Nâziât

1,2,3,4,5) Evrendeki çekim kuvveti, evrendeki itme kuvveti, yıldızlar; galaksiler; güneş, ay ve bunların kendi eksenlerinde ve bağlı olduğu yıldız çevresindeki yörüngelerde yüzmesi, bu sayede gece, gündüz ve diğer yaşam koşullarının, med-cezirin, gece-gündüzün, mevsimlerin oluşması, tüm canlı türlerinin ve bitkilerin yaşam koşullarının ayarlanması kanıttır ki/Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için sürekli sıkıntı, bunalım ve vicdan azabı vesilesi olan, mü'minlere hem kolay, hem de kolaylaştıran, onlara müjdeler veren, onların mutlu olmalarını sağlayan, elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran, hep öne geçen, önemseten ve kişisel ve sosyal tüm işleri ayarlayan, her işe ait emirlerinin, yasaklarının olması; ilkeler koyan Kur'ân âyetleri kanıttır ki,[#319]
26) şüphesiz bunda; "o gün, kişinin iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakıp/yaptıklarıyla yüz yüze gelip ve kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişinin, 'Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım' demesinde", saygıyla, sevgiyle bilgiyle ürperti duyacak kimseler için bir ibret vardır.[#320]
Bu pasajın ilk ayetlerinde, özellikleri sayılan bir varlığa kasem edilmiş ve "O gün, kişinin iki elinin[iki gücünün; mal ve çevresi] ne takdim ettiğine bakıp [yaptıklarıyla yüz yüze gelip] ve kâfirin ‘Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım!’ demesinde haşyet duyacak kimseler için" bir takım ibretler olduğu vurgulanmıştır.

Ne var ki, kasem edilen bu hususlar ilim ehli tarafından hassasiyetle tahlil edilmesi gerekirken, bu yapılamamıştır. Şöyle ki: Çözüm için gayret gerektiren bir durum ortaya çıktığında nasıl mesele "alt komisyona havale" ediliyorsa, emek verilmeden anlaşılmayacak bu hususlar da "melekler"e yorumlanarak işin içinden çıkılmaya çalışılmıştır. Klasik anlayışta bunun yüzlerce örneğini görmek mümkündür. Mesela bu ayetlerde kasem edilenler melekler olarak yorumlanmış ve kasemin cevabı da mahzuf kabul edilmiştir. Tahlilimize başlamadan önce, sonraki kuşaklara da kaynaklık eden bu görüşleri naklediyoruz:

"Söküp çıkaranlar", kâfirlerin ruhlarını şiddetle söküp çıkaran meleklerdir. Bu açıklamayı Ali (r.a) yapmıştır. İbn Mesud, İbn Abbas, Mesruk ve Mücahid de böyle demişlerdir: "Bunlar Âdemoğullarının canlarını şiddetle söküp çıkartan meleklerdir."

İbn Mesud dedi ki: Bu buyrukla kâfirlerin canlarını kastetmektedir. Ölüm meleği, cesetlerinden her bir kılın altından, tırnakların altından, ayakların dibinden tıpkı bir demir çubuğun nemli yünden çekilip çıkartılması gibi, kâfirlerin canlarını cesetlerinden öylece çıkartır. Sonra bunu tekrar sokar, yani o canları bedenlerine geri döndürür, sonra tekrar söküp çıkarır. İşte kâfirlere yapacağı uygulama böyle olacaktır. İbn Abbas da böyle açıklamıştır.

es-Süddî dedi ki: "Andolsun ... söküp çıkaranlara!" buyruğu ile kastedilen, göğüslerde boğulma zamanındaki canlar, yani "nefisler"dir. Mücahid: Maksat canların çıkmasını sağlayan ölümdür.

el-Hasen ve Katade: Bunlar bir ufuktan öbür ufka giden yıldızlardır. Bu da Arapların "Ona gitti" tabirlerinden yahut da "Atlar koştu" ifadelerinden alınmıştır. "Şiddetle" lafzı da "batar, kaybolur ve bir ufuktan öbür ufka gidip doğar" demektir, Ebu Ubeyde, İbn Keysan ve el-Ahfeş de böyle açıklamıştır.

"Söküp, çıkaranlar"ın ok atan yaylar olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı Ata ve İkrime yapmıştır. "Şiddetlice" ise "batırarak [yerleştirerek]" anlamındadır. Okun yayda batırılması ise alabildiğine geriye doğru demir ucuna ulaşıncaya kadar gerilmesi demektir. "[Oku] yayda batırdı" tabiri, onu "gerebildiği kadar gerdi" anlamındadır. Bu da yayın, okun yerleştirildiği kısmının okun ucuna kadar ulaşması ile olur. (Aynı kökten gelen) "istiğrak" da, "bir şeyi tam anlamıyla kapatmak ve kuşatmak" demektir. Yumurtanın içerideki zarına da -aynı kökten gelmek üzere- ğırgıyün غرقىء denilir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Ebu Ubeyde ve Ata şöyle demişlerdir: "Yumuşaklıkla çıkaranlar", bir beldeden diğerine gecen yabani hayvanlar demektir. Nitekim kederler de insanları bir beldeden diğerine alıp götürür. Daha sonra da Himyân'ın az önce geçen beytini zikretmektedir.

"Şiddetle söküp çıkaranlar" buyruğunun kâfirler; "yumuşaklıkla çıkaranlar" buyruğunun de müminler hakkında olduğu da söylenmiştir. Yani melekler müminin ruhunu yumuşak bir şekilde alır. "Nez'" şiddetle, "neşt" de yumuşaklıkla çekmek demektir.

Her ikisinin de kâfirler hakkında olduğu ve bunlardan sonraki iki âyetin dünyadan ayrılış halinde müminler hakkında olduğu da söylenmiştir.

