Tekvir

1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11,12,13,14) Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde, çıkarlar ve en iyi gelir kaynakları[#32] işe yaramaz olduklarında, canlılar yaratılış özelliklerini yitirdiklerinde,[#33] denizler kaynatıldığında, insanlar inanç ve amellerine göre gruplandığında,[#34] inim inim inletilenlere,[#35] "Hangi günahtan dolayı öldürüldüğü/hayatı mahvedildiği?" sorulduğunda, amel defterleri açılıp yayınlandığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes ne hazırladığını anlar.
1Güneş katlanıp dürüldüğünde,

"تكوير Tekvir" sözcüğü, " كوّرت küvvirat" fiilinin mastarı olup "كور kevr" sözcüğünden türemiştir. Tekvir; yuvarlak şekle sokmak, toplamak, sarık sarar gibi sarmak, bohçalamak anlamlarına geldiği gibi, devirmek, kürümek, yıkıp atmak anlamlarına da gelir. [Lisanü’l Arab, "kvr" mad. ] Bu sözcük Arapça'dan Farsça'ya ve Farsça'dan da Türkçe'ye "kör olmak" anlamında geçmiştir. Sözcüğün yapısı [tef'il babından oluşu] çokluk, peklik anlamlarını içerir. Bu kalıp işin "çok" yapıldığını ifade ederek fiile "çok sarılmış, çok yuvarlanmış" anlamını kazandırır. Bu hususlar dikkate alındığında "Küvviret" sözcüğü ayette "Güneş iyice köreltildiğinde" anlamını ifade eder.

2yıldızlar bulandığında, 3dağlar yürütüldüğünde, 4çıkarlar ve en iyi gelir kaynakları işe yaramaz olduklarında/on aylık gebe develer umursanmadığında,

dördüncü ayetin orijinalinde geçen "عشأر işar" sözcüğü on aylık gebe develer için kullanılmaktadır. Araplar on aylık gebe develere doğuruncaya kadar bu adı verirler. [Lisanü’l Arab, "aşr" mad. ] Bu develer hem süt hem de yavru vermeleri bakımından çok kıymetlidirler.

Bu nitelikteki develerin başıboş bırakılmasından maksat, çobansız ve bakımsız bırakılarak umursanmamalarıdır. Zira korkunç kıyamet olayları içinde, develerin sahipleri böyle en kıymetli mallarını bile başıboş bırakıp kaçışacaklardır.

Âyetin orijinalindeki sözcüklerin lafzî anlamı, "on aylık gebe develer umursanmadığında" şeklindedir. "On aylık gebe deve", çiftlik, fabrika, maden ocağı, han, hamam vs. gibi o günün insanlarının çıkarlarını ve sahip oldukları en iyi gelir kaynaklarını ifade eder.

Bu ayetin mesajının dünyanın çeşitli yerlerindeki sosyal çevrelere farklı farklı anlatılması gerekir. Ayetin esas mesajı, o an geldiğinde herkesin çok değer verdiği şeyleri terk edeceklerini, bırakacaklarını, unutacaklarını bildirmesidir. Bu durumda ayetteki mesaj, bir sanayi ülkesinde "Fabrikalar bırakılıp kaçıldığında...", bir finans çevresinde "Bankalar açık bırakılıp kaçıldığında...", denizciliğin önemsendiği bir yörede ise "Kaptan gemisini terk edip kaçtığında" şeklinde anlaşılmalıdır.

5canlılar yaratılış özelliklerini yitirdiklerinde,

Âyetteki orijinal ifadelerin lafzî manası, "vahşî hayvanlar bir araya toplandığında" şeklindedir. Burada bu ifade ile kıyâmetin dehşetiyle vahşi hayvanların bile, koyun ve kuzu gibi bir arada toplanacakları, dolayısıyle bunların, kendi öz benliklerini yitirecekleri bildiriliyor.

Normal şartlarda vahşî hayvanların bir araya toplanması mümkün değildir. Ama kıyamet şartlarında her şey alt üst olacak, her şey aslî niteliğini yitirecektir. Korkunçluğun verdiği dehşet ile vahşî hayvanlar bile şaşırıp kalacaklar, yaratılış özelliklerinin aksine davranacaklardır.

