Sâd

1,3,2) Sâd/90.[#84] Öğüt/şeref sahibi Kur'ân kanıttır ki, onlardan önce nice kuşakları değişime, yıkıma uğrattık Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. Aksine o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler bir gurur ve bölünme içindedirler.[#85]
Sâd/90

Daha evvel, Kalem sûresi'nin başında bulunan ن[nun] ve Kaf sûresi'nin başında bulunan ق[kaf] harfleri ile ilgili açıklamalarımızda "hurûf-ı mukattaa’" denilen kesik harfler hakkında bazı bilgiler vermiştik. İşte, bu sûrenin başındaki sâd harfi de "hurûf-ı mukattaa"dan biridir. Bize göre bu ص[sâd] harfi; ya Kur’ân'ın yapısı yönünden bir kod, ya bir sayı [90], ya da uyarı harfidir.

ص[sâd] harfinin ne anlama geldiği ile ilgili olarak; "Mekke'deki bir denizdir"; "ölülerin diriltileceği denizdir"; "Allah'ın isimlerinden biridir"; "Kur’ân'ın isimlerinden biridir" [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] gibi bazı yakıştırmalar yapılmışsa da, bu görüşlerin itibar edilecek, güvenilecek bir dayanağı mevcut değildir.

Diğer taraftan, klâsik kaynakların bir kısmında "sâd" harfiyle ilgili kıraat [okuyuş] farklılıkları dikkat çekmektedir ki, bu kıraat farklılıklarından bazısı "sâd"ı harf olmaktan çıkarıp fiil [emir] konumuna sokmaktadır. Bunun sonucu olarak da "sâd", anlamlı bir sözcük hâline gelmektedir. Bu kıraatler ve bu kıraatlere göre "sâd"ın kazandığı anlamları Kurtubî şöyle sıralamıştır:

Ubey b. Ka‘b, el-Hasen, İbn-i Ebî İshâk ve Nasr b. Âsım tenvinsiz olarak د[dal] harfi esreli صاد [sâdi] diye okumuşlardır. Buna göre صاد يصادى[sâdi, yusadî=karşı çıktı, karşı çıkar]dan gelmektedir. Sadâ [yankı] sözcüğü de buradan gelmektedir. Buna göre sâdi emrinin manası, "sen amelinle Kur’ân'a karşılık ver" demektir. Yani, sen amelinle ona karşı dur, amelinle ona karşılık ver. Emirlerinin gereğini yap, yasaklarından uzak dur" demektir.

Nehhâs ise bunun anlamının, "Kur’ân'ı oku ve onu okumaya kalkış" olduğunu söylemiştir.

Îsâ b. Ömer ise صاد[sâde] diye "dal" harfini üstün olarak okumuştur. Bu okunuşun da üç türlü açıklaması vardır: Birincisine göre bu "oku" anlamında olur, ikincisinde arka arkaya iki sakin [sesi olmayan harf] gelmesi dolayısıyla üstün okunmuş olabilir. Üçüncüsü ise yemin harfi kullanılmaksızın yemin olması dolayısıyla nasb ile gelmesidir. Bir kimsenin, Allâhe le-ef‘alenne [Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım] demesine benzer.

Bunun iğra/teşvik olmak üzere üstün olarak okunduğu da söylenmiştir. Buna göre sözcüğün anlamı fiil olarak, "avladı" şeklindedir.

Anlamının, "Muhammed, insanların kalplerini kendisine iman edinceye kadar avladı ve kendisine meylettirdi" olduğu da söylenmiştir.

Yine İbn-i Ebî İshâk, د[dal] harfini esre ve tenvinli olmak üzere sâdin şeklinde, yemin harfinin hazfedilmiş olması esasına göre mecrur okumuştur. Ancak bu okuyuş hoş bulunmamıştır. Söylenme imkânı bulunamayan seslere ve daha başkalarına benzetilmiş olması da mümkündür. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki

Bu sûre de kasem cümlesiyle başlamıştır ve 1. âyet kasem cümlesinin "kasem bölümü"dür. "Kaseme cevap bölümü"nün hangi âyet olduğu ise, mevcut âyet sıralamasına göre tartışılacak durumdadır. Çünkü, sûrenin 2. âyetinin başında bulunan
bel [fakat, bilakis] edatı, bu âyetin, kasem cümlesinin, "kaseme cevap bölümü" olmasına engel teşkil etmektedir.

Anlatılan bir meseleyi, anlam bakımından tam tersine çevirmek için kullanılan بل[
bel] edatı Arapça'da durup dururken kullanılmaz. Bu edat, kendisinden evvelki yargıyı bozar ve yeni bir yargı ortaya çıkarır. Mevcut âyet sıralamasında ise böyle bir şey söz konusu değildir ve بل[bel] edatı yapılmış yemini bozmaya yaramamaktadır.

O halde, kasem cümlesinin "kaseme cevap bölümü"nün, 2. âyetten başka bir âyet olması gerekmekte ve 2. âyetteki بل[
bel] edatı 1. âyetin değil, başka bir âyetin yargısını nakzetmektedir. Bu durumda, kasem cümlesi, tabiri caizse askıda kalmış olmaktadır. Zira, gramer kurallarına göre kasem cümlesinin "kaseme cevap bölümü"nün, "kasem bölümü"nün hemen arkasında olması gerekir.

Hatırlanacak olursa aynı mesele Kaf sûresi'nde de karşımıza çıkmış ve orada kasem cümlesinin "kaseme cevap bölümü" olabilecek âyetleri sûre içinde araştırmıştık.

Mevcut meal ve tefsirlerde bu ciddî sorun yine görmezden gelinmiş ve ne kaseme ne de "bel" edatına dikkat edilmiştir. Konu geçiştirildiği için sûrelerin anlaşılırlığı da tartışılır hâle gelmiştir.

Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân'ın "Sunuş" bölümünde açıkladığımız gibi; elimizdeki mushafın sûre ve âyet sıralaması sahabe tarafından, kendi anlayışlarına göre yapılmıştır. Bu yapılandırmada ne Allah'ın bir emri, ne de Peygamberimizin bir öngörüsü söz konusudur. Bu, mevcut Mushaf sıralamasının herhangi bir bağlayıcılığı bulunmadığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla burada da meselenin çözümü için, kasem cümlesinin "kaseme cevap bölümü"nü teşkil edebilecek âyet, sûredeki diğer âyetler arasında araştırılmalıdır. Sûre baştan sona tarandığı zaman, yapısal özellik itibariyle kaseme cevap olabilecek âyetin; 3., 14., 54. veya 64. âyetlerden birisinin olabileceği görülmektedir. Bu âyetlerle aşağıdakiler gibi kasem cümleleri oluşturmak mümkündür:

1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,

3.
onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi.

1.Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,

14.
onların hepsi elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hakk oldu.

1.Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,

54.
işte bu, bizim rızkımız; ona hiç tükenmek yoktur.

1.Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,

64.
şüphesiz ki bu; ateş ehlinin birbiriyle tartışması hakktır.

Bize göre kasemin cevabı 3. âyettir. Zira diğer âyetler, bulundukları pasajlardaki söz akışına uyumludurlar. 3. âyet dışındaki âyetlerin, "kaseme cevap bölümü" olarak 1. âyetin hemen arkasına taşınmaları hâlinde, bulundukları pasajların anlamları bozulmaktadır. Dolayısıyla bu âyetleri başka bir yere taşımanın gereği yoktur.

