Nûr

1) İndirdiğimiz ve parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik.
Bu âyette insanlığın dikkati, Kur’ân'a; özellikle de bu sûrede açıklanan ilkelere çekilmiştir. İnsanların düşünmeleri ve öğüt almaları için bu sûrede apaçık âyetlerin ve hükümlerin bulunduğuna, bunların mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğine işaret edilmiştir.
2) Zina eden kadın ve zina eden erkek, hemen her birini yüz kamçı ile kamçılayın, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi, onlara acıma duygusu tutmasın! Ve mü'minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun.
4) Ve evli, hür kadınlara zina isnadında bulunup, sonra dört tanık getiremeyen kimseler; hemen bunları seksen kamçı ile kamçılayın ve onların tanıklığını ömürleri boyu kabul etmeyin. Ve onlar, yoldan çıkmışların ta kendileridir.
6,7) Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar; onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın dışlayıp gözden çıkarmasının kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutmasıdır.
8,9) Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın hoşnutsuzluğunun kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutması, kendisinden cezayı savar.
5) Ancak iftira attıktan sonra tevbe eden; iftiracılığını itiraf ve bir daha yapmayacağına söz veren ve düzelten kimseler hariçtir. Artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
10) Ya Allah'ın size armağanları ve rahmeti olmasaydı!... Ve şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan olmasaydı...
Sûrenin bu paragrafında zinâ, zinâ iftirası ve kocanın karısına zinâ isnat edip şâhit gösterememesi hakkında hükümler yer alıyor. Bu hükümler şunlardır:

• Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkek yüz kamçı ile kamçılanmalıdır. İnançlı insanlar, Allah dininde acıma duygusuna kapılmadan bu hükmü uygulamalıdır. Mü’minlerden bir grup da onların cezalandırılmasına tanık olmalıdır.

• Muhsan [evli, hür] kadınlara zinâ isnadında bulunup, sonra dört tanık getiremeyen kimseler seksen kamçı ile kamçılanmalıdır. Ve onların tanıklığı ebediyyen kabul edilmemelidir. Ve onlar, fâsık olarak sabıkalandırılmalıdır.

• Eşlerine zinâ isnadında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlar hakkında lanetleşme uygulanmalıdır. Şöyle ki: Kişi, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutar.

• Kadın da, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa, beşincide de, eğer o [kocası] doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın
hoşnutsuzluğunun kendi üzerine olmasına Allah'ı şâhit tutar, böylece kendisinden cezayı savar.

• Bu hükümler, tevbe edenlere [yaptığı işin kötülüğünün farkına varıp, bir daha yapmama kararı alarak kamu otoritesine itiraf eden ve Allah'tan bağışlanma dileyen kimselere] uygulanmaz.

ZİNÂ

Kaynakların çoğunda, "zinâ"nın sözlük ve terim anlamlarının aynı olduğu ileri sürülmüş ve الزّنى [ez-zinâ], "bir kadınla nikâhsız veya hakksız olarak cinsel temasta bulunmak" diye tanımlanmıştır. Bu sözcük bazı lehçelerde الزنى[ez-zinâ] şeklinde söylense de sözcüğün esası الزناء [ez-zinâ’] olup med ve kasırla okunur.

Bizim araştırmalarımıza göre, "sıkışmak" anlamındaki زنى [
zny] kökünden türeyen ve müfaale babından mastar kalıbında bir sözcük olan zinâ lügatte, –işteşlik olarak– "sıkışmak, karşılıklı olarak dara, sıkıntıya düşmek" demektir. [Lisânu'l-Arab; c. 4 s. 418.]

Demek oluyor ki, "nikâhsız ve hakksız cinsel temas" eylemi, tarafları sıkıntıya soktuğu için
zinâ sözcüğüyle ifade edilmiştir.

Fıkıhçılar da "zinâ" üzerinde önemle durmuşlar ve "zinâ"yı terim olarak şöyle tanımlamışlardır: "Zinâ; İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya câriyelik gibi hakklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır."

Mevcut Mushaf tertibine göre 5. âyet, zinâ suçunu ve 6-8. âyetlerdeki suçları kapsamamaktadır. Hâlbuki tevbe, her suçu kapsamına alan Allah'ın lütuflarından biridir:

17Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır.

18Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben, şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler ve de kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim, kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır. [Nisâ/17-18]

48Şüphesiz Allah, Kendisine ortak kabul edilmesini asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah işlemiş olur. [Nisâ/48]

116Hiç şüphesiz, Allah, Kendisine ortak kabul edenleri bağışlamaz. Bunun aşağısında kalanları ise, onlardan dilediğini bağışlar. Kim, Allah'a ortak kabul ederse elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. [Nisâ/116]

53De ki: "Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

54Ve size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O'na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.

55-58Ve ansızın azap gelmeden,

kişinin, "Allah'ın yanında, yaptığım ölçüsüzlüklerden dolayı yazık bana! Doğrusu ben alay edenlerdendim" demesinden

yahut "Allah, bana doğru yolu gösterseydi, her hâlde ben Allah'ın koruması altına girmiş kimselerden olurdum" demesinden

veya azabı gördüğü zaman, "Bana bir geri dönüş olsaydı da ben de o iyilik-güzellik üretenlerden olsaydım" demesinden önce Rabbinizden size indirilenin en güzelini izleyin." [Zümer/53-58]

Bu nedenle biz 5. âyeti, tevbenin tüm suçları kapsadığını göstermek için 9. âyetten sonraya yerleştirdik. Müstakil bir haber cümlesi olup Müslümanlara bir uyarı olması hasebiyle 3. âyeti de pasajın sonuna yerleştirdik.

Homoseksüelliğin cezası Nisâ sûresi'nde zikredilmişti:

15Kadınlarınızdan aşırılığa gidenlere/cinsel sapıklık edenlere, kendinizden onların aleyhine hemen dört şahit getirin; şayet onlar şahitlik ederlerse, artık o kadınları, bu zillet, cahillik, düşkünlük, sıkıntılı, mutsuz hâl, kendilerini üst mertebeye ulaştırana, şerefli, yüksek, üstün ahlak sahibi yapıncaya kadar ya da Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde tutun.

16Sizlerden cinsel sapıklık eden iki er kişi, hemen her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe ederler de düzeltirlerse artık onlardan mesafeli durun. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet edendir. [Nisâ/15-16]

2. âyette, Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun buyurulmuştur, ki bunun amacı, kişinin rencide edilmesini ve buna dair haberin toplumda yayılmasını, herkesin bundan ibret almasını ve mü’minlerin bu kimseler için hayır dua etmelerini temin etmektir.

Zinâ iftirasıyla ilgili âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:

Sa‘îd b. Cübeyr dedi ki: "Bu âyetin iniş sebebi, mü’minlerin annesi Âişe (r.anhâ) hakkında söylenenlerdir." [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında âlimler, şunları nakletmişlerdir:

1) İbn Abbâs (r.a) şöyle der: Hakk Teâlâ'nın,
Namuslu ve hür kadınlara (zinâ) iftirası atanlar... (Nûr/4) âyeti nâzil olunca, Âsım b. Adiyy el-Ensârî şöyle dedi: "Yani, bizden biri, evine girse, bir adamı hanımının koynunda bulsa, bu durumda o, buna şâhit olabilecek dört kişi getirmeye kalksa, o zamana kadar o adam işini görüp gitmiş olur. Eğer onu o anda öldürse, onun kâtili sayılır. Eğer, ‘Ben falancayı, hanımımla beraber buldum’ diyecek olsa, iftira cezasına çarptırılır. Sesini çıkarmayacak olsa, öfkesini içinde tutmuş olur. Allahım! Bir çıkış kapısı aç." Âsım'ın, Uveymir adında bir amcaoğlu ve Uveymir'in de Havle bt. Kays adında bir hanımı vardı. Derken Uveymir, Âsım'a gelip, "Yemin olsun ki Şureyh b. Sehmâ'yı. hanımım Havle'nin üzerinde [koynunda] gördüm" dedi. Bunun üzerine Âsım istircâ'da bulundu, yani "innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" [biz, Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz] dedi ve sonra, Rasûlullah'a (s.a) gelip, "Yâ Rasûlullah! Ailem hususunda ne çabuk imtihan oldum!" dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, "Ne demek istiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Âsım, "Amcamoğlu Uveymir, Şureyh b. Sehmâ'yı hanımı Havle'nin üzerinde bulduğunu bana haber verdi" dedi. Uveymir, Havle ve Şureyh, bunların hepsi de Âsım'ın amca çocukları idiler. Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a) onların hepsini çağırttı ve Uveymir'e dönerek, "Zevcen hakkında (yalan söylemekten), Allah'tan ittikâ et. O, senin amca kızındır. Ona iftira etme" dedi. Uveymir de, "Yâ Rasûlullah! Allah'a yemin ederim ki, Şureyh'i hanımımın üzerinde gördüm. Dört aydan beri ona yaklaşmadım. O, benden başkasından hâmile kalmıştır" dedi. Hz. Peygamber (s.a) o zaman Havle'ye dönerek, "Allah'tan kork, sadece ne yaptığını söyle" dedi. Havle de, ""Ey Allah'ın Rasûlü! Uveymir kıskanç bir adamdır. Şüreyh'in bana dikkatlice baktığını ve benimle konuştuğunu gördü. Kıskançlığı onu, böyle söylemeye sevketti" dedi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. O zaman Rasûlullah (s.a) emretti de, namaz ezanı okundu, ikindi namazını kıldırdı, sonra Uveymir'e dönüp, "Kalk ve ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, Havle kesinlikle zinâ etti ve ben (bu hususta) doğru söylüyorum’ de" dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) Uveymir'e ikinci olarak, "Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben Şureyh'i Havle'nin üzerinde gördüm ve ben hiç şüphesiz sâdıklardanım’ de" buyurdu. Daha sonra üçüncü olarak, "Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benden başkasından hamile kalmıştır’ de" buyurdu. Dördüncüsünde de, "Kalk, ‘Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o zinâ etmiştir. Çünkü ben ona dört aydan beri yaklaşmadım ve ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim’ de" buyurdu. Beşincisinde de, "Kalk, ‘Eğer ben [Uveymir] yalan söylüyorsam, Allah'ın laneti benim üzerime olsun’ de" buyurdu. Daha sonra da Uveymir'e "Otur" dedi. Havle'ye "kalk" dedi. Havle ayağa kalktı ve iki defa, "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben zinâ etmedim. Kocam Uveymir, yalancılardandır [yalan söylüyor]" dedi. İkinci olarak, "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o benim üzerimde Şureyh'i görmedi, yalan söylüyor" dedi; üçüncü olarak, "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben ondan hamileyim, o yalan söylüyor" dedi; dördüncü olarak, "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o [kocam] beni zinâ yaparken görmedi, o yalan söylüyor" dedi; beşinci olarak da, "Eğer Uveymir söylediklerinde doğru ise, Allah'ın gazabı benim üzerime olsun" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), onları birbirinden ayırdı. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

2) Kelbî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: "Âsım, bir gün ailesine varıp gitti ve Şüreyh b. Sehmâ'yı hanımının koynunda buldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e (s.a) geldi." Hadisin bundan sonraki kısmı, geçen rivâyette olduğu gibidir.