6denizler kaynatıldığında,

Surenin ilk altı ayetinde kıyametin ilk aşamaları anlatılmıştır. Bu ilk aşamaların nasıl gerçekleşeceği ile ilgili olarak değişik bilim dalı mensuplarınca birçok teori geliştirilmiştir. Bu teorilerin öngördüğü aşamalar birbirinden farklı da olsa, gerçekleşeceğini düşündükleri son, ayetlerde açıklandığı gibi her şeyin normal akışından çıkacağı, evrenin düzeninin bozulacağı, kısaca kıyametin kopacağı şeklindedir. Bu teoriler henüz birer öngörü mahiyetinde oldukları için daha fazla açıklanmalarına gerek yoktur. Belirtilmesi gereken en önemli yanları, Kur'an'ın bildirdiği kaçınılmaz sonun hepsi tarafından da kabul ediliyor olmasıdır.

Kıyamete ait sahneler başka detaylar verilerek ileride pek çok ayette karşımıza çıkacaktır. Meselâ İbrahim suresinin 48. ayetinde bu sahne şöyle anlatılmıştır:

"O gün yerküre başka bir yerküreye dönüştürülür. Gökler de öyle. Hepsi o Vâhid [Sıfatlarında, özelliklerinde tek ve biricik olan; kullarının ibadet ve yönelişlerinde kendisine herhangi bir varlığı eş ve aracı tutmalarını istemeyen] ve Kahhar olan [Kâfirleri kahrı altında ezen] Allah'ın huzurunda dikilir."

7insanlar inanç ve amellerine göre gruplandığında,

Âyetin orijinalindeki ifadenin lafzî anlamı, "nefisler eşleştirildiğinde" şeklindedir. Vâkıa/7'ye (127. necm) göre buradaki eşleştirme, "sağcılar, solcular ve öncüler" şeklinde insanların kendi aralarındaki eşleştirmedir, birleştirmedir, yani grup grup toplamadır.

Bu ayetten itibaren kıyamet sahneleri bitmiş, mahşer sahneleri anlatılmaya başlanmıştır.

Ayetteki "Nefislerin eşleştirilmesi" ifadesi hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. "Ruhlar bedenleriyle birleştirildiğinde", "Herkes amellerinde kendi benzerleriyle birleştirildiğinde", "Müminler hurilerle birleştirildiğinde", "Yahudi Yahudi ile, Hıristiyan Hıristiyan ile birleştirildiğinde", "Canlar amelleriyle birleştirildiğinde" şeklindeki yorumlar bunlardandır.

Ayetteki "زوّجت züvvicet" kelimesi, bir araya getirmek demektir. Ama her hangi iki şeyi bir araya getirip bir çift oluşturmak değil, bir şeyi misliyle, simetrik eşiyle bir araya getirmek, bir takım oluşturmak demektir. Aynı kelime, Şûra suresinin 50. ayetinde bir batındaki/ana karnındaki birden çok çocuğu ifade etmek için, Vakıa suresinin 7. ayetinde ise mahşerde diriltilen insanların üç grupta toplanmalarını ifade etmek için de kullanılmıştır.

Tekvir suresinin bu ayetinde de mahşer sahnelendiğine göre, Vakıa suresinin 7. ve sonraki ayetleri bu ayetin detayı olarak düşünülebilir. Bu durumda, ayette geçen eşleştirmenin Vakıa suresindeki "sağcılar, solcular ve öncüler" şeklinde kendi aralarındaki eşleştirme ile aynı olduğu söylenebilir.

8,9inim inim inletilenlere, "Hangi günahtan dolayı öldürüldüğü/hayatı mahvedildiği?" sorulduğunda,

Ayetin orijinalinde geçen "موؤدة Mev'ude", "وئد Ve'd" kökünden türemiştir. "وئد Ve'd", şiddetli, yüksek, gür ses, avaz, uzaktan duyulan uğultu demektir. [Lisanü’l Arab, "v e d" mad. ]

Mev’ude için genellikle cahiliye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki insanlık dışı âdetlerine denmektedir.

Arapların kimisi bunu kızları yüzünden ileride başlarına utanç verici bir olay gelebilir korkusuyla, kimisi de "melekler Allah'ın kızlarıdır" inanışına uygun olarak kızlarını meleklere katmak üzere yaparlardı. Fakat onları bu zulme iten başlıca nedenin fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu olduğu daha güçlü bir olasılıktır. Bu konu En'âm 151 ve İsra 31 gibi başka ayetlerde de yer almaktadır.