1. âyetteki kasemin cevabının hangi âyet olduğu konusu, birçok âlim tarafından tartışılmıştır. Mehdevî ve Ferrâ 3. âyeti kasemin cevabı olarak tercih etmişler, [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] İbn-i Enbarî ise kasemin cevabının "sâd" olduğunu söylemiş, ama 3. âyetin de kasemin cevabı olmasında bir sakınca olmadığını belirtmiştir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] Bunlardan başka kasemin cevabı olarak, Ahfeş 14. âyeti, [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] Kisaî 64. Âyeti [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] öngörmüş, 54. âyeti de kasemin cevabı olarak kabul edenler olmuştur. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] Katâde ise, kasemin cevabının hazfedildiğini söylemiş ve cevabı şöyle takdir etmiştir: "Sen peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaat ve tehdit mutlaka yerini bulacaktır." [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Bizim görüşümüz doğrultusunda 3. âyetin kasemin cevabı olarak kabul edilmesi durumunda, sûrenin başındaki 3 âyetin dizilimi aşağıdaki gibi olmaktadır:

1-3.Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. Aksine o inkâr edenler bir gurur ve bölünme içindedirler.

Bu âyet dizilimine göre, sûre, hatırlatan, öğüt olan şerefli Kur’ân'ın tanıklığı ile ifade edilmiş bir kasem cümlesi ile başlamaktadır. Bu kasem cümlesi Mekkeli kodamanlara ciddî bir tehdit konumundadır. Kasemin cevap bölümünde geçen onlardan önce nicelerini ifadesinin ayrıntıları, hatırlanacak olursa, bu sûreden evvelki sûrelerde anlatılan geçmiş kavimlerin yaşantıları ve âkıbetleri arasında da konu edilmişti.

ZİKR'İN MANASI: Âyetteki الذّكر[
zikr] sözcüğünün üç anlamda değerlendirilmesi mümkündür:

1)
Zikr: "Şeref, kıymet."

Araplar bir kimsenin şanını, şöhretini ve kıymetini anlatmak için zikr sözcüğünü kullanırlar. Kur’ân'da da zikr'in bu anlamda kullanıldığı birçok âyet vardır:

10Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız? [Enbiyâ/10]

44Ve şüphesiz sana vahyedilen [Kur’ân], senin için de, toplumun için de gerçekten bir öğüttür/şan-şereftir siz ondan sorgulanacaksınız.

Zuhruf/44)

Senin şanını da senin için yüceltmedik mi? [İnşirah/4]

2)
Zikr: "Anmak, hatırlatmak, öğüt."

Bu anlama göre Kur’ân'daki ilkeler, hükümler, vaatler, tehditler, geçmiş toplumların yaşamlarındaki ibret alınacak kıssalar ve haberler hep zikr'dir. Muhkemleri, müteşâbihleri ve kıssaları ile Kur’ân âyetlerinin hepsi ahlâkî öğütler içerdiği gibi, aynı zamanda da birer hatırlatmadır. Kur’ân'da daima ön plânda tutulmuş olan zikr [öğüt, hatırlatma], insanların akıllarını başlarına alarak sadece Allah'a yönelmeleri içindir.

3)
Zikr:"Dinin gereklerini anlatmak."

Zikr sözcüğünün yukarıdaki anlamları içerdiğini göz önüne alarak, zikr sahibi Kur’ân ifadesini; "şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret veren Kur’ân" olarak anlamak gerekir.

Onlar da çağrıştılar

Bu ifade, "onlar, kendilerine dünyada azap geldiğinde, belâya tutulduklarında yardım görmek için feryat ettiler, yalvarıp yakardılar; çığlık kopardılar" anlamına gelmektedir. Zira, başlarına azap gelen kimselerin çağrışması; yardım umarak feryat etmeleri, çığlık atmaları şeklinde olur.

Ama artık kurtuluş vakti değildi

Bu ifade ise, "o vakit, onlar imana geldiler ama iş işten geçmişti. Onların bu imanları işe yaramamıştı" demektir. Kâfirlerin ilâhî azabı görüp hissettikleri zaman iman ve teslimiyetleri [iman-ı ye’s ve iman-ı be’s], Kıyâmet sûresi'nde "Zoraki İman" başlığı altında açıklanmıştır. [Bkz. Tebyînu'l-Kur'ân/İşte Kur’ân, c. 1, Kıyâmet sûresi] Rabbimizin bu konudaki mesajı aşağıdaki âyetlerde de görülebilir:

64Sonunda, onların konfor içinde olanlarını azapla yakaladığımızda hemen feryadı basıverirler. [Müminûn/64]

85Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine yarar sağlayacak değildi. –Allah'ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu...– İşte kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler burada kaybettiler, zarara uğradılar. [Mümin/85]
4,5) Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, "Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!" dediler.
Âyetlerden anlaşıldığına göre kâfirlerin şaşkınlıkları, mantıksızlıkları yanında kıskançlıklarından da kaynaklanmaktadır. Aslında bu durum, Kur’ân'ın bir çok âyetinde bildirildiği gibi sadece Mekkelilerde değil, geçmiş toplumlarda da görülmüştür. Yani, Mekkeliler de geçmiş toplumlar gibi kendi içlerinden birisinin peygamberliğini hazmedememişlerdir. Kendi kavimlerinden ve aşiretlerinden olan Allah'ın Elçisi dünyevî ve insanî işleri bakımdan tıpkı kendileri gibidir. Bu sebeple Mekke kodamanları, o'na itaat edip, tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın elçiliğinin içlerinden o'na verilmesini, yani bu kıymetli özellik ile kendi aralarından o'nun seçilmesini kabul edememişlerdir. Kabul etmeme gerekçesi olarak ise Peygamberimizin bir insan oluşunu ileri sürmüşler ve demişlerdir ki: "O da bizim gibi bir beşerdir. Gerek nesebi bakımından, gerekse yemesi-içmesi, giyim kuşamı ve gündelik işleriyle meşguliyeti bakımından bize benzemektedir. Bu durumda, böyle yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden o'na verilmiş olması nasıl düşünülebilir? Bu tuhaf, şaşılacak bir şeydir."

Mekkeli kodamanların Peygamberimize karşı gösterdikleri bu tepki, başka bir çok âyette daha dile getirilmiş olup, bunlardan bir tanesi şudur:

68Onlar, Kur’ân'ı hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?

69Ya da onlar, elçilerini tanımadılar mı da kendilerine gelen elçi için tanıtmamaya yeltenen kimselerdir? [Müminûn/68-69]

Diğer taraftan Mekkeli kodamanlar maddî şeylerden ibaret dünyalarında, tek bir failin kudretinin ve yapabileceklerinin bütün mahlûkatın korunmasına yetmediğini gördükleri için, kendilerine haber verilen görülmeyen âlemi de, görülenle kıyaslamışlar ve bu büyük âlemi korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerektiği şeklinde bir kanaate saplanmışlardır. Böylece de, geçmişlerinde bir çok başarıları olan, bir çok yönden kendini yetiştirmiş bu birikimli kişiler, aklın ve fıtratın reddettiği şirk üzerinde ittifak etme ayıbına düşmekten kurtulamamışlardır. Batağa saplanmış bu mantık yürütme tarzlarıyla, bir de hayret göstererek, "İnsanlar asırlardan beri birden çok ilâha inanmış iken, içlerinden bir kişinin ortaya çıkıp da halka bir tek ilâha inanılması gerektiğini söylemesi şaşılacak şeydir!" demişlerdir.

