Necm: 33
1,2Rabbin, filli orduya/ ahmaklar, geri zekâlılar güruhuna nasıl etti görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
3-5Ve onların üzerlerine, onlara pişmiş taşlar ile birlikte iri taneli yağmur yağdıran öbek öbek bulutlar; boran gönderdi de onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi.
/ Rabbin, ahmaklar, geri zekalılar güruhuna nasıl etti görmedin mi? Onların üzerine necm necm ayetler/ bela üstüne belalar gönderdi de onları hem vicdanen rahatsız etti hem de köklerini kazıyıp yok etti.
FİL SURESİNE GİRİŞ
Fil suresi Mekke'de 19. sırada inmiştir. Surenin iniş tarihinin M.S. 615 olduğu tahmin edilmektedir. Bu sureden önce inen Kâfirun suresi ile arasında fazla bir zaman aralığı bulunmadığı bilinmektedir. O dönemde Müslümanların sayısı daha 40'ı bile bulmamış, Ömer ile Hamza henüz Müslüman olmamışlardır. [Ömer ve Hamza, iki Habeşistan hicreti arasındaki dönemde, M.S. 616 yılında Müslüman olmuşlardır.]
Bu dönem, Müslümanlarla kâfirler arasındaki dengenin kâfirler lehine olduğu, kâfirlerin varlıklı, güçlü ve üstün oldukları bir dönemdir. Çünkü İslâm'a girenler arasında temiz vicdanlı zenginler azınlıkta olup Müslüman olanların çoğu dünya malına sahip olmayan varlıksız kimselerdir. Böyle bir ortamda Kâfirun suresi inmiş ve Müslüman olmayanlara “Eyyühe’l-kâfirûn” diye hitap edilerek müminlere saflarını onlardan ayırma vaktinin geldiği, herkesin kendi dinini/düzenini yaşaması gerektiği bildirilmiştir.
Surenin İniş Sebebi
Kâfirun suresi ile yapılan bu bildiriden sonra, kâfirler artık peygamberimizle yapmayı düşündükleri uzlaşmadan/anlaşmadan tamamen ümitlerini kesmişler ve yeni bir strateji belirlemeye karar vermişlerdir. Maddeci, ahiret inkârcısı ve ahlâksız kâfirler [Kureyş'in ileri gelenleri], çıkarları gereği putçuluğu devam ettirmek azminde oldukları için tüm putları reddeden Müslümanlığı kendi çıkarları açısından tehlikeli bulmuşlar, İslam’ın ilerlemesine engel olmayı yeni stratejileri olarak benimsemişlerdir.
İlk zamanlar Haşimîlerden çekindikleri için Ebutalib'in himayesinde peygamberimizin hayatına müdahale edemeyen Kureyşliler, artık sadece “mecnun, kâhin, şair” gibi ifadelerle yetinmeyip fiziksel saldırılara da başlamışlardı. Bu saldırılarını Ukbe'nin Kâbe'de yaptığı gibi, peygamberimizi boğma girişiminde bulunacak kadar ileri götürmüşlerdi.
Yeni stratejileri gereği, herkesin gözünü korkutarak Müslümanlığın ilerlemesine engel olmayı amaç edinen Kureyşliler, kabilesi güçlü olan Müslümanlara dokunamamalarına karşılık, kimsesizlere, özellikle köle ve cariyelere, sonu ölümlerle biten işkenceler uygulamışlardır. Giderek artan bu işkenceler karşısında, Müslümanların bir kısmı dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde peygamberimiz ve beraberindekilerin içinde bulundukları korku ve çaresizlik, daha sonra Bakara suresinin 214. ayetinde başkalarına örnek olarak anlatılmıştır.
İşte, peygamberimiz ve Müslümanlar bu sıkıntılar içindeyken gerekli manevî destek onlara bu sure ile verilmiş; Allah'a inanıp buyruklarını yerine getirenlerin, hakka inanmalarına rağmen güçsüz oldukları için zalimlere karşı çıkamayanların korkmamaları gerektiği, Allah'ın onları koruyacağı ve onlara yardım edeceği bildirilmiştir. Ayrıca bu surede, Allah'ın buyruklarına karşı gelenlerin, inananlara ve zayıflara saldırıda bulunarak zulmedenlerin, güçleri ne olursa olsun Allah'ın cezalandırması karşısında yok olup gidecekleri de vurgulanmıştır. Peygamberimiz ve çevresindeki Müslümanları rahatlatan, Allah ve elçileri tarafında olanların mutlaka galip geleceğini bildiren bu ifadeler, daha sonra inen değişik surelerde şöyle tekrarlanmıştır:
67Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez.
(Mâide/67)
20Allah'a ve Elçisi'ne sınırı aşmaya uğraşanlar; onlar, en aşağılık kişiler arasındadırlar.
21Allah: “Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır.
(Mücadele/ 20, 21)
171-173Ve andolsun ki gönderilen kullarımız/ elçilerimiz hakkında bizim sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir.”
(Saffat/ 171-173)
51Şüphesiz Biz, elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit dünya yaşamında ve şâhitlerin kalktığı/şâhitlik edecekleri günde kesinlikle yardım ederiz.
52O gün şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimselere özür dilemeleri yarar sağlamaz. Ve onlara dışlanarak mahrum bırakılma vardır, yurdun en kötüsü de onlar içindir.
(Mü’min/ 51) 52
Ayetlerin meali:
1,2Rabbin, filli orduya nasıl etti görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
3-5Ve onların üzerlerine, onlara pişmiş taşlar ile birlikte iri taneli yağmur yağdıran öbek öbek bulutlar; boran gönderdi de onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi.
/ Rabbin, ahmaklar, geri zekalılar güruhuna nasıl etti görmedin mi? Onların üzerine necm necm ayetler/ bela üstüne belalar gönderdi de onları hem vicdanen rahatsız etti hem de köklerini kazıyıp yok etti.