Bununla beraber Araplar içinde kız çocuklarını bu şekilde toprağa gömmeyi tasvip etmeyenler de vardı. Meselâ ünlü Arap şairi Farazdak'ın dedesi olan Sa'sa'a b. Naciye el-Mücaşi adlı şahıs, kendi kavmi olan Beni Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile kurtarırdı.

Bu ayetlerde dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, diri diri gömmek suretiyle işlenen cinayetin nedeni hakkında öldürene değil de öldürülen suçsuz kızcağıza soru yöneltilmiş olmasıdır. Hesap gününde sorunun suçsuz, koruyucusuz, mazlum kıza sorulacak olması, cinayeti işleyen katile hiç söz hakkı verilmeyecek olması anlamına gelmektedir ki, bu ifade ile hem "Tariz" sanatı sergilenmiş, hem de bu katillere mahşerde düşecekleri durumla ilgili olarak çarpıcı bir uyarı yapılmıştır.

Ayetlerde, diri diri gömmek suretiyle işlenen cinayetler örnek gösterilerek aslında şekli ne olursa olsun, çocukların kasten öldürülmelerinin büyük bir günah olduğu anlatılmaktadır.

Âyetteki ve iza'l-mev’udeti süilet ifadesini "diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda" diye çevrilir, ki bu, âyetin mesajını daraltmaktır. İfadenin gerçek anlamı, "baskı, eziyet sonucu imkânları kısıtlanan; eğitim-öğretimden, iş imkânlarından ve fırsatlarından mahrum edilen, bu nedenle de sıkıntılı, seviyesiz bir hayat sürmek zorunda kalan, ömrü ah-vah ile inim inim inleyerek, feryad-ü figan ile geçen, kız, oğlan ve erişkin herkes" demektir. Bu tip sosyal cinayetlerin de aynı suç kapsamında olduğu unutulmamalıdır.

10amel defterleri açılıp yayınlandığında,

Bu ayet amel defterlerinin sadece açılmakla kalmayıp aynı zamanda neşrinin de yapılacağını, yani gazete, dergi, kitap gibi veya radyo ve televizyon programı gibi yayınlanacağını da ifade etmektedir.

* Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: "Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan Bizim kitabımızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk/birebir kopyalatıyorduk." [Casiye/28, 29]

Bu durumda, amel defterlerinde yazılı olan hem iyi hem de kötü amellerin, sahibi ile Allah arasında kalmayıp tüm mahşer halkı tarafından öğrenilmesi söz konusudur. Bunun detayı ileride Neml suresinde gelecektir.

11gök sıyrılıp açıldığında, 12cehennem kızıştırıldığında 13,14ve cennet yaklaştırıldığında herkes ne hazırladığını anlar.

Mahşerle ilgili olarak çizilen bu kompozisyonla inzar [uyarı] yapılmakta, insanlardan akıllarını başlarına almaları istenmektedir. Bu kısa sahneler ve uyarılar ilk yapılanlardır. Daha sonraki surelerde detaylı olarak görülecektir.
26,27,28,29) Durum böyleyken siz nereye gidiyorsunuz? Bu, âlemler için; sizden doğru gitmek isteyenler için öğütten başka bir şey değildir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, sizin düşünmenizi, öğüt almanızı dilemeyince siz dileyemezsiniz.
26Durum böyleyken siz nereye gidiyorsunuz? 27,28Bu, âlemler için; sizden doğru gitmek isteyenler için öğütten başka bir şey değildir.

Kur'an, inmeye başladığı dönemden itibaren günümüze kadar gelen zaman dilimi içerisinde, tıpkı ilk indiği günlerdeki gibi bir kısım muhatapları tarafından çeşitli bahanelerle şiddetli yalanlamalara maruz kalmıştır. Tarihin her döneminde hakikatin karşısında Ebuleheb ve yandaşları gibi inkârcılar hep olagelmiştir. İlahî vahiy ve onu insanlara ulaştıran peygamberler yalanlanmış, bunlara inanmış olanlar da zaman zaman sert müdahalelerle karşılaşmışlardır. Kendini yeterli görüp azan insan ilahî uyarıya kulaklarını tıkamış, dolayısıyla Allah'a güvenip O'na iman eden kalbin duyduğu hazdan mahrum kalmıştır.

Allah, vahyi karşısında duran ve gönderdiği peygamberlere fütursuzca saldıran bu tür insanları çok yakın ve acı bir azapla uyarmıştır. Peygamberimizin güvenilir bir elçi olduğunu her fırsatta dile getiren Kur'an, azgınları bekleyen acı azabın başlangıcı olan Kıyamet Günü ile ilgili pek çok ayet içermektedir. İnşallah sırası geldikçe bu ayetler de görülecektir.