"Dalıp yüzenlere" buyruğu hakkında Ali (r.a) dedi ki: Bunlar, müminlerin canlarını alıp yüzen meleklerdir. el-Kelbî dedi ki: Bunlar, kimi zaman suya gömülen, kimi zaman üstüne çıkan yüzücü kimse gibi müminlerin canlarını alan meleklerdir. Onların canlarını kolay bir şekilde ve incitmeksizin usul usul çekerler. Sonra dinleninceye kadar onu bırakırlar.

Mücahid ve Ebu Salih dedi ki: Bunlar, Yüce Allah'ın emrini çabucak yerine getirmek için semadan inen meleklerdir. Nitekim hızlıca yürüyen asil ata, çabucak ve hızlıca koşacak olursa "sâbih [yüzücü]" denilir. Yine Mücahid'den şöyle dediği nakledilmiştir: Melekler inişlerinde ve yükselişlerinde yüzerler. Yine ondan nakledildiğine göre, "yüzenler" Âdemoğullarının ruhlarında yüzen ölümdür. Bunların, gazilerin atları olduğu da söylenmiştir.

......

Katade ve el-Hasen: Bunlar yörüngelerinde yüzen yıldızlar demektir, demiştir. Güneş ve Ay da böyledir. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Hepsi de birer yörüngede yüzerler" (Yâsîn/40)

Mukatil: Müminlerin canlarını alelacele cennete ulaştıran meleklerdir, demiştir. İbn Mesud da şöyle demiştir: Bunlar, kendi ruhlarını kabzeden melekleri gördüklerinde, karşılaştıkları sevindirici haller sebebiyle Yüce Allah'a ve Onun rahmetine kavuşmak şevki ile meleklere hızlıca koşuşan müminlerin canlarıdır. Benzer bir açıklama er-Rabi'den nakledilmiştir. O şöyle demiştir: Ölüm halinde çıkmakta acele eden canlardır.

......

el-Maverdî dedi ki: Bu hususta iki görüş vardır. Birincisine göre, bunlar meleklerdir. Bu cumhurun [büyük çoğunluğun] görüşüdür. İkinci görüşe göre, bunlar yedi gezegendir. Bu görüşü de Halid b. Ma'dân. Muâz b. Cebel'den nakletmektedir. Gezegenlerin işleri[nin] yürüt[ül]mesi [tedbiri] de iki şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamanın birincisine göre, bunların doğuş ve batışlarının düzenlenmesidir. İkinci görüşe göre, bunların tedbiri, Yüce Allah'ın onlar hakkında hükmettiği hallerin değişmesi demektir.

Yine el-Kuşeyrî de bu görüşü Tefsir'inde nakletmiş ve Yüce Allah'ın, âlemin işlerinin yürütülmesiyle ilgili pek çok hususu yıldızların hareketlerine bağlı olarak gerçekleştirdiğini, bundan dolayı işlerin yürütülmesi [tedbiri] Allah'tan olsa bile, tedbir yıldızlara izafe edilmiştir. Tıpkı bir şeyin kendisine yakın olan bir diğer şeyin adı ile adlandırılması gibi.

"İşleri yürütenler"den maksadın melekler olduğu görüşüne göre, onların işleri yürütmesi, helal ve haram hükümleri ile bunlara dair açıklayıcı hükümleri indirmeleridir. Bu açıklamayı İbn Abbas, Katade ve başkaları yapmıştır. Bu da, esası itibariyle Yüce Allah'a ait bir iştir; fakat bu emirleri indirenler melekler olduğundan dolayı bu iş onlara izafe edilmiş bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Ruhu'l-emin indirdi." (Şuarâ/193) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o, onu Allah'ın izniyle kalbine ... indirmiştir." (Bakara/97) Bununla Cebrail (a.s)'ı, Muhammed (sav)'in kalbine indirdiği kastedilmektedir. Onu indiren ise Yüce Allah'tır.

...............

Yeminin cevabı hazfedilmiştir. Sanki Yüce Allah, şöyle buyurmuş gibidir: "And olsun şiddetle söküp çıkaranlara, şuna ve şuna ki, siz mutlaka öldükten sonra diriltilecek ve hesaba çekileceksinizdir." Bunun [yeminin cevabının] hazfedilmesinin sebebi ise, dinleyenlerin manayı bilmeleridir. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Buna da Yüce Allah'ın: "Çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı" buyruğu delil teşkil etmektedir. Bunun onların: "Çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı diriltileceğiz?" sözlerine bir cevap gibi olduğu görünmüyor mu? Bundan dolayı Yüce Allah "çürümüş, dağılmış kemikler olduktan sonra mı?" diye buyurmakla yetinmiştir.

Kimileri de şöyle demiştir: Yemin, Yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki bunda korkan kimseler için elbette bir ibret vardır." (Naziat/26) buyruğu için yapılmıştır. Tirmizi b. Ali'nin tercih ettiği görüş budur. Yani "Benim anlatmış olduğum kıyamet günü ve Musa ve Firavun'un kıssasında "korkan kimseler için elbette bir ibret vardır" demektir.

Fakat İbnu'l-Enbârî'nin söylediklerine göre yeminin sûrede açık ve görünür bir şekilde anılmış bir hususa yapılması, daha önce kendisinden söz edilmemiş bir şeye yapılmasından daha uygundur. Çünkü bu, çirkin bir şekil olur, zira her ikisi arasında geçen ifadeler oldukça uzamış bulunmaktadır.