Oysa asıl şaşılması gereken, farklı bir boyuttan farklı bir yaratığın veya başka bir toplumdan hiç tanımadıkları, aynı kültürü paylaşmadıkları birinin peygamber olarak gönderilmesidir. Zira, gönderildiği toplumun bireyleri ile aynı özden olmayan, onlarla aynı duyguları paylaşmayan, onların problemlerini bilmeyen birinin o topluma peygamber olarak gelmesinin bir mantığı ve yararı olamaz. Akla ve mantığa uygun olan, uyarıcının [peygamberin] kendileriyle aynı kuşaktan olması, onların kavramlarını, alışkanlıklarını, geleneklerini, hayatlarının detaylarını bilmesi, onlarla aynı dili konuşmasıdır, ki karşılıklı ilişki içine girilebilsin ve işlevini yerine getirebilsin. Casusların seçiminde bile aynı kural geçerlidir; eğer gönderileceği ülkede yetişmiş biri bulunamıyorsa, casusluk yapacak kişiye o ülkenin ve insanlarının konuştukları dilden başlanarak bütün özellikleri ayrıntılarına varıncaya kadar öğretilir. Ancak böyle bir ilişki sayesinde uyarıcı [peygamber], insanların nasıl düşündüklerini; ne hissettiklerini; içlerinde neler dolaştığını; ne gibi eksiklikler ve zaaflarla mücâdele ettiklerini; ne tür eğilimleri, arzuları, istekleri olduğunu; hangi işe, hangi çabaya güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini; ne gibi problemlerle karşı karşıya bulunduklarını; nelerin etkisinde kaldıklarını; nelere karşı hassas olduklarını... bilebilir ve o topluma yararlı olabilir. İki yönlü [hem insanlar bakımından hem de peygamber bakımından] başarı buna bağlıdır.

TEVHİD: 5. âyette, "birçok ilâhın bir tek ilâha indirilmesi" ifadesi ile yer alan tevhîd inancı, bütün kâinatın temelini oluşturan en önemli ve en başta gelen ilkedir. İnsan hayatı ve dolayısıyla toplum düzeni ancak bu ilke ile huzura kavuşur. Aksi hâlde bireysel hayatlarda ve toplumsal düzenlerde huzurun olabilmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple tevhîd inancının yerleştirilmesine özen gösterilmiştir. Tarihin her döneminde peygamberler tevhîd kavramı üzerinde son derece ısrarlı olmuşlar ve tevhîd inancının yerleşmesi yolunda amansız bir mücâdele vermişlerdir.

Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin öğretilerinde olmasına rağmen tevhîd inancında sonradan meydana gelen sapmaları düzeltmek, bu inanca karışan asılsız eklentileri çıkarmak, sapmaların en ileri boyutu olan mitolojik safsataları temizlemek üzere insanlığa son uyarıcı olarak Peygamberimiz Muhammed'i (a.s) göndermiş, o'na indirdiği Kur’ân'ı da tevhîd inancının berrak ve açık seçik kılavuzu kılmıştır. Başta Mekke'de inen âyetler olmak üzere, Kur’ân'ın tüm dokusuna nüfuz ettirilen tevhîd inancı, Rabbimizin bu konuya ne kadar önem verdiğini gösteren çok açık bir göstergedir.

Tevhîd inancının bütün gerekleriyle içselleştirilmesine bu kadar önem verilmesi, huzur ve mutluluğa ancak Allah tarafından evrene yerleştirilen fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla uyum içinde yaşamakla kavuşulabileceğinden dolayıdır. "Birlemek" demek olan tevhîd, evrenin işleyişiyle ilgili yasalar ile insanın işlemesi gereken eylemlerin ortak yasasının aynı kaynak tarafından belirlendiğinin kabulünü ve bu ortak yasaya teslim olmayı ifade etmektedir. Evrenin insan dışındaki üyelerince doğrudan kabul edilen bu birlik yasası, insanın ancak bilinçli tercihi ve övgüye değer çabası ile kabullenilmesi gereken bir olgudur. Kur’ân, tüm insanlığı bu bilinçli tercihe, bu övgüye değer çabaya davet etmektedir.

Bu konuya 6-8. âyetlerin tahlilinde tekrar değinilecektir.

SİHİRBAZLIK, YALANCILIK İDDİASI:
İslâm güneşi karşısında temelsiz inançları ve sistemleri sarsılan, bu yüzden de ne yapacaklarını şaşıran kâfirler Peygamberimize karşı, aslında kendilerinin bile inanmadığı yalanlara dayanan bir propaganda savaşı başlatmışlardı. Ancak herkesin çok yakından tanıdığı Abdullah oğlu Muhammed'e yönelik itirazları ve "O sihirbazdır, çok yalancıdır" şeklindeki iftiraları fayda vermemişti. Gerek fiziksel ve zihinsel işkenceye maruz kalan yoksul ve güçsüzler, gerekse inandıkları için maddî kayıplara uğrayan zengin ve güçlüler, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıyorlardı. Erkekler karılarından, kadınlar kocalarından, babalar oğullarından, oğullar babalarından ayrılmayı göze alıyorlar, hatta ana yurtlarından göçmeyi bile düşünüyorlar, ama hiçbir şey Müslümanları Peygamberimizin davetinden uzaklaştıramıyordu.

Bu duruma âdeta çıldıran Mekke kodamanları, –daha önceki sûrelerde de açıkladığımız gibi– kendi çıkarlarını korumak için gösterdikleri çabalara ilâve olarak kitleler arasındaki konumlarını da düşünerek, bu defa hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileleri hedef aldılar ve propaganda faaliyetlerini onları da kapsayacak biçimde genişlettiler. Bu yola başvurmakla kitleler arasındaki konumlarını koruyabileceklerini ummaktaydılar. Peygamberimizin büyücü ve yalancı olmadığını bildikleri hâlde Mekke kodamanlarının, "Bu bir sihirbazdır, çok yalan söyleyen biridir" şeklindeki iftiralarının altındaki asıl sebep budur. Çirkin hesapları, hacc mevsiminde Mekke'ye gelenleri yeni dine ve Peygamberimize karşı şartlandırmak ve onların Peygamberimizin önderlik yaptığı gerçeğe meyletmelerini engellemekti.

Bu hususlar, tarihçi İbn-i İshâk tarafından şöyle anlatılmıştır:

Hacc mevsimi geldiğinde, Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velîd ibn-i Muğîre etrafında toplandılar. Velîd onlara dedi ki: "Hacc mevsimi yaklaştı. Bu sezonda Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed'in yaptıklarını duymuşlardır. Siz, o'nun hakkında görüş birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin."

Onlar dediler ki: "Ey Velîd! Sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim." Velîd, "Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum" dedi. Onlar dediler ki: "Kâhin diyelim." Velîd, "Hayır. Allah'a yemin ederim ki, o kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu, kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kâfiyeli sözleri değildir" dedi. Onlar dediler ki: "Cinn çarpmış diyelim." Velîd, "O deli değildir. Çok cinn çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine benzemektedir" dedi. Onlar dediler ki: "Şâir diyelim." Velîd, "Bu şiir değil. Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir" dedi. Onlar, "Büyüdür diyelim" dediler. Velîd, "Büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir" dedi. Bunun üzerine onlar, "Velîd ya ne diyelim?" diye sordular. Velîd, "Allah'a yemin ederim ki, o'nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve vermiştir. Siz, o'nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın söz, ‘Bu adam bir büyücüdür. Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını birbirinden ayırıyor’ demenizdir" dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş'in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen herkese Muhammed'in yaptıklarını anlatıp, o'ndan sakınmalarını söylüyorlardı... [İbn-i İshâk, Sîret]
6,7,8) Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: "İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/Kitap aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?" -Aksine onlar Benim öğüdümden/Kur'ân'dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.-
Ve içlerinden ileri gelenler...