Ayetlerin Tahlili
1. Ayet:
1Rabbin, filli orduya/ ahmaklar, geri zekâlılar güruhuna nasıl etti görmedin mi/ hiç düşünmedin mi?
Ashab-ı Fil
Tamlamadaki “Fîl” sözcüğünü hekesin bildiği, hortumlular takımından karada yaşayan memelilerin en irisi olan hayvanın adı olarak ele alırsak, “Ashab-ı fil” tamlamasının sözcük anlamı “fil arkadaşları”dır.
“Fîl” sözcüğünün öz anlamı olan “kıt görüş, feraseti (öngörüşü) zayıf, ahmak, geri zekalı”(Lisanü’l Arab, Tacü’l Arus; “fyl” mad.) anlamını ele alırsak, “ashab-ı fil” tamlamasının anlamı, “ahmaklar, geri zekalılar, duyarsızlar güruhu” demek olur. (Fil, mükemmel hafızası olmasına rağmen, bazı aletleri kullanmasını becerebilmesine rağmen, yetilerinin hakkını vermediğinden Araplar bu hayvanı “Fil” diye isimlendirmiş olmalılar.)
Kur’an’da bu tamlamaya benzer, Ashabunnar (Cehennem Ashabı), Ashabulcahıym (Kızgın ateşin asahabı), Ashabısair, Ashabulcennet (cennetin ashabı), Ashabulyemin, Ashabulmeymene (sağın/uğurun ashabı), Ashabuşşimal, Ashabulmeş’eme (solun/uğursuzluğun), Ashabula’raf (Arafın, yani Kur’an öbeklerinin ashabı), Ashabussebt (İbadet günü/cumartesi ashabı), Ashabumedyen, Ashabulhicr, Ashabulkehf, Ashaburrakım, Ashabıssıratısseviy (Düz yolun ashabı), Ashaburress, Ashabussefine, Ashabulkubur, Ashabuluhdud gibi birtakım tamlamalar vardır.
Allah’ın izniyle biz, sureyi her iki anlamı da dikkate alarak takdim ediyoruz.
BİRİNCİ ŞIKKA GÖRE İZAHIMIZ:
Tarihi kaynaklara göre “Fil olayı”, bu surenin inişinden 45 veya 46 yıl önce meydana gelmiştir. Böyle olmasına rağmen sure, sanki olay yeni meydana gelmiş ve herkes de görmüş gibi “الم تر görmedin mi?” ifadesi ile başlamıştır. Bunun sebebi, “fil olayı”nı gören, yaşayan insanların sayısının çok olmasıdır. Rivayetlere göre, surenin iniş yıllarında yaşları 50'nin üzerinde olup bu olayı hatırlayanlar olduğu gibi, “Ashab-ı Fil”e mensup olup bizzat olayı yaşamış ve sakatlığı sebebiyle ülkesine geri dönememiş kimseler de vardır.
Bir olayı ne kadar çok insan görmüş ve yaşamışsa, o olayın meydana gelişi hakkındaki rivayetlerin yalan olma ihtimali o kadar zayıftır. Tevatüren sabit ve kanıtlanmış olaylar için “duymadın mı” yerine “görmedin mi, görmüyor musun?” gibi ifadeler, Arapçada olduğu gibi pek çok dilde de kullanılmaktadır. Bu soru tıpkı Mâûn suresindeki gibi cevabı beklenen bir soru olmayıp teaccüp [hayret] uyandıran bir soru şeklidir. Bir bakıma ayet “Onlardan korkman, çekinmen şaşılacak şey! Korkma, bak Rabbin Fil Ashabını ne hâle getirdi! Gerekirse onları da, senin düşmanlarını da yok ediverir” anlamında bir uyarı ifade etmektedir.
Bu ifade tarzının ayrıca geleceğe yönelik mucize bir mesaj olma ihtimali de mevcuttur. Belki de ilerideki bir tarihte yapılacak arkeolojik araştırmalar sırasında “Ashab-ı Fil”in yeraltındaki kalıntıları bulunacak, bu kalıntılar firavunun cesedi gibi müzelerde sergilenecek, bu olayın gerçekliği bir başka yolla daha gün ışığına çıkacaktır.
Fil Ashabı, Kur'an'a göre, kötü plânları sebebiyle Allah tarafından helâk edilmiş bir topluluktur. Arap ve İslâm kaynaklarından olan İbn İshak'ın es-Siret; İbn Hişam'ın es-Siret; Taberi'nin Tarihü’l-Ümem ve’l-Mülük gibi eserlerine göre “Ashab-ı Fil”, Habeşistan'ın Yemen valisi Ebrehe'nin komuta ettiği, heybetini arttırmak için önünde Habeşistan'dan getirilmiş bir filin yürütüldüğü orduya verilen isimdir.
Tarihî kaynaklara göre VI. yüzyılın ortalarında Habeşistan'ın Yemen valisi olan Ebrehe, Arapların Kâbe'ye olan saygılarını görmüş, dinî, siyasî ve ekonomik amaçlarla San'â şehrinde “el-Kulleys” adında gösterişli bir kilise yaptırmış ve yayınladığı bir bildiri ile Arapları bu kiliseyi ziyarete çağırmıştır. Bu davet Araplar tarafından kabul görmediği gibi Ebrehe'nin kilisesi de bir Arap tarafından hakaret maksadıyla kirletilmiştir. Buna çok öfkelenen Ebrehe, Kâbe'yi yıkmak amacıyla ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürümüştür. Ordunun başında yürüyen fil dolayısıyla bu olaya “Fil Olayı”, olayın vuku bulduğu seneye de “Fil Senesi” denmiştir.