Yeminin cevabının: "Musa'nın haberi geldi mi sana" (Naziat/15) buyruğu olduğu da söylenmiştir. Çünkü: "... gelmiş bulunmaktadır" demektir. "O gün sarsan sarsacak" buyruğunun: "Elbette ki o gün sarsacak" takdiri ile cevabı teşkil ettiği ve "lâm" harfinin hazfedildiği de söylenmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre, buyruklarda takdim ve tehir vardır. İfade: "O gün sarsan sarsacak, arkasından onu Râdife izleyecek. Andolsun şiddetle söküp çıkaranlara..." takdirindedir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs, Mesrûk, Saîd b. Cübeyr, Ebu Salih, Ebu Duhâ, Süddî: «Boğulmuş olanı söküp alanlara andolsun!» kavli ile meleklerin kastedildiğini söylerler. Yani melekler Ademoğullarının ruhlarını çekip aldıkları zaman, bir kısmı katı ve sert olarak ruhu kabzeder ve bunu söküp çıkarmak için çalışır. Bir kısmı da insanoğlunun ruhunu kolaylıkla alır. Sanki bir ip düğümünü çözüyormuş gibi. İşte Allah Teâlâ'nm müteakiben buyurduğu: «Canları kolaylıkla alanlara» kavlinden maksat budur. İbn Abbas böyle der. Bir başka rivayette de İbn Abbâs der ki: «Söküp alanlar»dan maksat, kâfirlerin nefisleridir. Bunlar sökülüp alınır, sonra cehennem ateşine daldırılırlar. İbn Ebî Hatim böyle rivayet eder. Mücâhid der ki: «Boğulmuş olanı söküp alanlar» kavlinden maksat, ölümdür. Hasan, Katâde ise: «Boğulmuş olanları söküp alanlara andolsun. Canları kolaylıkla alanlara da...» kavli ile yıldızlar kastedilmiştir. Atâ İbn Ebî Rebân der ki: "Söküp alanlar" ile "Kolaylıkla alanlar" kavlinden maksat, savaşa kuvvetle katılanlardır. En sahîh görüş birincisidir ve müfessirlerin ekseriyeti bu görüşü benimsemişlerdir. «Yüzüp yüzüp gidenlere...» kavline gelince: Abdullah İbn Mes'ûd, bunların melekler olduğunu söyler. Hz. Ali, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr ve Ebu Sâlih'den de buna benzer bir ifâde nakledilmiştir. Mücâhid ise «Yüzüp yüzüp gidenlere» kavli ile ölüm kastedilmiştir derken, Katâde: "Bunlarla yıldızlar kastedilmiştir" der. Atâ İbn Ebî Rebâh ise; bununla diriler kastedilmiştir, der. «Yarıştıkça yarışanlara...» Ali, Mesrûk, Mücâhid, Ebu Salih ve Hasan el-Basrî'den rivayet edilir ki; bununla melekler kastedilmiştir. Hasan ise; "iman yarışına katılıp tasdike koşanlar" anlamını vermiştir. Mücâhid ölüm anlamını verirken, Katâde yıldızlar mânâsını verir. Atâ ise bununla Allah yoluna koşulan atlar kastedilmiştir, der. «Ve işleri yönetenlere...» Ali, Mücâhid, Atâ, Ebu Salih, Hasan, Katâde, Rebî' İbn Enes ve Süddî "Bunlar meleklerdir" derler. Hasan'ın ek bilgisinde ise şu ifâdeler yer alır: Melekler emri gökten yeryüzüne yöneltirler. Bu konuda ihtilâf yoktur. Ancak İbn Cerîr kesin olarak neyin kastedildiğini belirtmemiştir. Onun nakline göre: «Ve işleri yönetenlere...» kavliyle melekler kastedilmiştir. Ancak kendisinin bu görüşe müspet veya menfi tarzda katılıp katılmadığını zikretmemiştir. [İbn Kesir]

Kasemin Cevabının Mahzuf Olduğu Görüşü:

Birinci Görüş: Cevap mahzuftur. Böyle olması halinde, burada şu takdirler yapılabilir:

1- Ferra, mahzuf olan cevabın "لتبعثنّ letübasünne Muhakkak ki diriltileceksiniz" ifadesi olduğunu; bunun delilinin de Allah Teâlâ´nın, onların söylediklerini dile getirdiği, "Bizler, çürümüş kemikler olduğumuzda mı? (Nâziat/11)" ifadesi olduğunu; zira bunun anlamının "Biz, çürümüş kemikler haline geldiğimizde mi diriltileceğiz?!..." şeklinde olduğunu söylemiştir.

2- Ahfeş ve Zeccac´a göreyse, kasemlerin cevabı " letenfühunne cena ssuri جنا الصور Biz, Sûr´a iki kez üfleriz" ifadesidir. Mahzuf olan cevabın bu olduğunun delili ise "iki üfleme"yi ifade eden erradife ve erracife الرادفة الراجفةkelimelerinin burada yer almalarıdır.

3] Kısaî, mukadder cevabın " innelkıyamete vakıatün انّ القيامة لواقعةKıyamet kopacaktır" ifadesi olduğunu; zira Cenâb-ı Hakk´ın, vezzariyati zervan felhamilati vegran والذاريات ذرواً فالحاملات وقراً buyurup, daha sonra ennema tüadune lesadıkun, انما توعدون لصادق buyurmasının, velmürselati urfen felasıfati asfen و المرسلات عرفاً فالعصفات عصفاً buyurup, daha sonra da, ennema tüadune levakıun انما توعدون لواقع buyurması gibi olduğunu; burada da böyle olduğunu; zira Kur´ân´ın aslında tek bir sûre gibi olduğunu söylemiştir.

Kasemin Cevabının Zikredilmiş Olduğu Görüşü:

İkinci Görüş: Bu görüşe göre ayetteki ifadelerin cevabı mezkur demektir. Bu görüşe göre şu ihtimaller söz konusudur:

1- Hakkında kasem edilen şey [cevap], "O gün kalpler titreyecek; gözleri zilletle eğilecektir" ayetinin beyan ettiği husustur. Buna göre takdir, "Bunları derinliklerden söküp alanlara, rıfk ile çıkaranlara ki, sarsanın sarstığı o günde, titreyen bir takım kalpler, zilletten eğilen bir takım gözler meydana gelir, bulunur..." şeklinde olur.

2- Kasemin cevabı "Muhakkak ki sana Musa´nın haberi geldi..." (Naziat/15) ifadesidir. Çünkü buradaki tıpkı "muhakkak ki sana Gâşiye’nin [kıyametin] haberi geldi" manasındaki Gâşiye/1’de olduğu gibi "muhakkak" anlamındadır.