Mekke'de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine birçok ilâhın olması gerektiği düşüncesini devam ettirmek ve Peygamberimizin açtığı tevhîd bayrağını indirtebilmek için çeşitli girişimlerde bulunanlar, –yukarıda da belirttiğimiz gibi– Kureyş'in ileri gelenleri idi.

MELE’ [İLERİ GELENLER/KONSEY]: "Dolmak" anlamına gelen ملئ[mil’] sözcüğünden türemiş olan ملاء [mele’] sözcüğünün esas anlamı, "dolu olan" [depo] demektir. Zaman içinde "reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri" için de mecâz anlamla mele’ denilir olmuştur. Bunlara mele’ denilmesinin sebebi, "kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu" olmalarından, yani "boş adam" olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân'da 28 kez yer almıştır. Araplar, "ahlâk"a da mele’ derler. [Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 344-346.]

Bu sözcük ileride ملائ اعلى [
mele-i a‘lâ] olarak yine karşımıza çıkacak ve orada daha geniş olarak açıklanacaktır.

Mekke'nin bu zavallı mele’leri [ileri gelenleri]; halktan, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla bizzat kendileri ilgilenecekler; halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde kendileri kollayacaklardır. Bu Firavun tıynetli zatlara göre, yönetilenlerin düşünceleri, inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler.

Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve inisiyatifi elde tutmak için kullanılan plânlar özde hiç değişmemiştir. Nitekim günümüzdeki zâlim yöneticiler de, kamuoyunu ilgilendiren meselelerde, halkı o konularla ilgilenmekten, o konularda düşünmekten alıkoymak için benzer yöntemler kullanmaktadırlar. Zira, gayr-i meşru yönetimler varlıklarını ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zâlimlerin işine asla gelmemektedir.

Mekke'de o günlerde bu zorbaları bekleyen en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan ilâhî mesaja kulak vermesidir.

Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik

SON DİN/BAŞKA DİN:
Âyetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin üzerinde titizlikle durduğu tevhîd inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri bahanelerden bir tanesi deاخر [ahar=son/başka] dinde böyle bir inancın bulunmadığı olmuştur.

Ahar sözcüğü, "son" ve "başka" anlamlarına gelmektedir. [el İsfehani; el Müfredat] Buradaki anlamın, "son" olduğu kabul edilirse, son din tabiri ile "Hıristiyanlık" kasdedilmiş olmaktadır. Müşrikler; "Son dinde de böyle bir tevhîd anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat'ın, Menat'ın, Uzza'nın yağmur, bereket tanrısı, meleklerin de Allah'ın kızları oldukları yolundaki inançlarımız gibi, son dindeki inanca göre de Îsâ Allah'ın oğludur" diyerek tahrif olmuş, efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm'a karşı Hıristiyanlık'tan medet ummaktadırlar.

Ahar sözcüğü, "başka" anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenleri bu kez; "Muhammed'in, Allah'ı mutlak anlamda birleme [tevhîd] çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse o'nun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir" demiş olurlar. Gerçekten de o güne kadar, ne civardaki Hıristiyanlar, ne İran ve Irak'taki Mecusîler, ne de ataları ve o günkü Araplar, "Bir olan Allah'tan başka ilâh yoktur" dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup insanlar da, Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi isteklerle çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla Mekkeli müşriklerin, "Biz bunu başka bir dinde işitmedik" sözleri şu anlama gelmektedir: "Muhammed'in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah'ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah'ın elinde olduğu yolundaki sözleri, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği uydurma bir iddiadır. Yani, atalarımızdan duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhîd inancının bâtıl olması gerekir."

Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?

Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birine verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç anlayamadıkları ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü bu söz, istifham-ı inkârî olup, "peygamberlik o'na verilmemeliydi" anlamına gelmektedir. Onlara göre, bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik, eğer bir insana ve içlerinden birine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise zengin olmadığı, başkaca makam ve sosyal imkânlara da sahip bulunmadığı gerekçesiyle onların nezdinde insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildi. Dolayısıyla peygamberliğin o'na verilmemesi gerektiği kanaatindeydiler. Şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın da şerefli olabileceğini kabul edememekteydiler.

Kâfirlerin Peygamberimize karşı olan bu tutumları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

90-93Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!"

94Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece "Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?" demeleri engel olur.

95De ki: "Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik." [İsrâ/90-95]

Kâfirlerin bu ölçüleri, yöntemleri ve değer yargıları günümüzde de değişmemiştir. Mekkeli inkârcıların maksatlarının ne olduğu Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:

29Tam tersi, Ben bunları da babalarını da kendilerine hak/gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar kazançlandırdım.

30Ve hak/gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: "Bu, bir büyüdür ve şüphesiz biz onu bilerek reddedenleriz/inanmayanlarız" dediler.

31Yine onlar: "Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler.

32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. [Zuhruf/29-32]

Müşriklerin yukarıdaki âyette geçen
iki şehir ifadesi, "Mekke" ve "Tâif"i işaret etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler, gelen her yeni peygamberin davetini duyduklarında eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliklerini korumaya ya da lider değillerse onu elde etmeye kalkmışlardır. Bu iki şehrin kodamanları da Yüce Allah'ın bilerek Muhammed'i peygamber seçtiğini, yalnız o'nun bu işe lâyık olduğunu bildiklerinden, Allah'ın rahmetinin hazinelerini o'na açtığını duyduklarında hem kıskançlıklarından kudurmuşlar, hem de iktidarlarının sarsılacağı düşüncesiyle büyük bir endişeye kapılmışlardır.

Müşriklerin Peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, –daha evvel Kamer sûresi'nde görüldüğü gibi– Sâlih peygamber için de kullanılmıştı:

23Semûd da o uyarıları yalanladı: "24,25Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır" dediler. [Kamer/23-25]

Müşriklerin hiç değişmeyen bu tutumları, ileride Nûh peygamberle halkı arasında geçen olaylarda tekrar karşımıza çıkacaktır:

23Andolsun ki Biz, Nûh'u toplumuna elçi gönderdik de o, "Ey toplumum! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ Allah'ın koruması altına girmeyecek misiniz?" dedi.