3) İkrime, İbn Abbâs'tan (r.a) şunu rivâyet etmiştir:
Namuslu ve hür kadınlara (zinâ) iftirası atan... (Nûr/4) âyeti inince, Ensâr'ın reisi [büyüğü] durumunda olan Sa‘d b. Ubâde (r.a) şöyle dedi: "Eğer hanımımın koynunda birisini yakalasam, dört şâhit getirmeye kalkıştığımda, o işini bitirip gitmiş olacak" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), "Ey Ensâr cemaati! Reisinizin dediğini duymuyor musunuz?" deyince, onlar "Yâ Rasûlullah! Onu kınama. Çünkü o kıskanç bir adam" dediler. Sa‘d b. Ubâde (r.a) de, "Yâ Rasûlallah! Allah'a yemin ederim ki, bu âyetin Allah'tan geldiğini ve hakk olduğunu biliyorum. Fakat buna şaştım [bunu anlamakta zorluk çektim]" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Allah kesinlikle böyle buyuruyor" dedi. Çok beklemeden, Sa‘d'ın amcaoğlu Hilâl b. Ümeyye –Hilâl, Allah'ın tevbelerini kabul ettiği o meşhur üç kişiden biri idi– çıkageldi ve "Yâ Rasûlullah! Hanımımın koynunda birisini yakaladım. Şu gözümle gördüm, şu kulağımla işittim" dedi. Rasûlullah (s.a), onun getirdiği bu haberden hoşlanmadı. Hilâl de, "Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Rasûlü, yüzünden söylediğim şeyden hoşlanmadığını hissetmekteyim. Ama, Allah biliyor ki doğru söylüyorum ve sadece hakkı ifade ettim" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), "Ya beyyine [şâhit-delil getirirsin], yahut da (sana) had uygulanır" dedi. Ensâr bir araya gelip, "Sa‘d'ın söylediği başımıza geldi" dediler. Onlar böyle konuşurlarken, Hz. Peygamber'e (s.a) vahiy geldi. Ona vahiy geldiğinde, yüzünün rengi kaçar, bedenini bir kırmızılık sarardı. O'nun bu sıkıntısı geçince, "Ey Hilâl! Müjdeler olsun, Allah senin için bir çıkış yeri nasip etti" dedi. Hilâl de, "Ben de, Allah'tan bunu umuyordum" dedi ve Hz. Peygamber (s.a) Ensâr'a bu âyetleri okuyup, "O kadını çağırın" dedi. Kadın çağırıldı. Gelince, Hilâl'in yalan söylediğini iddia etti. Hz. Peygamber (s.a) de, "Allah ikinizden birisinin yalancı olduğunu biliyor. Sizden, tevbe edecek birisi yok mu?" dedi ve karşılıklı olarak lanetleşmelerini [lian'ı] emretti. Bunun üzerine Hilâl, Allah adına yemin edip, şehâdet ederek, kendisinin sâdıklardan olduğunu söyledi. Beşinci seferinde, Hz. Peygamber (s.a) ona, "Ey Hilâl! Allah'tan kork, çünkü dünya azabı [cezası] âhiret azabından daha kolaydır" dedi. Hilâl de, "Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü bana celde vurmadığına göre, Allah bu kadından ötürü bana azap etmeyecektir" deyip, beşinci kez (malum şekilde) yeminle şehâdette bulundu. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) kadına dönerek, "Sen de bu şekilde yemin edip, şehâdette bulunabilir misin?" dedi. O da, dört defa, Hilâl'in yalan söylediğine dair yemin ile şehâdette bulundu. Beşincisine başlayınca Rasûlûllah (s.a) ona, "Allah'tan kork, bu beşincisi, neticesi mutlaka gerçekleşecek olandır" dedi. Bunun üzerine kadın, bir müddet duraladı, suçunu itiraf edecek gibi oldu, sonra "Allah'a yemin ederim ki, kavmimi rezil kepaze etmeyeceğim" deyip, beşinci kez Hilâl eğer doğru söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendisine olması için yemin edip, şehâdette bulundu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), o ikisini birbirinden ayırdı. Sonra da, "Bekleyin. Eğer bu kadının doğuracağı çocuk orta, kırmızı-beyaza çalan sarı renkli ve ince bacaklı olursa, Hilâl'e aittir. Yok eğer o çocuğun bacakları kalın, esmer ve kıvırcık saçlı ve yassı burunlu olursa, bu da (kim yaptıysa) ona aittir" dedi. Kadın esmer, kalın bacaklı bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "Eğer o yeminler olmasaydı, benimle o kadının işi vardı "Ben, ona yapacağımı biliyordum" buyurdu. İkrime, "Andolsun ki o çocuğu daha sonra, babasının kim olduğu bilinmediği hâlde, bir şehrin vâlisi olarak gördüm" demiştir. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bizce bu âyetleri bazı olaylarla sınırlandırmaya gerek yoktur. Zira sağlam kaynaklarda bu haberler yer almamaktadır. O nedenle bu âyetler, özel olarak bir olay hakkında değil, genel olarak zinâ iftirasında bulunanlar sebebiyle nâzil olmuştur.
3) Zina eden erkek, zina eden veya ortak koşan bir kadından başkası ile evlenmiyor; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya ortak koşan erkek evleniyor. Ve bu; böyle bir evlilik kuralı, mü'minlere haram kılınmıştı.[#389]
Bir haber cümlesi olan bu âyet, toplumdaki mevcut uygulamayı zikredip esas uygulanması gerekeni ortaya koyuyor:

• Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmiyor.

• Zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evleniyor.

• Bu uygulama, mü’minlere haram kılınmıştı.

Bu âyet genellikle, "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zinâ eden bir kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır" şeklinde çevrilmiştir. Bu çeviriye göre, "zinâ edenler, sadece kendileri gibi zinâ etmiş biri veya bir müşrikle evlenebilir" hükmü ortaya çıkmaktadır. Bu hususta şu rivâyet nakledilmiştir:

Ebû Dâvûd ve Tirmizî'nin rivâyetine göre Amr b. Şu‘ayb'ın babasından, onun da dedesinden rivâyet ettiğine göre Mersed b. Ebî Mersed Mekke'deki esirleri taşırdı [Medîne'ye getirir, kurtarırdı]. Mekke'de "Anak" adında bir fâhişe vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber'e (s.a) gelip dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikâhlayayım mı?" Bir süre sustu, bana cevap vermedi. Bunun üzerine,
Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir buyruğu nâzil oldu. Rasûlullah beni çağırdı ve bana bu âyeti okuduktan sonra, "Onu nikâhlama" dedi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Ne var ki bu hüküm de problemi çözememiş, problemin nasıl çözüleceği araştırılmıştır. Biz, önce bu konu hakkında üretilen formüllerin özetini verecek, sonra da gerçeği takdim edeceğiz:

Burada
nikâh, "cima" manasına kullanılmıştır. Buna göre, mana şöyle olur: Zinâ eden bir kimse, zinâ ettiği vakit ya Müslümanlardan zinâ eden bir kadın ile ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müşriklerden bir kadın ile ilişki kurmaktadır."

Zinâ, ancak bir zâniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zinâ etmiş olacağını ifade eder.

ez-Zeccâc ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna göre o şöyle demiştir: "Burada kasıt, kendilerine zinâ haddi uygulanmış, zinâ eden erkek ve kadındır." O şöyle demiştir: "Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür. Zinâ haddi uygulanmış bir erkeğin, zinâ haddi uygulanmış bir kadından başkasıyla evlenmesi caiz değildir." İbrâhîm en-Nehâî de buna yakın görüş belirtmiştir.

Ebû Dâvûd'un,
Musannef'inde [Sünen'inde] kaydedildiğine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Zinâ edip had uygulanmış bir erkek ancak kendisi gibi olanı nikâhlayabilir.

Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Mâlik, Yahyâ b. Sa‘îd'den, o Sa‘îd b. el-Müseyyeb'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Zinâ eden erkek ancak zinâ eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zinâ eden kadını da ancak zinâ eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir buyruğu hakkında (Sa‘îd b. el-Müseyyeb) dedi ki: "Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen, İçinizden evli olmayanları... evlendirin (Nûr/32) âyeti neshetmiştir.

ÂYETİN MUHKEM OLMADIĞINI SÖYLEYENLER ve BU GÖRÜŞÜN BAZI HÜKÜMLERE ETKİSİ

Mütekaddiminden bir kesim şöyle demiştir: Âyet-i kerîme nesh edilmiş değildir. Bunlara göre zinâ eden bir erkeğin kendisi ile hanımı arasındaki nikâhı fâsit olur. Zinâ eden bir kadının da kendisi ile kocası arasındaki nikâhı fâsit olur. Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: "Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak hanımı zinâ eden kocaya karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr olur. Ne zinâ eden bir kadınla, ne de zinâ eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe açıkça tesbit edilecek olursa, o takdirde nikâhlanmak caiz olur."

MÜ’MİNLERE FÂHİŞELERLE EVLENMEK HARÂMDIR

Böylesi mü’minlere haram kılınmıştır. Yani, bu gibi fâhişeleri nikâhlamak mü’minlere haramdır. Kimi te’vîl âlimleri şunu iddia ederler: "Böyle fâhişelerle nikâhlanmayı yüce Allah, Muhammed (s.a) ümmetine haram kılmıştır. Bu türden kadınların en meşhurlarından birisi de Anak diye bilinen kadındır." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Bu âyette yer alan hükümler aslında şunlardır:

• Zinâ eden kadın, ya zinâ eden bir erkekle veya bir müşrik erkekle evleniyor.

• Zinâ eden erkek de zinâ etmiş bir kadınla veya müşrik bir kadınla evleniyor.

• Bu uygulama mü’minlere yasaklanmıştır.

Bu âyet bir haber cümlesidir, bir emir veya yasaklama cümlesi değildir. Âyetteki nikâhlanıyor ifadesini, "nikâhlanamaz, evlenemez" hâline getirmek, cehâletin ötesinde bir cinâyettir. Âyete böyle anlam verenler, işin içinden çıkamazlar, nitekim de çıkamamışlardır. Zira Allah, günahkâr [zinâ suçu işlemiş] da olsa bir mü’minin müşrikle evlenmesini yasaklamış, ayrıca günahkâr-günahsız ayırımı yapmadan her mü’minin evlendirilmesini emretmiştir. İşte âyetler:

221Ve ortak koşan kadınları, iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman etmiş, kâfirlerin himayesindeki bir köle kadın, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. Ortak koşan erkekleri de iman edinceye kadar nikâhlamayın; iman etmiş bir erkek köle, –sizin çok hoşunuza gitmiş olsa da– ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Ortak koşanlar ateşe çağırırlar, Allah ise Kendi bilgisi ile cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, öğüt alıp düşünürler diye insanlara âyetlerini ortaya koyar. [Bakara/221]

32Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar, fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir. [Nûr/32]

11) Şüphesiz bu ağır iftirayı getirenler, sizden bir gruptur. -Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; tersine o, sizin için bir iyiliktir.- Onlardan, her bir kişiye, zaman kaybına neden olan şeylerden/hayırda ağırda almadan/zarar vermeden/kusur oluşturmadan kazandırtıldığı vardır. Bunların büyüğüne yakınlaşan/bu yalana uyan ve bu yalanın yayılmasına gayret eden kimse için de çok büyük bir azap vardır.
12) Bunu duyduğunuz zaman, erkek ve kadın mü'minler, bu iftirayı işittiklerinde kendilerine hayır olduğunu zannetmeleri ve "Bu, apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
13) Bu iddiayı ortaya atanların, buna dair dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şâhitler getirmediler, öyle ise onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler.
14) Eğer dünyada ve âhirette Allah'ın armağanı ve merhameti olmasaydı, içine düştüğünüz şeylerde kesinlikle size büyük bir azap isabet ederdi.
15) Hani siz bu iftirayı, birbirinizin dilinden alıyor ve kendisi hakkında bilgi sahibi olmadığınız bu uydurma haberi ağızlarınızla söylüyorsunuz ve bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyüktür.
16) Ve onu duyduğunuz zaman, "Bunu konuşup durmamız bize yakışmaz. Sübhaneke! Allah'ım sen arınıksın, bu, çok büyük bir iftiradır..." deseydiniz ya!
17) Eğer siz inanmış kimseler iseniz, onun bir benzerini sonsuz olarak bir kez daha tekrarlamamanızı Allah size öğütler.
18) Ve Allah, âyetlerini sizin için açığa koyuyor ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.
19) Şüphesiz, inanan kimseler içinde aşırılığın, iffetsizliğin yayılmasını seven kimseler, dünyada ve âhirette acı veren bir azap onlar içindir. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20) Ve sizin üstünüze Allah'ın armağanı ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı!...
Bu pasajda, Âişe'ye atılan ve "ifk hâdisesi" diye anılan zinâ iftirası konu edilmekte ve bu hâdise ekseninde Müslümanlara ahlâkî ilkeler bildirilmektedir. Pasajın doğru anlaşılabilmesi için önce İfk hâdisesini ansiklopedik düzeyde aktarmak istiyoruz. İfk hâdisesi, târih [Vâkıdî, Megazî; İbn Hişâm, Sîret] ve hadis [Buhârî, Müslim] kitaplarında genellikle, oluş tarzı ve sebepleriyle birlikte Âişe validenin ağzından nakledilir. Biz, bunların özetini sunuyoruz:

İFK OLAYI

İfk hâdisesi, münâfıkların Rasûlullah'ı ve mü’minleri yıpratmak, İslâm toplumunu parçalamak, başta Ebû Bekr olmak üzere Rasûlullah ile yakın arkadaşlarının arasını açmak, Muhâcirler ile Ensâr'ı birbirine düşürmek amacıyla Rasûlullah'ın aile mahremiyetini hedef alarak, bölge ve kabile taassubunu kullanmak sûretiyle başvurdukları bir menfî propaganda ve karalama hareketidir. Bu hareket başarılı olmuş, iki Müslüman grubu birbirlerine karşı kılıca sarılacak hâle getirmişti. Olaylar Rasûlullah'ın müdahalesi ile önlenmişti.

