Cehennem konusunda bugüne kadar ileri sürülmüş ve günümüzde de sürülmeye devam eden pek çok Kur’an dışı iddia mevcuttur. Bu iddiaların Kur’an’ın gerçeklerinden ayrıldığı hususlar, onun aşağıdaki beş soruya getirdiği açıklamalar çerçevesinde toplanabilir:
- Herkes cehenneme girecek mi?
- Günahkâr Müslümanların ahiretteki hâli nice olacak?
- Cennet ve cehennem ebedî midir?
- Cehennem ebedî ama azap süreli midir?
- İyi insan olarak bilinip de Müslüman olmayan bazılarının ahirette hâli nasıl olacak?
Bu başlıklar altında yapılacak bir tahlil, bize göre hem “cehennem” konusunun temel meselelerini ortaya koyacak, hem de hurafelerle bulandırılmış zihinlerde gerekli temizliği yapacaktır.
HERKES CEHENNEME GİRECEK Mİ?
Hurafelerde, imanlı imansız herkesin, hatta peygamberlerin bile önce cehenneme uğrayacağı, daha sonra cennete gidecekleri yolunda iddialar ortaya atılmış ve Meryem suresinin 71. ayeti de bu “zum”a; yanlış inanca malzeme yapılmıştır:
66–72. Ayetler:
66.Ve o insan: “Ben öldüğüm zaman, ileride gerçekten diri olarak çıkarılacak mıyım?” diyor.
67.Ve o insan, daha önce o hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim kendisini oluşturduğumuzu düşünmez mi?
68.Bunun için, Rabbine andolsun ki Biz onları ve şeytanları kesinlikletoplayacağız. Sonra onları dizleri üzerine çökmüş hâlde cehennemin dış kenarında/toplanma alanında kesinlikle hazır bulunduracağız.
69.Sonra her gruptan, Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a] karşı kafa tutmada daha şiddetli davrananlar her kimselerse, onları kesinlikle ayıracağız.
70.Sonra elbette ki Biz, oraya atılmaya kimlerin daha lâyık olduğunu daha iyi biliriz.
71.Ve Rabbinin üzerine almış olduğu kesinleşmiş bir hüküm olarak, içinizden cehennemin dış kenarına/toplanma yerine uğramayacak hiç kimse yoktur.
72.Sonra Biz, Allah’ın koruması altına girmiş kişileri kurtarırız. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları da cehennemin dış kenarında/toplanma alanında dizleri üzerine çökmüş hâlde bırakırız.
(44/19, Meryem/66-72)
Bu ayet gurubunda insanların haşr esnasında ne ile karşılaşacakları bildirilmektedir. Allah’ın bu bildirime yeminle başlaması, yapılan açıklamaların ne kadar ciddî olduğunu göstermektedir. Buna göre, peygamberler de dâhil olmak üzere tüm insanlar, şeytanlarıyla [kendi iblisleriyle] birlikte, cehennemin dış kenarında bulunan mahşer alanında toplanılacaktır. Peygamberler de dâhil herkesin bu toplanmada hazır bulunacağı, 71. ayetteki “Oraya uğramayacak hiç kimse yoktur” ifadesinden anlaşılmaktadır. Cehennemin dış kenarındaki bu toplanma, hesap vermek için olacak, takva sahipleri bir an evvel oradan kurtarılıp cennete yollanırlarken, müşrikler diz üstü, perişan bir hâlde, oradan itibaren [cehenneme bile girmeden] azap çekmeye başlayacaklardır.
Haşre dair Kur’an’da pek çok ayet vardır:
19,20.Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki, onlar karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür!” derler.
21.–“İşte bu, sizin yala nlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür!”–
22,23.Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. 24,25.Ve durdurun onları, şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
26.Aksine, bugün onlar teslim olmuşlardır.
27.Ve onların bazısı bazısına dönmüş/ yüz yüze gelmiş, soruşuyorlar/ birbirlerini sorumlu tutuyorlar.
26,27.De ki: “Allah, sizi diriltir. Sonra sizi O öldürür, sonra da kendisinde şüphe olmayan kıyâmet gününde bir araya toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Göklerin ve yeryüzünün mülkü de sadece Allah’ındır. Kıyâmet anının geleceği gün; işte o gün, bâtıla sapanlar zarara uğrayacaklardır.”
28,29. Ve her önderli toplumu, diz çökmüş görürsün. Her önderli toplum, kendi kitabına çağrılır: “Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir. İşte bu, yüzünüze karşı hakkı konuşan kitabınızdır. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı yazdırıyorduk.”
Zümer 30- 31:
30.Şüphesiz sen kesinlikle öleceksin, şüphesiz onlar da kesinlikle öleceklerdir. 31.Sonra şüphesiz siz kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda tartışacaksınız.
Haşr, Allah’ın kesin olarak aldığı değişmez bir karardır. Ancak bu ürpertici tablo müminleri asla korkutmamalıdır. Çünkü Yüce Allah müminlerin mahşer alanında güvende olacaklarını bildirmektedir:
Enbiya 101- 103:
101,102.Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En Güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır. Onlar, cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar.
103.O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine haberciler: “İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür” diye akıllarına getirirler.
Neml 89, 90:
89.Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır.
90.Ve kim kötülükle gelirse, artık yüzleri ateşte sürtülür. –Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılı göreceksiniz?–
Rabbimizin ifadeleri gayet açık olmasına rağmen, İslâm düşmanları bu konuya da el atmışlar ve ne yazık ki bu ayet grubunu malzeme yaparak insanların, özellikle de Müslüman ve müminlerin zihinlerinde çok yanlış bir inanç oluşturmaya muvaffak olmuşlardır. Bu anlayışa göre; bütün insanlar dünyada işlemiş oldukları günahları sebebiyle önce cehenneme atılacaklar ve orada belli bir süre azap çektikten sonra günahlarından arınmış olarak cennete gireceklerdir. Dirayetsiz tefsirciler ve mealciler ile kendinden öncekilerden kopya çekmeye alışmış olan ulema tarafından aslı astarı olmayan rivayetlere dayandırılarak topluma yerleştirilmiş olan bu inanç, Kur’an’a tamamen ters ve maalesef Yahudi zihniyetine uygun bir inançtır.
Ayeti ve konuyu daha iyi anlayabilmek için öncelikle “havl” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmek gerekir.
HAVL
“Havl” sözcüğünün esas anlamı “bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi” demektir. İnsanın ve başka bir şeyin iç ve dış dünyası, bedeni, kazancı gibi değişken işlerin ve şeylerin durumunu ifade eden “hâl [durum, vaziyet]” sözcüğü de aslında aynı anlama gelmektedir. Zaten “hâl” sözcüğü de bu anlamıyla Türkçeleşmiştir. Ancak “havl” sözcüğü genellikle “sene” anlamında kullanılır. Bunun sebebi, Dünya üzerindeki sabit bir noktadan bakıldığında, Güneş’in ufuktaki aynı noktadan iki defa doğması veya batması arasında geçen zamanın bir sene olmasındandır. Başka bir ifade ile söylenecek olursa, Dünya üzerindeki sabit bir noktaya göre her gün değişik noktadan doğan ve batan Güneş, bu değişik noktaları kapsayan turunu bir senede tamamlayıp, değişimin başladığı noktaya bir sene sonra döndüğü için, değişimlerin bittiği süre olan bir yıla “havl” denir. Meselâ Araplar “Halet’id-dâr (ev/yurt değişti)” şeklindeki deyimle “evin üzerinden bir sene geçtiğini” ifade etmek isterler. Klâsik Arap dilinde bunların birçok örneği mevcuttur.