3- Kasemin cevabı "Şüphesiz ki, bunda, haşyet edenler için bir öğüt vardır" (Naziat/26) cümlesidir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]



BİZİM TAHLİLİMİZ:

Teknik olarak 1-5. ayetler kasem; kasemin cevabı da 26. ayettir. Surede kasemin cevabı olabilecek başka bir ayet yoktur. 26. ayet hem teknik yapısı hem de anlamı itibariyle kasemin cevabı mahiyetindedir.

Mealde de ortaya koyduğumuz gibi, kasem cümlesinin bir bütün olması lazım gelirken, kanaatimizce, Kur’an’ı mushaflaştıranlar tarafından bu yapı bozulmuştur. Bunun sonucunda da yukarıdaki alıntılarda sunduğumuz gibi birtakım uyarlamalar yapmak zorunda kalınmıştır. Biz, olması gereken teknik yapıyı dikkate alarak meallendirmiş bulunuyoruz.

Sure kasem cümlesi ile başlamıştır. Ardı ardına oluşan bir takım olgulara kasem edilerek, yani bunlar delil, kanıt gösterilmek suretiyle akıllı, bilgili insanlara bunda; Nebe’ suresinin son paragrafında anlatılanlarda "ibret" olduğu kanıtlanmak istenmektedir. Surenin bu bölümü, Zariyat suresinin ilk ayetlerine çok benzemektedir.

İLK AYETLERDE KASEM EDİLENLER:

النّازعات Naziat:

"Naziat" sözcüğü "sökerek çekmek" [Lisanü’l-Arab; c: 8, s: 518-520, "nza" mad.] anlamındaki " نزعnezea" sözcüğünün ismi fail kalıbının çoğuludur. Anlamı "sökerek çekenler" demektir. Sözcük belirteçli olduğundan, "o sökerek çekenler" anlamını taşımaktadır. Hemen peşinden gelen " غرقاًğarkan" sözcüğü de "mef’ulu mutlak" veya "hal" olarak getirildiğinden, ayetteki ifadenin anlamı da "suya batırırcasına, suda boğarcasına çekenler" veya "suya batırarak, suda boğarak söküp çekenler" demek olur.

Bu anlamdan anlaşıldığına göre, Rabbimiz bu ifade ile "suda boğarcasına sıkıntı veren" bir olguya kasem etmektedir.

النّاشطات Naşitat:

"Naşitat" sözcüğü, "ن ش ط nşt" mastarının ism-i fail kalıbının çoğuludur. Sözcüğün kökü olan "nşt", Lisanü’l-Arab’da "keselin nâkızı [ağırdan almanın; tembelliğin karşıtı]" olarak verilmekte ve sözcüğün "yumuşaklıkla hareket ettirme, özendirme, kolaylaştırma, gayrete getirme" gibi anlamlarda kullanıldığı örneklerle açıklanmaktadır. [Lisan; 8/557-560. "nşt" mad.]

السّابحات السّابقات المدبّرات Sabihat, Sabikat, Müdebbirat:

"Yüzdükçe yüzen, yüzerken de öne geçtikçe geçip işleri düzenleyenler":

Bu ayetlerin iki açıdan değerlendirilmesi uygundur:

1- Evrendeki olaylar açısından: Buna göre, Rabbimiz evrendeki her zaman hayranlıkla izlenen yasalarına; iş ve oluşları ayarlayan kanunlarına dikkat çekmektedir.

"Naziat", evrendeki çekim kuvvetidir.

"Naşitat" ise evrendeki itme kuvveti, suyun kaldırma kuvvetidir.

"Yüzenler"; yıldızlar; galaksiler; Güneş, Ay ve bunların kendi mihverlerinde ve bağlı olduğu yıldız çevresindeki yörüngelerde yüzmesi, bu sayede gece gündüz ve diğer yaşam koşullarının, med-cezirin, gece gündüzün, mevsimlerin oluşması, tüm canlı türlerinin ve bitkilerin yaşam koşullarının ayarlanmasıdır.

* Ve O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı oluşturandır. Hepsi bir yörüngede yüzmektedir. Biz, senden önce de hiçbir beşer için sonsuzluk tanımadık. Peki, sen öldün de onlar sürekli kalanlar mıdırlar? [Enbiya/33, 34]

* Kendi yolunda kendisi için kararlaştırılmış olan için akıp giden güneş de duyarsız toplum için bir delildir. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın ayarlamasıdır. Bizim kendisi için, eski kuru bir hurma dalı gibi dönünceye dek menziller; konaklar ayarladığımız Ay da, o duyarsızlaşmış toplum için bir delildir. Güneşin aya erişip çatması uygun olmaz. Gece de gündüzü öne geçici değildir. Hepsi de bir yörüngede yüzerler. [Yasin/38-40]

* Allah, gökten yere, sistemleri düzenler, sonra da sistemler, ölçüsü, sizin saydıklarınızdan bin yıl olan bir günde Allah'a yükselir; geri döner, sistem çöker, bozulur. [Secde/5]


Ve Ra’d/2, Yunus/3, A’raf/54.

Evrene konmuş bu işleyiş yasalarının "haşyet duyacak kimselerin ibret almaları"na referans olması ise, bu düzenin bozulacağının bilimsel gerçekliğinden dolayı ahiretin mutlaka gerçekleşeceğinin bilginlerce kabul edilmesidir.

2- Kur’an’ın özellikleri açısından: Rabbimizin kasem ettiği "kolaylaştıran, işi tereyağından kıl çeker gibi rahat ve kolay yapan, özendiren, bıkkınlık vermeyen, nefret ettirmeyen, insanı tembelliğe, ağırdan almaya sevk etmeyen" hususlardan kasıt Kur’an ayetleridir.