Hâdise şöyle olmuştur:

Mustalıkoğulları savaş plânı yapıp Müslümanlar üzerine yürüdüler. Rasûlullah, bunu haber alınca, onlara karşı koymak için hazırlık yaptı, asker topladı. Bu askerlerin içinde münâfıklar da vardı. Ve Rasûlullah Mustalıkoğulları'na karşı koymak için yola çıktı. Müslümanlar, Mureysi adındaki bir subaşında düşmanla karşılaştılar. Ve onları bozguna uğrattılar. Ganimetler aldılar.

İfk hâdisesi, işte bu başarılı sefer dönüşü esnasında meydana geldi. Ordu, geceleyin bir yerde konakladı. Âişe, ihtiyacı için ordugahın dışına çıktı. Döndüğü zaman, boynundaki Yemen boncuğundan dizilmiş, evlilik hediyesi olarak annesi Ümm Rûman'ın hediye ettiği gerdanlığının kaybolduğunu fark etti.

Âişe, gerdanlığını aramak için ihtiyacını giderdiği yere gitti. Bulup döndüğünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde olduğunu zanneden muhafızları da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrılıp gitmiş olduğunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düşüncesiyle orada otururken olduğu yerde uyuyup kaldı.

İkinci konakta Âişe'nin devesinin üzerinde olmadığı anlaşıldı ve bir süre beklendi. Bu sırada ordunun artçısı Safvan b. Muattal kendisini görerek, onu devesine bindirdi ve orduya yetiştirdi.

Âişe'nin genç bir askerin devesiyle geldiğini görünce, münâfıklar bunu fırsat bilip dedikodu başlattı. Başta Abdullah b. Ubey olmak üzere fırsatçılar dedikoduyu yaydılar.

Münâfıklar dışında bazı Müslümanlar da bu dedikoduya kendilerini kaptırdılar; bunlar, Safvan'dan öç almak isteyen Hassan b. Sâbit, Rasûlullah'ın hanımlarından Zeyneb bt. Cahş'ın kız kardeşi Hamne ve Ebû Bekr'in yardımlarıyla geçinen Mıstah b. Usâse idiler.

20. âyetteki,
Ve sizin üstünüze Allah'ın lütuf ve merhameti ve şüphesiz Allah, çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı ifadesinde de, yukarıda tevbeyi konu alan âyette olduğu gibi şart cümlesinin son bölümü söylenmemiştir. Bunun cevabı, "hâliniz nice olurdu" veya "hiç biriniz ebediyyen temize çıkamazdı" şeklinde takdir edilebilir.

Âyetlerden açıkça anlaşılan mevzuları şu şekilde sıralayabiliriz:

• Bu iftirayı yayanlar, maalesef Müslümanlardan bir topluluktur.

• Bunlar, Kur’ân'ın verdiği terbiyeye göre hareket etmemiş; yanlış yapmış, suç işlemişlerdir ve bu olaya bulaştıkları ölçüde sorumludurlar.

• Aslında çok kötü görülen bu olay, hayırlı olmuştur.

• İftirayı atanlar-yayanlar, kanıtsız ve tanıksız dedikodu ürettiklerinden yalancı duruma düşmüşlerdir.

• Bu haberi duyanlar, duydukları zaman hüsn-i zannda bulunup, bunun apaçık bir yalan olduğunu söylemeleri gerekirdi.

• Bu iftirayı duyduklarında mü’minlerin, bunun bir iftira olduğunu ve buna bulaşmanın caiz olmadığını idrak etmeleri ve yayılmasını önlemeleri gerekirdi.

• Bu iftiraya alet olan, işin nereye varacağını bilmeden ileri-geri konuşanlar, Allah'ın çok büyük günah saydığı bir işi yapmışlardır. Allah, çok merhametli olduğu için azaba maruz kalmamışlardır. İmanlı olan kimseler bunu kesinlikle bir daha yapmamalıdırlar.

11. âyette,
Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın; bilakis o, sizin için bir iyiliktir buyuruluyor. Daha önce de kötü görülen bir şeyin aslında hayır olabileceği konusunda şu bilgi verilmişti:

216Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size zorunlu görev olarak verildi. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için kötü, zararlı olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. [Bakara/216]

19Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız/mallarından istifade etmek amacıyla onların sizden ayrılmasını engellemeniz size helal olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fahişe [çirkin bir hayâsızlık/zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen yollarla ilişkide bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah, sizin hoşlanmadığınız şeyde birçok hayır oluşturacak olabilir. [Nisâ/19]

Düşünüldüğünde de ifk hâdisesinde insanlık için, özellikle de mü’minler için ibret alınacak birçok nokta söz konusudur:

• Bu hâdise, zinâ ve zinâ iftirası hakkında hükümlerin gelmesine sebep olmuştur.

• Bilinmeyen konularda dedikodunun nelere mal olacağı insanlara somut olarak gösterilmiştir.

• Bu hâdise, toplumdaki imanı sağlam olanlar ile iğreti olanların ve münâfıkların ayrışmasına, bilinmesine sebep olmuştur.

• Bu hâdise, mü’minlerin daima ihtiyatlı olmaları, dedikodu ve iftiraya meydan verecek hususlardan uzak durmaları gerektiğini somut olarak göstermiştir.

• Sabretmeleri ve musibetler karşısında metanetli olmaları sebebiyle bu hâdisenin mağdurlarının dereceleri yükselmiştir.

• Ve bu konuda inen âyetler, Rasûlullah'ın hakk peygamber olduğuna kanıt teşkil etmişlerdir. Zira bu olayların Kur’ân'da yer alması dünyanın sonuna kadar bu olayın unutulmadan dilden dile dolaşmasını sağlayacaktır. İftira da olsa hiçbir aile reisi ailesiyle ilgili böyle bir olayın şuyûunu istemez, aksine unutulup gitmesini ister. Ama Peygamber'in bunu saklaması mümkün değildir.

21) Ey iman etmiş kimseler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, aşırılıkları, iffetsizlikleri ve tüm çirkinlikleri emreder. Ve eğer üstünüzde Allah'ın armağan ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbir kimse sonsuza dek temize çıkmazdı. Fakat Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
23) Şüphesiz hür, evli, hiçbir şeyden haberi olmayan mü'min kadınlara zina isnat eden kimseler, dünya ve âhirette dışlanmışlardır. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.
24) O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere kendi aleyhlerinde şâhitlik edecektir.
25) O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
26) Kötü kadınlar kötü erkekler, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir/pis sözler, çirkin işler pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır. İşte onlar, iftiracıların söylediklerinden çok uzak olanlardır. Kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.
22) Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.[#391]
Bu âyet grubunda, yine ifk hâdisesi ekseninde birtakım ilâhî ilkeler konu edilmektedir:

• Mü’minler, şeytânın adımlarını izlememelidir. Çünkü şeytân aşırılıkları ve çirkinlikleri, haram yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi, Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreder. Fakirlikle korkutur, kuruntulara düşürür, kandırmak için yaldızlı sözler fısıldar, vesvese verip zihinleri bulandırır, ameller ile şımartıp azdırır, içki/uyuşturucu ve kumarda, insanlar arasına düşmanlık ve kin sokar, Allah'ı anmaktan ve sosyal destekten geri bırakır.

• Hür-evli ve hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yapmış oldukları işlere şâhitlik edecektir. O gün Allah, onlara gerçek karşılıklarını tastamam verecektir. Onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

• Kötü kadınlar, kötü erkekler; kötü erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz kadınlar; temiz erkekler, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Bunlar, iftiracıların söylediklerinden uzak olup kendileri için bağışlanma ve saygın bir rızık vardır.

• Mü’minlerden imkân sahibi olanlar akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmemeliler, bağışlamalı ve hoş görmelidirler. Allah da böyle davrananları bağışlar. Zira Allah gafûr'dur, rahîm'dir.

23. âyette, Şüphesiz muhsan [hür, evli], gâfil [hiçbir şeyden haberi olmayan] mü’min kadınlara zinâ isnat eden kimseler, dünya ve âhirette lanetlenmişlerdir [uzak tutulmuşlardır]. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır buyurularak, yapılan işin ağırlığı ifade edilmiştir, ki daha evvel yalan ve iftirayı kimlerin atacağı açıkça beyân buyurulmuştu:

105Yalanı, yalnızca Allah'ın âyetlerine inanmayan kimseler uydurur. Ve işte onlar, yalancıların ta kendileridir. [Nahl/105]

26. âyetteki, Kötü şeyler/kadınlar, kötü erkekler, kötü şeyler/erkekler de kötü kadınlar içindir; temiz şeyler/kadınlar, temiz erkekler, temiz şeyler/erkekler de temiz kadınlar içindir ifadesi, "pis sözler, çirkin işler, pis kimselere yakışır. İyi-güzel söz ve işler de, iyi-güzel kimselere yakışır" şeklinde özetlenebilir. Ve ayrıca bu, ifk hâdisesi çerçevesinde Allah'ın hatalı mü’minleri yermesi, diğerlerini ise övmesi olarak da anlaşılabilir.

22. âyetteki,
Ve sizden fazlalık ve genişlik sahibi kimseler akrabaya, miskinlere, Allah yolunda göç edenlere vermemeye yemin etmesinler; bağışlasınlar, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah ğafûr'dur, rahîm'dir ifadesinin nüzûl sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler nakledilir:

Müfessirler şöyle demişlerdir: Âyet, Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o artık Mıstah'a infâk etmeyeceğine yemin etmişti. Mıstah ise, onun teyzesi oğlu olup, elinde yetişmiş bir yetimdi. Hz. Ebû Bekr, hem Mıstah'a, hem de onun yakınlarına yardım ediyordu. İfk ile ilgili âyet inince, Hz. Ebû Bekr (r.a) onlara, "Kalkın, defolun. Artık ne siz bendensiniz, ne de ben sizdenim. Hiç biriniz artık yanıma yaklaşmayın" dedi. Bunun üzerine Mıstah, "Allah aşkına, İslâm aşkına... Akrabalık ve sıla-ı rahim hatırına bizi başkalarına muhtaç etme. İşin başında bizim bir günahımız yoktu" deyince, Hz. Ebû Bekr (r.a) ona, "Konuşmadıysan da, güldün" dedi. Mıstah, "Bu, Hassan'ın sözüne şaşmamdan dolayı idi, yoksa bir gülme [sevinç] değildi" dedi ise de, Hz. Ebû Bekr (r.a) onun bu mazeretini kabul etmeyerek, "Haydi gidin, uzaklaşın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için bir mazeret bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi" dedi.

Bunun üzerine onlar, nereye gideceklerini, kime başvuracaklarını bilemez bir şekilde çıktılar. Derken Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebû Bekr'e (r.a), Allah Teâlâ'nın onları kovmamasını emreden bir âyet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam gönderdi. Hz. Ebû Bekr (r.a), haberi alır almaz, tekbir getirdi ve buna çok sevindi. Hz. Peygamber (s.a) ilgili âyeti ona okudu. Hz. Peygamber (s.a),
Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? âyetine gelince, o "Evet, yâ Rabbi, beni affetmeni can-ı gönülden arzu ederim" deyip, yaptıklarından vazgeçti. Evine gidince, Mıstah ve yakınlarına haber salıp, onları kabul edeceğini bildirerek, "Allah'ın indirdiği başım-gözüm üstüne... Size yaptığımı ve söylediğimi, Allah size gazap ettiğini bildirdiği için yapmıştım. Fakat Allah sizi affedince, size merhaba hoş geldiniz" diyorum dedi ve Mıstah'a daha önce yaptığı yardımın iki mislini yapmaya başladı. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

27) Ey iman etmiş kimseler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına güvence vermedikçe girmeyin. Bu, düşünüp öğütlenmeniz için, sizin için daha iyidir.
28) Sonra da orada kimseyi bulamazsanız, artık size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size, "Geri dönün!" denilirse, hemen dönün; bu, sizin için daha arındırıcıdır. Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.
29) İçinde size ait herhangi bir değerli şey bulunan, oturulmayan evlere girmenizde üzerinize bir sakınca yoktur. Ve Allah, sizin açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.
Sûrenin başında yer alan, zinâ, iftira vs.'ye yönelik ilkeler, ortaya çıktıkları anda bu kötülükleri yok etmeye yönelik ilkelerdi. Bu paragrafta ise, kötülüğü daha doğmadan önlemeye yönelik koruyucu ilkeler yer almaktadır. Bu ilkeler şunlardır:

• Mü’minler kendi evinden başka evlere, kendilerini tanıtıp ev halkına selâm vermeden girmemelidir.