Çoğulu “ahval” ve “huvûl” olarak söylenen “havl” sözcüğü, Kur’an’da (Bakara/ 233 ve 240) da “sene” anlamında kullanılmıştır.
Kaynak olarak seçtiğimiz lügatlerde sözcük hakkında şu açıklamalar yer almaktadır: “Bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı [dış yüzü, dış kenarı] o şeyin havlidir.“Hile” sözcüğü de “havl” sözcüğünden gelir. (Tacü’l-Arus; c:14 s:179–186, Lisanü’l-Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138)
“Havl” sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikisi (Bakara/233, 240) “sene” anlamında; 15 tanesi de (Meryem/68, Zümer/75, Âl-i Imran/159, Tövbe/101, 120, Ahkaf/27, Bakara/17, İsra/1, Şuara/25, 34, Mümin/7, En’âm/92, Ankebut/67, Neml/8, Şura/7) “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu [avlu, yapının yanı başında duvarla çevrili yer]” olarak geçmiştir.
Bu sözcük ile ilgili olarak yine çok önemli bir nokta, İsra suresinin 1. ayetinde işlenecektir.
Görüldüğü gibi, “havl” sözcüğünün anlamına göre ayette “havl-i cehennem” olarak belirtilen mahşer yeri “cehennemin dış kenarı, yanı başı” demektir. Burası ise gidilecek bir yer olup cehennem gibi girilecek bir yer değildir. Ayetlerin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, mahşer günü toplanma, sorgu sual, ayrışma, yani cennete ve cehenneme sevk buradan[havl-i cehennemden / cehennemin dış kenarından, yanı başından] yapılacaktır. Herkesin diz üstünde bulundurulacağı bu yerde [cehennemin dış kenarında] sadece zalimlerin bırakılacağı ve muttakilerin oradan kurtarılacağı hususuna dikkat edilirse, konunun hiç de hurafelerde anlatıldığı gibi topluca cehenneme giriş şeklinde olmayacağı anlaşılmaktadır.
Bu yanlış anlamlandırmanın kaynağı, hiç şüphesiz, İslâm düşmanları ve Müslümanlar arasında da çok sayıda bulunan “Samiri”lerdir. Yaygınlaşarak pekişmesinin kabahati ise, İslâm düşmanlarının ve “Samiri”lerin bu tür yalanlarını Kur’an ayetleriyle doğrulamadan ve akıl ile sorgulamadan kabul eden Müslümanlarda aranmalıdır.
Ayetler bu kadar açıkken anlamların bu derece çarpıtılmasında bize göre üç türlü gayret rol oynamıştır:
- Meryem suresinin 71. ayeti, siyak ve sibakından koparılmıştır.
- Ayette geçen “variduhâ” ifadesindeki “hâ” zamiri “cehennem”e irca edilmiş, yani “cehennem” sözcüğüne işareten gönderme yapılmıştır.
- Her hurafede olduğu gibi birçok rivayet uydurularak yukarıdaki gayretler desteklenmiştir.
Herkes tarafından gayet iyi bilinir ki, eğer bir cümle, içinde bulunduğu pasajdan ayrı olarak değerlendirilirse, pasajdaki anlam bütünlüğü bozulur ve böyle bir durumda yanlış anlaşılmalar kaçınılmaz olur. Bu kural bütün metinler için geçerlidir. Ayetlerden yanlış anlamlar çıkartılmaması için bu kurala özellikle titizlik gösterilmesi gerekir. Ancak eğer ihmal ediliyorsa, bu ya Müslümanların büyük bir zaafı, ya da kötü niyetlilerin bir kastı olarak değerlendirilmelidir.
Yine herkesçe bilinen bir kural da, cümledeki bir zamirin merciinin o zamirden önce lâfzen, manen veya hükmen zikredilmiş olması zorunluluğudur. Çünkü bir zamirin kime dönük olduğu ancak bu merciin daha önce belirtilmiş olmasına bağlıdır. Bu kural doğrultusunda 71. ayette bulunan “ha” zamirinin mercii olarak gösterilen “cehennem” sözcüğü, ayette müstakil olarak değil, isim tamlaması hâlinde, yani “havle cehennem [cehennemin dış kenarı]” şeklinde yer almıştır. Bu durumda zamirin merciinin bu isim tamlamasının tamamı olması zorunluluğu vardır. Bu, aranan merciin “cehennemin dış kenarı” olduğunu anlamına gelir. Bu bilgiler ışığı altında, insanların diz üstü çökmüş vaziyette hazır bulundurulacağı ve bazılarının bu durumda bırakılacağı yerin “cehennem” değil, “cehennemin dış kenarı” olduğu anlaşılır. Nitekim bu basit kuralı ihmal ederek zamirin merciini “cehennem” olarak gösteren tefsircilerin yapmış oldukları hata, yukarıda verdiğimiz Enbiya suresinin 101, 102. ve Neml suresinin 89. ayetlerinde gün gibi ortaya çıkarılmış ve Rabbimiz bu ayetlerde muttakilerin cehennemden uzaklaştırılacaklarını ve güvende olacaklarını beyan buyurmuştur.
Diğer taraftan, herkesin cehenneme sokulması şeklinde yapılan çarpıtma veya hatalı anlamlandırmalar, peygamberlerin [özellikle peygamberimizin] de cehenneme gireceği sonucunu ortaya çıkarınca, bu uydurmacılar ne yapacaklarını iyice şaşırmışlar, hatalarından dönmek için nasıl bir çıkış yolu bulacaklarını bilememişler ve içinde bulundukları şaşkınlıkla bin bir türlü saçma sapan, mide bulandıran fikirler üretmişlerdir. Bazısı müminlerin cehenneme girmesinde hikmet arayan, bazısı ateşsiz cehennem ve yakmayan ateş icat eden, bazısı cehennemin içine tünel kazan, bazısı da cehennemin üstüne köprü kuran bu kişiler, tabiî ki meseleye bir çözüm üretememişler ve en sonunda kelimenin tam anlamıyla havlu atmışlardır.
Bu konudaki rivayetlerden on yedisi İbn-i Abbas’a, dördü de peygamberimizin eşi Hafsa’ya dayandırılmış, birbiriyle çelişik bu rivayetlere ve aynı türdeki daha nicelerine değişik kitaplarda yer verilmiştir. Mesela İbn-i Kesir’de bunların hepsi de yer almıştır.