29Âlemlerin Rabbi olan Allah, sizin düşünmenizi, öğüt almanızı dilemeyince siz dileyemezsiniz.

Ayette yer alan "شاء şâe" fiili müteaddi [geçişli] bir fiildir. Geçişli fiillerin cümle içinde tümleçlerinin de bulunması lâzım gelirken, yukarıdaki cümlede böyle bir tümleç/mef’ul yer almamıştır. Bu sebeple cümlenin tümleci konu akışına göre takdir edilmeli ve cümle bu şekli ile tam olarak anlaşılmalıdır. Böylece hem Allah'ın neyi dilediği, hem de kulun neyi dilediği belirlenmelidir. Aksi halde cümle tam olarak anlaşılmaz. Buraya kadar ki tahlillere baktığımızda "meşiet" ile ilgili Müddessir suresinin 54- 56. Ayetleri bize rehber olacaktır:

* Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! O, bir öğüt verici/düşündürücüdür. Öyleyse dileyen onu düşünür, öğüt alır. Ve onlar, Allah'ın dilediği dışında, öğüt alamazlar. O, sakındırmaya ehildir ve affetmeye ehildir. [Müddessir/54-56]

26. ayeti de dikkate aldığımızda cümlenin takdiri şöyle olabilir: "Âlemlerin Rabbi Allah size özgürlük vermeseydi; sizin kâfir olmanızı, müşrik olmanızı dilemeseydi, siz kâfirliği de müşrikliği de dileyemezdiniz, dolayısıyla da işleyemezdiniz."

Dikkat edilirse ayette insanın dilemesi, [İnsan suresinin 29-31. ayetinde de görüleceği gibi] Allah'ın dilemesine bağlanmıştır. Gerçekten de Allah dilemedikten sonra hiç kimse, herhangi bir şey yapabilme irade ve gücüne sahip değildir. Her türlü ön hazırlığın yapıldığı ve gerçekleşmesi için gerekli uygun koşulların bulunduğu nice plânın boşa çıkması sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu demektir ki, hayalini kurduğumuz herhangi bir arzumuzun, düşüncemizin, plânımızın gerçekleşebilmesi ancak Allah'ın dilemesiyle, ya da bir başka deyişle ancak Allah'ın izni ile mümkün olabilir. Eğer Allah'ın dilemesi/izni söz konusu değilse, hayallerimiz için harcanan zaman da, sarf edilen çaba da boşunadır.

Ayette verilen mesajı iyi anlayabilmek için öncelikle "مشيئة meşiet" kavramının Kur'an bağlamında doğru anlaşılması gerekir. Aksi takdirde birçok noktada çelişkiler ortaya çıkar, çıkmaza girilir. Nitekim geçmişte bu konuda birçok görüş ortaya atılmış ve bunun sonucu olarak da Cebriye, Kaderiye, Mutezile, Eş’ariye ve Maturidiye gibi birçok mezhep/ekol ortaya çıkmıştır. Mezhepler arası tartışmaları Kelâm kitaplarında bırakıp konuyu sadece Kur'an'dan öğrenmek amacıyla dikkatimizi konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacağına inandığımız başlıklar altında topladığımız ayetlere çevirmeyi uygun buluyoruz.

الإرادة İRÂDE - المشيئة MEŞİYET

Sözlükte "Bir şeyi isterken, ararken emek vermek anlamındaki "رود revd, راد rade, يرود yerüdü" fiilinden türeyen "إرادة irâde", "Soyut ya da somut istenen bir şey üzerinde zihnin yoğunlaşması; onunla ilgili plan ve proje üretilmesi" demektir.

Görünürde meşiyetin, kasd, ihtiyar, rızâ, temenni, mahabbet, azm, niyyet, isar, saht ve rahmet kelimeleri ile anlamda benzerliği görülse de eş anlamı olmayıp birbirinden farkları vardır.

"إرادة İrâde" sözcüğünü Allah’a izafe edince, "Rabbimizin istediği şeyler; yapmış ve yapacak olduğu nezdindeki plan ve projeler" anlaşılır.

İrâde, irâde sahibi tarafından gecikmiş veya gecikmemiş bir duruma yönelik olabilir. Evrende olmuş ve olacak her şey Allah'ın irâdesi ile planlanmış ve meşiyetiyle de varlık alemine çıkarılmış veya çıkarılacaktır. O'nun her irâde ettiği olur; irâde etmediği de asla olmaz.