• Evde kimse bulunamazsa, izin verilinceye kadar eve girilmemelidir.

• Varılan evde, "Geri dönün!" denilirse, hemen dönülmelidir.

• Oturulmayan, ama içinde malının bulunduğu evlere izinsiz girilmesinde bir sakınca yoktur.

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında şu bilgiler nakledilmiştir:

Taberî ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivâyet ettiklerine göre, Ensâr'a mensup bir kadın, "Ey Allah'ın Rasûlü!" dedi, "Ben evimde babam olsun, oğlum olsun hiçbir kimsenin görmesini istemediğim bir hâl üzere bulunabiliyorum. Ben, bu hâlde iken babam gelir yanıma girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapayım?" Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Ebû Bekr (r.a), "Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (bu gibi yerlere nasıl girilir?)" deyince, yüce Allah da, Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde size günah yoktur (Nûr/29) âyetini inzâl buyurdu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

30) Mü'min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.
31) Mü'min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini; erkekler için cinsel tahrik nedeni olan organlarını da -açıkta olanlar hariç- belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve zînetlerini; erkekler için cinsel tahrik nedeni olan organlarını verimsiz kocaları, babaları, verimsiz kocalarının babaları, oğulları, verimsiz kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları,[#392] kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Zînetlerinden; erkekler için cinsel tahrik nedeni olan organlarından gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü'minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın!
ıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda zikredilen davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır. [Ahkâmu'l-Kur’ân, 3/1575.]

Kısacası târihsel olarak başörtüsü, hür kadınlar ile câriyeleri ayırt eden ve iffetle alâkası olmayan bir câhiliye dönemi simgesidir. Yani, o dönemdeki iffetli veya iffetsiz hür kadınlar, başlarını örterlerdi. Câriyeler ise iffetli veya iffetsiz, müslim veya gayr-i müslim başlarını örtmezlerdi. Kadınlarla ilgili bu uygulama zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara âlet edilmiştir.

İSLÂM'DAKİ ÖRTÜNME ve AMACI

Erkek ile kadın arasındaki cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep kılmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun gayr-i meşru yollarla kışkırtılmadan, meşru mecrasında gelişmesine ve tatminine yönelik düzenleme yapmış, bu arzuların esiri olmak sûretiyle toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durulmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan, taciz, tecavüz ve iftira gibi olaylara sebebiyet verebilen kıyafet konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır.

Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, bireyler arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil,
toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat sürdürmek üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması işten bile değildir. Bu özellik, sûrenin 60. âyetince de desteklenmektedir. Zira İslâm dini, şehvetin tahrik edilmediği ve bunun et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doymayan bir şehvet azgınlığı meydana getirir, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyür. Târihte fuhuş bataklığına düşen ve buhranlar içinde yok olan birçok toplum bulunduğu gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar görülmektedir.

İslâm'ın insanlar için seçtiği yol-yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Nahl/80-81'de görüldüğü gibi, örtünmenin-giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’ân, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini de bildirmiştir.

GİYİM-KUŞAMI BELİRLEYEN ÂYETLER

Bu konudaki âyetler, Ahzâb ve Nûr sûreleri içinde yer almakta olup, her iki sûre de Medîne'de inmiştir.

O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def-i hacet için yerleşim yerlerinden uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medîne'nin berduşlarını-zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan câriyelere veya fâhişe görünümlü kadınlara (ki câriyeler de fâhişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunmazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan câriyeler ile fâhişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.

İşte böyle bir ortamda Peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, "cilbab"larını üzerlerine almalarını söyleyen âyet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir (bkz. Ahzâb/59).

Âyette açık ve net olarak "cilbab"larını [ev dışı elbiselerini] giyen kadınların tanınacağı-bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir.
Yani, bu âyete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi, incinmemeleridir; daha dindar, daha namuslu ve daha takvâlı olacakları değil.

Bu âyetin doğru anlaşılması için öncelikle "cilbab"ın ne olduğunun bilinmesi, sonra da "cilbab" giymenin gerekçesinin Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekir.

Bazıları "cilbab"ı, Arapların bugün "abâye" dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak sûretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bunlar, örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, Kur’ân ile bağdaşmaz. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık-kıyafet konusunu belirleyen diğer âyette, Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/salsınlar (Nûr/31)denilmektedir. Eğer cilbab, –bazılarının dediği gibi–vücudu baştan aşağı örten bir elbise olsaydı, göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Nûr/31'deki emre gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, "cilbab" Kur’ân'a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.

Cilbab, Râgıb'a göre "gömlek ve örtünün adı"; İkrime'ye göre de, "boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür."

Bu durumda
cilbab, o günkü Arap kadınlarının hür ve câriyelerin ayırt edilmesi için giydikleri –başlardan aşağıyı değil– boyunlardan/omuzlardan aşağıyı örten, bugünkü ceket, pardösü, manto gibi bir elbise [üniforma] çeşididir.

Âyetten anlaşıldığına göre "cilbab" [muhsanlık üniforması/pardösü, ceket] giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklıklardan da gerdanları gözükebilir. Yani, "cilbab"ın tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması gerektiğini gösteren bir kayıt yoktur. Zaten o günkü Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri Kur’ân'da ve târih kaynaklarında yer almaktadır. [Kurtubî,
el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Her ikisi de Medenî olan Ahzâb ve Nûr sûrelerinin iniş târihlerinden yola çıkarak, Nûr/31'in daha evvel indiğini ve bu âyetin daha sonra inen Ahzâb/59 ile nesh edildiğini, bundan hareketle de "cilbab"ın, başı da örten bir elbise olduğunu iddia etmek, âyetin ahkâmını göz ardı etmek demektir.

Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriye veya fâhişe sanılarak incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.

Konumuz Nûr/30-31. âyetler:

30Mü’min erkeklere, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine derin bilgi sahibidir.

31Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir bölümünü kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –açıkta olanlar hariç– belli etmesinler. Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine sarkıtsınlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların savunmasız yerlerini [dübür ve cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca hatânızdan Allah'a dönüş yapın! [Nûr/30-31]

Görüldüğü gibi bu âyetlerde iffet; kuralları, kapsamı ve istisnâları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisnâ, Nûr sûresi'nde bulunan bir istisnâ daha vardır. Bunun baştan açıklanmasında, Nûr/30-31'in bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:

60Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. [Nûr/60]

Bu âyette, zînetlerini açığa vurmama emrinden istisnâ edilenler bildirilmiştir. Erkekler, nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlara arzu duymaz, bu yaştaki kadınlar fitneye sebebiyet vermezler. Bu nedenle de başkalarına serbest olmayan şeyler bu gibi kadınlara serbest kılınmıştır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi] güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, müstesnâ kılmak [dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah'ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.

Yukarıdaki istisnâ dışında kalan mü’min kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nûr/31 âyetinin cümle cümle tahlil edilmesinde yarar vardır:

Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle.

30. âyette, mü’min erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse yasaklanan, bakışların tamamı değil, bir kısmıdır. Âyetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem de erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i İmrân/14'te bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında bulunduğundan, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.

Âyetteki
ırzın korunması, "zina ve zinâya uzanan hareketlerden kaçınmak"tır.

Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.

Zînet, "güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs" demektir, ki sözcük Kur’ân'da, hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır.

Şeytânın, inkârcılara, kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En‘âm/43 ve Enfâl/48 âyetleri ile Kârûn'un, kavminin karşısına zîneti ile çıktığını bildiren Kasas/79 âyeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnektir. Olumlu anlamda kullanıma örnek âyetler ise; Allah'ın imanı mü’minlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurât/7 âyeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussilet/12 âyeti ile Mülk/5 âyeti ve Mûsâ peygamberin, Firavun'un büyücüleriyle buluşma gününün –kendi zaferinden emin olduğu için– "zînet günü" olmasını istediğini bildirdiği Tâ-Hâ/59 âyetidir.

Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en açık şekilde ortaya koymaktadır.

Ancak, konumuz olan âyette, kadınlardan nâ-mahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak sûretiyle belli etmemeleri istenen
zînetler, hiç şüphesiz bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazıbent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu âyetteki zînet'in bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, âyetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur. Çünkü, bir an için zînet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah'ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarında sakınca görmediği zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise, hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi abes bir durum ortaya çıkar ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir anlamı olmaz.

Bu âyetteki
zînet sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, âyetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok; gurur, kibir ve gösteriş amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu âyet ile gösterişin ve böbürlenmenin önüne geçilmek istenseydi, zînetlerin herkesten saklanması talimatı verilirdi. Oysa âyette kadınların zînetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu hâlde bu âyette konu edilen zînet, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandıran "zînet"lerdir. Ayrıca Allah, Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?" De ki: "Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–." İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz (A‘râf/31-32) buyurmak sûretiyle, kadın-erkek herkesin takı türünden olan zînetlerini, mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisnâ getirmemiştir. Demek oluyor ki, bu âyetteki zînet sözcüğü, süs eşyası değil, "kadının, erkekler tarafından çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları" anlamındadır. Ancak, zînet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun zînet olduğu unutulmamalıdır.

Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen
zînet'in, "takılar"ı, diğer kısmında ise "takı yerleri"ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.

Sonuç olarak, Nûr/31'deki
zînet sözcüğü, âyetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi, "kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlar"dır.

KADININ SAÇLARI ZÎNET MİDİR?

Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır.
Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden değil, âyetin bu kısmından çıkartılır.

KADININ SESİ ZÎNET MİDİR?

Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer.

... –görünenler hariç– ...

Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş ortaya koyamamışlardır.

Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını Kur’ân'dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân'ın konuşmadığı bir konuda, hükümler vererek, Kur’ân'ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet açık ve nettir.

Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir. Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler. Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır. Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir.

Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre yolda Peygamberimizin eşlerine rastlayanlar, kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek onlarla konuşmuşlardır.
Onların yüzleri kapalı olsaydı, tanınmaları mümkün olmazdı.

Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumda iffetin sağlanması sadece kadınların görevi değildir. 30. âyette kendilerine,
Bakışlarının bir kısmını kıssınlar emri verilen erkekler de toplumda iffetin sağlanması hususunda sorumlu olup onlara da, kadınların örtmek zorunda olmadıkları zînetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, "bakışlarını kısarak" bakmak zorundadır. Böylece toplumda iffet, her iki cins tarafından ortaklaşa sağlanacaktır.

NOT:

Âyette kadınlara, görünenler hariç zînetlerini
örtüyle örtmeleri değil, açığa vurmamaları, belli etmemeleri söylenmiştir. Yani, kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, zînetlerin belli edilmemesidir. Zira, dar kıyafetlerle göğüslerin, belin, kalça ve kasıkların yapısının, çıplakmış gibi hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte "açığa vurmak" tabiri, böyle durumları kapsamaktadır. Allah'ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle getirmekte, yani bir "örtülü çıplaklar" kitlesi oluşturmaktadır.

Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

Âyetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, خمر[
humur] sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır.

خمر[
humur], "örtmek" anlamındaki hamr kökünden türetilmiş ve "örtü" demek olan hımar sözcüğünün çoğuludur. Lügatlerde, [Lisânu'l-Arab, el-Mu‘cemu'l-Vasıt, el-Müncid, Tâcu'l-Arûs.]hımar'ın "başörtüsü" anlamında olmayıp, genel "örtü" anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da "mikna" ve "nasîf" sözcükleri gösterilmektedir. Örfte kadının başörtüsünün adı olan hımar sözcüğünün, Kur’ân'ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tesbit edilememektedir.