Sonuç olarak, bu konuyu anlamak için hayalî anlatımlar yerine tafsilâtlı ve apaçık olan Kitab’ımıza bakmak ve “ba’s [diriliş]” vakti ile cennet veya cehenneme giriş arasındaki dönemi [mahşeri ve mahşerde yaşananları] göz önünde bulundurmak yeterlidir. Çünkü konu, insanların daha iyi anlamasını sağlamak için birçoğu temsilen canlandırılmış sahneler hâlinde Kur’an’da pek çok ayette açıklanmıştır. (Bakınız: Âl-i Imran/9, Nisa/172–175, En’âm/94, A’raf/6–9, Yunus/45, İbrahim/49, 50, Hicr/25, Nahl/84–89, İsra/71, Kehf/47, 48, 87, 99, Meryem/93–95, Ta Ha/108, Sebe’/40–45, Ya Sin/51–67, Zümer/68–75, Fussılet/19–25, Duhan/40–42, Casiye/28–32, Kaf/20–35, Teğabün/9, Hakkah/13–39, Kıyamet/10–15, Mürselat/29–44, Nebe’/18–40, Zelzele/6)
Siyak ve sibakından koparılan Meryem/71’in içinde bulunduğu paragraf [68–72. ayetler] yukarıdaki ayetler ışığında değerlendirildiğinde, peygamberler de dâhil olmak üzere herkesin hesap vermek üzere haşr mahallinde toplanacağı anlaşılmaktadır. Bu toplanma, Allah tarafından “hatmen makzıyyen [kesin, son, değişmez]” bir karar olarak uygulanacaktır. Toplanma yerinin de “havl-i cehennem [cehennemin kenarı]” olduğu bildirilmektedir. Burası “girilecek” bir yer değil, sorgu sualden sonraki ayrışmaya göre insanların cennete veya cehenneme sevk edilecekleri yerdir.
“Herkes cehenneme girecek mi?” sorusuna “evet” cevabını üretenler, bütün insanların önce dünyada işlemiş oldukları günahları sebebi ile cehenneme atılacaklarını ve orada belli bir zaman azap çektikten sonra günahlarından arınmış olarak cennete gideceklerini iddia etmişlerdir. Kur’an’a ters ve Yahudi zihniyetine denk olan bu iddia, kendilerinden öncekilerden alıntı yapmaya alışmış bazı taklitçiler tarafından asılsız rivayetlerle de desteklenerek toplumda yaygınlaştırılmış ve zamanla bir “inanç” hâline dönüşmüştür. Oysa itikatta zanna yer yoktur. Şekk üzerine yakin bina edilemeyeceği için, Kur’an’dan onay almayan bir fikir de itikat olarak benimsenemez. Nitekim cehenneme kimlerin, niçin gidecekleri Kur’an’da açık seçik belirtilmiştir: “Azgınlar, zalimler, hüsrana uğrayanlar, Hakk’a karşı duranlar, sapık ve kâfir atalarının izinden gidenler, doğru yoldan sapanlar, sapık yalancılar, Allah’ın yolunu değiştirmek isteyenler, Allah yolundan men edenler, Allah’a ve elçisine karşı gelenler, gönderilen kitap ve peygamberleri yalanlayanlar, Allah’a karşı yalan uyduranlar, ahireti inkâr edenler, ayetleri inkâr eden ve onlara karşı büyüklük taslayanlar, ayetleri yalan sayanlar, kıyameti yalanlayanlar, cehennemi yalanlayanlar, hesap gününü inkâr edenler, hesaba çekileceğini ummayanlar, haddi aşanlar ve Rabblerine inanmayanlar, salat edenlerden olmayanlar, sefahate dalanlar, malın mülkün kendisini ebedî kılacağını sananlar, büyüklük taslayanlar, yalnız kendini güçlü ve değerli sananlar, yeniden dirilmeyi inkâr edenler, şirk koşanlar, putlara tapanlar, ahiret hayatından şüphe edenler, ilâhlık iddia edenler, Allah’a kulluğa tenezzül etmeyenler …”
Bu listeye bakıldığında, cehenneme herkesin girmeyeceği, girecek olanların sadece kâfirler ve müşrikler olduğu hemen görülmektedir. Zaten aşağıdaki ayetler de konuyu net olarak ortaya koymaktadır:
Ta Ha 46- 48:
46.Allah: “Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47.Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları’nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır.48.Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz.” 46dedi
Nahl 27:
27.Sonra kıyâmet günü Allah, onları rezil-rüsva edecek ve “Hani uğrunda düşmanlık ettiğiniz ortaklarım nerede?” diyecektir. Kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler: “Şüphesiz ki bugün rezillik-rüsvalık ve kötülük, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler üzerinedir” diyecekler.
GÜNAHKÂR MÜSLÜMANLARIN AHİRETTEKİ HÂLİ NİCE OLACAK?
Yüce Allah, tövbe etmemizi emrederek bizlere tövbe kapılarını açmış ve cahillikle günah işlemiş kimseleri affedeceğini bildirmiştir. Bir adı da “Tevvab [Tövbeleri Çokça Kabul Eden]” olan Rabbimiz, günahkâr Müslümanları affedecek, onları cehenneme atmayacaktır:
Ankebut 2–7:
2,3.İnsanlar, denenmeden, “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de saflaştırılmaları için ateşlere/ sıkıntılara sokmuştuk. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da kesinlikle bildirecektir.
4-6.Yoksa kötülük yapanlar, Bizi öne geçebileceklerini/ Bizden kaçabileceklerini mi sanıyorlar? İlke olarak benimsedikleri şey, ne kötüdür! Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, hiç şüphesiz ki Allah’ın belirlediği zaman kesinlikle gelicidir. Ve O, en iyi duyandır, en iyi bilendir. Ve kim gayret gösterirse, ancak kendisi için gayret gösterir. Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir.
7.Ve inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler, onların kötülüklerini, elbette örteceğiz ve kesinlikle onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık vereceğiz.
Günah işleyen herkesin [Müslümanlar dâhil] önce cehennemde günahlarının cezasını çekecekleri, sonra da cennete gönderilecekleri yolundaki, Kur’an’dan onay alması mümkün olmayan rivayetler “haber-i vahit” türündedirler ve bu sebeple din konusunda delil sayılamazlar. Dolayısıyla, yukarıda da söylediğimiz gibi cehenneme sadece müşrikler, kâfirler girecektir.
CENNET VE CEHENNEM EBEDÎ MİDİR?
Kur’an, dünya hayatının geçici, ahiret hayatının ise ebedî olduğunu defalarca tekrarlamış ve ahiret yurdunu “beka [devamlı kalıcılık] yurdu” olarak nitelemiştir. Dolayısıyla ahiret hayatında müminlerin mükâfatlandırılacağı cennet ile isyan ehlinin cezalandırılacağı cehennem birer ebedîlik yurdu olmak durumundadırlar. Zaten Kur’an’ın birçok ayetinde müminlerin cennette, kâfirlerin ise cehennemde ebedî olarak kalacakları bildirilmek suretiyle bu husus açıkça belirtilmiştir.
Bir an için bunun aksi düşünülecek olsa, yani Allah’ın insanlara malları ve canları karşılığında sattığı cennet yurdu geçici bir mekân olsa, bu takdirde Allah’ın kullarına “sonu gelmeyen nimet”i vermeyi vaat ettiği ebedî “Dâru’l-Emân”ın neresi olduğu sorusu gündeme gelecektir. Kur’an’da cennetten başka böyle bir yerin varlığı hakkında herhangi bir malûmat yoktur. Diğer taraftan Kur’an’da süreklilik arz eden bir ceza mahalli olarak tanıtılan cehenneme girenlerin oradan çıkacağına, çıkabileceğine, çıkarılacağına dair en ufak bir işaret yoktur. Tam aksine, ayetler cehenneme sokulanların orada ebedî olarak kalacaklarını bildirmektedir:
Bakara 37-39:
37-39.Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.
Âl-i Imran 116:
116.Kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden şu kimselerin malları ve çocukları, Allah’ın katında, onlara asla bir fayda vermeyecektir. Ve işte onlar, ateş ashâbıdırlar. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar.