24,25Bunun üzerine, toplumundan kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden ileri gelenler, "Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size fazlalık sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar o'nu umutla bekleyin" dediler. [Müminûn/23-25]

Tahlilini yaptığımız pasajda, kâfirlerin dikkat çekilmiş özelliklerinden biri de kıskançlıklarıdır. Tarihçi İbn-i İshâk, onların bu kıskançlıkları hakkında şunları nakletmiştir:

Ebû Süfyân ibn-i Harb, Ebû Cehl ibn-i Hişâm ve Zühre oğulları'ndan müttefiki Ahnes ibn-i Şüreyk İbn-i Amr ibn-i Vehb es-Sakafî evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi(salât ve selâm üzerine olsun) dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar o'nu dinlediler. Tanyeri ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. "Bir daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle yaparken görürlerse bu onları etkiler" deyip ayrıldılar. İkinci gece de tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine o'nu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar o'nu dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı. Bütün birgece o'nu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar. Birbirlerine, "Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız" deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler... Sabah olunca Ahnes ibn-i Şüreyk bastonunu aldı, kalktı. Ebû Süfyân'a gitti. Ebû Süfyân evindeydi Ahnes, "Ey Ebû Hanzala! Muhammed'den duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım" dedi. Ebû Süfyân dedi ki: "Ey Ebû Sa‘labe! Allah'a yemin ederim ki, bildiğim ve anlamını anladığım şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de duydum." Ahnes dedi ki: "Yemin ettiğin Allah'a ben de yemin ederim ki, ben de öyleyim! Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebû Cehl'e gitti. Onu da evinde buldu. "Ey Ebû Hakem! Muhammed'den duydukların hakkındaki kanaatin nedir?" diye sordu. Ebû Cehl, "Ne işitmişim?" diye söze girdi, "Biz Abdulmenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar [yüklendiler], biz de taşıdık [yüklendik], onlar verdiler biz de verdik. Nihâyet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada, "Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var" dediler. Buna ne zaman ulaşacağız? Allah'a yemin ederim ki, asla o'na inanmayacak ve o'nu doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti... [İbn-i İshâk, Sîret.]

Bu tarihî belgeye göre, Mekkeli müşriklerin tavrı kıskançlıktan başka bir şey değildir. Ebû Cehl, üç gün boyunca mücâdele ettiği ve her defasında yenik düştüğü gerçeği, kıskançlığından ötürü kabul edememiştir! Peygamberimizin hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama ulaşması, Ebû Cehl gibi diğer Mekkeli ileri gelenlerin de kıskançlık ve hasetlerini çekmiştir.

Yukarıdaki âyetler, tarihçi İbn-i İshâk'ın, bu sûrenin "Giriş" bölümünde aktardığımız nakilleri dikkate alınarak değerlendirilirse hayalimizde şu manzara canlanır: Peygamberimiz tarafından susturulan Kureyş ileri gelenleri birbirlerine, "Haydi yürüyün, ilâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir şeydir! Yani, Muhammed'in gayesi, dinini anlatmak değil, aksine bize hâkim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi hükmetmektir. O nedenle Muhammed'in işini bitirmek için başka bir çareniz yok. İşte sizden beklenen budur" diyerek, Ebû Tâlib'in evindeki toplantıdan ayrılmışlardır.

–Aksine onlar Benim öğüdümden/Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler,

Bu ifade ile kâfirlerin davranışlarının esas sebebi ortaya konmuştur. Çünkü bu ifade, onların ileri sürdükleri reddetme gerekçelerinin tümünün aslında birer bahane olduğu anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın, onlar Benim öğüdümden/Kur’ân'dan yetersiz bilgi içindeler r ifadesinin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: "Onlar seni değil Bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Onlar, Benim zikrim: öğüdüm/Kur’an hakkında cahilin tekidirler; yeterli bilgiye sahip değiller. Bu yüzden sen, gönderdiğim Zikr doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ edince, hemen kıvırmaya başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı."

Gerçekten de Mekkeli kodamanların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı tutarsız birtakım sözlerden ibarettir. Buna karşılık Muhammed'in (a.s) doğruluğunu gösteren deliller ise, apaçık ve kesindir. Dolayısıyla kâfirlerin, Muhammed'in (a.s) peygamberliğini doğrulayan delillerin doğruluğunu ve o'nun peygamberliği hususunda ileri sürdükleri bahanelerin tutarsızlığını görmemeleri mümkün değildir. Ama onların asıl kuşkuları, "zikr" diye ifade edilen Kur’ân'dır. Kur’ân'ın, insan sözleri ile mukayese kabul etmeyen ifadesi ve ortaya koyduğu gerçekler onları şaşırtmaktadır. Ancak onlar yine de Kur’ân'ın Allah katından geldiğine inanmamaktadırlar.

Mekkeli kodamanların bu inkârları, En‘âm sûresi'nde biraz daha ayrıntılı olarak yer almıştır:

33Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah'ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.

34Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de. [En‘âm/33-34]

...aksine onlar henüz azabımı tatmadılar

Kur’ân hakkında şüphe duyan kâfirler, bu ifade ile doğrudan azap tehdidiyle yüz yüze getirilmişlerdir. Bu ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: "Onlar, Ben onlara azabımı tattırmadığım, onları özgür bıraktığım için sağlıklı bir şekilde olayları araştırmayı, sağ duyulu yaklaşmayı ve tefekkürü terk ettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, böyle davranmazlardı. Şimdilik azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır. Onlar da eski kavimler gibi çağrışacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır."

Bilindiği gibi Peygamberimiz onlara, küfürlerinde ısrar etmeleri hâlinde başlarına ilâhî azabın geleceğini ihtar etmekte idi. Fakat küfürlerindeki ısrara rağmen azabın hemen gelmemesi, Muhammed'in (a.s) doğruluğu hususunda kâfirleri şüpheye düşürüyordu. Bu durum Kur’ân'da Enfâl sûresi'nde şöyle anlatılmıştır:

31Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, "İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, geçmiş toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir" demişlerdi.

32Bir vakit de onlar, "Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver" demişlerdi.

33Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. [Enfâl/31-33]

Şüpheci kâfirlerin azapla tehdit edilmelerinden sonra Yüce Allah, onların arasından Abdullah oğlu Muhammed'i, Kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine karşılık, verdiği cevaba, onlara bir soru yönelterek başlamıştır.
9,10,11) Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır? Öyleyse, burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordu olan onlar, her yolu deneyerek yükselsinler, ellerinden gelen her şeyi denesinler!
Bu âyetler, kâfirlerin, "Muhammed'in dışında, Allah'ın peygamber olarak göndereceği başka kimse yok muydu? Zikr ine ine o'na mı indi?" şeklindeki tepkilerine verilen bir cevaptır. Bu cevabın takdiri şöyle yapılabilir: "Bunlar ne zamandan beri yetki sahibidirler ki, peygamber gönderme konusunda ileri geri konuşuyorlar; kimin peygamber olarak gönderilmesi gerektiğine burunlarını sokuyorlar. Peygamber göndermek yetkisi ve gücü, yerin ve göğün hükümranlığı elinde olanındır. Şâyet onların böyle bir iddiaları ve güçleri varsa buyursunlar sebeplerin içinde yükselsinler[yerin göğün hükümranlığını ele geçirsinler]! Yani, göklere, yere ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koysunlar, Allah'ın hazinelerine hükmetsinler. O zaman peygamberi onlar gönderir ve dilediklerini peygamber yaparlar."

Kureyş ileri gelenlerinin ikide bir tekrarladıkları, peygamberlik makamına Kureyş'in zengin ve güçlü kişilerinden birinin değil de, neden Muhammed'in lâyık görüldüğüne dair sözleri, Kur’ân'da çeşitli yerlerde zikredilmiştir:

100De ki: "Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcanır tükenir endişesiyle kesinlikle elinizde tutar; kimseye bir şey vermezdiniz. Ve insan çok cimridir." [İsrâ/100]

31Yine onlar: "Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" dediler.

32Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. [Zuhruf/31-32]

40Ve andolsun bunlar, belâ ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler. Peki, onu da görmüyorlar mıydı? Tam tersi, bunlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar.

