1. Ayet:
1Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki
Sure kasemle [yeminle] başlamıştır. Fecr suresinin 5. ayetinden öğrendiğimize göre Yüce Allah akıllı, bilgili kimselerin dikkatini çekmek, onlara kanıt göstermek için yemin etmektedir. Allah'ın yemin etmesi "Dikkat edin, dikkat çektiğim bu olay ya da nesneyi iyi araştırın. Bunlar şunların kanıtıdır" anlamına gelmektedir:
5İşte bunlarda, akıl sahibi için güçlü-ikna edici, inandırıcı bir anlatım vardır. [Fecr/5]
Kasem cümlesi ile ilgili detay 2. surede [Kalem Suresinde] verilmiştir.
Birinci ayette Muhammed'in sapmadığına, azmadığına, keyfine göre konuşmadığına, tebliğ ettiği mesajların kendisine vahyedildiğine kanıt olarak gösterilen olgu, bu sureye kadar olan parça parça inmiş ayet kümeleridir. Çünkü bu ayetler yapı ve anlam itibariyle Muhammed'in veya herhangi bir insanın ortaya koyamayacağı, hatta tüm insanların birleşseler dahi bir benzerini getiremeyecekleri ilahî nitelikli sözlerdir.
Kur’ân ayetlerinin insanlara kanıt olarak gösterilmesinin başka örnekleri de vardır. Mesela Ya Sin suresinin 2 ve 3. ayetlerinde, Muhammed'in peygamberlerden bir peygamber olduğunun kanıtı olarak yine "Hikmet sahibi Kur’ân" gösterilmektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, Kur’ân’dan hareketle Anakentli; Mekkeli Muhammed’in elçiliği kabullendirilecektir. Rasülüllah’tan hareketle Kur’ân’ın vahy olduğu değil.
"Parça parça inen" diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali "النّجم necm" sözcüğüdür. "Necm" sesteş bir sözcük olup ilk olarak "ilkbaharda topraktan yeni çıkan filiz" veya "hayvanlarda yeni çıkan boynuz" anlamlarında kullanılmıştır. Sonraları zaman içinde otlara, çayır-çimen gibi gövdesiz bitkilere, yıldızların doğuşuna, yıldızların tümüne, özel isim olarak Süreyya yıldızına ve toplum içinde sivrilmiş önderlere de "necm" denmiştir. [Lisanü’l Arab, "n cm" mad.]
Kur’ân'da ve arap dilinde birkaç farklı anlamda kullanılan "necm" sözcüğü, Rahman suresinin " والنّجم والشّجر يسجدان Otlar ve ağaç ikisi de secde eder" anlamındaki 6. ayetinde "otlar"ı; Tarık suresinin 3. ayeti [ النّجم الثّاقب en-Necmü’s-Sâkıb], Nahl suresinin 16. ayeti [وبالنّجم هم يهتدون Ve bi’n-necmi hüm yehtedûn] ve Saffat suresinin 88. ayetinde de [فنظر نظرة فى النّجوم Fe nazara nazraten fi’n-nücum] "yıldızlar"ı ifade etmektedir.
Karanlığı yarıp kendini gösteren ve başkalarının yol bulmasını sağlayan yıldıza Kur’ân'da "necm" dendiği gibi, her biri bir yıldız gibi ışık saçan, insanları aydınlatan ve onların yollarını bulmalarını sağlayan Kur’ân ayetlerine de "necm" denmiştir. Bunun örneği, konumuz olan Necm suresinin 1. ayetinden başka, Vakıa suresinin 75. ayetidir:
75Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt gösteririm ki –76ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân'dır. 78Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. [Vakıa/75- 80]
Meselâ bu surenin 1-18. ayetleri bir necmdir. İleride göreceğiniz gibi, Abese suresinin 1-10. ayetleri de bir necmdir.