Bakara suresinin 127. ayetinden öğrendiğimize göre, oğlu İsmail ile birlikte İbrahim peygamber tarafından inşa edilen tavansız, küçük ve dört köşe olduğu için Kâbe diye adlandırılan Beytullah; tevhid okulu, yine Kur'an'dan öğrendiğimize göre Allah'ın İbrahim peygambere vahyi doğrultusunda, insanların ziyaret yeri olarak ilân edilmiştir (Hacc; 27). Kur'an'da “بيتى Beytî [Evim], Beytullah [Allah’ın Evi], (Bakara 125, Hacc 26), “بيت العتيق Beytü'l-Atik” [Eski Ev] gibi isimler verilen Kâbe, içinde bulunduğu kent olan Mekke'ye de “امّ القراء Ümmü'l-Kurâ” [Kentlerin Anası, Anakent], (En'âm 92), “Beledü'l-Emin” [Güvenli Kent] (Tin 3) gibi nitelikler kazandırmıştır.
Yaptırdığı kilisenin bir Arap tarafından kirletilmesine son derece öfkelenen Ebrehe, karşılık olarak Araplar arasında “Allah'ın evi” denilen ve emin bir yer olduğu inancı yaygın olan Kâbe'yi yıkmaya karar vermiştir. Saldırı öncesinde Abdülmuttalib'in o güne kadar Kâbe'ye hiç kimsenin saldırmadığı ve kendisinin de saldırmaması gerektiği yolundaki uyarılarına karşı, Kâbe'yi yıkarak onun “emin ev” olma özelliğini de yıkacağını söyleyen Ebrehe, Kâbe'yi Allah'ın bile elinden alamayacağını da sözlerine ekleyerek büyüklenmiştir.
O tarihte Arabistan yarımadasının ortasında, kendi aralarında bitmek bilmeyen savaşlar süren bedevi Arap kabileleri yaşamaktaydı. Birbirlerine bile üstünlük sağlayamamış bu kabileler, kutsal saydıkları evlerinin yıkılmasını önlemek için münferit karşı koyma hareketlerine girişmişlerse de, Ebrehe'nin güçlü ordusu karşısında yenilip dağılmışlardır. Böylece, ancak küçük direnişlerle karşılaşan ve onları kolaylıkla bertaraf eden Ebrehe, Mekke yakınlarına gelmiştir. Kâbe'nin yıkılmasına halkın direniş göstermemesi hâlinde kimseye dokunmayacağını vadeden, aksi takdirde bütün şehri yıkacağı ihtarında bulunan Ebrehe, ikazına uyan halkın şehri boşaltmasına izin vermiştir.
Ertesi sabah Mekke'ye girmek üzere hareket eden Ebrehe'nin ordusu, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınında, Muassıb denilen yerde iken, ayetlerde anlatıldığı gibi müthiş bir afet ile helâk olmuştur. Ebrehe ve ordusunun helâk olması her yerde duyulmuş, bu olay nedeniyle Kureyş itibar kazanmış ve Kureyş'in kervanları gittikleri her yerde âdeta dokunulmazlık elde etmiştir.
Tarihi kaynaklara göre M.S. 571 yılında cereyan eden bu olay üzerine, müşrik Mekkeliler on yıl kadar sadece “Tek Allah'a” iman edip putlarını Kâbe'den kaldırmışlar fakat daha sonra yine eski âdetlerine dönmüşlerdir.
2. Ayet:
Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?
Yani; “Tıpkı yolunu şaşırıp aradığına ulaşamayan insan gibi, onların düzenlerinin yönünü şaşırtmadı mı? Hedefinden ve amacından saptırmadı mı?”
Burada Kureyş'e, güçlü olan Ashab-ı Fil’e karşı âciz kaldıkları bir sırada Kâbe'yi koruyup himaye eden Allah'ın bu nimeti hatırlatılmaktadır. Başka bir ifade ile; daha önce Kendi evine saldırmak isteyenleri ezip geçen Allah'ın, elçisine ve inanmış azınlığa karşı kendi güçleri ile gururlananları da ezip geçeceği ihtar edilmektedir.
3-5. Ayetler:
3-5Ve onların üzerlerine, onlara pişmiş taşlar ile birlikte iri taneli yağmur yağdıran öbek öbek bulutlar; boran gönderdi de onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi.
Ayette geçen “طير tayr”, “طائر tâir” sözcüğünün çoğuludur. “طائر Tâir”, sözlüklerde “havada kanatla uçan varlık” olarak bildirilmiştir. Yani sözcüğün vazı' [ilk] anlamında “kanatla uçmak” söz konusu olup kanatsız uçma anlamı içermiyor demektir. Eski müfessirler bu anlama itibar ederek ayete “Üzerlerine sürü halinde kuşlar göndermedi mi?” manası vermişlerdir. Buna bağlı olarak da sure ile ilgili yüzeysel yorumlar yapılmıştır:
Kimileri “Bu sure mucez [az öz ifadeli] bir suredir, olayla ilgili fazla detay yoktur, çünkü surenin ana teması olaydaki detay değil olayın sonucudur, yani o günün süper dev gücünün hakka zarar verme teşebbüsünün sonuçsuz bırakılması ve yok olmasıdır” demişler ve ayetlerin tamamını anlamayı gereksiz görerek “Ayetlerin bu kadarını anlayıp tamamını anlamasak da olur” deyip işin içinden çıkmışlardır.
Kimileri de Allah'ın “Ashab-ı Kehf” kıssasında mağara arkadaşlarının sayısını kapalı bıraktığı gibi bu konuyu da kapalı bıraktığını, konu hakkında fikir yürütmenin gayba/karanlığa taş atma anlamına geleceğini [boş, kanıtsız sözlerden başka bir şey olmayacağını] ileri sürmüşler ve her iki konunun kapalı bırakılmasında hikmetler olacağını beyan edip ayetleri anlamaya gayret göstermemişlerdir.