41,42Seni gördükleri zaman da, "Bu mu Allah'ın elçi olarak gönderdiği? Şâyet tanrılarımıza inanmakta direnmeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı" diye seni alaya almaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ve onlar, yakında azabı gördükleri zaman, kimin yolca daha sapık olduğunu bilecekler! [Furkân/40-42]

BÜYÜK MUCİZE: MEKKE'NİN FETHİNİN MÜJDELENİŞİ:
11. âyetin,(Onlar) burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordudur! şeklindeki ifadesi, kâfirlerin aslında zavallılardan başka bir şey olmadıklarını bildirmektedir. Bunun iki türlü anlaşılması mümkündür: A) Onlar akıllı düşünememiş, ortaya belge sunamamış olduklarından fikir tartışması sonucunda yenik düşmüş, rezil olmuş bir gruptur. B) Onlar çeşitli gruplardan meydana gelmiş derme çatma, çok zayıf bir ordudur; dolayısıyla bozguna uğratılacaklar ve sahip olduklarını koruyamayacaklardır.

Âyetteki
burada ifadesi ile, onların inkâr ettikleri yerde hezimete uğrayacakları vurgulanmaktadır ki, o yer Mekke'dir. Yani âyette, "Bunlar yine aynı şehirde mağlûp olacaklardır. Onlar belki Allah'ın Elçisi'ni hor ve hakir görerek reddediyorlar ama öyle bir zaman gelecek ki, kendilerini Peygamber'in ayakları altında bulacaklardır" denilmekte ve bize göre Mekke'nin fethine işaret edilmektedir.

Hatırlanacak olursa 11. âyetin mesajı farklı sözcükler ve farklı üslûpla Kamer sûresi'nde de verilmişti:

43Sizin kâfirleriniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda sizin için kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya ferman mı var? 44Yoksa onlar, "Biz birbirine yardım eden/intikam alabilen bir topluluğuz" mu diyorlar?

45Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönerek kaçacaklardır. [Kamer/43-45]

Allah ve elçilerinin düşmanları, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar geniş olursa olsun, sonuç olarak "bozguna uğramış bir ordu" durumuna düşmeye mahkûmdurlar. Onlar bir süre için yeryüzünde zorbalıkla hâkimiyetlerini sürdürseler de, er-geç Allah'ın âyette tasvir ettiği duruma düşeceklerdir. Bu zorbaların Kur’ân inmeden önceki türdeşlerinden bir kısmı, Yüce Allah tarafından sonraki âyetlerde sıralanmıştır. Ne var ki, bu zorbaların Kur’ân indikten sonraki örneklerinin de araştırılarak İslâm güneşi karşısında nasıl perişan olduklarının ortaya konmasında büyük yararlar vardır. Meselâ, "Haçlı orduları" diye adlandırılan ve onlarca ülkeden, yüzlerce kavimden oluşmuş ordular, Çanakkale savaşı'ndaki karma askerlerden müteşekkil ordular ve İstiklâl savaşı'nda karşımıza çıkan "yedi düvel"e ait ordular, bu âyetlerin medlûlüne kanıt gösterilecek en belirgin örneklerdir.
12,13) Onlardan önce Nûh'un toplumu, Âd, kazıklar sahibi; muhteşem orduları olan/görülmemiş işkenceler eden[#86] Firavun, Semûd, Lût'un toplumu ve Eyke ashâbı[#87] da yalanladılar. İşte onlar, ayrı ayrı baş çeken gruplardır.
14,15) Onların hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hak oldu. Ve bunlar, göz açıp kapayacak kadar bile gecikmesi olmayan bir çığlıktan başkasını beklemiyorlar.
Bu âyetlerde Mekkeli müşriklere, kendilerinden evvel akılsızlık etmiş ve cezaya çarptırılmış bir takım toplumlar örnek gösterilerek, benzer cezaların kendilerine de verileceği yolunda uyarıda bulunulmaktadır. Kureyş'ten önce yaşamış ve yukarıdaki âyetlerde sadece altı tanesinin ismi verilmiş olan hiziplerin örnekleri, aslında Mekkeli müşrikler için iyiden iyiye bir tehdit mâhiyetindedir.

Âyette Firavun için kullanılan kazıklar sahibi tanımlaması, daha önce Fecr sûresi'nde de kullanılmıştır. Arapça'da eski bir Bedevî terimi olarak kullanılan kazıklar sahibi deyimi mecâzen, "güçlü bir otorite"yi yahut "sarsılmaz, yıkılmaz bir güc"ü ifade etmektedir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] O dönemde bir Bedevî çadırının büyüklüğü, sahibinin gücüne göre değiştiği ve bir çadırı ayakta tutan kazıkların sayısı o çadırın büyüklüğü ile doğru orantılı olduğu için, güçlü bir kabile reisi çoğu zaman, "sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi" olarak tanımlanmakta idi.

Deyimin, "statü" ve "güc"ü temsil eden bu mecâzî anlamı doğrultusunda, kazıklar sahibi Firavun ifadesinden; "Firavun'un çok güçlü olduğu"; "Firavun'un ordusunun büyük ve donanımının ihtişamlı olduğu, dolayısıyla bu donanımın korunduğu çadırların da ihtişamlı [büyük, çok kazıklı] olduğu"; "Firavun'un ordusunun konakladığı yerde çok fazla kazık kullanıldığı, çünkü ordudaki asker sayısının çok fazla olduğu" anlaşılabilir.

"Direk" ve "çadır" arasındaki ilişkiye değişik bir yaklaşımla, bu ifadedeki kazık sözcüğünün, Firavun'un askerlerini ya da yakın çevresini nitelediğini düşünmek de mümkündür. Çünkü, nasıl direkler çadırı güçlendiriyorsa, askerler ve taraftarlar da saltanatları güçlendiren unsurlardır.

"Firavun" ile "kazık" arasında, Firavun'un zâlimliği yönüyle de bir ilişki kurulabilir: "İnsanları yere çakılı kazıklara bağlayarak üzerlerine akrep ve yılanları bırakması"; "insanları ellerinden ve ayaklarından kazıklara çivileyerek onları bu şekilde ölüme terk etmesi"; "insanları sivri kazıklar üstüne oturtması" sebepleri ile bu ifadeden Firavun'un çok zâlim olduğu anlamı çıkarılabilir.

Bunlardan başka bu ifade ile, piramitleri yeryüzüne kazık gibi çakmış olan firavunların her birinin kasdedildiğini de düşünmek mümkündür.
16) Ve dediler ki: "Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver bize!"
BEKLENEN ÇIĞLIK:Âyette geçen beklenen çığlık ifadesinden iki değişik anlam çıkarmak mümkündür:

1) الصّيحة [
sayha] sözcüğü, "bir topluluğa hücum edildiğinde ortaya çıkan bağrışma" olarak kabul edilirse, bu ifadeden; kâfirlerin dünyada başlarına gelecek felâketler sebebiyle bağrışacakları, çığlık atacakları anlaşılır. Sözcüğün bu anlamı, Yûnus sûresi'ndeki âyetlerle de desteklenmektedir:

101De ki: "Göklerde ve yerde ne var bir bakın!" –Ve iman etmeyecek bir topluluğa apaçık âyetler/alâmetler/göstergeler ve uyarmalar bir şey sağlamaz/uyarmalar ne sağlar?–

102Artık onlar, sadece kendilerinden önce gelmiş geçmiş olanların uğradıkları günlerin aynısını mı bekliyorlar? De ki: "Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." [Yûnus/101-102]

Buna göre, tek bir patlama onları yok etmek için yeterlidir ve sonra da onlara hiçbir fırsat verilmeyecektir. Yani, bu ifade ile, onların başına tek bir defada ve ansızın gelen bir azap kasdedilmiştir.