Surenin birinci ayetindeki "النّجم necm" sözcüğü "parça parça inmiş Kur’ân ayetleri" olarak çevrilirse, "heva" sözcüğünün de "nüzul [iniş]" olarak çevrilmesi gerekir. "Heva" da necm gibi sesteş bir sözcük olup birden çok anlamı vardır. Buna bağlı olarak Kur’ân'da da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Meselâ bu surenin 1. ve 53. ayetlerinde "yukarıdan aşağıya düşmek, inmek" anlamında, 3. ve 23. ayetlerinde ise "tutku" anlamında kullanılmıştır. Keza Naziat suresinin 40. ve Ta Ha suresinin 16. ayetlerinde yine "tutku" anlamında kullanılmış olan "heva" sözcüğü, İbrahim suresinin 43. ayetinde "bir şeyin havada kalması", Hacc suresinin 31. ayetinde ise "rüzgârın savurması" anlamında kullanılmıştır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında "necm" sözcüğünün değişik anlamları kullanılarak 1. ayete şu anlamlar verilebilir:
- Kayan yıldız kanıttır ki,
- Kayan çayır çimen kanıttır ki,
- Kayan Süreyya yıldızı kanıttır ki,
- Şimdiye kadar parça parça inmiş olan ayetler kanıttır ki,
Ne var ki, ayetin çevirisi olacak cümlenin aynı zamanda Muhammed (as)'in şaşmadığına, azmadığına, hevasından konuşmayıp sadece vahiyleri aktardığına kanıt teşkil etmesi gerekmektedir. Bu gereklilik göz önünde tutulduğunda, "Şimdiye kadar parça parça inmiş olan ayetler kanıttır ki," cümlesinin en uygun te’vil olduğu görülmektedir.
Ancak "Kayan yıldız kanıttır ki" cümlesinin 2. ayete kanıt teşkil edecek bir ayet olduğu da ileri sürülebilir. Çünkü gerçekten o dönemde Mekke'de yıldız kayması veya gök taşı düşmesi gibi bir olay vuku bulmuş ve bu olay da Mekkelilere kanıt olarak gösterilmiş olabilir. Bu görüşe göre; Musa (as)’ın dağda bir ateş görüp yanına gitmesi ve oradaki ağaçtan kendisine vahyedilmesi olayına benzer bir şekilde, Muhammed (as) de yıldız kaymasını veya gök taşı düşmesini merak edip ışığa doğru gitmiş ve son sidre ağacının yanında kendisine sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu yıldız kayması veya gök taşı düşmesi olayı ile Musa peygamberin serüvenini önceden bilen Mekkelilere Musa (as)’ya vahyedildiği gibi Muhammed (as)’e de vahyedildiği açıklanmakta ve peygamberimizin söylemlerinin vahiy kaynaklı olduğuna kanıt olarak gösterilmektedir. Bu görüş, İsra suresinin 1, Tekvir suresinin 23 ve bu surenin 7-18. ayetleri tarafından da desteklenmektedir.
2 - 4. Ayetler:
2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
Mekkeliler arasında yıllarca onlardan birisi olarak saygın bir hayat süren Muhammed (as), Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildikten sonra farklı davranmaya başlamıştır. Bir müddet içine kapanan [Müzzemmil] Muhammed (as), o dönemde gelen vahiylerle eğitilip yetiştirilmiş, daha sonra da hazır olduğu bildirilerek toplumun karşısına geçip onları açıkça uyarmakla emrolunmuştur [Müddessir]. Fatiha suresiyle toplumu uyarmaya, onları hakka yönlendirmeye başlayan Muhammed (as), aynı zamanda toplumsal faaliyetlere de girişmiştir. Muhammed'in bu davranışlarına tanık olan Mekke ileri gelenleri ise bir taraftan onun bu sosyal girişimlerine engel olmaya çalışmışlar, diğer taraftan da onun hakkında "Muhammed sapıttı, azdı, delirdi" şeklinde, hatta daha da ileri giderek "Muhammed kendi hevasına uyuyor, bizden çıkar sağlamak için peygamberlik rollerine bürünüyor, söylediklerini aslında kendisi uyduruyor" şeklinde çirkin ve asılsız söylentiler çıkarmışlardır.
Yukarıdaki ayetlerde Muhammed (as) hakkında çıkarılan bu iddialar reddedilmekte ve onun deli olmadığı, sapıtmadığı, çıkarı için konuşmadığı, o ana kadar inen ayetlerde onun çıkarına, kuruntularına yönelik hiçbir ayet bulunmadığı, söylediklerinin Allah tarafından vahyedilmiş olduğu vurgulanmaktadır.