جيب[
ceyb]; "yaka, gömleğin göğüs yırtmacı"dır. Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar cümlesinde, hımar sözcüğü, genel anlamı olan "örtü" olarak değerlendirilirse, âyette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani âyette, başın değil, göğsün/gerdanlığın örtülmesi emredilmiş olur.

Ama hımar sözcüğü, özel anlamı olan "başörtüsü" olarak değerlendirilir ve Kur’ân'da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, âyette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde hımar, saçları da kapatan "başörtüsü" demek olur. Kur’ân'ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları sâbit olduğundan, sözcüğün Kur’ân'da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.

Hımar sözcüğü üzerinde bugüne kadar birçok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur-olmaz birçok görüş ortaya çıkmıştır. Delile dayalı ortak bir görüşe varılamaması, toplumda yerleşmiş yanlışlara karşı çıkma ve düzeltme çaba ve cesareti gösteremeyen "din bilgini" denilen kesimin suçudur.

Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatiren sâbit olduğundan, biz âyette, göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtülerinin uçlarını göğüslerinin üzerinde birleştirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği görüşünü tercih ediyoruz. Dikkat edilirse Kur’ân'da "başlarını-saçlarını örtsünler" şeklinde bir ifade bulunmamakta, "örtülerini/başörtülerini salsınlar" denilmektedir. Bu durumda âyetten, başların örtülü olduğu ve bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve âyette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması sûretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda Arap kadınlarının göğüslerinin görülebildiği, bu yüzden de taciz, tecavüz ve zinâya davetiye çıkardıkları anlaşılmaktadır. İşte baş örtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir.

Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda açıkladığımız gibi– âyetin,
zînetlerini açığa vurmasınlar... bölümünden anlaşılmaktadır.

Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler.

Burada zikredilen sınıfların bir kısmı, Rasûlullah'ın eşlerine yönelik âyette de yer almıştı:

Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır. (Ahzâb/55)

Yalnız âyetin orijinalindeki
nisâihihinne sözcüğü üzerinde durulması gerekir.kadınlar,

Buradaki
nisâihinne sözcüğü, –Ahzâb/55'te de geçmekte olup– "o kadınların kadınları" demek iken biz sadece "kadınlar" şeklinde çevirdik. Bizce bu sözcüğün sonundaki hinne cemi müennes zamiri, âyetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle yer almıştır. Yani, bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması, üslûp birliği ve gâlip ihtimale göredir [ilm-i me‘ânî]. Dolayısıyla anlamlandırılırken bu zamir, ihmal edilerek nisâihinne ifadesi, "o kadınların kadınları" olarak değil, "kadınlar" olarak değerlendirilmelidir. Bunun bir örneği de Hakka/17'de geçmişti. Bu hususu dikkate almayan birçok müfessir ve fakih, "kadınların kadınları"nın kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.

Âyetteki ifade ile kadın cinsi/tüm kadınlar kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar [müslim veya gayr-i müslim] birbirlerinin mahremidirler, yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla, kadının kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, zînetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnâları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık olduğu için kaale alınmamıştır.

yeminlerinin sahip oldukları,

Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hakk sahibi oldukları/kendilerinin himayesine verilen kişileri ifade etmektedir. Bazıları, burada sadece câriyelerin murat edildiğini söylemişlerse de âyetin ifadesi geneldir ve kadın-erkek tüm himaye altındakileri kapsar. Himaye altındaki kimseler, üzerlerinde hakk sahibi olanlarla sürekli beraber oldukları için
aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şey gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike [himaye eden bayan], himaye ettiklerinin mahremi durumundadır.

kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,

Bunlar; yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.

kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar,

Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından "zînet" sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, "kadının her tarafı avrettir" görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara, "avrat" denmektedir. Kur’ân'ın rûhuna aykırı olan bu yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân'da "kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar" denmeyip, kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.

عور [
‘avr] sözcüğünden türeyen عورة [‘avret] –çoğulu, عورات'tır [‘avrât'tır]– sözcüğü, lügatte "yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız" demektir. İlk vaz‘ı, "ağızdaki ön dişlerin gedikliği" anlamındadır. [Lisânu'l-Arab, "Avr" mad.]

Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer âyetlere de bakılması gerekir:

13Ve hani bunlardan bir grup: "Ey Yesrib/Medîne halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün" diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, "Evlerimiz gerçekten savunmasızdır" diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki evleri savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı. [Ahzâb/13]

58Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim-öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nûr/58]

Görüldüğü gibi
‘avret sözcüğü, Ahzâb/13'te 2 kez geçmekte ve her ikisinde de "açık, korumasız" anlamında kullanılmaktadır. Nûr/58'de ise çoğul hâliyle ‘avrât olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah salâtı öncesi, kaylûle denilen öğle vaktindeki uyku zamanı ve yatsı salâtı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de kişiye özel bu zamanlar; korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır.

Yukarıdaki âyetlerden
‘avret sözcüğünün, "muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini koruyamayan" anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra, konumuz olan Nûr sûresi'ndeki, ‘avrâtu'n-nisâ [kadınların avretleri] tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. Avrâtu'n-nisâ tamlamasındaki ‘avret sözcüğü de, aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu pasif organları ise, cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar; el, ayak ve göz gibi kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, haricî etkilere tepki veremez; müdahalelere karşı pasiftir.

Kadının avreti konusunda rivâyetlerden kaynaklanan onlarca görüş üretilmiş, mezhepler de birbirinden farklı olarak değişik avret yerleri benimsemişlerdir. Meselâ, Mâlikîler avreti, "galiz [birinci dereceden] avret" ve "hafif [ikinci dereceden] avret" olmak üzere iki kısıma ayırmışlar, cinsel organ ile makatı galiz avret, zînet sayılan organları da hafif avret olarak kabul etmişlerdir. Mâlikîlerdeki bu anlayışın, yani zînet sayılan yerlerin ikinci dereceden avret olduğu anlayışının, daha takvâlı bir hayatın amaçlanmasına yönelik, ihtiyatlı bir görüş olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat bu konudaki yorumcuların ekserisi, kadındaki avreti diz ile göbek arasındaki bölge olarak kabul etmişlerdir. Bizce bu sınır, hem âyetteki organları hem bu organlara yaklaşma sınırlarını içine aldığından kabule en şayan olanıdır. Ama âyetin açık ifadesi de kesin olarak bilinmeli ve aksi iddia edilmemelidir. Çünkü, eğer Allah isteseydi bu konuda da –Mâide/6'da olduğu gibi– milimetrik sınırlar belirlerdi. Kur’ân'da böyle sınırlar belirlenmediğine göre, ayrıntıların değerlendirilmesi Yüce Allah tarafından kullara bırakılmış demektir. Zaten bu konudaki görüşlerin çokluğu ve birbirinden farklılığı da konunun Allah tarafından kullara bırakılmış olmasındandır.

Bu açıklamalardan sonra konumuz olan âyetteki,
kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar ifadesine dönülecek olursa, burada bizce, kadınlarının cinsel organlarının işlevlerini henüz öğrenmemiş, bunu anlayabilecek yaşa gelmemiş çocuklar kastedilmektedir. Bu yaşlardaki çocukların cinsel organları da gelişmemiş olduğundan, karşılıklı olarak bir etkilenme söz konusu olmaz.

Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar.

Burada, örtünmelerine rağmen çeşitli hareketlerle zînetlerini açığa vuran kadınların, bu gibi davranışlarda bulunmamaları emredilmektedir. Daha açık bir şekilde ifade edilecek olursa, kırıtmak, kalça sallamak, göğüsleri sarsmak için sert adımlar atmak gibi karşı cinsi tahrik ve teşvik eder tarzdaki davetkâr davranışlar yasaklanmaktadır.

Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin!

Âyetin bu kısmından anlaşılması gereken mesaj şudur: Âyetin üzerinde durduğu konularda, seferberlik gibi topluca hareket edilip kampanyalar düzenlenmeli, bu hususta geçmişte yapılan hatalar Allah'a havale edilmeli, ama bundan sonra elbirliğiyle yukarıda verilen emirler uygulanmalıdır.

Bu âyetlerdeki kurallar, toplumsal yaşamın huzuru için gerekli olup kadın-erkek herkesin, çarşı-pazarda bunlara uyması gerekir.

Dinimiz, –yukarıda açıkladığımız ölçülerde– örtünmeyi/zînetleri açığa vurmamayı emretmekle birlikte, örtünmek/zînetleri açığa vurmamak için belli bir kıyafet ve model getirmemiştir. Bu demektir ki, kıyafet zamana göre değişebilir. Önemli olan, Kur’ân'ın getirdiği ölçülere uygun olarak vücudun zînet sayılan kısımlarının açığa vurulmamasıdır. Kur’ân'daki ölçüler dahilinde, toplumların hoş görüp yadırgamadığı kıyafetlerin giyilmesinde bir sakınca yoktur. Örtünmenin/zîneti açığa vurmamanın, Allah'a karşı yapılması ise İslâm dışı bir anlayıştır.

Giderek ağırlaşan geçim şartları, kadının da ailesine ve ülkesine ekonomik katkıda bulunmasını zorunlu hâle getirmiştir. Toplumun birer parçası olan kadın ve erkek, her yerde beraber olmak durumundadır. İslâm'ın koyduğu ölçülere uyulması kaydıyla bunda hiçbir sakınca yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki bir kadın, evinin içinde ya annedir, ya eştir, ya gelindir, ya kızdır, ya da kız kardeştir. Ama aynı kadın evinin dışında sadece kadındır, bir dişidir. İslâm dini, çok kolay uygulanabilen basit kurallarla, kadının hem evinde hem de evi dışında mutlu ve temiz bir hayat yaşamasını sağlamaktadır. Çünkü İslâm, kolaylık dinidir, insanı zora ve tabiatının aksi şeylere zorlamaz.

Bir kez daha vurgulayalım ki, ö
rtünme Allah'a karşı değil, kullara karşı olup tahrik ve taciz gibi fitne ve fesatları önlemeye yöneliktir. Bazı çevrelerde görülen; kadının, evinin içinde anası, babası, amcası, dayısı gibi mahremlerinin yanında dahi başını örtmesi gerektiği inancı, İslâm'a aykırıdır. Dini zorlaştırmaktan başka bir anlamı olmayan bu davranış, dinin yararına değil zararınadır. Hiç kimsenin din adına hüküm koymaya hakkı yoktur.
32) Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar, fakir oluyorlarsa/olacaklarsa, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, en iyi bilendir.
33) Ve evlenmeye imkân bulamayanlar; Allah, Kendi fazlından kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Yasalar çerçevesinde himayenize verilmiş olanlardan özgürlük yazışması/sözleşmesi yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, hemen yazışma/sözleşme yapın. Allah'ın size vermiş olduğu Allah'ın malından siz de onlara verin. Ve basit dünya hayatının genişliğini; geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, bağımsızlaşmak, evlenmek isteyen gençlerinizi taşkınlığa/baş kaldırmaya zorlamayın, onları kesinlikle özgürlüklerine kavuşturun. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki hiç şüphesiz Allah, onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bazı toplumsal kuralların emredildiği bu âyetlerde şu kurallar konulmuştur:

• Eşi olmayanlar, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanlar evlendirilmelidir. Bunların evlendikten sonra fakir bir hayat sürecek olmaları bahane olmamalıdır.

• Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah fazlından onları varlıklı kılıncaya kadar sabırlı olup iffetlerini korumalıdırlar.

• İşin üstesinden gelebileceklerine güvenilmesi durumunda yasalar çerçevesinde himaye altında tutulanlarla mükâtebe [özgürlük sözleşmesi] yapılmalıdır. (
Mukâtebe, –terim olarak– "himaye altında olanla hâmisi arasında kararlaştırılan parayı belirli bir süre içinde ödedikten veya hizmet süresini tamamladıktan sonra himayeden çıkmasını öngören anlaşma"dır.)

• Onlara maddî yardım da yapılmalı, zekât gelirlerinden pay verilerek, borçları ödenmelidir. Nitekim zekât verileceklerden bir sınıf da bu boyunduruk altındakilerdir (bkz. Tevbe/60).