2)
Sayha sözcüğü; "sûr'a [boruya] ilk üflendiği zamanki kıyâmet çığlığı"dır. Buna göre ifade, "onlar her ne kadar dünyada Benim azabımı tatmadıysalar da, bu azap kıyâmette onlar için hazırdır, kendilerini kıyâmete hazırlasınlar!" şeklinde anlaşılabilir. Sayha sözcüğünün, "kıyâmet çığlığı" olarak kabul edilebileceğini gösteren de birçok âyet mevcut olup, bunlardan bir tanesi şudur:

49,50Onlar sadece birbiriyle çekişip dururlarken, kendilerini yakalayıverecek bir tek çığlıkla karşı karşıya kalacaklardır. İşte o zaman bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine, yakınlarına da dönemezler. [Yâ-Sîn/49]

FEVÂK: الفواق [fevâk] sözcüğü, klâsik Arapça'da bir deyim olup, "devenin iki sağımı arasındaki zaman" manasındadır. [Tacü’l Arus, (el İsfehani; el Müfredat] Bu sözcük, Türkçe'deki "göz açıp kapayıncaya kadar" deyimi gibi çok kısa bir zamanı anlatır.

Ve dediler ki: "Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver bize!"

Müşriklerin bu ifadelerinde bir alay söz konusudur. Yani onlar, "Din Günü"ne inanmadıkları için akılsızca davranarak Allah'tan, vaat edilen azabı hemen indirmesini ve o çok dehşetli azaptaki paylarını vermesini istemişlerdir. Halbuki azabın hemen gelmemesi, Allah'ın onlara olan rahmet ve acımasından kaynaklanmaktadır. Onlar ise bu rahmetin değerini bilmeyerek bu bağışa karşı O'na şükretmemektedirler. Müşriklerin bu alaycı tavırları Kur’ân'da bir çok kez zikredilmiş olup Enfâl sûresi'ndeki ifadesi şöyledir:

32Bir vakit de onlar, "Ey Allah'ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver" demişlerdi.

33Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. [Enfâl/32-33]
17) Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi.
Sûrenin bu bölümünde anlatım, haber cümlesinden, dilek veya emir kipi ile kurulan inşa cümlesine dönüşmüştür. Bu âyette Peygamberimize hitap edilmiş ve Peygamberimiz, Mekkeli müşriklerin anlayışsızlıklarına, şımarıklıklarına, Allah'ın cezasını yalan sayarak cezayı hemen istemelerine ve Allah'ın rahmetini inkâr etmelerine karşı teselli edilmiştir.

İlerleyen âyetlerde Peygamberimize, kendisinden önce yaşamış ve aynı sıkıntılara katlanmış olan peygamberlerden bazıları [Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhîm, İshâk, Ya‘kûb, İsmâîl, Elyesea ve Zülküfl] hatırlatılarak bu peygamberlerin hem Rabb'leriyle hem de kendi toplumlarıyla olan ilişkileri anlatılmıştır. Bundan maksat da Peygamberimizin, geçmiş peygamberlerin kıssalarını örnek alarak kendi toplumundan gördüğü yalanlama, itham, iftira gibi insanın içini daraltan sıkıntılara karşı sabretme [göğüs germe] gücünü arttırmak olsa gerektir. Çünkü bu kıssalar, Yüce Allah'ın yönlendirmek, talimat vermek ve eğitmek sûretiyle elçilerini sürekli olarak nasıl gözetip koruduğunu, onları hayatlarının her aşamasında nasıl koruyup kolladığını açıkça gözler önüne sermektedir. Böylece Peygamberimize sanki şöyle bir mesaj verilmektedir: "Onların dediklerine sabret ve diğer peygamberlerin durumlarını nazarı dikkate al. Onlar, onca güç ve servete rağmen, sıkıntıdan kurtulup rahat yaşamış değillerdi. Bu durumda sen, dünyanın; kederlerden, üzüntülerden uzak olmadığını, Allah katında elde edilen o yüce derecelerin ancak dünyada çeşitli sıkıntı ve yorgunluklara katlanmakla elde edildiğini anlamış olursun!"

Hatırlanacağı üzere daha önce, Peygamberimize Kalem sûresi'nde, Yûnus peygamber gibi görevi bırakıp kaçmaması emredilmişti. Beled sûresi'nde de her insan gibi o'nun da sıkıntı ve meşakkatler içinde olacağı bildirilmişti. Böylelikle Peygamberimiz, güçlüklere karşı önceden haberdar ediliyor ve kendisine vahyedilen kıssalar sayesinde de diğer peygamberlerin korunup kollandığı gibi Yüce Allah'ın kendisini de koruyacağına, hayatının her anında O'nun gözetimi ve himâyesinde olduğuna bütün kalbiyle inanması ve sadece O'na güvenmesi sağlanıyordu.

Sen onların dediklerine sabret

Rabbimizin bildirdiği kıssalardan anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin hepsinin hayatları sınavlar, sıkıntılar ve acılarla geçmiştir. Ama onlar, bütün zorluklara karşı sabrederek [göğüs gererek] olgunlaşmışlar ve toplumlarına karşı görevlerini bu sayede mükemmelen yerine getirmişlerdir. Âyetteki bu ifade, peygamberlerin başarılarındaki "sabr" faktörünü ön plâna çıkarmaktadır.

İLK ÖRNEK DÂVÛD PEYGAMBER:
Bu sûrede Yüce Allah'ın Peygamberimize, diğer peygamberler arasından gösterdiği ilk örnek Dâvûd peygamberdir. Ama burada Dâvûd peygamber sadece örnek olarak gösterilmekle kalmamış, ayrıca "kulumuz Dâvûd", "güçlerin sahibi" ve "evvâb" nitelemeleriyle de onurlandırılmıştır.

Dâvûd peygamberin adı, Kur’ân'da ilk kez bu âyette yer almıştır. Dâvûd peygamber ile oğlu Süleymân peygamber, tarih boyunca, hakklarında en çok asılsız söylenti üretilen peygamberlerin başında gelmektedirler. Dikkat çekici olan, bu söylentilerin hiç birinin de Kur’ân'dan onay almadığıdır. Söz konusu söylentilerin tümüne yer verme imkânımız olmadığı için burada sadece konumuz olan âyetler çerçevesindekilere dikkat çekecek ve onları Kur’ân ışığında değerlendirmekle yetineceğiz. Amacımız Peygamberimize, neden Dâvûd peygamberin örnek gösterildiğini ve o'nun gibi olmasının istendiğini anlamaktır.

Dâvûd peygamber, Kur’ân'da ilk kez kendisinden söz edilen bu sûrenin 17-30. âyetlerinden başlayarak, Kur’ân'ın iniş sırasına göre şu âyetlerde; (Sâd/17-30, Neml/15-16, İsrâ/55, En‘âm/84, Sebe/10-11, Enbiyâ/78-80, Bakara/251 ve Nisâ/163’te de yer almıştır.