Bakara 161, 162:
161,162.Küfredip; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedip de bu hâl üzerine ölen şu kimseler; işte onlar; Allah’ın, doğal güçlerin/vahiylerin, insanların hepsinin dışlaması onlaradır. Onlar dışlanışta temelli kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara bakılmayacaktır da.
Tövbe 68:
68.Allah, münâfık erkek ve münâfık kadınlara ve kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere/ inanmayanlara, içinde temelli kalanlar olarak cehennem ateşini vaat etmiştir. O, onlara yeter. Ve Allah, onları dışlayıp rahmetinden mahrum bırakmıştır! Ve onlara kalıcı bir azap vardır.
Zümer 71, 72:
71.Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olanlar, kesinlikle bölük bölük cehenneme sevk olunacak. Sonunda oraya vardıklarında kapıları açılacak. Ve onun bekçileri onlara: “İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan, bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” diyecekler. Onlar: “Evet geldi” diyecekler. –Velâkin kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden üzerine azap kelimesi hak oldu.–
“72.Sürekli olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından” denildi. –Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!–
Mümin 69–76:
69-76.Allah’ın âyetleri üzerinde tartışanları görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Nasıl da döndürülüyorlar? Kitabı ve elçilerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlar elbette ileride, boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülüp, sonra ateşte yakılırlarken bileceklerdir. Sonra onlara: “Allah’ın astlarından ortaklar koştuğunuz şeyler nerededir?” denir. Onlar: “Bizden kaybolup gittiler; aslında biz zaten önceleri hiçbir şeye yakarmıyorduk” derler. İşte Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri böyle saptırır: “İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Orada sürekli kalmak üzere cehennem kapılarına girin!” –İşte, büyüklenenlerin durağı ne de kötüdür!–
Cinn 22, 23:
22,23.De ki: “Gerçek şu ki Allah’tan beni, Allah’tan tebliğler ve O’nun elçiliği görevleri dışında hiçbir kimse hiçbir zaman kurtaramaz. Ben O’nun astlarından bir sığınak da hiçbir zaman bulamam. Artık kim Allah’a ve O’nun Elçisi’ne karşı çıkarsa, onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada sonsuz olarak kalıcıdırlar.
Nisa 93:
93.Ve kim bir mü’mini kasten [bile bile, isteyerek] öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah, ona gazap etmiş, onu dışlamış, rahmetinden mahrum bırakmış ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır.
Nisa 14:
14.Ve kim Allah’a ve O’nun Elçisi’ne karşı gelir ve O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu, içinde sürekli kalmak üzere cehenneme girdirir. Ve alçaltıcı azap onun içindir.
Furkan 68- 71:
68-71.Ve işte Rahmân’ın kulları, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı öldürmezler. –Ancak hak ile öldürürler.– Zina da etmezler. –Ve kim bunları yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyâmet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tevbe eder ve sâlihi işlerse, kesinlikle o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.–
Bu konuda ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Bakara/162, 257, Maide/37, 80, Tevbe/68, Yunus/52, Hud/106, 107, Furkan/11, 69, Secde/14, 20, Fatır/36, 37, Zümer/40, 72, Fussılet/28, Şûra/44, 45, Haşr/17.
Bazıları, azap ayetlerinde geçen “hulûd” sözcüğünün “uzun süreli kalış”ı ifade edip ebedîliği [sonsuzluğu] ifade etmediğini iddia ederek cehennemin ve cehennem azabının ebedî olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Oysa Kur’an’da hem cennetin hem de cehennemin sürekliliği aynı sözcüklerle [“hulud” ve “ebed”] ifade edilmiş, her iki mekân için de aynı kalıplar ve aynı ifade biçimi kullanılmıştır. Bir sözcüğün, bir yer için sonsuz, bir başka yer için sonlu anlamına gelmesi söz konusu olamayacağına göre, bu sözcüklerden cennetin “devamlı” olduğu gibi cehennemin de “devamlı” olduğu sonucu çıkmaktadır.
Ama biz, bu hususun daha da netlik kazanması için, “hulûd” ve “ebed” sözcüklerinin lügat anlamlarının ve Kur’an’da kullanıldıkları yerler itibarıyla kazandıkları anlamların üzerinde durmakta yarar görüyoruz:
Noktalı “ha” harfiyle yazılan “halede” fiili ile bu fiilden türeyen “yahlüdü”, “hulden”, “hulûden” şeklindeki türevleri “devam etmek, kalmak, uzun zaman kalmak” anlamına gelir. Aynı şekilde, “halede” sözcüğünün içinde yer aldığı bileşik ifadeler de devamlılığı, sürekliliği ifade ederler. Meselâ, “halede ileyhi [meyletmek]”, “halede bihi [devam etmek, bağlı kalmak]”, “haledehû [ebedî, devamlı kalmak, ebedîleştirmek]” anlamlarına gelmektedir. (el-Müfredat; hld mad.)
Sözcükler bazen bulundukları cümlenin veya pasajın genel anlamı doğrultusunda lügat anlamlarından başka anlamlar da kazanabildiklerinden, “halede” sözcüğünün Kur’an’da nerelerde kullanıldığına da bakılması gerekir:
Enbiya 7, 8:
7.Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik/elçi yaptık.
Haydi, siz bilmiyorsanız Öğüt/Kitap Ehli olanlara/vahiy bilgisi olanlara soruverin.
8.Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar sürekli kalıcılar/ ölümsüz de değillerdi.
Yukarıdaki 8. ayette “Ve onlar ölümsüz/ebedî de değillerdi” şeklinde çevirdiğimiz “ve mâ kânû hâlidiyn” ifadesindeki “halidiyn” sözcüğü, başına olumsuzluk edatı getirilmek suretiyle “dünyada ebedî kalmamak” anlamında kullanılmıştır.
Hud 105–108:
105.O gün geldiğinde Allah’ın izni olmadan hiç kimse konuşmaz. İşte o gün insanlardan bir kısmı bedbaht ve bir kısmı da mutludur.
106,107.İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. –Ancak Rabbinin dilediği müstesna.– Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır.
108.Ve şu mutlu olanlara gelince, onlar da gökler ve yer durdukça ardı arkası kesilmeyen bir ikram olarak cennetin içinde sürekli olmak üzere kalacaklardır. –Ancak Rabbinin dilediği müstesnadır.–
Bu ayetlerde geçen ve yukarıda söylediğimiz gibi süreklilik ifade eden “halidiyne fiha” ifadesi hem cennet ve cehennem için aynı kalıpta kullanılmış, hem de “dâme [sürekli, devamlı]” sözcüğüyle desteklenmiştir. 108. ayetin sonundaki “Bu bitmeyen / arkası kesilmeyen sürekli bir ikramdır” ifadesi ise bu anlamı pekiştirmektedir. Ayrıca herhangi bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek amacıyla, yukarıdaki ayetlerle ilgili olarak iki hususun daha açıklanmasında yarar görüyoruz:
Ayetlerde geçen “yer ve gök durdukça” tabiri sadece Arapçada değil, başka birçok dilde de sonsuzluğu belirten bir deyimdir.
“Allah’ın dilemesi müstesna” ifadesi, Allah’ın dilediğini yapmaya muktedir olduğu, her şeyin nihai kararını ancak Allah’ın vereceği, Allah’ın kimseden izin almayacağı ve kimseye hesap vermeyeceği anlamına gelen kısa ve kalıplaşmış bir ifadedir. Yoksa bu ifade Allah’ın vaadinden dönebileceği anlamına gelmez. Çünkü O, vaat ettiğini mutlaka yerine getirir ve vaadinden asla dönmez.