YASİN/
NİSA/166
Kâfirler bu tür iddialarına ondan sonraki dönemlerde de devam etmişler, Rabbimiz de Kur’ân boyunca meydan okuyarak onlara bütün ediplerini bir araya getirmelerini ve Muhammed (as)’in uydurduğunu iddia ettiklerinin bir benzerini meydana getirmelerini teklif etmiştir.
33,34Yahut vahyedilenleri, "Kendi uydurup söyledi" mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. [Tur/33, 34]
13Aslında onlar, "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın." [Hud/13]
38Yahut "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse siz benzeri bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz." [Yunus/38]
88De ki: "Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler." [İsra/88]
23Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. [Bakara/23]
Rabbimizin bu konudaki meydan okuyuşu elbette Kur’ân'ın indiği dönem ile sınırlı değildir. Müddessir suresinin tahlilinde verdiğimiz açıklamalar muvacehesinde, bugüne kadar Kur’ân'ın bir benzerini oluşturamayan insanlığın bundan sonra da buna muvaffak olamayacağı ortadadır.
Peygamberimizin tebliğ ettiği ayetlerin kendi hevasının ürünü olmayıp vahiy olduğunun bir diğer kanıtı da, kâfirlerin en gizli plânlarının, hatta kalplerinden, akıllarından geçenlerin bile inen ayetlerde deşifre edilmesidir. Böylesine gizli plânların ve sinsi düşüncelerin peygamberimiz tarafından bilinmesi mümkün değildir. Keza, Cinn suresinde konu edilen olaylar da gayb haberleri olup ancak Allah'ın bildirmesi ile öğrenilebilecek olaylardır.
5. Ayetler:
5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti.
Peygamberimizi göğe, Allah'ın yanına çıkarmayı marifet bilen zihniyet bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah'a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail'e yakıştırmıştır. Görüldüğü gibi, surenin 5 ve 6. ayetlerinde Kur’ân'ı kimin öğrettiği herhangi bir isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Ne var ki, rivayetçiler bu sıfatları Cebrail'e vermişler fakat böyle yapınca da 10. ayette Muhammed'in Cebrail'e kul olması anlamı ortaya çıkmıştır. Bu kez de sırf bunu izale etmek için yığınlarca safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken işin içinden çıkamayarak daha da batmışlardır.
Peygamberimize Kur’ân'ı öğretenin kim olduğu konusunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Kur’ân'ı ona öğreten Cebrail değil, kesin olarak Rahman [Allah]'dır:
1-4Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], Kur’ân'ı/öğrenip öğretmeyi öğretti, insanı oluşturdu, ona hayır ve şerri, iyiyi, kötüyü ayırmayı öğretti. [Rahman/1, 2]
Bu ayet de açıklıkla ifade etmektedir ki, Kur’ân'ı öğreten Allah’tır. Dolayısıyla onu öğretenin Cebrail olduğu anlayışı Kur’ân'a tamamen terstir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen sıfatları açıklamakta yarar vardır:
- Ayette geçen " شديد القوى şedidü’l-quvâ [kuvvetleri çok güçlü olan]" ifadesi, "قدير qadir" sözcüğünün başka türlü ifadesidir; yani "çok güçlü olan" anlamındadır. Bu anlamı "Kuvvet" kökünden gelen bir sözcükle ifade etmek gerekirse, mübalağa ism-i fail kalıbıyla "قوىّ Kaviyyün" sözcüğünü kullanmak gerekir. Zaten "Kaviyyün" sözcüğü de Allah'ın sıfatlarından birisidir. Kur’ân'da dokuz kez yer alır:
52Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, çok güçlüdür, cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır. [Enfal/52]
Diğer ayetler ise şunlardır: Hud 66, Hacc 40, 74, Mümin 22, Şûra 19, Hadid 25, Mücadele 21, Ahzab 25.
1Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki
Sure kasemle [yeminle] başlamıştır. Fecr suresinin 5. ayetinden öğrendiğimize göre Yüce Allah akıllı, bilgili kimselerin dikkatini çekmek, onlara kanıt göstermek için yemin etmektedir. Allah'ın yemin etmesi "Dikkat edin, dikkat çektiğim bu olay ya da nesneyi iyi araştırın. Bunlar şunların kanıtıdır" anlamına gelmektedir:
5İşte bunlarda, akıl sahibi için güçlü-ikna edici, inandırıcı bir anlatım vardır. [Fecr/5]
Kasem cümlesi ile ilgili detay 2. surede [Kalem Suresinde] verilmiştir.
Birinci ayette Muhammed'in sapmadığına, azmadığına, keyfine göre konuşmadığına, tebliğ ettiği mesajların kendisine vahyedildiğine kanıt olarak gösterilen olgu, bu sureye kadar olan parça parça inmiş ayet kümeleridir. Çünkü bu ayetler yapı ve anlam itibariyle Muhammed'in veya herhangi bir insanın ortaya koyamayacağı, hatta tüm insanların birleşseler dahi bir benzerini getiremeyecekleri ilahî nitelikli sözlerdir.
Kur’ân ayetlerinin insanlara kanıt olarak gösterilmesinin başka örnekleri de vardır. Mesela Ya Sin suresinin 2 ve 3. ayetlerinde, Muhammed'in peygamberlerden bir peygamber olduğunun kanıtı olarak yine "Hikmet sahibi Kur’ân" gösterilmektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, Kur’ân’dan hareketle Anakentli; Mekkeli Muhammed’in elçiliği kabullendirilecektir. Rasülüllah’tan hareketle Kur’ân’ın vahy olduğu değil.
"Parça parça inen" diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali "النّجم necm" sözcüğüdür. "Necm" sesteş bir sözcük olup ilk olarak "ilkbaharda topraktan yeni çıkan filiz" veya "hayvanlarda yeni çıkan boynuz" anlamlarında kullanılmıştır. Sonraları zaman içinde otlara, çayır-çimen gibi gövdesiz bitkilere, yıldızların doğuşuna, yıldızların tümüne, özel isim olarak Süreyya yıldızına ve toplum içinde sivrilmiş önderlere de "necm" denmiştir. [Lisanü’l Arab, "n cm" mad.]
Kur’ân'da ve arap dilinde birkaç farklı anlamda kullanılan "necm" sözcüğü, Rahman suresinin " والنّجم والشّجر يسجدان Otlar ve ağaç ikisi de secde eder" anlamındaki 6. ayetinde "otlar"ı; Tarık suresinin 3. ayeti [ النّجم الثّاقب en-Necmü’s-Sâkıb], Nahl suresinin 16. ayeti [وبالنّجم هم يهتدون Ve bi’n-necmi hüm yehtedûn] ve Saffat suresinin 88. ayetinde de [فنظر نظرة فى النّجوم Fe nazara nazraten fi’n-nücum] "yıldızlar"ı ifade etmektedir.
Karanlığı yarıp kendini gösteren ve başkalarının yol bulmasını sağlayan yıldıza Kur’ân'da "necm" dendiği gibi, her biri bir yıldız gibi ışık saçan, insanları aydınlatan ve onların yollarını bulmalarını sağlayan Kur’ân ayetlerine de "necm" denmiştir. Bunun örneği, konumuz olan Necm suresinin 1. ayetinden başka, Vakıa suresinin 75. ayetidir:
75Artık hayır. Necmleri/her indirilmede gelen âyetlerin yerlerini/zamanlarını; inişini kanıt gösteririm ki –76ve eğer bilirseniz bu büyük bir kanıt gösterimidir–, 77hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân'dır. 78Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. [Vakıa/75- 80]
Meselâ bu surenin 1-18. ayetleri bir necmdir. İleride göreceğiniz gibi, Abese suresinin 1-10. ayetleri de bir necmdir.