• Bunlardan muhsanlaşmak [evlenmek-himayeden kurtulup özgürleşmek] isteyenlere engel olunmamalı, onların taşkınlık/başkaldırı yapmalarına zemin hazırlanmamalıdır.

Anlaşılan o ki, toplumda huzurun bozulmasına, fitne ve fuhşun yayılmasına sebep olacak etkenlerden biri de evlilik çağında olanların evlendirilmemesidir. Evli olmayan bir yetişkin; zinâ, taciz, tecavüz gibi yollara meyledebileceği için, evli olmayan kadın ve erkeklerin evlendirilmesi bir görev olarak kamuya yüklenmektedir. Zira evlilik, fitneden uzaklaştırır; fuhuştan korur ve toplumun huzuruna katkı sağlar.

Âyetteki fetaya [gençleriniz] ifadesiyle, "yasalar çerçevesinde himaye altında bulunan emanet kimseler, hizmetçiler" kastedilmektedir. Bu, Kehf/62, Yûsuf/30 ve Nisâ/25'ten de rahatlıkla anlaşılabilir. İslâm'ın ilk dönemlerinde mü’minler, yasalar çerçevesinde himayelerine verilenlere, "fetam, fetatım" [delikanlım, yiğidim, hanım kızım] derlerdi.

34) Ve andolsun ki Biz, size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen kişilerden örnekler ve Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için öğütler indirdik.
35) Allah, gökleri ve yeryüzünü; evreni aydınlatan tek zattır, başkasının aydınlatması mümkün değildir. O'nun nûrunun; Kur'an'ın örneği, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen; dünyanın her yerinde var olan bereketli bir zeytin ağacındandır. -O ağacın yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir.- Nûr üstüne nûrdur. Allah, dileyen kimseyi nûruna kılavuzluk eder. Allah, insanlar için örnekler verir ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.
Bu âyetlerde, Allah'ın evrendeki rolü çarpıcı ifadeler ve örnekleme ile açıklanmaktadır.

• Allah, insanlar için apaçık âyetler, geçmiştekilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirmiştir.

• Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.

• O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur.

• Allah, dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder.

• Allah, insanlar için misaller verir; ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Bu âyetin sağlıklı anlaşılabilmesi için, önce sûrenin ilk âyetinin dikkate alınması gerekir:

İndirdiğimiz ve farz kıldığımız/parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik. Ve andolsun ki Biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirdik. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur. Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir. [Nûr/1, 34-35]

Burada, evrenin ancak Allah tarafından aydınlatılabileceği, Allah'ın gökleri ve yeryüzünü, üzerlerindeki varlıkların konum ve ihtiyaçlarına göre mükemmel bir şekilde idare ettiği açıklanmaktadır.

Nûr'un, "ışık" olmasından hareketle Allah'ın ışık olduğu iddia edilemez. Zira âyetin devamında, O'nun nûrunun örneği... denilmektedir. Burada konu edilen Allah'ın zatı değil, nûrudur. Allah, ... nûrudur tarzındaki ifade mübalağa içindir. Nitekim Araplar, "Zeydun cûdun" [Zeyd, cömertliktir] derler. Bununla onun her yanından cömertlik fışkırdığını ifade etmek isterler.

Türkçe'de de, "okulun kalbi, okulun beyni, okulun onuru, mahallenin gülü, ailenin direği, can damarı, eğitimin temeli" gibi deyimler mübalağa için kullanılır. Toplumda bazı insanlar için "o, altındır" denilir. Bununla o kişinin gerçekten altın olduğu değil, onun altın gibi saf ve değerli olduğu ifade edilir.

Allah'ın nûru da, "Allah'ın gönderdiği vahiyler"dir:

,
174Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size apaçık/açıklayan bir ışık indirdik. [Nisâ/174]

8Öyleyse, Allah'a, Elçisi'ne ve Bizim indirdiğimiz ışığa/Kur’ân'a inanın. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır. [Teğâbün/8]

156,157Allah diyor ki: "Benim azabım var; onu dilediğime dokundururum, rahmetim de var; o ise her şeyi kuşatmıştır. Onu da özellikle Allah'ın koruması altına girenlere, zekâtını; vergisini verenlere ve âyetlerimize inananlara; kendilerine iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine serbestleştiren, kirli, pis ve kötü şeyleri de üzerlerine yasaklayan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları Anakentli/Mekkeli Peygamber, o Elçi'ye uyan kimselere yazacağım. O hâlde, O'na iman eden, O'na kuvvetle saygı gösteren, O'na yardımcı olan ve O'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [A‘râf/156,157]

Ayrıca,
vahiy birçok âyette mecazen "güneş" olarak ifade edilmiştir. Allah'ın vahiyle toplumları aydınlatması ise birçok yerde (En‘âm/1, Bakara/257, En‘âm/122, Şûrâ/52-53, Mâide/15-16, Ahzâb/45-48) konu edilmiştir:

Burada,
O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur nitelemesiyle, gönderilen kitap ve elçinin süresizlik ve evrenselliği beyân edilmektedir. Bu, her insanın kolayca anlayabileceği şekilde izah edilmiştir: O, doğu-batı gibi herhangi bir yöreye, mekana indirgenemez; evrenin her yerindedir. Onun yakıt desteğine, enerji takviyesine ihtiyacı yoktur. O, inci gibi kat kat koruma altına alınmıştır. Mahfazaları şeffaftır, koruma katmanları ışığının yayılmasına engel olmaz.

Allah'ın nûr oluşu, âhiret âlemi için de kullanılmıştır:

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez. [Zümer/69]

36,37,38) Allah'ın, yükseltilmesine, içerisinde Kendi isminin anılmasına izin verdiği evlerde/okullarda, devamlı olarak Kendisini arındıran öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş onları, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaktan, ayakta tutmaktan] ve zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi vermekten alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine armağanlarından artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.
Bu âyetlerde, Allah'ın öngördüğü ilkeleri öğrenen ve öğretenler övülmüştür. Burada konu edilen kimseler, Allah'ın nûrundan istifade eden kimselerdir. Bunlar:

• Ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir.

• Allah, işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkan kimselerdir.

• İşte bu bilince eren kimseler mescitlerde sürekli olarak Allah'ı tesbih ederler, O'nun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu öğretirler.

Bu âyette İslâm dininin özü olarak tevhid ve sâlihâtın işlenmesi, özellikle de salâtın ikâmesi zikredilmiştir. Dinin özüne, Beyyine sûresi'nde de işaret edilmişti:

5Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikame etmeleri [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmaları, ayakta tutmaları], zekâtı/vergiyi vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. [Beyine/5]

Burada
salât'ın, "topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek" olduğunu, bunun, "zihnî" ve "mâlî" olmak üzere iki yönü bulunduğunu hatırlatalım: Zihnî yönü ile salât, "eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek"tir. Mâlî yönü ile salât ise, "iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek"tir. Salâtın ikâmesi ise, "zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların giderilmesi ve bunun ikâmesi"dir [sürdürülmesi/ayakta tutulmasıdır]. Zihnî yönü ile salâtın iqâmesi, eğitim ve öğretim yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açmayı ve bunları ayakta tutmayı, mâlî yönü ile salâtın ikâmesi ise, iş alanları açmayı, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemleri teşkil etmeyi, yoksul ve yetimleri destekleyerek –bekâr ve dulları evlendirmek de dâhil– sorunları sırtlamayı, dertlerine deva olmak için kurumlar oluşturmayı ve bunları yaşatarak ayakta tutmayı kapsar.

Burada övülen yiğitler, gerçek ilâhiyat/tevhid öğretmenleridir.

18Yaklaşan gün hakkında da onları uyar. O zaman kalpler yutkunarak; dehşetten ürpererek gırtlaklara dayanmıştır. Şirk koşmak suretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimse için ne sıcak bir dost vardır, ne de itaat edilecek bir destekçi, yardımcı, iltimasçı... [Mü’min/18]

42,43Sakın şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yaptıklarından Allah'ın duyarsız/bilgisiz olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. [İbrâhîm/42-43]

40Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve Kendi katından büyük bir ecir verir. [Nisâ/40]

160Kim iyilik getirirse, artık ona getirdiğinin on misli vardır. Kim de kötülük getirirse, artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. [En‘âm/160]

245Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz. [Bakara/245]

261Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah, bilgisi ve rahmeti geniş ve sınırsız olandır, çok iyi bilendir. [Bakara/261]

Burada yükseltilmesine, içinde Allah'ın zikredilmesine izin verilen evler mescitlerdir:

18Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. [Cinn/18]

39,40) Ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişiler; onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susuz kalan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey bulamaz. Yanında Allah'ı bulmuştur. Sonra da Allah ise onun hesabını tastamam ödemiştir. Allah, hesabı çok çabuk görür. Yahut çok derin, engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga kaplamakta; üstünde de bulut vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez. Ve Allah, kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan herhangi bir şey yoktur.
Bu âyetlerde, Allah'ın nûrunu değerlendiremeyenler kınanmakta, onların hâlleri iki misalle örneklenmektedir: Kâfirlerin amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, ona vardığında da orada herhangi bir şey bulamaz. (Yanında Allah'ı bulmuştur. Sonra da O [Allah] ise onun hesabını tastamam ödemiştir. Allah hesabı çok çabuk görür.) Ya da kâfirlerin amelleri çok derin engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; onu dalga üstüne dalga kaplamakta; üstünde de bulut vardır. Birbiri üstüne karanlıklar... Kime, elini çıkarıp uzatsa, nerdeyse onu dahi göremez.

Burada bu karanlık üstüne
karanlık ile, kâfirlerin kalplerini bürüyen cehâlet, şüphe ve şaşkınlık, bulut ile de kalbinin kabuk bağlaması ve mühürlenmesi kastedilmiştir.

Ve Allah kime nûr vermemişse, artık o kimse için nûrdan herhangi bir şey yoktur: Bunlar, Allah'ın verdiği nûrdan [Kur’ân'dan, Elçi'den] nasiplenmemiş kimselerdir. Allah'ın nûrundan başka da nûr/ışık yoktur. Başkalarının ışık diye insanlığa empoze ettiği ilkeler, sistemler, ideolojiler hep bataklığa götürür:

28,29Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin, O'nun Elçisi'ne inanın ki –Kitap Ehli, Allah'ın armağanlarından hiçbir şey elde edemeyeceklerini ve şüphesiz armağanların Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine verdiğini bilsinler diye–Allah size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir ışık yapsın ve sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Ve Allah, büyük armağan sahibidir. [Hadîd/28-29]

Burada inançsızların, Allah'ın nûrundan yararlanmayanların dünya ve âhiretteki hayal kırıklıkları örneklerle anlatılmaktadır. Kâfirlerin amellerinin işe yaramadığı, yaramayacağı başka örneklerle de anlatılmıştı:

103De ki: "Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi? 104Onlar, yapay olarak, güzellik ürettiklerini sanırken, dünyadaki çalışmaları da boşa gitmiş olan kimselerdir."

105İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı bilerek reddetmiş/inanmamış kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/hiç bir değer vermeyiz. [Kehf/103-105]

257Allah, inananların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere gelince; onların yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınları tâğûttur ki kendilerini aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. [Bakara/257]

23Ve Biz, Bize kavuşmayı ummayanların amelden her yaptıklarının önüne geçtik de onu saçılmış toz zerreleri durumuna getiriverdik. [Furkân/23]

Ve İbrâhîm/1-3, Zümer/22, Âl-i İmrân/21-22.

41) Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi arındırmasını ve desteğini/doğaya yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi bilendir.
Bu âyette, göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların Allah'ı tesbih ettikleri [Allah'ın tüm kemal sıfatları ile muttasıf olup tüm noksanlıklarından münezzeh olduğuna kanıt oldukları] bildirilmektedir. Bu, İsrâ sûresi'nde de vurgulanmıştı:

44Tüm gökler/uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayandır. [İsrâ/44]

Ancak burada,
Hepsi kendi tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir buyurularak, her varlığın bir salâtının [desteğinin] olduğu ve bunu yerine getirdiği de bildirilmektedir. Zira evrendeki her şey bir sebebe mebni yaratılmıştır; batıl/boş yere yaratılmamıştır:

27Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline! [Sâd/27]

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Âl-i İmrân/190-194]

En‘âm/73, Yûnus/5, İbrâhîm/19, Hicr/85, Nahl/3, Ankebût/44, Rûm/8, Zümer/5, Ahkâf/3, Duhân/39, Câsiye/22 ve Teğâbün/3'e de bakılabilir.