Sözlüklerde yer alan “El-ebedü [ebed]” sözcüğünün anlamı “sonsuzluk, sınırsız zaman, kadim, ezeli, daim” (Tacü’l Arus; c.4 S.327, ebd mad.) demektir. Çoğul hâli “abad” ve “ubud” şeklindedir. “Hulûd” sözcüğü gibi “ebed” sözcüğünün de türevleri aynı anlam eksenindedir. Meselâ: “Ebediyyü”, ebedî, sonsuz, daim; “ebedîyyetü”, sonsuzluk, ahiret; “ile’l-ebedi”, ebediyyen, daima; “ebeden” ise daima, her zaman, hiç anlamlarına gelmektedir.
“Ebed” sözcüğünün “uzun zaman” anlamını ifade etmesi, ancak dünyada herhangi bir şey için kullanılması hâlinde mümkündür. Mesela “Bu devlet ebediyen yaşayacaktır” ifadesindeki ebediyet, dünyanın ömrü ile sınırlıdır. Çünkü dünya ebedî değilken onun üzerindeki bir şeyin ebedî olması mantıksızdır. Dolayısıyla, bu tür kullanımlarda sözcük “uzun zaman” anlamına gelmektedir. Sözcük Allah ve ahiret için kullanıldığında ise anlamı kesinlikle “sonsuzluk” ifade eder.
“Ebed” sözcüğünün Kur’an’da nasıl kullanıldığı konusunda Nisa suresinin aşağıdaki ayetleri de gayet açık bir örnektir. Cehennemin devamlı ve ebedî olduğu, bu ayetlerde de “halidiyne fiha ebeda” ifadesiyle beyan edilmektedir:
Nisa 167- 169:
167.Şüphesiz küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş ve Allah yolundan alıkoyan şu kimseler, kesinlikle uzak bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168,169.Şüphesiz küfreden; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden ve şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan şu kimseler; Allah, onları bağışlayacak değildir. Onları içinde temelli ve sonsuza dek kalacakları cehennem yolundan başka bir yola da kılavuzlayacak değildir. Ve bu, Allah’a çok kolaydır.
Bu ayetler, azabın ve cehennemin devamlı olmadığını söyleyenlerin çok iyi incelemeleri gereken ayetlerdir. Çünkü Yüce Allah bu ayetlerde kâfir ve zalimleri asla bağışlamayacağını, onların sürekli cehennemde kalacaklarını ve cezalarının devamlı olacağını bildirmektedir. Ayetlerin sonunda yer alan “Bu Allah’a kolaydır” ifadesi ise, cezaların ve cehennemin ebedî olduğuna aklı yatmayanlara ve kimilerinin kanını donduran böylesine bir cezayı Allah’ın adaleti ile bağdaştıramayıp Allah’a adalet dersi vermeye kalkanlara yöneliktir. Bu ifade ile Yüce Allah sanki onlara “Siz kabul etmeseniz de bu böyledir!” demektedir.
Zühruf 74–77:
74-76.Şüphesiz ki günahkârlar cehennem azabında süreklidirler. Kendilerinden hafifletilmeyecektir. Onlar, orada da ümitsizlerdir. Ve Biz, onlara haksızlık etmedik, fakat onlar, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimselerin ta kendileri idiler.
77.Ve onlar seslenirler: “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin.” Mâlik: “Şüphesiz siz, böyle kalacaksınız” dedi.
Cehennem azabının ebedî olduğunu bildiren bu ayetlerdeki “müks, makis” sözcüğü “ikamet etmek, bir yerde durup beklemek” (Lisanü’l Arab; c.8, s.337 mks mad.) anlamına gelmektedir. Yani Malik’in ifadesiyle kâfirlere “Sizin ikametgâhınız burasıdır, siz artık buralısınız, başka yeriniz yok!” denilmektedir. “Müks” sözcüğünden başka, Kur’an’da kullanılan “seva” ve “lübs” sözcükleri de “ikamet edilen yer” anlamındadır. Bu sözcüklerle ifade edilen “ikamet etme” kavramı Kur’an’da hem Zühruf suresinin 77. ayetinde olduğu gibi cehennem için, hem de Kehf suresinde olduğu gibi cennet için kullanılmıştır:
Kehf 1–4:
1-4.Tüm övgüler, katından şiddetli azaba karşı uyarmak, düzeltmeye yönelik işler yapan mü’minlere, şüphesiz kendileri için, içinde sürekli kalıcılar olarak güzel bir ödül bulunduğunu müjdelemek ve “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için, kuluna, gözetici olarak, kendisi için hiçbir pürüz oluşturmadığı Kitab’ı indiren Allah içindir.
Kehf suresinin 3. ayetinde geçen “makis” sözcüğü “ikamet edilen, kalınan yer” anlamındadır. Keza, “peltek se, vav, ya” ile yazılan “seva” sözcüğü de “makis” sözcüğü ile eş anlamlı olup yine “ikamet etmek, sabit olmak”(el-Müfredat; svy mad.) anlamına gelmektedir. Rabbimiz “müks” sözcüğünü Ra’d suresinin 13. ayetinde, yağmur suyunun köpüğünün gidip faydalı olan kısmının yerde kalmasını belirtmek için kullanmıştır.
Sonuç olarak şu söylenebilir: Ayetler manalandırılırken, ayette bulunan sözcüklerin Kur’an bütünlüğü içinde kazandığı anlamlara dikkat edilmeli, sözcüklerin lügat anlamları arasından ayetteki vakıaya uygun olanı seçilmelidir. Bunu konumuzla ilgili bir örnekle açıklayabiliriz: Allah Kur’an’da ebediyet âleminde sonu gelmeyen nimetler ikram edeceği müjdesini vererek inanan kullarının yüzlerini güldürmekte, zalim ve kâfir kullarının içlerini karartmak için de onları sonsuz azapla tehdit etmektedir. Hâl böyleyken, yukarıdaki ayetlerde geçen “ebedîlik cenneti” ve “devamlı kalınacak yer” anlamları yerine, “geçici cennet” ve “bir müddet kalınacak yer” anlamları konulursa, Allah’ın kullarına olan vaadinin geçici mekânlar için söz konusu olduğu gibi yanlış bir algılama ortaya çıkar. Bu yanlış algılama ise vaadin [mükâfatın] cazibesini, vaîdin [cezanın] de korkusunu sorgulanır hâle getirebilir. Böyle yanlışlara düşmemek ve doğru anlamlara ulaşmak için sözcüklerin Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Söz konusu sözcükler Kur’an’da bir örgü gibi birbirini tamamlayacak şekilde ve hep devamlılığı, sonsuzluğu ifade edecek anlamlarda kullanılmıştır. Zaten Kur’an’ın bütüncül mesajı da bu anlamları desteklemektedir.
Ayrıca bu sözcükler Kur’an’da soyut birer kavram olarak değil, anlamlarının kavranmasını kolaylaştıracak biçimde belirli bir inanışa, anlayışa dayanan ve temsilî anlatımlarla somutlaştırılmış bir âlemin niteliğini belirtmek için kullanılmıştır.
Furkan 13–16:
13.Ve elleri boyunlarına bağlanmış olarak cehennemden dar bir yere atıldıkları zaman, oracıkta ölümü isterler.
