buna göre; Kur'an öğrenme ve öğretme ile meşgul olanlar tıpkı peygamberimiz gibi 2-4. ayetlerle amel edecekler, bunların dışında [esnaf, tüccar, avcı, çiftçi, asker, hasta] olanlar ise geceleri dinlenecekler, gündüzleri işlerine bakacaklar, sadece Kur'an'dan kolay geleni öğrenip öğreteceklerdir.

Genellikle "okumak" diye çevirilen "gıraat" sözcüğün salt okuma anlamına gelmediğini, "toparlayıp dağıtmak, [öğrenip öğretmek]" anlamını da içerdiğini Alak suresinin tahlilinde açıklamıştık.

Ayette bahsedildiğine göre Müslümanlar artık eğitim-öğretim dönemlerini bitirmişler, öğrendiklerini yaşar duruma gelmişlerdir. Böyle durumlarda Kur'an'dan kolaylarına geleni, bilebildiklerini, ulaşabildiklerini imkanları nispetinde okuyup başkalarına da öğretmeleri istenmektedir.

Ayette iki kez geçen "O halde Kur'an'dan kolay geleni öğrenin öğretin" ifadesinin namazla bir ilgisi yoktur. Ayette ifade edilen salt Kur'an okumak ve öğretmektir. Kur'an'dan kolay gelenin okunması konusunda farklı fikirler ileri sürülmüş ve çeşitli ayet sayıları verilmiştir. Ayetin konu ettiği kolaylığın ölçüsünü sayısal olarak değil, mantıksal olarak değerlendirmenin daha doğru olduğu kanısındayız.

Bu ayetin ibadetleri hafiflettiği yolunda görüşler de ileri sürülmüştür. Ancak bize göre bu görüşler isabetli değildir. Ayette bilgilenmiş olanların mücadeleye çıkmaları, cepheye koşmaları, mücadele esnasında da ellerinde Kur'an, ondan işlerine engel olmayacak kadarını ve bilebildikleri kısımları okumaları ve okutmaları emredilmektedir.

Ayrıca bu ayette insanların ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar mükemmelliğe ulaşamayacakları ve tövbe etme yolunun açık olduğu ima edilmekte, "Allah'tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok esirgeyicidir" denilmektedir. Tövbe ile ilgili detay ilerideki surelerde verilecektir.

Salât'ı [mâli ve zihinsel destek; toplumu aydınlatma kurumlarını] kurun/ayakta tutun, zekat'ı; Allah’ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! ...

Alak suresinde "Salat" kavramını açıklamış idik. Burada Rabbimiz salatın ikamesinden bahsetmektedir. Salatın ikamesi, nüzul sırasına göre mushafta ilk olarak burada yer aldığı için, bu konunun ayrıntısını da burada verip bundan sonra buraya atıfta bulunacağız.

[İQÂMİ'S-SALÂT=SALÂT'IN İKÂMESİ]

Kur’an’ın birçok ayetinde Salât’ın "İkâmesinden" bahsedilir.

"Salât'ın ikâmesi" ile ilgili emir ve haber cümlesi niteliğindeki ifadeler genellikle "namazı doğru kılın, namazlarını dosdoğru kılarlar" şeklinde çevirilegelmiştir. Bizim, sözcüklerin anlamları üzerinden yaptığımız tahlil ise bu çevirilerin ve bu anlayışların yanlışlığını göstermektedir.

"İqâmi’s Salât" ifadesi, إقام [iqâm] ve الصّلوة [es-salât] sözcüklerinden oluşmaktadır. Salât sözcüğünün ne anlama geldiği yukarıda açıklandığı için, burada إقام [iqâm] sözcüğünü tahlil edeceğiz.

ق و م [q-v-m] harflerinden oluşan إقام [iqâm] sözcüğü, "oturmak" fiilinin karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın anlamı; "ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak" olarak belirtilmiştir.

Buna göre إقام الصّلوة [iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da; "
zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin gerçekleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi, yani ayakta tutulması" demektir. Bunu somutlaştırarak ifade etmek gerekirse "salâtın iqâmesi":

• Zihnî yönü ile, "eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açılması ve bunların ayakta tutulması",

• Mâlî yönü ile, "iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek -bekâr ve dulların evlendirilmesi de dâhil- sorunlarının sırtlanması, dertlerine deva olunması için kurumlar oluşturulması ve bunların yaşatılarak ayakta tutulması" demektir.

İşin gerçeği olan Salâtın bu anlamına göre, Salât’ın neden dinin direği olduğu daha iyi anlaşılmış ve kabullenilmiş olacaktır.

Zekât

İslâm dininin temel unsurlarından olan " الزكوةZekât’ın sözcük olarak kökü olan "ز ك و zkv/", "üreme ve artma, arıtma" demektir. Meyve ve tahıl cinsinden Allah’ın verdiği; artıp çoğalan her şeye " زكاءzekâ" denir. Bu kökün türevlerinden olan "الزكوة Zekât" sözcüğü, " صلاحSalâh; bir şeyin en iyi, en temiz, en düzgün hali" demektir. "Malın zekâtı" demek, "malın temizlenmesi, saf; arı-duru hale getirilmesi" demektir. [Lisanü’l Arab, Tacü’l Arus "z k v" mad]

Bu sözcüğün mastarlarından olan "التزكية tezkiye", "Temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak" demektir. Bir Kur’an kavramı olarak "tezkiye", nefsini temizlemek, onu şirk, günah, nifak [ikiyüzlülük], rics [pislik], cehalet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvayı [Allah’ın koruması altına girmeyi] öğretmek demektir. Bu anlamı, A’lâ/14–17, Leyl/14–21 ve Şems/1–10’da görmekteyiz.