Surenin birinci ayetindeki "النّجم necm" sözcüğü "parça parça inmiş Kur’ân ayetleri" olarak çevrilirse, "heva" sözcüğünün de "nüzul [iniş]" olarak çevrilmesi gerekir. "Heva" da necm gibi sesteş bir sözcük olup birden çok anlamı vardır. Buna bağlı olarak Kur’ân'da da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Meselâ bu surenin 1. ve 53. ayetlerinde "yukarıdan aşağıya düşmek, inmek" anlamında, 3. ve 23. ayetlerinde ise "tutku" anlamında kullanılmıştır. Keza Naziat suresinin 40. ve Ta Ha suresinin 16. ayetlerinde yine "tutku" anlamında kullanılmış olan "heva" sözcüğü, İbrahim suresinin 43. ayetinde "bir şeyin havada kalması", Hacc suresinin 31. ayetinde ise "rüzgârın savurması" anlamında kullanılmıştır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında "necm" sözcüğünün değişik anlamları kullanılarak 1. ayete şu anlamlar verilebilir:
- Kayan yıldız kanıttır ki,
- Kayan çayır çimen kanıttır ki,
- Kayan Süreyya yıldızı kanıttır ki,
- Şimdiye kadar parça parça inmiş olan ayetler kanıttır ki,
Ne var ki, ayetin çevirisi olacak cümlenin aynı zamanda Muhammed (as)'in şaşmadığına, azmadığına, hevasından konuşmayıp sadece vahiyleri aktardığına kanıt teşkil etmesi gerekmektedir. Bu gereklilik göz önünde tutulduğunda, "Şimdiye kadar parça parça inmiş olan ayetler kanıttır ki," cümlesinin en uygun te’vil olduğu görülmektedir.
Ancak "Kayan yıldız kanıttır ki" cümlesinin 2. ayete kanıt teşkil edecek bir ayet olduğu da ileri sürülebilir. Çünkü gerçekten o dönemde Mekke'de yıldız kayması veya gök taşı düşmesi gibi bir olay vuku bulmuş ve bu olay da Mekkelilere kanıt olarak gösterilmiş olabilir. Bu görüşe göre; Musa (as)’ın dağda bir ateş görüp yanına gitmesi ve oradaki ağaçtan kendisine vahyedilmesi olayına benzer bir şekilde, Muhammed (as) de yıldız kaymasını veya gök taşı düşmesini merak edip ışığa doğru gitmiş ve son sidre ağacının yanında kendisine sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu yıldız kayması veya gök taşı düşmesi olayı ile Musa peygamberin serüvenini önceden bilen Mekkelilere Musa (as)’ya vahyedildiği gibi Muhammed (as)’e de vahyedildiği açıklanmakta ve peygamberimizin söylemlerinin vahiy kaynaklı olduğuna kanıt olarak gösterilmektedir. Bu görüş, İsra suresinin 1, Tekvir suresinin 23 ve bu surenin 7-18. ayetleri tarafından da desteklenmektedir.
2 - 4. Ayetler:
2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
Mekkeliler arasında yıllarca onlardan birisi olarak saygın bir hayat süren Muhammed (as), Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildikten sonra farklı davranmaya başlamıştır. Bir müddet içine kapanan [Müzzemmil] Muhammed (as), o dönemde gelen vahiylerle eğitilip yetiştirilmiş, daha sonra da hazır olduğu bildirilerek toplumun karşısına geçip onları açıkça uyarmakla emrolunmuştur [Müddessir]. Fatiha suresiyle toplumu uyarmaya, onları hakka yönlendirmeye başlayan Muhammed (as), aynı zamanda toplumsal faaliyetlere de girişmiştir. Muhammed'in bu davranışlarına tanık olan Mekke ileri gelenleri ise bir taraftan onun bu sosyal girişimlerine engel olmaya çalışmışlar, diğer taraftan da onun hakkında "Muhammed sapıttı, azdı, delirdi" şeklinde, hatta daha da ileri giderek "Muhammed kendi hevasına uyuyor, bizden çıkar sağlamak için peygamberlik rollerine bürünüyor, söylediklerini aslında kendisi uyduruyor" şeklinde çirkin ve asılsız söylentiler çıkarmışlardır.