14.–Bugün bir ölüm değil birçok ölüm isteyin!–
15.De ki: “Karşılık ve gidilecek bir yer olarak bu mu daha iyidir yoksa Allah’ın koruması altına girmiş kişilere söz verilen sonsuzluk cenneti mi?” 16Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. –Bu, Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.–
CEHENNEM EBEDÎ AMA AZAP SÜRELİ MİDİR?
Bu soru ekseninde ileri sürülen iddialarda cennet ehlinin ebedî olarak cennette kalmasında hiçbir mahzur görülmemiştir. Bunlara göre sorun, cehennem ehlinin cehennemde ebedî olarak cezalandırılmasındadır.
Cehennem azabının ebedîliği konusu tarih boyunca tartışılmış ve çeşitli gerekçeler gösterilerek değişik kesimler tarafından azabın ebedî olmadığı savunulmuştur. Meselâ Yahudiler, ellerindeki kitapta olmamasına rağmen tahrif sonucu Allah adına bir yalan uydurmuşlar ve ne kadar süre ile suç işlenirse cehennemde de o kadar süre kalınacağına inanmışlardır. Musa peygamberin aralarından ayrıldığı kırk gün zarfında Allah’a inanmayı bırakıp “altın”a tapmaları hakkında da “Biz kırk gün günah işledik, kırk gün yanacağız. Başka günlerde bize ateş dokunmaz” demişlerdir. Ancak “Yahudi mantığı” deyiminin tipik örneği olan “cehennemde sayılı gün kalma” şeklindeki icat Yüce Allah tarafından Âl-i Imran suresinin 24. ayetinde “uydurulmuş bir yalan” olarak nitelenmiş, Bakara suresinin 80. ayetinde de “bilmedikleri bir şeyin Allah’a isnat edilmesi” olarak tanımlanmıştır:
Âl-i Imran 23-25:
23.Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olan şu kimseleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onlar, aralarında hüküm vermek için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar, sonra onlardan bir kısmı, mesafelenerek geri duruyorlar.
24,25.Bu, onların, “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleri nedeniyledir. Onların uydurmuş oldukları şeyler de dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Peki, kendisinde hiç şüphe olmayan o günde onları bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandıkları şeyler tamamen ödendiği zaman nasıl olacaktır?
Bakara 80:
80.Ve onlar dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah’tan garanti içeren bir söz mü aldınız? Allah, verdiği söze asla ters düşmez. Yoksa siz, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
Kendilerine verilen kitabı tahrif ettikleri Kur’an ile sabit olan Yahudilerin bu uydurmaları sadece cehennem azabının süreli olduğu inancından ibaret değildir. Onların Yahudi ve Hıristiyanlardan başkasının cennete giremeyeceği (Bakara/111), yalnız kendilerinin Allah’ın dostları oldukları (Cuma/6) gibi başka kuruntuları da vardır. Ancak dünyada işledikleri yüzünden ölümü istememeleri de (Cuma/7) göstermektedir ki, söyledikleri bütün bu yalanlara kendileri de inanmamaktadırlar. Bu yalanları uydurmakla işledikleri günah, sıradan bir günah değildir. Nitekim Kur’an’ın birçok ayetinde Yahudilerin pek çok sebeple kâfirleştikleri bildirilmiştir. Küfür ise süreli değil, sürekli olan bir suçtur. Bir kâfirin “On gün kâfirlik edeyim, sonra imana gelirim” diye düşünmesi söz konusu olamaz. Kâfirin ömrü ebedî olsa, küfrü de ebedî olur:
Fatır 36–38:
36.Ve şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişiler, cehennem ateşi kendileri için olanlardır. Onlar hakkında hüküm verilmez ki ölsünler. Kendilerinden, cehennem ateşinin birazı da hafifletilmez. İşte Biz, kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden her aşırı kimseyi böyle cezalandırırız. 37.Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” –Sizi, düşünecek olanın düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı da yoktur.–
38.Kesinlikle, Allah göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini bilendir. Hiç şüphesiz O, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir.
En’âm 27, 28:
27.Ve onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman, “Ah, ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık!” deyiverdiklerini bir görsen!
28.Aksine, işin aslı daha önce gizleyip durdukları açığa çıktı. Geri çevrilselerdi yine yasaklandıkları şeye kesinlikle dönmüşlerdi. Evet onlar gerçekten yalancıdırlar.
Küfrün ebedî olması gibi, iman da süreli [üç günlük, beş yıllık] değildir. Buna göre, nasıl imanın mükâfatı ebedî ise, küfrün cezası da ebedî olmak durumundadır.
Müslümanlar arasında cehennem azabının ebedîliğinin Allah’ın adalet ve sonsuz rahmetiyle, O’nun Rahman ve Rahîm sıfatlarıyla bağdaşmadığını düşünerek cehennem ehlinin cehennemde ebedî olarak kalmayacağını ya da ebedî olarak acı çekmeyeceklerini savunanlar da olmuştur. Kendi akıllarına göre Allah’a din öğretmeye çalışan bu kişilerin başında Muhyiddin-i Arabî gelmektedir.
Cehennem azabının geçici olduğunu savunan Müslümanlar, ileri sürdükleri görüşlerine, zayıf rivayetler yanında, bazı ayetlerde geçen sözcüklerin “yan anlamlarını” da delil olarak göstermişlerdir. Bunlardan birisi Nebe’ suresindedir:
Nebe’ 21–26:
21,22.Kuşkusuz cehennem, azgınlar için son varılacak yer olarak, gözetleme/pusu yeri olmuştur.
23.Orada darlık/kıtlık içinde kalacaklardır.
24.Orada bir serinlik ve içecek bir şey tatmazlar.
25,26.Ancak yaptıklarına uygun bir ceza olarak bir kaynar su ve irin tadarlar.
Yukarıdaki 23. ayette geçen “ احقابا ehkaben” sözcüğüne lügatlerde “bir yıldan fazla bir zaman”, “uzun zaman”, “seksen sene” gibi anlamlar verilmiştir. (Müfredat; hkb mad.) Ahiret yurdunun süreli olduğunu iddia edenler, lügatlerdeki bu süreleri ahiret yurdu için yeterli görmemiş olacaklar ki, sözcüğü “asırlarca, çağlar boyu” diye tercüme etmişlerdir. Cehennem azabının ebedî olmadığını ileri sürenler, bu iddialarını ahiret yurdunda kalınacak süreyi ifade eden “ahkaben” sözcüğünün bir zaman dilimini belirtmekte oluşuna dayandırmaktadırlar.
“Ahkaben” sözcüğüne aynı zamanda hâl ve durum bildiren bir anlam vermek de mümkündür. Şöyle ki: Dikkat edilirse, sözcüğün geçtiği ayetten sonraki ayetlerde, cehennemde bulunanların serinlik ve içecek bir şey tadamayacakları, aksine kaynar su ve irin içecekleri ve onlar için azaptan başka bir şeyin artırılmayacağı bildirilmektedir. Bu şartlardaki bir insanın kısa sürede “deve semerini bağlayan kayış”a veya “semerin yükünü bağlayan ip”e dönmesi kaçınılmazdır. İşte, “ الحقب el-hakabu” sözcüğünün çoğulu olan “ahkab” sözcüğü de bu anlama gelmektedir. Gerçekten de cehennemdeki onca azabın içinde kaynar su ve irin içen kimselerin zayıflama sonucunda kayışa veya ipe benzetilmeleri, içinde bulundukları durumu anlatmak için son derece uygun bir benzetmedir. Bize göre bu sözcükle ilgili en isabetli görüşü Zemahşerî dile getirmiştir: (el-Keşşaf)
Ayetteki “ehkaben” kelimesi, yağmuru, hayır ve bereketi az olduğunda kullanılan “hakıbe âmünâ” deyimiyle, bol rızık elde edemeyen kimse hakkında kullanılan “Hakıbe fülanün fe hüve hakıbe” ifadesine varıp dayanır ki, bunun çoğulu da “ehkâb” olur. Böylece, ayetteki bu kelime “onlar orada, bir darlık ve kıtlık içinde oldukları halde beklerler …” takdirinde, “ehkâben” kelimesi hal olarak mensup olmuş olur. “Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tadarlar” ifadesi de bunun tefsiridir.