Kur’an kâfirlerin kalplerine hançer gibi saplanmış, onlara sürekli sıkıntı vermektedir. Müminleri ise kendine çekmekte, her yönüyle Allah’ı tanıtmakta, O’nu noksan niteliklerden tenzih etmekte, her işlerinde müminlere yol haritası olup işlerini düzenlemektedir. İçerdiği mesajlar gayet etkili sözlerden oluşmakta, elden ele, dilden dile, gönülden gönüle yağ gibi akmakta ve herkesin her işini görmekte, problemlerini çözmektedir. Kur’an’ın bir adı da "Ruh" olup ölü mesabesindeki kâfirlere hayat verip müminleştirmektedir.

"Naziat" Kur’an’dır. Çünkü Kur’an kâfirler için sürekli sıkıntı, bunalım ve vicdan azabı vesilesi olmuştur:

* Biz, bu Kur’ân'da, onların akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde evirip çevirdik/farklı farklı şekillerde açıklama yaptık. Ve bu açıklamalar, ancak onların nefretini artırmıştır. [İsra/41]

* Ve onların kalpleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık yaptık. Ve sen Kur’ân'da sadece Rabbini ‘bir ve tek’ olarak andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler. [İsra/46]

* Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın. [Fatır/42,43]

* Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız. [Hıcr/12]

* Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler. [Şuara/200]


Şimdi de konumuz olan pasajı tahlil edelim:

Kasem ifade eden ilk ayetlerden sonra, kâfirlerin Kur’an karşısındaki inatçı tutumlarına ve bu tutumun yol açtığı akıbete değinilmektedir. Şüpheci akılsızlar her ne kadar peygamberimizden tehdit edildikleri azabı hemen getirmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir "acaba?" taşımaktadırlar. Yani, görünüşte inanmaz, hakikati kabul etmez bir tavır sergileyen bu inkârcılar, aslında içlerinden "Ya doğruysa, ya varsa!" diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:

* Küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişiler de, kendilerine ansızın kıyâmetin kopuş anı veya kısır [yararsız, verimsiz] bir günün azabı gelinceye kadar, Kur’ân'dan kuşku duymaya devam edeceklerdir. [Hacc/55]

* Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir. Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar. Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız. [Hicr/1,2,12]


"Naşitat"ın Kur’an olduğunu yukarıda da ifade etmiştik. Çünkü Kur’an ayetleri müminlere hem kolaydır, hem de kolaylaştırandır. Onlara müjdeler verir, mutlu olmalarını sağlar.

* İşte şüphesiz Biz bu Kur'ân'ı, kendisiyle Allah'ın koruması altına girmiş kişileri müjdeleyesin, inat eden toplumu da uyarasın diye senin lisanın üzere kolaylaştırdık. [Meryem/97]

* Kur'ân'dan önce de bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı vardı. İşte bu Kur'ân da, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine/en mükemmel ifade diliyle doğrulayan bir kitaptır. [Ahkaf/12]

* Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru ve en sağlam şeye; rüşde kılavuzlar ve düzeltmeye yönelik işler yapan mü'minlere kendileri için kesinlikle ve kesinlikle büyük bir ecir olduğunu ve âhirete inanmayan kişiler için Bizim can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler. [İsra/9,10]

* Tüm övgüler, katından şiddetli azaba karşı uyarmak, düzeltmeye yönelik işler yapan mü'minlere, şüphesiz kendileri için, içinde sürekli beklenti içinde olarak güzel bir ödül bulunduğunu müjdelemek ve "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarmak için, kuluna, gözetici olarak, kendisi için hiçbir pürüz oluşturmadığı Kitab'ı indiren Allah içindir; başkası övülemez.[Kehf/1-4]


Ve Neml/1-3, Neml/49, Mülk/21, İsra/9, 10.

"Sabihat": Yüzdükçe yüzüp de [elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran].

"Sabikati sebkan": Öne geçtikçe geçen; [hep öne geçen, önemseten ve kişisel ve sosyal tüm işleri ayarlayan].

"Müdebbirati emran": Kur’an ayetlerinin her işi düzenlemesi; Rabbimizin her işe ait emirlerinin, yasaklarının olması; ilkeler koyması demektir. Zaten Kadr suresinde bu açıklanmış idi.

* Haberci âyetler, içlerindeki ruh; can katan, canlı tutan güçleriyle Rablerinin izniyle/bilgisi gereği, o şafak sökene kadar/aydınlığa kavuşuncaya kadar iner dururlar; her bir işten. [Kadr/4,5]

Unutulmamalıdır ki, Kur’ân'daki mucize dağlarda, taşlarda, rüzgârlarda olan mucizelerden daha yücedir. Öyle bir mucizedir ki, her an el altında ve göz önünde bulunmasına rağmen kıyâmete kadar mucizeleri tükenmeyecektir.

Rabbimiz Kur’an’ın bütün bu özelliklerini ön plana çıkararak onların tanıklığı ile "Şüphesiz bunda haşyet duyacak kimseler için nice ibretler" olacağını kanıtlamaktadır.

Ayetteki "bunda" işaret zamiri ile işaret edilen olgu, Nebe’ suresinde konu edilen "kişi iki elinin [iki gücünün; mal ve çevresi] ne takdim ettiğine bakıp da [yaptıklarıyla yüz yüze gelip de] ve kâfir kişinin: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım!" demesidir.

Ayette "haşyet [saygı] duyacak kimseler için bir ibret vardır" buyrulmuştur. Daha evvel "haşyet"in "bilgi kaynaklı bir saygı" olduğunu açıklamıştık. Burada da bu konulara ait bilgisi olanların bundan ibret alacağı, evrendeki ayetleri fark edecek akıl ve bilgiye sahip olmayanlara bu ayetlerin bir şey ifade etmeyeceği bildirilmektedir.