Muhammed Abduh ve arkadaşları ise, 3. ayetteki “طير tayr [uçanlar]” sözcüğünün, mikrop taşıyan sivrisinekler olduğunu ve bu küçük canlıların Habeşli askerler üzerine mikrop saçmış olabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Bu kanaatlerine sağ kalan askerler arasında çiçek ve veba gibi hastalıkların baş göstermiş olduğunu kaydeden tarihi belgeleri delil olarak göstermişlerdir. [İbn Hişam, bu olaydan sonra ilk defa bu bölgede çiçek ve kızamık hastalıklarının görüldüğünü nakleder.(İbn Hişam, es-Sîratü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I-II, 43-62]
Hamidüddin Ferahi ise, 4. ayetteki “termîhim” fiilinin failinin “gördün mü" ifadesi ile muhatap alınan Mekkeliler ve diğer Araplar olduğunu söylemiş, kuşlar hakkında da onların taş atmadıklarını, aslında Fil Ashabının cesetlerini yemek için geldiklerini belirtmiştir. Ona göre “Abdulmuttalib'in Ebrehe'nin yanına giderek Kâbe hakkında konuşmak yerine develerini talep etmesi” ve “Kureyşliler ile hacc için gelmiş diğer Arapların Ebrehe'nin hücumuna karşı koymayarak Kâbe'yi Allah'ın takdirine bırakıp dağlara çekilmeleri” hakkındaki rivayetler kabule şayan değildir. Bu olayın gerçek seyri ona göre şöyledir: Araplar Ebrehe'nin askerlerini taşlamışlar, Allah da tufan göndererek taşlar yağdırmış ve Ebrehe'nin askerlerini helâk etmiştir. Allah daha sonra da askerlerin cesetlerini yemeleri için kuşlar göndermiştir.
Hemen fark edileceği gibi bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Zira bu açıklamaya göre surenin ayet diziminin şöyle olması gerekirdi: “Onlara pişirilmiş taşlar atmıştınız. Sonra Allah onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri göndermişti.” Ama görülmektedir ki, Allah önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline döndüklerini açıklamıştır.
Kimilerine göre de Ebrehe'nin ordusunun yanı başında yanardağ patlaması olmuştur. Yanardağdan üzerlerine lâvlar yağmış, bu lavlar onları yakıp yok etmiştir.
Bizim bu sure hakkındaki görüşümüz şudur: Yakın geçmişte cereyan etmiş bir olayı anlatan bu sure müteşabih ayet içermemekte ve herhangi bir tevile ihtiyaç göstermemektedir. Çünkü o gün için Mekke'de gerek Fil Ashabına mensup olanlardan ve gerekse Mekkelilerden olayın canlı tanığı olan kimseler vardır. Dolayısıyla bu ayetlerin müteşabihliği söz konusu değildir. Sure, peygamberimiz, arkadaşları ve o günün tüm insanları tarafından gayet iyi ve net bir şekilde anlaşılmıştır.
Bu ayetin müteşabih kabul edilerek üzerinde fazla durulmaması veya yapılan açıklamaların tutarsız ve yanlış oluşu, “طير tayr” sözcüğünün “kuşlar” olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Buna benzer bir yanlış da ileride Neml suresinde “hüdhüd” sözcüğünün “kuş” olarak değerlendirilmesi şeklinde karşımıza çıkacaktır.
“طير Tayr” sözcüğüne “iki kanatla uçmak” anlamının verilmesi aslında Kur'an'a uymamaktadır. Çünkü En'âm suresinin 38. ayetinde “Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi de sizin gibi birer ümmettir” denilmektedir. Bu ayette geçen “يطير Yetıru” fiili sadece “uçar” anlamında olup “kanatlarıyla/iki kanadıyla” uçtuğu anlamı verilmek için ayrıca “بجناحين bi cenahayni” sözcüğü ilave edilmiştir. Eğer “طير tayr” sözcüğü “kanatlarıyla uçar” anlamında olsaydı, “بجناحين bi cenahayni” sözcüğüne gerek kalmaz, “iki kanadıyla” ifadesi ayette zikredilmezdi. Bu durumda “طير tayr” sözcüğünden “iki kanatla uçan kuşlar” anlamı çıkarmak yanlıştır.
Arapça'da bazı sözcükler özel anlamlar ifade eder. Örnek olarak “isra” sözcüğü, “gece yürüyüşü” demektir, sadece “yürümek” anlamına gelmez. “Tayr” sözcüğü de iddia edildiği gibi “iki kanatla uçmak” anlamına gelmez, En'âm suresinin 38. ayetinin gösterdiği gibi sadece “uçmak” anlamına gelir.
Sözcüğün Kur'an'a uygun olan bu anlamı esas alındığında, Nahl suresinin 79. ayetinde de geçen “tayr” sözcüğünü “kuşlar” anlamında değil, “bulutlar” anlamında kabul etmek daha isabetli olacaktır.
79Gök boşluğunda, bir emre boyun eğdirilmiş olan kuşlara/bulutlara bakmadılar mı? Onları Allah'tan başkası tutmuyor. Bunda, inanan bir toplum için elbette ki alâmetler/göstergeler vardır.
(Nahl/ 79)
Yine Mülk suresinin 19. ayetindeki “صفّات saffat” ve “يقبضن yagbidne” sözcüklerine gerçek anlamları verilirse bu konu daha iyi anlaşılacaktır. Bugüne kadar tefsirciler ve dilbilimciler tarafından “sürüler, topluluklar, öbek öbek, gruplar” şeklinde çevrilen “ebabil” sözcüğü için de bu anlam kabul edilebilir.
pişmiş taşlar ile birlikte büyük taneli yağmurun yağdırılması
Tefsirlerin tümünde “ترميهم termîhim” fiili, “رمى remyün” mastarından türetilen “fiili müzari, müfred, müennes” bir kalıp olarak alınmıştır. Fiilin kök anlamı “atmak”tır. Taş atmak, ok atmak gibi işler “remy” ile ifade edildiği gibi, “مرمى mermi” sözcüğü de bu kökten türetilmiştir. “Remy” ayrıca istiare yoluyla “sövmek” ve “iftira atmak” anlamlarında da kullanılmaktadır (Nur 4, 6, 23).
“ترميهم Termîhim” fiilinin kökü “رمى remyün” olarak kabul edilince, doğal olarak ayet “Ki bunlar onlara ateşte pişmiş taşlar atıyorlardı” şeklinde açıklanmakta, bu açıklama da atılan şeylerin ne olduğu hakkında yorumculara “atmak” fiili ile ilgili hayalî çağrışımlar yaptırmaktadır.