Cehennem azabının geçici olduğunu savunanların delil olarak ileri sürdükleri bir diğer husus da En’âm ve Hud surelerindeki ayetlerde geçen “Allah’ın dilediği hariç” ifadesidir:
En’âm 128:
128.Ve Allah, onların hepsini topladığı gün: “Ey gizli düşman topluluğu! Kesinlikle bu insanlardan çoğalttınız!…”
İnsanlardan onların yakınları da, “Rabbimiz! Biz birbirimizden kazanç sağladık. Sonunda biz, bizim için vakitlendirdiğin süremizin sonuna ulaştık” derler. Allah, “Ateş, sizin durağınızdır. Orada, Allah’ın dilemesi hariç, sonsuz olarak kalacaksınız” der. Şüphesiz Rabbin en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan, en iyi bilendir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, “Allah’ın dilediği hariç” ifadesi, her zaman ve her koşulda güç ve kudretin Allah’a ait olduğunu, O’nun dilediğini yapacağını vurgulayan bir ifadedir. Bu ifadenin cümlede bildirilen hükmün bir istisnası olduğuna işaret ettiğini düşünmek yanlıştır. Çünkü ayette Rabbimizin “En-nâru mesvaküm halidine fiha [Sizin ebedî kalacağınız ikametgâhınız ateştir].” sözlerine muhatap olanlar, “cinn” ve “ins”den şeytanlara tâbi olan kâfirlerdir. Rabbimiz ise, kâfirler için cehennemin ebedî olduğunu ve onların bağışlanmayacağını, Nisa suresinin 168, 169. ayetlerinde açıkça bildirmiştir. Dolayısıyla bu hükümde bir istisna olduğunu düşünmek, Nisa suresinin ayetleriyle çelişmek olur.
Hud; 106, 107:
106,107.İşte şu bedbaht olanlar cehennem ateşi içindedirler. Onlara orada iç çekme ve hıçkırma vardır. Gökler ve yer durdukça onlar da o ateşte sürekli kalacaklardır. –Ancak Rabbinin dilediği müstesna.– Şüphesiz Rabbin dilediğini en üst seviyede yapandır.
Burada da, Hud suresinin 107. ayetinde geçen “Allah’ın dilediği hariç” ifadesinin, bir istisnayı işaret ettiğini düşünmek, aynı ayette geçen “halidine fiha” ifadesini “geçici bir süre” olarak kabul etmeyi gerektirmektedir. Oysa 108. ayete bakıldığında, cennet ve cennetliklerin durumunun da aynı sözcüklerle ifade edildiği görülmektedir:
Hud 108:
108.Ve şu mutlu olanlara gelince, onlar da gökler ve yer durdukça ardı arkası kesilmeyen bir ikram olarak cennetin içinde sürekli olmak üzere kalacaklardır. –Ancak Rabbinin dilediği müstesnadır.–
Bu durumda her akleden kişi şu soruyu soracaktır: “Halidine fiha” ifadesi cennet için kullanıldığında “sonsuzluk” anlamına geliyor da niçin cehennem için kullanıldığında oranın “süreli” olduğu anlamına gelsin?
Cehennem azabının ebedî olması konusuna mantıkî açıdan bakıp sırf bu yönden itiraz edenler de olmuştur. Meselâ bazıları “Azap, doğuştan temiz ve günahsız olan insanın sonradan ürettiği kötülüklerle kirlenmesinden dolayı öngörülen bir temizlenme sistemidir. Azabın kendisi bizzat amaç değildir. Böyle olunca, günah işlemiş ve bu yolla kirlenmiş olanlar bu kirliliklerinden arındığında azapları da son bulacaktır. Bunun aksini düşünmek Allah’ın azap etmekten zevk aldığını iddia etmek olur. Böyle bir zevk, O’nun ulûhiyetinin şanına yakışmaz, Kur’an’ın verileriyle de bağdaşmaz” diyerek cehennem ve cehennem azabının ebedî olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Dikkat edilirse, bu görüş, cehennem azabının günahları temizleyeceği varsayımına ve Allah’ın azap etmekten zevk almadığı gerçeğine dayandırılmıştır. Dolayısıyla bu görüşün tahlili de bu iki bakımdan yapılmalıdır.
Birinci olarak, bu görüş sahiplerinin gözden kaçırdıkları bir husus vardır: “Temizlenme” kavramı kirlenenler için kullanılabilir ama bizzat kendileri kir olanlar için söz konusu edilemez. Rabbimiz Tövbe suresinin 28. ayetinde “Müşrikler ancak necestir” demek suretiyle, cehennemlik olan müşriklerin doğrudan “pislik” olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmiştir. Kendisi “neces” olanın temizlenmesi ise ancak tövbe ve iman ile mümkündür; üstelik bunun yeri de ahiret değil, dünyadır. Çünkü her insana bu fırsat dünyada verilmiş, tövbe etmeye tenezzül etmeyenlerin yerinin cehennem olacağı kendilerine dünyada iken bildirilmiştir. Bu bildirim Allah’ın vaadidir ve Allah asla vaadinden dönmez.
İkinci olarak, bu görüş sahiplerinin unuttukları bir başka husus daha vardır: “Zevk almak”, “duygusal davranmak”, “hislerine kapılmak” gibi davranışlar, yaratılmışların özellikleridir. Yaratıcı ise bunlardan beridir. O, insanlara tercihlerinin sonucu olan şeyleri daha onlar dünyada iken vaat etmiştir. Ahirette bu vaatlerini yerine getirmek suretiyle şaşmaz adaletini tecelli ettirecektir. Cehennemdeki azap Allah’ın suçlulara -hâşâ- kızması sebebiyle değil, önceden bildirilmiş vaadin yerine getirilmesi, adaletin sağlanması sebebiyledir. Yüce Allah, suçlulara önceden ilân ettiği cezaları vermek suretiyle adaleti sağlayacağını “intikam” sözcüğünü kullanarak birçok ayette bildirmiştir:
Maide 95:
95.Ey iman etmiş kimseler! Siz, dokunulmaz iken/ hac görevini sürdürürken av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be’ye ulaşacak bir hedy/ yiyecek olarak hediye edilen hayvan olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluyu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlama ilkesi sahibidir.
Âl-i Imran 4:
3,4.Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât’ı ve İncîl’i de indirmişti. Furkân’ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah’ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.
İbrahim 47:
47.O hâlde sakın Allah’ın, elçilerine olan vaadinden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluyu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlama ilkesi sahibidir.
Zümer 32:
32.Öyleyse Allah’a karşı yalan söyleyen ve doğru kendisine geldiği zaman onu yalanlayandan daha yanlış; kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? O kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için cehennemde bir sığınak yok mu!?