* Bundan dolayı sen hemen öğüt ver, eğer öğüt yarar sağlıyorsa/sağlayacaksa; saygısı olan öğüt alacaktır. [A’la/9,10]

* Eğer Biz, bu Kur’ân'ı bir dağa/çok iri cüsseli bir yükümlü varlığa indirseydik, Allah'a olan saygıyla, sevgiyle ve bilgiyle ürpertiden onu samimiyetle saygı duyar, baş eğer ve parça parça olmuş görürdün. Ve Biz, bu örnekleri iyiden iyiye düşünürler diye insanlara veriyoruz. [Haşr/21]

* Biz, Kur’ân'ı sana sıkıntıya düşesin/mutsuz olasın diye değil, ancak saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimse için bir öğüt olmak üzere, yeryüzünü ve yüce gökleri oluşturandan bir indirilişle indirdik. [Ta Ha/2-4]

* İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. [Fatır/28]


Kuran, burada olduğu gibi, başka sure başlarında da bir çok kez böyle mecazi ifadeler ile tanıtılmıştır:

* Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. [Mürselat/1-7]

* O saflar hâlinde dizilen/dizen, sonra da haykırıp sürükleyen, haykırıp sürükledikten sonra da öğüt okuyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki sizin İlâhınız kesinlikle Bir Tek'tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir. [Saffat/1-5]

* O tozuttukça tozutanlar, arkasından ağırlığı taşıyanlar, sonra kolaylıkla akanlar, sonra da bir emri paylaştıranlar kanıttır ki şüphesiz tehdit olunduğunuz o şey, kesinlikle doğrudur. Şüphesiz yapılanların karşılıklarını verilmesi de kesinlikle gerçekleşecektir. [Zariyat/1-6]
10,11) Onlar, "Biz tekrar eski hâlimize mi döndürülecekmişiz? Biz, çürümüş kemikler olduktan sonra mı" diyorlar.
12) Dediler ki: "Öyleyse bu çok zararlı bir dönüştür."
27,28,29,30,31,32,33) Oluşturuluşça siz mi daha çetinsiniz yoksa gök mü? Göğü, Allah yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve ışığın parlaklığını çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir yararlanma olmak üzere yeryüzünü döşedi/yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da demirledi/sağlam bir şekilde yerleştirdi.
Bu ayetler Nebe suresinin devamı, biraz da açılımı mahiyetindedir. Nebe suresinde "o çok büyük ve önemli haber" üzerinden soruşanların, tartışanların içinde bulundukları çıkmazların detayı verilmekte ve onlara cevaplar verilmektedir:

Onlar, Kur’an’daki önemli haberleri duydukça, birbirlerine: "Biz tekrar eski halimize mi döndürülecekmişiz? Biz, çürümüş kemikler olduktan sonra mı?", "Öyleyse bu çok zararlı bir dönüştür" deyip durmaktadırlar.

Rabbimiz bu kişilere "dirilme"nin mümkün, "diriltme"nin de Kendisi için çok kolay olduğunu bildirerek insanları düşünmeye davet etmektedir:
"Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu [göğü], O [Allah] yaptı; boyunu yükseltti, sonra da onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere yeryüzünü döşedi; ondan [yeryüzünden] suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi]."

Ayetteki "Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü?" ifadesinin birincil muhatabı ahireti inkâr eden o günkü Mekkeli müşrikler olmakla beraber, aslında tüm zamanlardaki inkârcılardır. Ayette sorulan bu sorular, tüm inkârcıların cevaplaması gereken sorulardır. Rabbimiz, insanlar akıllarını başlarına alsınlar, kendilerine gelsinler diye bu konuda birçok kez ikazda bulunmuştur:

* Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. [Mu'min/57]

* Ve onlar dediler ki: "Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir oluşturuluşla diriltilecek miyiz?" De ki: "İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun." Sonra onlar; "Bizi kim geri döndürecek?" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yoktan yaratmış olan." Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve "Ne zamandır bu?" diyecekler. De ki: "Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı/diriltileceğiniz gün, O'nu överek O'nun çağrısına uyacaksınız ve sadece pek az kaldığınızı zannedeceksiniz." [İsra/49-52]

* Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: "Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!" 0De ki: "Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir. [Ya Sin/78-81]


* Ve onlar: "Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?" diyorlar. [Saffat/15-17]

Ayetteki "Ve ondan sonra, sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere yeryüzünü döşedi" ifadesindeki sonralık "zamanda sonralığı" değil, kelamdaki sonralığı ifade eder. "ثمّ sümme" ve "بعد ba’de" edatlarının sadece zamanda sonralığı değil, kelamda sonralığı ifade ettiğini bundan önce [Beled/17 ve Kalem/13’ün tahlillerinde] birkaç kez açıklamıştık. O nedenle, bu ayetin de yer kürenin semalardan sonra yaratıldığı şeklinde anlaşılmaması gerekir. Buna benzer bir ayet de ileride [Bakara/29] gelecektir.

Yerküre ile göklerin yaratılışı Fussılet suresinde detaylıca yer almıştı:

* De ki: "Siz yeryüzünü iki evrede oluşturanı gerçekten örtüp duracak mısınız/inanmayacak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz! O, âlemlerin Rabbidir." Ve O, yeryüzünün içinde sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp isteyenler için eşit olarak/ayırım yapılmadan rızıkları dört evrede ayarladı. Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, "İsteyerek veya istemeyerek gelin!" dedi. İkisi de, "Biz isteyerek geldik" dediler. [Fussılet/9-11]
6) O gün, sarsan sarsacak.
7) Onu ikinci bir sarsıntı izleyecek.
8) Yürekler o gün titreyerek çarpar.
9) Onların gözleri saygılıdır.
13) İşte o, bir tek haykırıştır.
14) Bir de bakmışsın onlar meydandadır.
Rabbimiz çevremizdeki ayetlerine [evrendeki delil ve işaretlerine] dikkat çektikten sonra, bunların akıbetine dair açıklamalarda bulunmaktadır.