Burada üzerinde duracağımız nokta, âyetteki
dizi dizi uçanlar ifadesidir. Âyetteki tayr sözcüğü, sadece "kuş"u değil, küçük bir böcekten, arıdan, uçağa ve bulutlara kadar her türlü uçan cismi içine alır. Burada aklımıza gelenlerden birkaçı hakkında bilgi sunmak istiyoruz:

ARILAR

Bu uçucular, bal üreterek insanlığa katkıda bulunurlar. Ama bunların bal üretmekten daha önemli bir görevleri vardır. Dünyadaki bitkilerin döllenmesinin % 90'ı arılar tarafından gerçekleştirilir. Arıların bu desteği olmasa yeryüzünde meyve, sebze, tahıl vs. hiçbir şey yetişmez.

KUŞLAR

Kuşlar, besin zincirinin önemli halkalarını oluştururlar. Ayrıca eko-sistemin sağlık ve devamlılığı için inanılmaz ölçüde destek sağlarlar.

KARGALAR

Ormanda yaşayan türleri meşe tohumlarını alarak daha sonra yemek için ağaç kovuklarına saklar ya da toprağa gömer. Daha sonra nereye gömdüklerini unuturlar. Bu tohumlar zamanla çimlenir, fidan ve ağaç olur. Cevizle beslenen türlerin de, ceviz ağaçlarının da çoğalmasını sağlarlar. Bunlar, kırılması için cevizleri ağaçtan ya da binaların tepelerinden aşağı atar, kırılan cevizlerin içini yerler. Kırılmayan cevizler ise toprakta zamanla yeşerir ve ağaç olur. Ayrıca diğer tohumları ağızlarıyla ya da dışkılarıyla taşıyarak ormanlaşmada ve ormanların yenilenmesinde önemli rol oynarlar.

DİĞER KUŞLAR

Güvercinler haberleşme, doğan ve şahin avcılık hususunda insanlara destek olurlar. Yırtıcı kuşlar, kemirgenler, sürüngenler, kurbağalar ve küçük kuşlar gibi canlıları avlayarak, doğadaki sayılarını kontrol altında tutarlar. Böcek yiyen kuş türleri birçok tarım zararlısını yiyerek ekonomik yarar sağlamalarının dışında sivrisinekleri de yiyerek sıtma gibi hastalık vakalarını azaltırlar. Leş yiyici olan akbabalar, potansiyel olarak birçok hastalık tehlikesini önlerler.

Doğadaki fosfor döngüsü de balıkçıl kuşlar vasıtasıyla gerçekleşir. Fosforun denizlerden karalara dönüşü, balıkçıl ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları yoluyla olur.

Rüzgârdan elde edilen enerji ve bulutların yağmur taşımadaki destekleri de herkesçe bilinen bir gerçektir.

KENEYE KARŞI: "KEKLİK"

Çevre Bakanlığı, 10 bin tane
kekliği doğaya saldı. Bir keklik, yılda 1 milyon süne ve kene yiyor.

Çevre ve Orman Bakanlığı, Yozgat ve Kahramanmaraş'ta
"Keklik Üretim Merkezi" kurdu. Her iki ilde, yılda yaklaşık 90 bin keklik civcivi üretilecek.

Önümüzdeki yıl da İstanbul'da; "
Keklik Üretim Merkezi" faaliyete geçecek. Kekliklerin yararları saymakla bitmiyor. Yani keklikler, doğada keneleri yok edici silah olarak kullanılacak. AK Parti Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek, keneyle mücadelede, kekliğin önemine değinerek:

"KEKLİK YAKALADIĞI YERDE KENEYİ YOK EDİYOR"

"Bir
keklik demek, 1 milyon süneyi ve keneyi ortadan kaldırmak demektir" dedi. Çiçek, daha önce yurtdışından, kene ilacı getirildiğini hatırlatarak:

"Bu ilaçlar, keneyi ve süneyi öldürmüyordu. Keklik öyle değil. Keklik, yakaladığı yerde, keneyi yok ediyor" bilgisini verdi.





Kene, kımıl ve süneye karşı sadece keklik değil; "Sülün Üretim Merkezleri" de kuruluyor. Şu ana kadar Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından İstanbul, Bursa ve Samsun'da kurulan Sülün Üretim Merkezleri'nde, yılda ortalama 130 bin civarında sülün civcivi yetiştirilerek doğaya salınıyor.

"YAŞADIĞIMIZ GEZEGENİ YOK EDİYORUZ!"

Bütün bu çabalara rağmen; insanlığı, ciddi
haşere-böcek istilaları ve hastalıkları bekliyor. Sadece kene meselesi, kuş gribi vs. değil; daha yaygın-öldürücü hastalıklar,ekolojik çevrenin bozulması ve ekolojik canlı zincirin kırılmasıyla ortaya çıkacaktır. Küresel ısınma, ekolojik sistemin bozulması, Dünya'daki tüm canlı yaşamı tehdit etmektedir. İnsanoğlu, bindiği dalı kesiyor, oturduğu evi tahrip ediyor. Bunun bedelini ödeyecektir. Sünnetullah; Allah'ın yasası budur. "Herkes elleriyle yaptığının karşılığını bulacaktır."

BUGÜNKÜ "DÜNYA FELSEFESİ"NİN SONU İFLASTIR!

Bugün hala insanlar, hayvanları avlamıyor mu? Keklikleri, sülünleri vs. avlayarak; kendi elleriyle bozduğu
ekosistemin ve küresel ısınmanın tahribatına katkıda bulunmuyor mu? Son darbeyi vurmuyor mu? Bir tarafta avcı insanlar, ellerinde silahlar, zevk için avlanacak;kuş türleri yok edilecek; diğer taraftan keklik-sülün yetiştirilip doğaya salınacak. Avlanmanın, insanlık için tek bir meşru sebebi olabilir: O da, insanın beslenmesi-karnını doyurması. Zevk için avlanma, zevk için üretim, zevk için tüketim. İşte Dünya'nın bugünkü felsefesi.. Bu felsefenin sonu iflastır. Dünya'da, bugün iflasa doğru koşuyor. Ders alanlar var mıdır?

42) Göklerin ve yeryüzünün hükümranlığı yalnızca Allah'a aittir. Dönüş de ancak Allah'adır.
43) Şüphesiz Allah'ın, bulutları sürüklediğini, sonra onları bir araya getirdiğini, sonra da üstüste yığdığını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? İşte görüyorsun ki bunların arasından yağmuru çıkarıyor. Ve O, gökten, içinde dolu bulunan dağ gibi bulutları indirir de onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı nerdeyse gözleri alır!
44) Allah, geceyi ve gündüzü çevirir durur. Şüphesiz sağduyu sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır.
45) Ve Allah, her canlıyı sudan oluşturdu. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimileri iki ayak üzerinde yürümekte, kimi de dört ayak üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini oluşturur. Hiç şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
46) Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah, dileyen kimseyi dosdoğru yola iletir.
Bu âyetlerde de Allah'ın nûrundan istifade etmenin yolları gösterilmektedir. Bu yollar, kişinin Allah'ı tanıması ve bunu gözlemle yapması gerektiğidir. Çünkü evrende insanların gözü önünde cereyan eden sistemler, Allah'ın imzasını taşımaktadır.

Bu âyet grubunda, Allah'ın kâinattaki binlerce âyetinden sadece bir kaçına dikkat çekilmiştir:
Göklerin ve yeryüzünün mülkü [hükümranlığı] yalnızca Allah'a aittir. Dönüş de ancak Allah'adır.

Gözlem ve araştırma yapan herkes bunun böyle olduğuna anlar. Meselâ, herkes bulutların sürüklediğini, sonra onların bir araya getirildiğini, sonra üstüste yığıldığını, bunların arasından da yağmurun çıkarıldığını; gökten, içinde dolu bulunan dağ gibi bulutların indirildiğini, kimine isabet ettirildiğini, kiminden de uzak tutulduğunu; şimşeğin parıltısının nerdeyse gözleri aldığını; gece ve gündüzün çevirilip durduğunu görebilir. Bütün bunlarda basiret sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır.

Yine incelendiğinde anlaşılır ki, her canlı sudan yaratılmıştır. Buna rağmen kimi karnı üzerinde, kimi iki ayak üzerinde, kimi de dört ayak üzerinde yürüyor. Öyleyse, Allah dilediğini yaratıyor. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Yine araştıran herkes görecektir ki, Allah, apaçık âyetler indirmiş; dileyen kimseyi dosdoğru yola iletiyor. Burada gerçeği bulmaya yapılan delâlet, Kur’ân'ın birçok âyetinde yer almıştır. Bunlardan bir kaçını naklediyoruz:

30Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimseler, gökler ve yer bitişik bir hâlde idi de Bizim o ikisini ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan oluşturduğumuzu görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı? [Enbiyâ/30]

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Âl-i İmrân/190-194]

47) Ve onlar, "Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik" diyorlar. Sonra da onlardan bir grup, arkasından geri duruyorlar ve bunlar, mü'minler değildir.
48,49) Ve aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, onlardan bir grup mesafelenmişler. Ama eğer hak kendi lehlerine ise, o'na, gönülden bağlı kimseler olarak gelirler.
50) Peki, onların kalplerinde bir hastalık mı var; onların zihniyeti mi bozuk? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah ve Elçisi'nin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Tam tersine onlar, yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir!
51) Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Elçisi'ne davet edildiklerinde mü'minlerin sözü ancak "İşittik ve itaat ettik" demeleri oldu. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
52) Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O'nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.
53) Ve o münâfıklar, sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde kesinlikle savaşa çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah'a yemin ettiler. De ki: "Yemin etmeyin. İtaat, örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen şekildir! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır."
54) De ki: "Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin." Artık, eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki o'nun üzerine olan, sadece kendisinin yüklendiğidir. Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer Elçi'ye itaat ederseniz, kılavuzlandığınız doğru yola girersiniz. Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık mesajı iletmektir.
Bu pasajda, önce münâfıkların tavırları ve konumları, sonra da mü’minler konu edilmiştir: Münâfıklar, "Allah'a ve Elçi'ye inandık ve itaat ettik" diyorlar. Sonra da onlardan bir grup, geri duruyor, bunlar mü’min değillerdir. Ve aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisi'ne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup mesafelenip gitmektedir. Ama eğer hakk kendi lehlerine ise, o'na gönülden bağlı kimseler olarak gelmektedirler.

Bunların bu davranışı, kalplerinde bir hastalık olmasından mı, şüpheye düşmelerinden mi, Allah ve Elçisi'nin kendilerine hakksızlık edeceğinden korkmalarından mı? Bilakis onlar, zâlimlerin ta kendileridir!

Rasûlullah emrettiği takdirde savaşa çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin eden münâfıklar,
yemin etmeyin. İtaat, ma‘rûftur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınıza haberdardır. Allah'a itaat edin, Elçi'ye de itaat edin. Artık, eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, o'nun üzerine olan, sadece o'nun yüklendiğidir. Sizin üzerinize de, size yüklenendir. Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir diye uyarılmaktadırlar.

Mü’minler ise –münâfıkların aksine– aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Elçisi'ne davet edildiklerinde ancak "İşittik ve itaat ettik" derler. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Pasajda münâfıklar ve mü’minlerin durumları açıklandıktan sonra kısa ama evrensel bir mesaj verilmektedir: Kim Allah'a ve Elçisi'ne itaat eder, Allah'a haşyet duyar ve O'na takvâlı davranırsa, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair kaynaklarda şu nakiller bulunmaktadır:

Mukâtil şöyle der: Bu âyet, münâfık Bişr hakkında nâzil olmuştur. O, bir arazi yüzünden bir Yahûdi ile münakaşa etmişti. Yahûdi onu, aralarında hüküm vermesi, için, "Rasûlullah'a gidelim" diye çekiyordu. O münâfık ise, Yahûdiyi (Yahûdî olan) Ka‘b b. el-Eşref'e götürmeye çalışıyor ve, "Muhammed bize zulmeder, hakksızlık yapar" diyordu." Bunların bahsi Nisâ sûresi'nde (âyet 65) geçmişti.