Zümer 37:
37.Kime de Allah kılavuz olursa, artık onu da şaşırtan biri yoktur. Allah, çok güçlü, suçluyu yakalayıp, cezalandırarak adalet sağlayan değil midir?
Diğer taraftan, ahiretteki cezalar insanların dünyada işlediklerinin doğal sonuçlarıdır. Bu cezalar, dünyada iken haberli oldukları ama inanmadıkları şeylerdir:
Casiye 33:
33.Ve işledikleri şeylerin kötülükleri kendilerine belli oldu ve onları, kendisiyle alaya aldıkları şeyler kuşatıverdi.
Bir insanın dünyada hayatı boyunca yaptığı işlerin sonuçlarıyla beraber yaşaması nasıl gayet olağan ise, ahiretteki ebedî hayatında da aynı işlerinin sonuçları ile beraber yaşaması o kadar doğaldır. Dolayısıyla, bu durumun adalet ve rahmetle hiçbir çelişkisi yoktur.
Bazıları da ahiret hayatının -özellikle de cennet ve cehennemin- ebedî olması ile “taaddüdü kudema” oluşacağını, yani ebedîliğin cennet ve cehenneme de izafe edilmesi ile sadece Allah’a ait olan bu özelliğin çoğalmış olacağını ileri sürmüşler ve bu sebeple cehennemin ebedî olması durumunun Kur’an’ın ulûhiyet anlayışına aykırı olacağını iddia etmişlerdir. Bu görüş sahipleri iddialarına Kasas suresinin 88. ayetindeki “Allah’ın zatı dışında her şey helâk olacaktır” ifadesi ile Rahman suresinin aşağıdaki ayetlerini kanıt olarak göstermişlerdir:
Rahman 26, 27:
26,27.Yeryüzünün üzerindeki her kişi gelip geçicidir. Ve o celal ve ikram sahibi Rabbinin bizzat Kendisi baki kalır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, cennet ve cehennemin ebedî olması kesinlikle bir “taaddüdü kudema” değildir. Çünkü ahiret âlemi, cennet ve cehennem irade ve kudret sahibi bir varlık değil, bizzat Allah tarafından kulları için yaratılmış şeylerdir. Dolayısıyla bunların ilâhlık iddiasında bulunmaları söz konusu olamayacağından, bu durumun Kur’an’ın ulûhiyet anlayışına ters olması da söz konusu değildir.
Konuya delil getirilen Kasas suresinin 88. ayetinin tamamı ise şöyledir:
Kasas 88:
88.Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz.
Görüldüğü gibi, ayette Allah’tan başka ilâhlara, ölümlü olmaları sebebiyle inanılmaması gerektiği, Allah’ın ise baki olduğu bildirilmektedir. Yani, ayetteki o ifadenin, getirilmek istenen anlamla bir ilgisi yoktur.
Rahman suresinin 26, 27. ayetlerinde ise tamamen dünya ile ilgili gerçekler dile getirilmekte ve dünyada var olan her şeyin kıyamet ile yok olacağı vurgulanmaktadır. Bu ifadelerin ahiretle, cennet ve cehennemle bir ilgisi yoktur.
Biz, dünyaya ve içindekilere geçici olma özelliği veren Yüce Allah’ın ahirete de devamlı olma özelliği verdiğine inanıyor, eğer durum bunun aksi olsaydı, insanların bu müşkülünü asla belirsizliğe bırakmayıp Kur’an’da açıkça beyan etmiş olurdu diye düşünüyoruz. Bu konu asrısaadette de böyle anlaşılmış ve kabul edilmiş olmalı ki, cennet ve cehennemden sonra ne olacağı hakkında peygamberimize tek bir soru bile sorulmamış, literatürde buna ilişkin hiçbir rivayet yer almamıştır.
Netice olarak; cehennem de, cehennemdeki azap da daimidir.
Yani, insanlığa büyük hizmetler vermiş fakat Müslüman olmamış kimseler ahirette cennete mi yoksa cehenneme mi gireceklerdir?
Bu konuda düşünmeye başlamak için hareket noktasının aşağıdaki ayet olması gerekmektedir:
İsra 15:
15.Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.
Görüldüğü üzere, Rabbimiz, elçi göndermeden azap etmeyeceğini bildirmiştir. O hâlde yukarıdaki sorunun cevabı, peygamberimizin bu kişilerin elçisi sayılıp sayılmadığında yatmaktadır.
Bilindiği gibi, Mekkeli [Anakentli], herkesin soyunu-sopunu, huyunu-suyunu, fiziksel ve zihinsel durumunu, ilmî seviyesini iyi bildikleri Resulullah Muhammed (as), kendisine vahyedilenleri toplumuna tebliğ etmiştir. Kendilerine Kur’an’ın mucize dolu ayetleri tebliğ edilen Mekkeliler’in bir kısmı iman etmiş fakat çoğunluk bu mucizeyi anlamalarına rağmen işlerine gelmediği için bile bile yalanlama cihetine gitmişlerdir. Sonuçta, Kur’an’ın mucize olduğu kendilerine gösterilmiş olan o günkü toplumun inananları kendilerini kurtarmış, inanmayanları da cezayı hak etmiştir.
Peki, peygamberimizden sonra acaba Kur’an mucize olarak toplumlara tebliğ edilebilmiş midir, bugün edilebiliyor mudur, bu sorulara bağlı olarak da bu mucizenin tebliğcisi ve tebyincisi olan peygamberimizin elçiliği kabul görmekte midir? Meseleyi çözecek olan, bu soruların dürüst ve samimî cevaplarıdır.
Eğer Kur’an mucize olarak takdim ediliyor ve bu mucizelik insanlarca kabul görüyorsa, Kur’an’ın tebliğcisinin Allah’ın elçisi olduğu da kabul edilmiş olacak ve bu duruma tanık olanlar “sorumlu” konumuna gireceklerdir. Eğer bu tanıklar inanmamış olarak ölürlerse, ne kadar iyi insan olsalar, ne kadar büyük hayır işleri yapsalar da, yaptıklarının hiçbir yararını göremeyecekler, gidecekleri yer de cehennem olacaktır.
Ancak Kur’an tanıtılmıyor ya da tanıtılamıyorsa, insanlar mucizeye tanık olmayacaklar ve çeşitli kesimler tarafından bin bir iftira ile karalanmaya çalışılmış olan peygamberimizin elçiliğini kabul etmeyeceklerdir. Bize göre, Kur’an’ın tanıtılmaması ve mucizenin gösterilmemesi sebebiyle inançsız kalanların bu durumundan Kur’an’ı ve onu tebliğ eden peygamberi tanımayan ve tanıtmayan gayretsiz Müslümanlar sorumludurlar. İnançsız kalanlar ise tebliğ edilmemiş kişilerdir ve onlar aşağıdaki ayetler kapsamındadır.
Bakara 62:
62.Şüphesiz şu, iman etmiş kişiler, Yahûdileşmiş kişiler, Nasrâniler ve Sabiîler/doğal dindarlar; her kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve sâlihi işlerse, artık Rableri katında bunlar için ecirleri vardır. Bunlara bir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklar. Şüphe yok ki, iman eden kişiler, Yahudi, Nasranî ve Sabiî kişiler; bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amel işlerse onlar için Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar.
(Aynı mesaj için bakınız: Maide 69)
Zilzal 7, 8:
7,8.Artık her kim, zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir.
Allah doğrusunu en iyi bilendir.