Birinci sarsıntı ile "kıyamet koptuğunda dünyanın alt-üst olması" kastedilirken, ikinci sarsıntı ile de ölülerin ayağa kalkmasına işaret edilmektedir. Bu olguya daha önceki surelerde de birçok kez değinilmişti. Hatırlatmak için şu örnekle yetiniyoruz:

* Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar. [Zümer/68]

Ayetteki "Yürekler o gün titreyerek çarpar" ifadesinin çağrıştırdığı korku psikolojisi, korku ve dehşet içindeki kâfirlerin psikolojik durumlarını yansıtmaktadır. Zira o gün müminler güven içinde olacaktır:

* Ey insanlar! Rabbinizin koruması altına girin, şüphesiz kıyametin kopuş anının sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vaz geçer. Ve her hamile kadın taşıdığını bırakır. Ve sen, insanları sarhoş olmadıkları hâlde sarhoş görürsün. Velâkin Allah'ın azabı çok şiddetlidir. [Hacc/1,2]

* Şüphesiz tarafımızdan kendilerine "En Güzel" hazırlanan kimseler; işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır. Onlar, cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar. O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine haberciler: "İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür" diye akıllarına getirirler. [Enbiya/101-103]

* Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! [Fecr/21-23]
34) Artık o en büyük felaket geldiği vakit,
35) O gün, insan ne yaptığını iyice anlayacak.
36) Gören kimseler için cehennem apaçık gösterilecek.
37,38,39) Artık her azmış ve dünya hayatını tercih etmiş kimseye gelince, işte şüphesiz cahîm/cehennem, varılacak yerin ta kendisidir.
40,41) Rabbinin makamından korkan ve kendini boş-iğreti arzudan meneden kimseye gelince; artık, hiç şüphesiz cennet, barınağın ta kendisidir.
Bu ayetler, kıyametin kopmasından sonra kimsenin yapacağı bir şey kalmayacağı; bu nedenle herkesin sağ iken kendisine verilen fırsatı doğru değerlendirmesi gerektiği mesajını vermektedir.

Kıyamet gelince, o gün insan ne yaptığını iyice anlayacak. Gören kimseler için cehennem apaçık gösterilecek. Her azmış ve dünya hayatını tercih etmiş kimse kesinlikle cehenneme, Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevâdan meneden kimse de cennete gönderilecektir.

* Artık Allah, onların hepsini dirilteceği gün yaptıkları şeyleri kendilerine haber verecektir. Allah onların yaptıkları şeyleri bir bir saymıştır, onlar ise unutmuşlardır. Ve Allah, her şeye en iyi şâhittir. [Mücadele/6]

* İbrâhîm: "Peki, siz ve en eski atalarınızın nelere tapmış olduğunuzu hiç düşündünüz mü? İşte onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi ayrı. O, beni oluşturandır. Ve bana doğru yolu O gösterir. Ve O, beni yedirenin, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni diriltecektir. Ve O, din günü, kusurumu bağışlayacağını umduğumdur. Rabbim! Bana 'hüküm' ver ve beni iyilere kat! Ve beni, sonra gelecekler için doğrulukla anılanlardan kıl! Ve beni nimeti bol cennetin mirasçılarından kıl! Ve babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan oldu. Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla Allah'a gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi. [Şuara/75-91]

* Ve Rabbinin üzerine almış olduğu kesinleşmiş bir hüküm olarak, içinizden cehennemin dış kenarına/toplanma yerine uğramayacak hiç kimse yoktur. Sonra Biz, Allah'ın koruması altına girmiş kişileri kurtarırız. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları da cehennemin dış kenarında/toplanma alanında dizleri üzerine çökmüş hâlde bırakırız. [Meryem/71,72]

* Şüphesiz tarafımızdan kendilerine "En Güzel" hazırlanan kimseler; işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır. Onlar, cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar. O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine haberciler: "İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür" diye akıllarına getirirler. [Enbiya/101-103]

* O çılgın alev onları uzak bir yerden görünce, onun öfkelenmesini ve uğultusunu işittiler. [Furkan/12]

35. ayetteki "O gün, insan ne yaptığını iyice anlayacak" ifadesiyle, kişinin henüz amel defteri eline verilmeden önce, dünyada tüm yaptıklarını tek tek hatırlamaya başlayacağı açıklanmaktadır.

* Aslında onlara vaat edilen, o saattir. O saat cidden daha feci ve daha acıdır. [Kamer/46]

* Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! Yer üst üste sarsıntılarla dümdüz edildiği zaman, Rabbinin hesaba çektiği, gönderdiği vahiyler tanık olarak saf saf dizildiği zaman, o gün cehennem de getirilmiştir; o insanın, o gün aklı başına gelecektir, artık aklının başına gelmesinin kendisine ne yararı var ki! [Fecr/21-23]
42) Sana o kıyâmetin kopuş zamanından soruyorlar; onun demir atması ne zaman?
43) Onun anılmasından sende ne var ki?
44) Onun sonucu sadece senin Rabbine aittir.
45) Sen, ancak kıyâmetin kopuş zamanına, saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kişilerin uyarıcısısın.
46) Sonra onlar onu görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler.
Bu ayetlerde, kıyametin ne zaman kopacağının sorulduğu açıklanıp onlara gerekli uyarıcı cevaplar verilmektedir. Daha evvel birçok kez açıkladığımız gibi, Mekkeli müşrikler Resulullah’a sık sık kıyametin ne zaman kopacağını sorarlardı. Asıl maksatları kıyametin tarih ve vaktini tespit etmek değil, sadece alay etmekti.

Ayetteki "onun demir atması ne zaman?" ifadesi, onun nihai hali demektir. Bilindiği üzere, geminin demir atacağı yer, geminin vardığı son yerdir.