Mukatil'e göre; “Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üç taş atıyordu. Öldürecekleri kişinin isimleri üzerinde yazılı olan bu taşlar o adamı öldürüyordu. Taşlar düştüğü yeri delip öte taraftan çıkıyordu. Mesela; eğer bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu.” (Mukatil)
İkrime, İbn Abbas'tan: “O taşlar herhangi birinin üzerine düştüğünde orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu taşların en küçüğü mercimek, en büyüğü ise nohut kadardı” (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
Biz bu olayın tefsirlerdeki bildik açıklamalardan farklı cereyan ettiği görüşündeyiz. Bunu izah etmeden önce ayetteki şu üç hususun öncelikle incelenmesi gerekir:
Birinci husus “ترميهم termîhim” fiilinin hangi kökten türediğidir. Arapça lügat kitaplarına göre “termîhim” fiilinin yine “ر م ى r-m-y” harflerinden oluşan fakat mim harfi esre olarak okunan “remiyün” sözcüğünden de türemiş olması mümkündür. İsim olarak “yağmuru iri ve yere sert inen bulut” anlamına gelen bu sözcük filleştirilirse, “bulut iri ve yere sert inen yağmuru yağdırıyor” demek olur. Ayrıca “rmy” sözcüğünü “atmak” anlamında alıp bulutların taş atmalarını mecaz olarak “Taş yağdırmak” anlamıyla anlamanın da herhangi bir sakıncası yoktur.
İkinci husus, “بحجارة bi hicaretin” ifadesinin başındaki “ب be” harf-i cerrinin, cümleye kattığı anlamdır. Nahv ilminde “harf-i cer” denilen “be” edatı [bağlandığı sözcükte “bi” olarak okunur], cümleye “ilsak, teaddiye, sebebiyye, istiane, musahabe, bedel, mükabele, kasem, tefdiye” anlamları katar. Bu ayeti yorumlayanlar ve çevirenler bugüne kadar “be” edatının cümleye “ilsak [mecazi]” anlam kattığını kabul etmişler ve ifadeyi “pişmiş taşları” olarak manalandırmışlardır. Bize göre ise bu edat cümleye “مصاحبة musahabe [yoldaşlık, birliktelik]” anlamı katmakta olup “pişmiş taşlar ile birlikte” şeklinde manalandırılmalıdır.
Kur’an’da örnekleri verilen eski toplumların helak oluşlarına; yok oluşlarına; değişime- yıkıma uğrayışlarına neden olan; alt tabaka- üst tabaka ve zengin kitle -zayıf kitle arasında oluşan sosyal patlamalardır. Bu sosyal patlamalarda onların üstü alta; altları da üste çıkarlar.
Burada yağdırılan taşın, tuğla, seramik cinsinden ateşte pişirilmiş taşlar olduğu taşların da üzerine düşecekleri kişilerin adları ve işaretlerinin de yazıldığı bildirilmektedir.
وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ سِجّٖيلٍ
Hıcr/74Böylece Biz, onların üstünü altı yaptık ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
GÖKTEN TAŞ YAĞMAZ
Burada bahsedilen taşlar, bildiğimiz taşlar olmayıp bu sapık kavme çok ağır gelen, çok sert gelen uyarı vahiylerdir. Ki bu Fil suresinde de Mekkeli müşrikler için konu edilmişti. Özellikle bu taşlara verilmiş olan “İSTİF EDİLMİŞ PİŞMİŞ ÇAMURDAN, RABBİNİN KATINDA İŞARETLENMİŞ” şeklindeki nitelemeler o kavme özel olarak yığınla uyarı ayetleri gönderildiğini açıklamaktadır.
Uyarıcı vahyin taş özelliği taşıması:
Hicr/1-5Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitap’ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın ayetleridir.
2Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar.
12Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız.
3Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve boş umut onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir.
4Ve Biz hiçbir memleketi bilinen bir kitabı olmaksızın değişime/ yıkıma uğratmadık.
5Hiçbir ümmet, süre sonunun önüne geçemez ve geciktiremez.
Şu’arâ/200,201Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
Enbiyâ/18Tam tersi Biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı size yazıklar olsun!
Hûd/81Misafir elçiler: “Ey Lût! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç kimse geri bakmasın [burada olanları, eskileri düşünmesin], kadının başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.
f) Siccil سِجّٖيلٍ
“ من سجّيل Min siccil” Hûd/ 83’te عِنْدَ رَبِّك “Rabbinin katı” olarak tefsir edilmiştir.
Siccil, anlam olarak “Hâkimlerin hükümlerini kaydettikleri kütük” demektir. Kelimenin öz anlamı da “Su dolu kova” demektir. Bu niteleme, Necm suresindeki “ دلوdelv” sözcüğünün açıklanmasında görüldüğü gibi; Allah’ın kelam sıfatını; vahyin kaynağını ve gönderdiği -göndereceği mesajları ifade eder.
“ دلوdelv” sözcüğünü, vahiyle ilgisi nedeniyle biraz daha açarsak:
Necm suresi/8de yer alan “ تدلّىtedellâ” fiili, “delv” kökünden gelmedir. “ دلو delv”, “kovanın sarkması” demektir. Sözcüğün “ تدلىtedellâ” kalıbı (aslı “ تدلو tedelleve’dir) “ تقعلtefeu’ul” babıdan olup, “sürekli olarak kova sarktı” anlamı kazanmıştır.
Sürekli kova sarkması, aynı Kadir suresindeki “ تنزلtenezzelü (sürekli, arka arkaya iner)” ifadesiyle de eş anlamdadır. Ve sürekli kovanın inişi, vahyin necm necm; parti parti, grup grup inişinden kinayedir. Yani, “Elçiye kova kova; kovalar dolusu ayetler indirdi durdu/vahyetti” anlamındadır.