Dahhâk ise şöyle demiştir: Bu âyet, Muğîre b. Vâil hakkında nâzil olmuştur: Muğîre ile Hz. Ali arasında ortak bir arazi vardı. Derken bunu bölüştüler. Hz. Ali'ye, suyun çok zor çıkabileceği yer düştü. Muğîre, Hz. Ali'ye, "Arazini bana sat" dedi. Hz. Ali de onu ona sattı ve el sıkışıp, satışı tamamladılar. Muğîre'ye, "Suyun çıkmayacağı çorak bir yer aldın" denilince, o, Hz. Ali'ye, "Arazini geri al. Çünkü onu, beğenmem şartıyla satın almıştım. Fakat onu beğenmedim, çünkü oraya su çıkmıyor" dedi. Hz. Ali (r.a) de, "Hayır. Sen onu satın aldın, beğendin ve el sıkışıp, bu işi bitirdin. Hem sonra oranın durumunu da biliyordun. Binâenaleyh onu geri almıyorum" dedi ve onu, mahkemeleşmek için, Rasûlullah'a gitmeye davet etti. Bunun üzerine Muğîre, "Muhammed mi, ben o'na gelmem ve o'nun hükmüne başvurmam. Çünkü o bana karşı kızgındır ve bana hakksızlık etmesinden korkarım" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet indi. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Münâfıkların bu tutumları daha önce de konu edilmişti:

59Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahiplerine/anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.

60Kesin olarak, inanmamakla emrolundukları tâğutu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Şeytan da onları uzak/geri dönülmez bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor.

61Ve onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!" denince, o münâfıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün.

62Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman bak nasıl oldu!

63Sonra, "Biz, sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik" diye Allah'a yemin ederek sana geldiler. İşte onlar, Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen, onlardan mesafelen ve onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, derinden etkileyecek güzel söz söyle!

64Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle/bilgisi ile itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık ettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, sen de onlar için bağışlanma isteseydin, kesinlikle Allah'ı tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı veren, çok merhamet eden olarak bulurlardı.

65Artık, hayır! Rabbine andolsun ki onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar. [Nisâ/59-65]

Ve Fetih/11, Tevbe/42-43, Tevbe/96, Haşr/11-12, Şûra/52-53.

54. âyetteki,
Eğer o'na itaat ederseniz, hidâyete erersiniz. Elçi'nin üzerine olan da, sadece apaçık tebliğdir ifadesinde yer alan Peygamber'in görevi, birçok âyette hatırlatılmıştı:

40Ve onlara vaat ettiğimizin bir bölümünü sana göstersek yahut sana geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırsak, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. [Ra‘d/40]

21,22Haydi, öğüt ver/hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. [Gâşiye/21-22]

48Buna rağmen eğer onlar yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz, seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. Ve Biz, şüphesiz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevindi; eğer elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir kötülük isabet ederse de, o zaman görürsün ki şüphesiz o insan çok nankördür. [Şûrâ/48]

55) Ve Allah, sizlerden iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış olan kimselere, kendilerinden öncekileri başkalarının yerine getirdiği gibi, yeryüzünde onları da başkalarının yerine geçireceğini, onlar için beğenip seçtiği dini onlar için kesinlikle tutunduracağını ve korkularından sonra, onları kesinlikle güvene değiştireceğini vaat etti. Onlar Bana kulluk ederler, Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da kim küfrederse; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddederse /inanmazsa, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir.
56) Ve rahmet olunmanız için salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verin ve o Elçi'ye itaat edin.
57) Sakın, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş şu kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma/sakın sanmasınlar! Onların da varacağı yer Ateş'tir. Kesinlikle de o, ne kötü bir varış yeridir!
Bu pasajda, samimi mü’minler onurlandırılmakta; inanmış ve sâlihâtı işlemiş kimselerin âkıbetleri bir vaad-i Rabbânî olarak beyân edilmekte ve onlara birtakım görevler verilmekte, kâfirler ise tehdit edilerek uyarılmaktadırlar.

• Allah, iman eden, O'na kulluk eden, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan ve sâlihâtı işleyen kimseleri, –kendilerinden öncekileri halifeler kıldığı gibi– yeryüzünde halife kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini], onlar için beğenip seçtiği dini tutunduracağını ve korkularından sonra onları güvene erdireceğini vaat etmiştir. (
Bundan sonra da kim inkâr ederse, artık işte onlar, yoldan çıkanların ta kendileridir.)

• Mü’minler, kendilerine rahmet edilmesi için salâtı ikâme etmeli, zekâtı vermeli ve o Elçi'ye itaat etmelidirler.

• Küfreden kimselerin, yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacakları sanılmamalıdır. Onların varacağı yer ateş'tir ve o, ne kötü bir varış yeridir!

Allah'ın mü’minlere yardım edeceği, kâfirlerin Allah'ı âciz bırakamayacakları kesindir:

26Ve hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız, yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz da Allah, kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye barındırmıştı, sizi yardımıyla güçlendirmişti ve size temiz-hoş şeylerden rızıklar vermişti. [Enfâl/26]

20İşte onlar, yeryüzünde âciz bırakanlar değillerdir. Kendilerinin Allah'ın astlarından koruyan, yol gösteren, yardım eden yakınları yoktur. Onlar için azap kat kat artırılır. Onlar vahyi işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı. [Hûd/20]

58) Ey iman etmiş kimseler! Yasalar çerçevesinde himayenizde bulunanlar[#393] ve sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah eğitim-öğretiminden önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, gece eğitim-öğretiminden sonra izin istesinler. Bunlar, sizin için açık ve korumasız üç zamandır. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
59) Ve sizden olan çocuklar, ergenlik çağına geldikleri zaman, artık kendilerinden önceki kişiler; ağabeyleri, ablaları izin istedikleri gibi izin istesinler. Allah, Kendi âyetlerini size işte böyle açığa koyar ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
60) Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar, artık zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
61) Âmâya suç yoktur; topala suç yoktur; hastaya suç yoktur; sizin için de kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya annelerinizin evlerinden veya erkek kardeşlerinizin evlerinden veya kız kardeşlerinizin evlerinden veya amcalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın evlerinden veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu hâlde veya ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Artık evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından bereketli ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize güvenlik oluşturun. İşte Allah, aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini böyle ortaya koyar.
Bu pasajda da aydınlatıcı ve toplumsal huzuru sağlayıcı bazı ilkeler konulmaktadır:

• Yeminlerinizin sahip olduğu [yasalar çerçevesinde himayeye alınmış] kimseler ve erginlik yaşına gelmemiş olanlar üç durumda; sabah salâtından önce, öğle vaktinde elbiselerin çıkartılıp istirahat edildiği esnada, gece salâtından sonra odalarınıza girmek için izin istemelidirler. (
Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır.]) Bu üç vakit dışında odalarınıza girip çıkmalarında sakınca yoktur.

• Çocuklar, ergenlik çağına geldikleri zaman, kendilerinden öncekilerin [ağabeylerinin, ablalarının] izin istedikleri gibi izin istemelidirler.

• Nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınların, zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında bir sakınca yoktur. Fakat iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır.

• Âmâya, topala, hastaya suç yoktur.

• Kendi evlerinden, baba evlerinden, anne evlerinden, erkek kardeş evlerinden, kız kardeş, amca evlerinden, hala evlerinden, dayı evlerinden, teyze evlerinden, anahtarları elde olan evlerden yahut dost evlerinden yemek yenilmesinde bir sakınca yoktur.

• Toplu hâlde veya ayrı ayrı yemek yenilmesinde de sakınca yoktur.

• Evlere girildiğinde, Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak herkes kendine bir güvenlik oluşturmalıdır.

60. âyette,
Nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınların zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur ifadesiyle, yaşlanmış kadınların istisnâ edilmesi, erkeklerin onlara arzu duymamasındandır. Zira yaşlı kadınlar, fitne ve huzursuzluğa sebebiyet vermeyecek bir duruma gelmişlerdir. Dolayısıyla bunlara, diğer kadınlara serbest olmayan şeyler serbest kılınmış, böylece maddî ve manevî külfetten kurtarılmışlardır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi] güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, dış elbiselerini çıkarmaları hususunda ruhsat vermek sûretiyle onlara bu imkânı da sağlamıştır.

Âyetteki,
artık zînetlerini dışa vurmadan ifadesi de, "kendilerine bakılsın diye zînetlerini açığa vurmaksızın ve süslenmeye kalkışmaksızın" demektir.

62) Mü'minler ancak, Allah'a ve Elçisi'ne inanmış, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken o'ndan izin istemedikçe çekip gitmeyen kimselerdir. Şüphesiz senden izin isteyen şu kimseler; işte onlar, Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver, onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
63) Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi yapmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir sosyal yangının isabet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.
64) Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir. Kendisine döndürülecekleri günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verecektir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.
Birtakım nezaket kurallarının öngörüldüğü bu âyetler, Kur’ân indiği dönemdeki insanların çevresel ilişkiler, nezaket kuralları yönünden hangi seviyede olduklarını göstermektedir:

• Mü’minler, Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşgul iken o'ndan izin almadan gitmeyen kimselerdir. (Şüphesiz şu senden izin isteyen kimseler; işte onlar Allah'a ve Elçisi'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.)

• Mü’minler, Elçi'yi çağırmayı, birbirini çağırmaları gibi saymamalıdırlar. (Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.)

Bu uyarı, Hucurât sûresi'nde detaylı olarak beyân edilmiştir:

1Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın ve Elçisi'nin iki eli arasında öne geçmeyin/dinde kendi görüşlerinizi öne çıkarmayın. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.

2Ey iman etmiş kimseler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan, saygısızlıkta ileri gidersiniz de amelleriniz boşa gidiverir.

3Şüphesiz Allah Elçisi'nin huzurunda seslerini kısan kimseler; işte onlar, Allah'ın, kalplerini Kendisinin koruması altına girmesi için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara bağışlanmışlık, korunmuşluk ve büyük bir ödül vardır.

4Şüphesiz sana odaların arka tarafından seslenen kimseler; onların çoğu akıllı davranmıyorlar.

5Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Ve Allah, kullarının günahlarını çok bilerek reddeden, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.

6Ey iman etmiş kimseler! Eğer hak yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse hemen araştırın/tesbit edin. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız/zarar getirirsiniz de yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz.

7,8Ve şüphesiz içinizde Allah'ın Elçisi'nin varlığını bilin. Şâyet o, birçok işlerde size uysaydı, kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, Kendisinin bir lütuf ve nimeti olarak, size imanı sevdirdi ve onu kalplerinize zînet yaptı. Küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi, hak yoldan çıkmayı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte bunlar, rüşde/akıl erginliğine sahip kimselerin ta kendileridir. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır, en çok sağlam yapandır. [Hucurât/1-8]

Âyette konu edilen,
Elçi ile birlikte sosyal bir işle meşguliyet, "yöneticinin (o gün Peygamber'in) bir maslahatı yaygınlaştırmak için insanları toplamaya gerek duyduğu, salâtın ikâmesi; eğitim-öğretim, sosyal yardım faaliyetleri, yasama-yürütme istişare toplantıları, savaş hazırlıkları vs. gibi çalışmalar"dır.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair kaynaklarda şu bilgiler yer alır:

Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kureyşliler Ebû Süfyân'ın, Gatafanlılar da Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında Medîne üzerine hücum etmek üzere geldikleri vakit, hendeğin kazılması hakkında nâzil olmuştur. Peygamber (s.a) Medîne etrafında hendek kazmaya başlamıştı. Bu da hicretin 5. yılı Şevval ayında gerçekleşmişti. Münâfıklar işten kurtulmak için görünmeden biri diğerinin arkasına saklanarak sıvışıp gidiyorlar ve gerçekle ilgisi olmayan mazeretler ileri sürüyorlardı. Buna benzer bir rivâyeti Eşheb ile İbn Abdi'l-Hakem, Mâlik'ten nakletmiştir. Muhammed b. İshâk da böyle demiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Sûrenin sonunda da mü’minler, Gözünüzü açın! Şüphesiz göklerde ve yeryüzünde olan şeyler Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde olduğunuzu kesinlikle bilir. Kendisine döndürülecekleri günde de, yapmış olduklarını hemen kendilerine haber verecektir. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir buyurularak bir kez daha uyarılmıştır.