Kıyamete dair bilgi O'ndan başkasının yanında asla bulunmaz. Bu birçok kez (A'raf/187, 188, Lokman/34, Ta Ha/15, Ahzab/63, 73, Ya Sin/11, Talâk/3, Enfal/18, Ahkaf/35) açıklanmıştır.
15) Mûsâ'nın haberi sana geldi mi?
16,17) Hani, Rabbi ona iki kez temizlenmiş vadide; (elçilik görevini sürdürürken) seslenmişti: "Firavun'a git! Şüphesiz o azdı."
18,19) Sonra de ki: "Arınmaya var mısın? Ve de seni Rabbine kılavuzlayayım da O'na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyasın!"
20) Sonra da Mûsâ, Firavun'a o en büyük alâmeti/göstergeyi gösterdi.
21,22,23,24) Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: "Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" dedi.
25) Allah da, dünya ve âhiret azabıyla yakalayıverdi.
Bu ayet gurubunda azgın Firavun ve ona elçi giden Musa peygamberin kıssasına çok kısa olarak tekrar değinilmiştir. Böylece Resulullah teselli edilmiş ve sanki ona "Firavun, senin çağdaşın olan kâfirlerden daha güçlü idi ama Biz, onu da [azabımızla] yakaladık. Bunlar da öyle olacaklardır" mesajı verilmiştir.

Musa ve Firavun'un haberlerine dair daha önceki surelerde birçok detay verilmişti. Bunlardan sadece bir kaçını hatırlatmakla yetiniyoruz:

* Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi. [Tâ Hâ/24]

* Firavun da, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi. [Kasas/38]


* Ve bu dünyada ve kıyâmet gününde dışlanarak izlendiler. –Verilen bu vergi ne kötü vergidir!– [Hûd/99]

20. ayette konu edilen "en büyük ayet [gösterge]" ile Musa’nın kendisine vahyedilmiş olan Tevrat’a; diğer bir ifadeyle Musa’nın çoban asasını atıp onun yerine eline almış olduğu hayat kaynağı kitaba işaret olunmaktadır. Bilindiği üzere Musa’ya ayet; gösterge olarak Tevrat, kitap olarak; Kardeşi Harun da vezir olarak verilmiştir:

* Allah: "Sana en büyük alâmetlerimizden/göstergelerimizden göstermemiz için tut onu, korkma! Biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi. [Ta Ha/21-23]

* Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik. Sonra da, "Haydi âyetlerimizi yalanlayan o topluma gidin!" dedik. Sonunda da onları parçalayıp yok ettik. (Furkân/35-36)

Kısaca özetlersek; Firavun, Musa'nın (as) diğer sihirbazlar (insanı büyüleyecek ölçüde bilginler) gibi biri olduğunu ve elçilikle alakasının bulunmadığını ileri sürmüş ve ondan iddiasını ispat etmesini istemiştir. Sonra da Mısır'da bulunan en hünerli sihirbazları (insanları büyüleyecek ölçüde ileri derecede bilginleri) toplayarak Musa (as) ile müsabaka; açık oturum yapmalarını, tartışmalarını emretmiştir. Sihirbazlar (insanı büyüleyecek ölçüde bilginler), Firavun’un emrine uyup mükâfat da umarak basit, vahyin karşısında çerden çöpten, eften püften ibaret kalan tezlerini ortaya koymuşlar, ne var ki, kendilerinin onca hünerlerine karşılık Musa’nın (as) ortaya koyduğu bilgi ve hikmetlerin kendilerininki gibi bir aldatmaca değil, Musa’nın elçiliğinin bir göstergesi olduğunu anlayarak derhal iman etmişlerdir. Böylece Firavun’un silahı geri tepmiş ve hakk karşısında mağlup olmuştur. Firavun, bu haletiruhiye içerisinde daha da azgınlaşarak toplumuna "Ben, sizin en yüce Rabbinizim!" demiştir.

Firavun’un bu ifadesi birkaç yerde daha geçmektedir. Firavun’un inanç durumunu kavrayabilmek için şu ayetlerin göz önünde bulundurulması gerekir:

* Firavun: "Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım" dedi. [Şuara/29]

* Firavun da, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi. [Kasas/38]

* Firavun toplumundan ileri gelenler de, "Seni ve senin ilâhlarını/seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ'yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?" dediler. Firavun dedi ki: "Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kadınlarını utanca boğacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz." [A'raf/127]

* Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: "Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi. [Zuhruf/51-53]


Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere, Firavun, bu sözleri "Allah'a hiç inanmıyorum, kâinatın yaratıcısı benim" anlamında söylememiştir. O, yaratıcı anlamında değil, siyasî anlamda ilâhlığını ilân etmiştir. Bununla "İktidarın tek sahibi benim ve bu beldede benden başka iktidar sahibi kimse yoktur ve olamaz" demek istemiştir.

Firavun’un inancı ile ilgili olarak daha evvel A’raf/127’nin tahlilinde detaylı açıklama yapıldığından, konunun oradan okunmasını öneriyoruz.



طوى TUVA

Konumuz olan pasajda geçen sözcüklerden biri de "Tuva" sözcüğüdür. Bu sözcükle ilgili olarak Ta Ha suresinde şu açıklamayı yapmış idik:

Bu sözcüğün geçtiği cümle genellikle "Şüphesiz sen temizlenmiş vadidesin; Tuva’dasın" şeklinde çevrilerek "Tuva" sözcüğü özel bir vadinin adı olarak açıklanmıştır. Ancak Zebidi, en önemli Arap kaynakları arasında yer alan Tacü’l-Arus adlı eserinde böyle bir vadiden hiç bahsetmemiştir. Aynı konu üzerinde emek harcayanlardan biri olan Zemahşeri ise "tuva" sözcüğünün anlamının "iki kere" demek olduğundan yola çıkarak cümleye "sen iki kere temizlenmiş bir vadidesin" anlamını vermiştir.

Firavunun çarçabuk dönüşü, basitçe vücudunu döndürmesi değildir. Firavun- Musa kıssalarını konu alan pasajları ve özellikle de Mü’min suresi 23-26. ayetleri okursak, Firavun’un biran evvel Musa’dan nasıl kurtulacağının planını yapma çabasına düştüğünü anlarız.