Yukarıdaki ayetlerde Muhammed (as) hakkında çıkarılan bu iddialar reddedilmekte ve onun deli olmadığı, sapıtmadığı, çıkarı için konuşmadığı, o ana kadar inen ayetlerde onun çıkarına, kuruntularına yönelik hiçbir ayet bulunmadığı, söylediklerinin Allah tarafından vahyedilmiş olduğu vurgulanmaktadır.
YASİN/
NİSA/166
Kâfirler bu tür iddialarına ondan sonraki dönemlerde de devam etmişler, Rabbimiz de Kur’ân boyunca meydan okuyarak onlara bütün ediplerini bir araya getirmelerini ve Muhammed (as)’in uydurduğunu iddia ettiklerinin bir benzerini meydana getirmelerini teklif etmiştir.
33,34Yahut vahyedilenleri, "Kendi uydurup söyledi" mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. [Tur/33, 34]
13Aslında onlar, "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın." [Hud/13]
38Yahut "Onu kendisi uydurdu" diyorlar. De ki: "Öyleyse siz benzeri bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz." [Yunus/38]
88De ki: "Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler." [İsra/88]
23Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. [Bakara/23]
Rabbimizin bu konudaki meydan okuyuşu elbette Kur’ân'ın indiği dönem ile sınırlı değildir. Müddessir suresinin tahlilinde verdiğimiz açıklamalar muvacehesinde, bugüne kadar Kur’ân'ın bir benzerini oluşturamayan insanlığın bundan sonra da buna muvaffak olamayacağı ortadadır.
Peygamberimizin tebliğ ettiği ayetlerin kendi hevasının ürünü olmayıp vahiy olduğunun bir diğer kanıtı da, kâfirlerin en gizli plânlarının, hatta kalplerinden, akıllarından geçenlerin bile inen ayetlerde deşifre edilmesidir. Böylesine gizli plânların ve sinsi düşüncelerin peygamberimiz tarafından bilinmesi mümkün değildir. Keza, Cinn suresinde konu edilen olaylar da gayb haberleri olup ancak Allah'ın bildirmesi ile öğrenilebilecek olaylardır.
5. Ayetler:
5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti.
Peygamberimizi göğe, Allah'ın yanına çıkarmayı marifet bilen zihniyet bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah'a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail'e yakıştırmıştır. Görüldüğü gibi, surenin 5 ve 6. ayetlerinde Kur’ân'ı kimin öğrettiği herhangi bir isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Ne var ki, rivayetçiler bu sıfatları Cebrail'e vermişler fakat böyle yapınca da 10. ayette Muhammed'in Cebrail'e kul olması anlamı ortaya çıkmıştır. Bu kez de sırf bunu izale etmek için yığınlarca safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken işin içinden çıkamayarak daha da batmışlardır.
Peygamberimize Kur’ân'ı öğretenin kim olduğu konusunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Kur’ân'ı ona öğreten Cebrail değil, kesin olarak Rahman [Allah]'dır:
1-4Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], Kur’ân'ı/öğrenip öğretmeyi öğretti, insanı oluşturdu, ona hayır ve şerri, iyiyi, kötüyü ayırmayı öğretti. [Rahman/1, 2]
Bu ayet de açıklıkla ifade etmektedir ki, Kur’ân'ı öğreten Allah’tır. Dolayısıyla onu öğretenin Cebrail olduğu anlayışı Kur’ân'a tamamen terstir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen sıfatları açıklamakta yarar vardır:
- Ayette geçen " شديد القوى şedidü’l-quvâ [kuvvetleri çok güçlü olan]" ifadesi, "قدير qadir" sözcüğünün başka türlü ifadesidir; yani "çok güçlü olan" anlamındadır. Bu anlamı "Kuvvet" kökünden gelen bir sözcükle ifade etmek gerekirse, mübalağa ism-i fail kalıbıyla "قوىّ Kaviyyün" sözcüğünü kullanmak gerekir. Zaten "Kaviyyün" sözcüğü de Allah'ın sıfatlarından birisidir. Kur’ân'da dokuz kez yer alır:
52Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, çok güçlüdür, cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır. [Enfal/52]
Diğer ayetler ise şunlardır: Hud 66, Hacc 40, 74, Mümin 22, Şûra 19, Hadid 25, Mücadele 21, Ahzab 25.