Allah Kur’an’da Kendisini dilediğini kesinlikle yapan bir varlık olarak tanıtılır.

* Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır. [Hud/107]

* Dilediğini en ileri derecede yapandır. [Bürûç/16]

Bunun anlamı, "Ne isterse onu planlar- projelendirir ve onu kesinlikle yapar" demektir.

Allah’ın irâdesinin konu edildiği âyetler:

* Şüphesiz ki o, bir şeyi dilediğinde, o'nun buyruğu/işi o şeye "ol!" demektir; o da hemen oluverir. [Ya Sin/82]

* Meryem: "Rabbim! bana bir beşer dokunmamışken benim için çocuk nasıl olur?" dedi. Allah: "öyledir! Allah dilediği şeyi oluşturur; o, bir işe karar verdiği zaman onun için "ol!" der, o da hemen olur" dedi. [Âl-i Imran/47]

* Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, Bizim ona sözümüz sadece "Ol!" dememizdir. O da hemen oluverir. [Nahl/40]

Ve Bakara/117, Al-i Imran/59, En’âm/73, Meryem/35, Mü’min/68.

Kur’an’da iyi incelenmesi gereken bir de "المشيئة meşiyet" sözcüğü/kavramı vardır. "Meşiyet", "Varlık alemine çıkarma anındaki istek" demektir. Ki bunun zıddı "إباء ibâ’ (kaçınma)"dır. Meşiyet, gecikmemiş durumlara yöneliktir. Yani âni istektir.

Bizim Türkçe’de kullandığımız "الشىء şey" sözcüğü de meşiyet kelimesi gibi "ش ى ا ş y e" kökünden gelmekte ve "İstek ile oluşturulmuş herhangi bir varlık" anlamındadır.

Âyetlerde belirtildiğine göre Allah, İrâde sıfatıyla bir şeyi dilediğinde ona " كُنْ kün (ol)!" diyerek meşiyetini gerçekleştirerek irâdesini varlık aleminde göstermek ister ve Kudret sıfatıyla da o plan-proje hayata geçiverir, o şey artık varlık aleminde kendini gösterir. Yani "varlık" olur. Allah’ın "ol" emri verirken ki isteği, "Allah’ın meşiyeti"tir.

Allah’ın irâde ve meşiyetine literatürde "KÜLLİ İRÂDE" adı verilir.

Bu durumda nasıl "الإرادة irâde" Allah'ın sıfatlarından biri ise, aslında "المشيئة meşîyet" de Allah'ın bir sıfatıdır. Ama dinî gelenekte Allah'ın bu sıfatı belirtilirken "meşiyet" değil de daha çok "الإرادة irâde" kullanılmış ve kullanılmaktadır. Allah’ın Sübuti sıfatları sayılırken de "الإرادة irâde" sıfatı sayılır.

İrâde ve meşiyet kullar için de söz konusudur. Kullar da irâde gösterip plan- proje yaparlar. Gün, saat olur onu gerçekleştirmeye teşebbüs ederler. İşte kulun bu teşebbüs anındaki isteği, kulun meşiyetidir. Bu, literatürde Cüzi İrâde olarak adlandırılır.

Bu sözcükleri incelerken üzerinde durulması gereken bir de Allah’ın meşiyetinin kullarını meşiyetine ve kulların meşiyetinin de Allah’ın meşiyetine bağlı oluşu konuları vardır.

Allah dilemezse siz dileyemezsiniz (Allah’ın meşiyeti olmazsa sizin meşiyetiniz olmaz).

Kulların meşiyetinin de Allah’ın meşiyetine bağlı oluşu konusunda Kur’an’da şu âyetleri görmekteyiz:

* Bu, âlemler için; sizden doğru gitmek isteyenler için öğütten başka bir şey değildir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, sizin düşünmenizi, öğüt almanızı dilemeyince siz dileyemezsiniz. [Tekvir/27-29]

* Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir. Ve siz, Allah dilemedikçe dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır, dilediğini rahmetine sokar. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara da, acıklı bir azap hazırlamıştır. [İnsan/29-31]

Bu âyetlere göre açıkça kulun meşiyeti, Allah’ın meşiyetine bağlanmıştır. Kul bir şeyi isteyebiliyorsa Allah, ona isteme hakkını ve donanımını verdiği için isteyebiliyordur.