“حِجَارَةً مِنْ سِجّٖيلٍ Hıcaretin min sicciyl” ile Hûd ve Hicr surelerinde konu edilen şey de; elçilerin Lût kavmine tebliğ ettikleri; sağlam, onlara özgü Allah’tan gelen ayetler/vahiylerdir,
Sonuçta“ دلوDelv” sözcüğü de سجّيل siccil ile aynı anlamdadır. Çünkü her iki sözcükle de konu edilen; nitelenen Allah’tan gelen ayetler/vahiylerdir.
Üçüncü husus “سجّيل siccil” sözcüğünün Kur'an'daki kullanımlarıdır. Biz, “Siccil” sözcüğünün eski Farsça'dan [Pehlevîce] Arapça'ya geçmiş bir sözcük olduğu ve aslının da “seng-i gil [kilden, topraktan yapılmış pişmiş taş]” anlamına geldiği hakkında bir itirazda bulunmuyoruz. Sadece bu sözcüğün Kur'an'ın başka ayetlerindeki kullanımına da dikkat çekmek istiyoruz. “Siccil” sözcüğü, konumuz olan bu ayet dışında Kur'an'da iki yerde daha geçmektedir:
82,83Sonunda emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlardan uzak değildir.
(Hud/ 82, 83)
74Böylece Biz, onların üstünü altı yaptık ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
(Hıcr/ 74)
“Yerin üstünün altına getirildiği”ni anlatan bu ifadelerin, Hıcr suresinin 73. ayetinde geçen “Sonra, şafakla birlikte çığlık/uğultu onları yakalayıverdi” ifadesi ile birlikte düşünülmesi hâlinde, ayetlerde anlatılanın bir volkan patlaması ve onunla eşzamanlı bir deprem olduğu kanaati oluşmaktadır. Nitekim Hud suresinin 82. ayetinde “منضود mendudin [istiflenmiş]” sözcüğü ile nitelenen “pişmiş çamurdan yapılan taşlar” ifadesi, âdeta bir yanardağın püskürttüğü lâvların [cüruf] yığınlar oluşturduğunu anlatmaktadır. Şu hâlde, Kur'an'ın yukarıdaki ayetlerde “siccilden taşlar” ifadesini “lâv [cüruf]” anlamında kullanmasından yola çıkarak “siccilden taşlar”ın bu ayette de aynı anlamda kullanıldığını çıkarsamak mümkündür. Bu durumda, bir yanardağ ifrazatı olan “siccil taşları”nın rüzgâr yardımı ile taşınıp şiddetli bir yağmur ile birlikte “Fil Ashabı”nın üzerine yağmış olması ihtimal dâhiline girmektedir.
Yukarıdaki hususlar dikkate alınarak 3. ve 4. ayetleri şu şekilde ifade etmemiz mümkün olmaktadır:
Ki [gönderilen öbek öbek bulutlar] onlara lâvlar [cüruf, pişmiş taşlar] ile birlikte büyük taneli, sert yağmur yağdırıyorlardı.
Özetle, bu iki ayetten şu anlaşılmaktadır: Rabbimiz “Fil Ashabı”nın üzerine iri taneli, sert yağmur yağdıran bulutlar yollamıştır. Bu bulut, “boran”dır. Kur’an’daki açıklamalara göre, yağmur ve fırtına Allah'ın ordularındandır. Müminler birçok savaşta bu orduların yardımı ile zafer kazanmışlardır. Boran, olay yerine ulaşırken yol boyunca volkanik dağlardan toparladığı “siccilden taşları [pişmiş taşları, cürufları]” olay mahallinde yağmuruyla, dolusuyla birlikte “Fil Ashabı”nın üzerine yağdırmıştır.
Boran denen afet, yıldırım, çakım, gök gürültüsü, kuvvetli rüzgâr, sağanak hâlinde yağmur veya dolu ile birlikte beliren şiddetli bir atmosfer olayıdır. Genellikle de sıcak ülkelerde görülmektedir.
Görüldüğü gibi, sözcükler bizim verdiğimiz gibi manalandırılırsa, kesinlikle zorlama yorumlara ve tutarsız söylentilere gerek kalmamaktadır. Ayetler ve sure gayet net olarak anlaşılmaktadır.
Eski kaynaklarda yer alan bazı açıklamalar ve coğrafî belgeler de bizim verdiğimiz anlamları desteklemektedir. Şöyle ki: Gerek Hicaz bölgesinin küçük ölçekli haritalarında ve gerekse uzaydan çekilen uydu haritalarında, olayın vuku bulduğu bölgede krater çukurları görülmektedir. Ayrıca olay mahalline yakın yerlerde oluşmuş bu volkanik dağlar ve tepeler bugün de mevcut bulunmaktadır.
İbn-i İshak'ın “Siretü İbn İshak” adlı eserinde belirttiğine göre, “Fil Olayının meydana geldiği yerde bir süre ot bile yetişmemiştir. Daha sonra da yörenin bitki örtüsü değişmiştir.
Şair Eslet oğlu Ebu Kays, bir şiirinde onların üstüne taş yağdığını ve bu taşların onları cüceler gibi ezdiğini anlatır.
Yine Emêviler devrinin şairlerinden olan Ferezdak, Fil Olayına değinmiş ve “Allah, Kâbe'yi korumak için yağdırdığı taşları Haccac b. Yusuf'un üzerine de yağdırsın. Bu taşlar fili süren Habeşli askerlere değdi ve onları helâk etti” [Siret-ün Nebeviyye, 1, 63] şeklinde bir ifade kullanmıştır. Dikkat edilirse, Ferezdak “taş attıkları” şeklinde bir ifade kullanmamış, “taş yağması”ndan bahsetmiştir.
Yine Siretü’n-Nebeviyye'de yer aldığına göre, bazı şairler ve yazarlar “Fil Olayı” günü simsiyah bir bulutun yükseldiğini ve bu bulutun Habeşlileri helâk ettiğini yazmışlardır.