İnsanın nefsini arındırması ancak iman etmesi ve salihâtı işlemesi ile mümkün olan bir durumdur. Kişiyi kirleten, küfür ve şirktir. Çünkü şirkin necis [pislik], müşrikin de neces [pis] olduğunu Kur’an bildirmektedir (Tövbe 28). İman sahibi olan kişide imanın dışa yansıması olan "takva" ortaya çıkacak ve her yönüyle tertemiz bir "nefs" söz konusu olacaktır. İnançsız bir kimsede ise inançsızlığının dışa yansıması olan "fücur" ortaya çıkacak ve her türlü sosyal pisliği barındıran bir "nefs" söz konusu olacaktır.

"الزكوة Zekât" sözcüğü de bu kökten "ز ك و zkv" gelmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, zekât, "صلاح salâh; bir şeyin en iyi, en temiz, en düzgün hali" anlamına gelmektedir. Terimsel anlam olarak ise "Zekât", "
Müminlerin devletinde, devletin, var olması, ayakta durabilmesi, salâtın ikame edilebilmesi (maddi ve manevi desteğin ve güvenliğin sağlanabilmesi) müminlerin iman borcu, kulluk görevi olarak verdiği vergi"dir.

Zekât, müminlerin bağımsız bir devlet ortamında tüm ibadetlerini özgürce yapmalarını sağlayarak, müminlerin manevi temizliğini sağladığı, onları kusursuzlaştırdığı ve bu ibadeti yaparken, kişiyi mal, mülk evlat tutkusundan arındırdığı, kişileri, günah, cimrilik kirinden arındırıp malda berekete sebep olduğu için bu vergi ibadetine "zekât" denilmiştir. (Yukarıda sunduğumuz tezkiye ayetlerini bir daha hatırlayalım.)

Müminlerin, kendilerini, yakınlarını, tüm insanları, tüm hayvanları ve doğayı fitneden, fesattan zulümden ve bozulmadan koruma görevleri vardır. Allah’ın verdiği bu görevler, ancak kendilerine ait bir devlet ve sınırları belirli bir yurtlarının olmasına bağlıdır. Onun için Allah, müminlerin mutlaka bağımsız bir ülkelerinin olmasını, bu ülkeyi savunmalarını ve kendilerini yurtlarından etmek için uğraşanlarla savaşılmasını emretmiştir.

Her devlette olduğu gibi müminlerin kurduğu devlette de, devletin, kendisinden beklenen eğitim, öğretim, sağlık, iç-dış güvenlik, alt yapı işlerinin yapılması, dini hizmetlerin yerine getirilebilmesi, geleceğin güvence altına alınması, dinin ve bağımsız bir yurdun korunabilmesi için maddi desteğe; vergiye ihtiyaç vardır.

Çağdaş vergi ile İslâm dinindeki Zekât vergisi, şeklen bazı noktalarda benzeşse de temelde [alınış amacı ve gerekçesi (istifade veya iktidar teorisi), harcama yerleri, alınan kesim, alınan değerler, alınacak zaman bakımlarından] birbirinden farklıdır.

Özgür, bağımsız yurt sahibi olmayan müminlerin İslâm dininin ilkelerini yaşamaları, varlıklarını sürdürmeleri imkânsızdır.

Zekât’ı sadece müminler verirler. Müminlerin devletinin varlığına, ayakta tutulmasına dış destek gelirse o devlet yozlaşmaya mahkûm olur. Zekât devlet tarafından istenmez ve zorla alınmaz. Müminler, canı gönülden paylarına düşeni kendileri verirler. Onun için Kur’an’da zekât hep "vermek" fiiliyle ("verin!" Veya "verirler") ifadesiyle yer alır. Kesinlikle zekâtın alınmasından bahsedilmez.

Burada "güzel bir ödünç" ile kastedilen, zekâtın dışında verilecek sadakalar, infaklar; muhtaçlara yapılacak diğer yardımlardır. Ancak "güzel" vurgusu, yapılacak yardımların malın iyisinden ve işe yarayanından olması gerektiğini hatırlatmakta, "Allah'a ödünç verin" vurgusu ise yapılacak yardımların sanki bizzat Allah'a borç veriliyormuş gibi değerlendirilerek en lâyık olanlara yapılması gerektiğine işaret etmektedir.

Öz benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. ...

Kişinin ölmeden evvel malıyla mülküyle hayırlı işler yapması, onları ölene kadar elinde tutmasından ve mirasa bırakmasından Allah katında daha değerlidir.

Allah'tan af dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

Ayetin sonunda da, İslâm'ı yaşarken hata yapanların Allah'tan af dilemeleri istenmekte ve Allah'ın affediciliği bildirilmektedir.