Yani kul kendi irâdesi/isteği: plan- ve projesi için kendi meşiyetini kullanınca, Allah da kulun o işinin vücuda gelmesi için Kendi meşiyetini kullanıyor. Ve o iş için "kün (ol)" emrini vererek kudret sıfatıyla kulun o işini varlık alemine çıkarıyor. Kulun bu bağlamdaki irâdesine, meşiyetine kulun KESBİ diyoruz.

İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah'ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi diler ve yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi irâdesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allah-u Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah'ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın irâdesi de o fiili isteme suretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irâde-i cüz'iyyenin ilâhi fiile katılışına "KESB denilir.

Özetle şöyle diyebiliriz: Kulun bir irâde ve bir meşiyeti vardır. Allah’ın ise bir irâdesi, iki meşiyeti vardır; birincisi Kendi irâdesini varlık alemine çıkaracağı zaman ki meşiyeti diğeri de yarattıklarının irâdelerini varlık alemine çıkaracağı zaman ki meşiyetidir.

Allah bu mânâdaki MEŞİYETİNİ ilâhi bir lütfu olarak kullarının MEŞİYETİNE bağlamıştır. Kul neyi dilerse (MEŞİYET) Allah onu İSTEYİP (MEŞİYET kulun isteğine uygun olarak yaratır.

Bilindiği üzere Kur’an’ın bir çok âyetinde, "Allah, dileyene doğru yolu gösterir, dileyeni de saptırır" ifadesi olduğu gibi birçok âyette de "Allah, dilediği kişiye doğru yolu gösterir, dilediği kişiyi de saptırır..." gibi ifadeler yer alır. Şu âyetlere bakılabilir:

Araf/155, 178, Kasas/56, İsra/97, Kehf/17, Zümer/23, 37, Bakara/26,142,213, 272, En’am /82, yunus/25, Ra’d/27, İbrahim/4, Nahl/93, Nur/25, 46, Fatır/8, Müddessir/31, Mü’min/74.

Bu âyetlerdeki "dileme" eylemi, "İrâde" kökenli değil "Meşiyet" kökenlidir. Bu âyetler Allah’ın cebren iş yaptığını değil kulun kesbi nedeniyle Allah’ın Meşiyet sıfatını gerçekleştirdiğini ifade eder. Ki netice o işin olmasını isteyen kuldur. Bunu evlerimizdeki aydınlatma araçlarının yakılmasına benzetebiliriz. Bu konumuza güzel bir örnek olur. Lambayı yakmak isteriz ve şaltere basarız. Ve lambamız yanar. Ve biz buna "lambayı yaktık" deriz. Halbuki lambayı biz yakmadık. Lambayı kablolardaki elektrik akımı yakmıştır. Biz lambanın yakılmasına sebep olduk. Bizim eylemimizi Kesb (irâde-i cüziyye), kablodaki akımın ampulü yakmasını da irâde-i külliye olarak ifade edebiliriz (Teşbihte hata olmaz).

Bütün bu âyetler, Allah’ın her şeyin ve her işin asıl yaratıcısı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu O’nun ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti yaratan da hidâyeti yaratan da Allah’tır. Bu ikisinden [dalâlet ve hidâyetten] herhangi birini isteyen ve o yönde meyil gösteren ise kulun kendisidir. Ama Allah, kulun kesbi nedeniyle kulun isteklerini yaratsa da kötülüğe asla razı değildir:

* Eğer küfredecek; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. [Zümer/7]

Ve zulüm, fesat, kibir gibi eylemleri de Allah’ın sevmediğini bildiren onlarca âyet.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hidâyet ve dalâletin Allah'a izafesi "yaratma" açısından insana izafesi ise "seçme" açısındandır.

Allah Evrendeki Her Şeyin ve Her İşin Yaratıcısıdır.

* İbrâhîm: ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur’ dedi. [Saffat; 95, 96]

* İşte Rabbiniz Allah! O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O'na kulluk edin. O, herşey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır. [En'âm/102]

* De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." De ki: "Allah'ın astlarından o kendi kendilerine yarar sağlamaya ve zarar vermeye gücü olmayanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz?" De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?" Ya da Allah'a, O'nun gibi oluşturan birtakım ortaklar buldular da, bu oluşturma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: "Allah, her şeyin oluşturucusudur. Ve O, birdir, her şeye üstün ve kahredicidir." [Ra'd/16]

* Allah, her şeyin oluşturucusudur. O, her şeyin "belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan"ıdır. [Zümer; 62]

* İşte, her şeyin oluşturucusu Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz! [Mümin/62]

Allah İnsanlara İnanç Özgürlüğü Tanımıştır.