Bazı rivayetlerde de, olayın vuku bulduğu yörede o sırada şiddetli bir fırtına ve rüzgâr meydana gelmiş olduğu bildirilmektedir.
5. Ayet:
yenik bitki yaprağı gibi yapıvermek
Ayette geçen “عصف asf” kelimesi, ağacın kuru yaprağıdır. “Asf” kelimesi, Rahman suresinin 12. ayetinde de kullanılmıştır; “ذو العصف والرّيحان zü’l-asfı ve’r-reyhan [yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler]”. Yaprağın “yenik” diye nitelendirilmesi, onun çürüdüğünü, öğütüldüğünü ifade eder. “Yenik” ifadesiyle böceklerin onu yiyip parçaladığı ya da hayvanların onu yiyip çiğneyip öğüttüğü andaki hali anlatılmaktadır. Bu ifade, boranla yağan taşların onların bedenlerini nasıl paramparça ettiklerini somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bizce bu anlatımın “Fil Ashabının çiçek veya kızamık hastalıkları ile helâk edilirkenki hâllerinin tasviridir” şeklinde yorumlanmasına, ayet dizimlerinin farklılaştırılmasına, anlatılanların müteşabihliğine hükmedilmesine, kısacası bu surenin bu gün için anlaşılamayacağı görüşünün ileri sürülmesine hiçbir gerek yoktur. 1. ayette yer alan “keyfiyet/nasıllık” belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta ve sure en güzel şekilde anlaşılmaktadır.
Surede Bahsedilen Olayın Genel Bir Değerlendirmesi
Saldırganların yok edilişi bir “mucize olay”dır, sıradan ve tesadüfen meydana gelmiş bir hadise değildir.
Olay o günkü şekliyle anlaşılmak istendiğinde, Yüce Allah'ın “بيتى beytî/evim” dediği Kâbe'nin himayesini müşriklere bırakmadığı, evini savunmak için olaya bizzat el koyduğu görülür. Böylece Allah, sonsuz güç ve kudretiyle hem Kâbe'yi hem de kısa bir süre sonra âlemlere rahmet olarak göndereceği ahir zaman peygamberinin doğacağı şehri düşman taarruzundan korumuştur.
Yine bu olay göstermiştir ki, Yüce Allah, ehlikitap [Ebrehe ve ordusu] için Allah'ın kutsal evini yıkmayı ve kutsal yurda hâkim olmayı takdir etmemiştir.
Fil suresinde anlatılan bu kıssayı ibretle düşünmek gerekir. Tarihte ve günümüzde birçok İslâm düşmanı Allah'ın dinine tuzak kurmak için çalışıp durmaktadır. Ne var ki, Yüce Allah geçmişte mümin kullarının bu tuzakları bozmakta aciz kalmaları hâlinde nasıl o zalimleri kendi tuzakları içinde bozguna uğrattıysa, her zaman da uğratabilir. Bu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
İKİNCİ ŞIKKA GÖRE SURENİN İZAHI:
Yukarıda açıkladığımız gibi “Fîl” sözcüğünün öz anlamı “kıt görüş, feraset (öngörü) zayıflığı; ahmaklık, geri zekalılık” demektir. Bu durumda “Ashab-ı fil” tamlamasının anlamı “ahmaklar, geri zekalılar güruhu” demek olur. Kur’an’a göre de Kur’an’a karşı koyan, Rasülüllah’a husumet besleyen, ahıreti yalanlayan Mekke ileri gelenleri bu nitelikteki insanlardır:
Ya-Sin/1-6
2-6Ataları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri duyarsız bir toplumu kendisiyle uyarasın diye en üstün, en güçlü, en şerefli, yenilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin indirdiği yasalar içeren/ bozulması engellenmiş Kur’ân kanıttır ki sen, o elçilerdensin, hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.
Necm/59-61
59Peki, şimdi siz bu sözden mi hayrete düşüyorsunuz? 60Ve gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz. 61Ve siz, aklını gereği gibi kullanmayan kimselersiniz.
Bakara/ 171
171Ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/ karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler.
Mâide/ 58
58Ve siz, onları salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] çağırdığınız zaman, onlar, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarındandır.
Haşr 14-16
14-16Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani insana “Küfret; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddet” deyip de küfredince; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedince de “Kesinlikle ben, senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen o şeytanın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar, aklını kullanmayan bir topluluktur.
Bu durumda bu surede konu edilen “Ashab-ı fil” aklını, fikrini yeterince kullanıp Kur’an’ı kabullenmeyen Mekke’nin ileri gelenleridir. Burada Rabbimiz TEVRİYE sanatını göstermiştir.Tevriye, edebiyat sanatında “İki anlamı olan bir sözcüğün yakın anlamını söyleyerek uzak anlamını kastetme”dir. de bu sözcüğün her iki anlamı da gerçektir.
Ebabîl= URF
Mürselat suresinde Kur’an ayetleri “öbek öbek gönderilmiş olanlar” şeklinde nitelenmektedir. Bu ifade burada “Onların üzerine öbek öbek uçanlar gönderdi” şeklinde yer almıştır.
Mürselat/1-7
1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir.
Ayrıca Kur’an şu özelliklerle de nitelenmiştir:
Naziat/
1-5Evrendeki çekim kuvveti, evrendeki itme kuvveti,
yıldızlar; galaksiler; güneş, ay ve bunların kendi eksenlerinde ve bağlı olduğu yıldız çevresindeki yörüngelerde yüzmesi, bu sayede gece, gündüz ve diğer yaşam koşullarının, med-cezirin, gece-gündüzün, mevsimlerin oluşması,
tüm canlı türlerinin ve bitkilerin yaşam koşullarının ayarlanması kanıttır ki
Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler için sürekli sıkıntı, bunalım ve vicdan azabı vesilesi olan,
mü’minlere hem kolay, hem de kolaylaştıran, onlara müjdeler veren, onların mutlu olmalarını sağlayan,
elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran, hep öne geçen, önemseten ve kişisel ve sosyal tüm işleri ayarlayan, her işe ait emirlerinin, yasaklarının olması; ilkeler koyan Kur’ân âyetleri kanıttır ki
Bu güruhun Kur’an ile perişan edilişini de görmekteyiz.
Hıcr/1-6
1Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir.
2Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar.
12Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız.
3Bırak onları yesinler, yararlansınlar ve boş umut onları oyalasın. Ama onlar yakında bileceklerdir.
4Ve Biz hiçbir memleketi bilinen bir kitabı olmaksızın değişime/ yıkıma uğratmadık.
5Hiçbir ümmet, süre sonunun önüne geçemez ve geciktiremez.
Şuara/200, 201
200,201Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.
Enbiyâ/ 18:
18Tam tersi Biz, hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın bâtıl yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı size yazıklar olsun!
Ayetteki “görmedin mi, tayr, ebabil, hıcaratin min siicil, başı yenilmiş ekin” ifadeleri dikkate alındığında bunları “VİZYON”lardaki semboller olarak görmek gerekir. Bilindiği gibi vizyonlar, sünnetüllah’ta sembollerle gösterilmektedir. (Ünlü Vizyoner Nostradamus’un vizyonları da hep semboller ile olup, işin gerçeği vizyonlar; görüntüler gerçekleştikten sonra anlaşılmıştır.)
Yusuf/ 4
4Hani bir zaman Yûsuf, babasına: “Babacığım! Şüphesiz ben onbir yıldız, güneş ve ay'ı gördüm; onları bana boyun eğip teslimiyet gösterirlerken gördüm” demişti.
Yusuf/ 43
43Ve hükümdar dedi ki: “Şüphesiz ben yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz görüntü/ vizyon tabir ediyorsanız beni bu görüntü hakkında ikna edip aydınlatın.”
Yusuf/ 36
36Ve zindana o'nunla birlikte iki delikanlı girdi. Onlardan birisi: “Şüphesiz ben, kendimi şarap sıkarken gördüm” dedi. Öteki de: “Şüphesiz ben başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun te’vîlini haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik/güzellik üretenlerden görüyoruz” dedi.
Fetih/27
27Andolsun ki Allah, Elçisi'ne o görüntüyü; “Siz, Allah dilerse kesinlikle, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış kişiler olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz” vizyonunu hak ile doğru çıkardı. Öyleyse Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Sonra da size bundan ast/yakın bir fetih kıldı.
Bu durumda Rasülüllah, bu geri zekalı toplumun perişan olacağını vizyon halinde; bu sembollerle görmüştür.
Tekvir, Necm ve İsra suresinde konu edilen Peygamberimizin gördüğü ayetler de işte bu fil suresinde konu edilen görüntülerdir.
Bu şıkka göre surenin meali, bize göre şöyledir:
Rabbin, ahmaklar, geri zekâlılar güruhuna nasıl etti görmedin mi? Onların üzerine necm necm ayetler/ bela üstüne belalar gönderdi de onları hem vicdanen rahatsız etti hem de köklerini kazıyıp yok etti.
Bizim kanaâtımız da surenin bu ikinci şıkkı çerçevesindeki açıklamalarımızdır.
Klasik anlayışa göre yukarıda açıkladığımız gibi Ebrehe Ka’be’yi yıkmaya teşebbüs etmiş, Allah da ebabil kuşları ile engellemiş.
Bu anlayışta Allah’ın tarihe müdahalesi söz konusudur. Bunun bir mucize olduğu kabul edilir.
Halbuki tarih incelendiğinde görülecektir ki Ka’be’ye birçok kez saldırı olmuş ama Allah hiçbirinde de Ka’be’yi korumamıştır. Şöyle ki:
Ebrehe’den önce yemen hükümdarlarından bazıları da Ka’be’yi yıkmaya teşebbüs etmişlerdi. O zaman Ka’be’yi Allah korumadı. O zamanki Mekke yöneticileri; Huzaalılar korudu.
684 yılında Yezid tarafından gönderilen ordu, Abdullah b. Zübeyr’i yakalamak için Ka’be’yi yaktılar, yıktılar. O zaman da Ka’be’yi Allah korumadı.
Ka’be yeniden yapıldı.
693. yılında Emevilerden Haccac komutasındaki ordu mancınıklarla Ka’be’yi dövmüş, hac dönemi olduğundan yüzlerce hacıyı öldürmüştü. Haccac, bir ara savaşa ara verip tekrar yıkıma devam etmişti. O zaman da Allah Ka’be’yi korumadı.
930 yılında Karmetiler Ka’beyi yıktı, Karataş’ı (Hacer’ül Esved) alıp götürdü, binlerce hacıyı öldürdü. O zaman Allah Ka’be’yi yine korumadı.
1670 yılında Osmanlı korumasındaki Ka’be’ye haraç peşinde koşan Şerifler kurşun yağmuru yağdırdı. 200 kişi öldü 700 kişi yaralandı. Hacıların eşyaları yağmalandı. O zaman Allah Ka’be’yi yine korumadı.
Anlatılan olayın vaktinde Yemenli Ebrehe, o gün için son peygamber İsa peygamberin dininin mensubu, başka bir ifadeyle Hak din sahibi, (henüz peygamberimiz gelmemişti) Mekkeliler ise müşrik idiler. Ka’be ise putlarla doluydu. Klasik anlatılara göre demek oluyor ki Allah, Hak din mensuplarına değil müşriklere yardım etmiş (!).
Bu konuyu incelerken bir de Yemen ile Mekke arasındaki mesafenin fil/filler ile aşılması noktası var. Fillerin yaşadığı ortamları ve şartları dikkate alıp Arabistan coğrafyasında fil/filler ile böyle bir yolculuğun olup olmayacağının da düşünülmesi gerekir. Bir de bir filin günlük ihtiyacı ortalama 200 Kg. yiyecek ve ortalama 300 Lt. su olduğu dikkate alınırsa bu olayın dolayısıyla da bu anlayışın makbul olduğu söylenemez.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.