Nitelikleri yukarıda açıklanmaya çalışılan ölçülerde bir Meşiyet/İrâde sahibi olan Allah, bu sıfatından kapasiteleri nispetinde insanlara da bahşetmiş ve insanlara özgür irâdeleri ile seçme hakkı tanımıştır. İnanç özgürlüğünün temeli, Allah’ın bu konudaki meşiyetidir.

Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, insanların baskıyla bir şeye inandırılmaları veya inanmaktan vazgeçirilmeleri mümkün değildir. İnanç bir gönül işidir. Bundan dolayıdır ki, insanların ne kalplerine nüfuz etmek ne de beyinlerini kontrol etmek mümkündür. İnanç konusunda insanları zorlamanın ikiyüzlü kimseler üretmekten başka bir işe yaramadığı da insanlık tecrübeleriyle sabittir. Ayrıca جبر cebr/zorlama ve baskı imtihan esprisine de aykırıdır. O nedenle Yüce Rabbimiz insanları bu konuda özgür bırakmıştır. Bakara/256, Hud/15, 28, Kâfirun/6, Yunus/99, 108, Teğâbün/2, Kehf/29, Zümer/7, Zümer/15, Fussılet/40, İnsan/2, 3, Nahl/9, 36, 93 Secde/13, Maide/48, İsra/15, Şûra/20, İsra/18, En’âm/35, Rad/31, Şuara/3, 4’de görülebilir.

Saptıran da, Hidayete Erdiren de Sadece Allah'tır

Allah'ın insanı özgür bıraktığı Kur'an ile tespit edildikten sonra, bir başka konunun da iyi anlaşılması gerekir. Bu, saptıran da hidayete erdiren de sadece Allah olduğu konusudur. Zira "Meşiet" kavramını tüm boyutları ile incelememiş olanlar, saptırma ve hidayet konusunda yanılmakta ve "dalâlet ve hidayetin herhangi bir esasa ve kurala bağlı olmadığını, Allah'ın rasgele birilerini saptırdığını, kimilerini de rasgele hidayete erdirdiğini" ileri sürebilmektedirler. Oysa Allah'ın durup dururken bir kimseyi saptıracağını iddia etmek, Allah'a zulüm yakıştırmak olur ki, Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Zaten konu detaylı araştırıldığında işin öyle olmadığı anlaşılacaktır. Önce iki örnek verelim:

* Onun için, kötü ameli kendisine süslü gösterilen sonra da onu güzel gören kişi mi? Şüphe yok ki Allah dilediğini/dileyeni şaşırtır, dilediğine/dileyene de kılavuzluk eder. Onun için canın onlara karşı hasretlerle/üzüntülerle sıkılıp gitmesin. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilir. [Fatır/8]

[Benzer ayetler: En'âm 39, İbrahim 4, Nahl 93, Müddessir 31]

* Andolsun ki Biz, açıkça ortaya koyan âyetler indirdik. Ve Allah, dileyen kimseyi dosdoğru yola iletir. [Nur; 46]

[Benzer ayetler: Bakara 142, 213, 272, En'âm 88, Yunus 25, Hacc 16, Nur 35, Kasas 56, Fatır 22, Zümer 23, Şûra 13]

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Allah'ın kudret sıfatı öne çıkarılarak her şeye güç yetiren Allah'ın dilediğini saptırdığı, dilediğini de doğru yola ilettiği ifade edilmiştir. Ancak dikkat edilirse bu ayetler rasgeleliği değil, bir seçimi [meşieti/iradeyi] ifade ederler.

Doğru bakılırsa, Yüce Allah'ın saptırma ve hidayete erdirmeyi rasgele dilemediği Kur’an’da açıkça görülür:

Allah'ın Hidayet Edeceği Kimseler

- Kendilerini değiştirmek isteyenler (Ra'd 11, Enfal 3)

- Müminler (Muhammed 46, Meryem 76, Hacc 54, Tövbe 124, İbrahim 27, Müddessir 31, Hucurat 7, 8, Bakara 26, Enfal 2, Nahl 102, Nur 55, Zümer 23, Fetih 4, Zariyat 55)

- Tağuttan kaçınanlar (Zümer 17, 18)

- Allah'a yönelip O'na sarılanlar (Şûra 13, Zümer 17, Ra'd 27, Âl-i Imran 101)

- Salih amelde bulunanlar (Şûra 23)

- Fakirlere yardım edenler (Leyl 5-7)

- Cihat edenler (Ankebut 69)

- Sözü dinleyip en güzeline uyanlar (Zümer 18)

Allah'ın Saptıracağı Kimseler

- Kâfirler (Mümin 74, Nisa 155, Tövbe 37, Nahl 107, Meryem 83, Müddessir 31)

- Ahirete inanmayanlar (İsra 45)

- Ayetlere inanmayanlar (Nahl 104)

- Zalimler (İbrahim 27, Tövbe 109, En'âm 129)

- Münafıklar (Nisa 82)

- Fasıklar (Saff 5, Bakara 26, Maide 108, Tövbe 80, Münafikun 6)

- Kalplerinde hastalık olanlar (Bakara 10, Tövbe 124, 125, Müddessir 31, Hacc 53)

- Mücrimler (Hicr 11-13)

- Düşünmeyenler, öğrenmeyenler (Tövbe 127, Rum 59, Yunus 100, A'râf 179)

- Dünya hayatını tercih edenler (Nahl 107)

- Haddi aşanlar (Mümin 10, 12, 28, 34, Yunus 74, 20, 125-127)

- Kur'an'dan yüz çevirenler (Zühruf 36, 37)

- Allah'ı unutanlar (Haşr 19)

- Cimriler (Tövbe 76, 77)

- Kibirliler (Mümin 35)

- Müstağniler (Leyl 8-10, Abese 5-7, Alak 6, 7)

- Zorbalar (Mümin 35, İbrahim 13 16)

- Yalancılar (Zümer 3, Bakara 10, Tövbe 77, Nahl 36, Mümin 28, Leyl 8-10)

- Nankörler (Bakara 276, Hacc 38, Lokman 32, Sebe 17, Fatır 36, Kaf 24, İsra 27, Zümer 3)

- Şüpheciler (Mümin 34)

Allah Evrendeki Her Şeyin ve Her İşin Yaratıcısıdır

* İbrâhîm: 'Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah oluşturmuştur' dedi. [Saffat; 95,96]

* İşte Rabbiniz Allah! O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin oluşturucusudur. Öyleyse, O'na kulluk edin. O, herşey üzerine belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayandır. [En'âm/102]

* De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." De ki: "Allah'ın astlarından o kendi kendilerine yarar sağlamaya ve zarar vermeye gücü olmayanları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar mı ediniyorsunuz?" De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?" Ya da Allah'a, O'nun gibi oluşturan birtakım ortaklar buldular da, bu oluşturma kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: "Allah, her şeyin oluşturucusudur. Ve O, birdir, her şeye üstün ve kahredicidir." [Ra'd/16]

* Allah, her şeyin oluşturucusudur. O, her şeyin "belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan"ıdır. [Zümer; 62]

* İşte, her şeyin oluşturucusu Rabbiniz Allah budur. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz! [Mümin/62]

Bütün bu ayetler, Allah’ın her şeyin ve her işin asıl yaratıcısı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu O’nun ilâhlığının olmazsa olmaz gereğidir. Şu hâlde dalâleti yaratan da, hidayeti yaratan da Allah'tır. Bu ikisinden [dalâlet ve hidayetten] herhangi birini isteyen ve o yönde meyil gösteren ise kulun kendisidir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hidayet ve dalâletin Allah'a izafesi "yaratma" açısından, insana izafesi ise "seçme" açısındandır.
15,16,17,18,19,20,21,22,23,24,25) Kur'ân'ı dinlememek için saklananların, kaçanların durumunu, gerçeği örtbas etmenin-cehaletin gidişini, aydınlığın-reşitliğin gelişini[#51] kanıt gösteririm ki kuşkusuz bu, şerefli, Arş'ın/en büyük tahtın[#52] sahibi'nin nezdinde güçlü, çok değer verilen, itaat edilen, bir de güvenilen elçi olan bir Söz'dür.[#53] Arkadaşınız, gizli güçlerce desteklenen/deli bir kişi değildir. Andolsun, gördüklerini kendisi apaçık ufukta iken; gönlü yalanlamadan, gözü şaşmadan ve azmadan gördü. O kimsenin görmediği, duymadığı, sezmediği, kendisine verilen vahiyler hakkında cimri de değildir. Bu, kendi düşünce yetisinin ürünü olan söz[#54] de değildir.