Bütün bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber; çok sabırlı, Allah'ın,
kulumuz diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah'ı kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini iyi kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah'a secde eden [boyun eğen], Allah'ın koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri nedeniyle toplumu tarafından halîfeliğe lâyık görülüp halîfe seçilen, Allah tarafından ne güzel kuldu o diye övülen Süleymân'ın kendisine bağışlandığı, kendisine demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilmiş, "çok güzel bir kul!"dur. Bu sebeple de Peygamberimize örnek gösterilmiş ve kendisinden o'nun gibi olması istenmiştir.

güçler sahibi

Âyetteki ذا الايد[ze'l-eydi=eller sahibi] ifadesi, "yed (el)" sözcüğünün çoğulu veya "eyede (güçlü oldu) fiilinin mastarı olması nedeniyle "kuvvetler sahibi" anlamına gelir ve burada mecâzen kullanılmıştır. Kur’ân'daki açıklamalardan, bu sıfatın Dâvûd peygambere, o'nun fizikî ve ahlâkî yapısının çok güçlü olması yanında, askerî ve siyasî alanlarda da çok yetenekli olması sebebiyle verildiği anlaşılmaktadır.

EVVÂB: "Çokça dönen, çokça yönelen" demek olan اوّاب[
evvâb] sözcüğü, –Kaf/33'ün tahlilinde açıkladığımız gibi– "günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar eden"; "Allah'a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen"; "Allah'ın dışındaki varlıklara yönelirken, hevâ ü heveslerine [tutkularına] uymaktan çokça dönen [kendini alıkoyan]"; "Allah'tan başkasını kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek çeken" anlamlarına gelmektedir. Yani, evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a ibâdet yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.

Kur’ân, Dâvûd'un (a.s) bu anlamda "evvâb" bir kul olduğunu bildirmektedir.
18,19,20) Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı noksanlıklardan arındırırlardı. Kuşları da toplu olarak o'na boyun eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi o'na dönücü idi. Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik.
BOYUN EĞİŞİ ve TESBÎHİ: 18. âyetteki, dağların tesbîh ettiğini bildiren ifadenin benzerleri Kur’ân'da iki sûrede daha geçmektedir:

10,11Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; "Ey dağlar! Onunla beraber dönün!" Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– [Sebe/10]

79Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik. Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız. [Enbiyâ/79]

Dağların, Davud’a boyun eğişi, onun dağcılık; dağa tırmanma yaptığını ve dağda her türlü zoru yenecek beceriye sahip olduğunu, komando/gerilla hayatı yaşayabildiğinin beyanıdır.

TESBÎH:
Tesbîh'in ne demek olduğu ve 33'lük, 99'luk imâmeli tesbîhlerle ve Ebû Hüreyre'nin namazlardan sonra 33 kere "sübhânallâh" dedirtmesiyle hiç alâkasının olmadığı hakkında daha evvel, Kalem, A‘lâ ve Kaf sûrelerinde bilgi verilmişti. Yeri geldiği için ve konunun önemine binâen burada da tesbihin, "Yaratan'ı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak" olduğunu bir daha hatırlatıyoruz.

Kısaca ifade etmek gerekirse
tesbîh,Tesbîh sözcüğünün iyi anlaşılmaması hâlinde, 18. âyetteki dağların tesbîhi ifadesi de doğru anlaşılamayacaktır. Nitekim bu ifade zamanla iyice anlam kaybına uğramış, dağların nasıl tesbîh ettiğiyle ilgili bir takım temelsiz iddia ve açıklamalar sanki Allah'tan gelme bilgilermiş gibi insanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak sunuyoruz:

Allah Teâlâ Dâvûd'a (a.s), sesinin gür ve güzel oluşundan ötürü, dağda hoş bir yankı ve yine sesinin güzelliğinden ötürü, kuşların kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir. Böylece dağın yankısı ve kuşların Dâvûd (a.s) ile beraber cıvıldayışları, âdeta bir tesbîh olmuştur. Muhammed b. İshâk şunu anlatmıştır: "Allah Teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd'a (a.s) verdiği gibi güzel bir ses vermemiştir, öyle ki o, Zebûr'u okurken, vahşî hayvanlar, Dâvûd'un (a.s) onları boyunlarından yakalayabileceği bir mesafeye kadar yaklaşırlardı."

Allah Teâlâ, dağları o'nun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, o'nun istediği yöne-yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, o'nun istediği yere gitmeleri bir tesbîhtir. Çünkü onların bu hareketi, Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder.

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: "Dâvûd (a.s) tesbîhâta başladığında, dağlar o'na uyar, kuşlar o'na doğru gelip toplanır ve o'nunla birlikte tesbîhâtta bulunurlardı. "

Eğer, "Akılları olmadığı halde, kuşlar Allah'ı nasıl tesbîh edebilirler?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şöyle denebilir: "Allah Teâlâ, onlarda, Kendisini bilebilecekleri kadar akıl yaratmıştır. İşte bu durumda onlar Allah'ı tesbîh etmişlerdir. Bütün bunlar (aslında), Hz. Dâvûd'un (a.s) birer mucizesidir." [Keffal Tefsiri]

Bu tarz anlayışlar maalesef eski ve yeni tefsirciler tarafından da kabul görmüştür. Ancak, işin gerçeği bu değildir.

DAĞLARIN TESBÎHİ: Kur’ân'ın birçok âyetinde bildirilmektedir ki, dağların tesbîhinin ötesinde, evrende ne varsa, canlı-cansız, akıllı-akılsız, her şey Allah'ı tesbîh etmektedir:

1Göklerde ve yeryüzünde bulunan şeyler, Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Hadîd/1]

44Tüm gökler/uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O'nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayandır. [İsrâ/44]

41Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah'ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi arındırmasını ve desteğini/doğaya yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi bilendir. [Nûr/41]

Ayrıca, Hadîd/1; Haşr/1, 24; Saff/1; İsrâ/44; Ra'd/13; Nûr/41; Cuma/1; Teğâbün/1; Enbiyâ/79; Zümer/75; Mümin/7; Fussılet/38; Şûrâ/5; A‘râf/206'ya da bakılabilir.

DAVUDUN DAĞLARDA DEMİR MADENİNİ İŞLEMESİ ARAÇ GEREÇ VE ZIRH YAPMASI

Yukarıda açıklandığı gibi
tesbîh, "yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak" olduğuna göre, cansız varlıkların Allah'ı tesbîh etmelerinin dil ile değil, hâl ile olacağı ortadadır. Cansız varlıkların hâl dili, daima iç ve dış yapılarını teşkil eden kendi öz nitelikleri doğrultusunda davranmalarıdır. İşlevlerini, Yaratıcı tarafından kendilerine verilen bu öz nitelikler doğrultusunda yerine getiren tüm cansız varlıklar, bu halleriyle Allah'ı tüm kemâl sıfatlarıyla nitelemiş ve O'nu tüm noksanlıklardan tenzih etmiş olmaktadırlar. Daha da açık ifade etmek gerekirse, insan bilinci dışındaki tüm varlıklar Allah'ı kendi yaratılış özelliklerini yerine getirmekle ve O'nun koyduğu düzenin içindeki rolleri ile tesbîh etmiş olmaktadırlar. İnsanın değil, "insan bilinci"nin istisnâ edilmesinin nedeni, insan bedenindeki biyolojik mekanizmaların da aynı yasaya tâbi olarak Allah'ı tesbîh etmekte oluşundan dolayıdır. Kalbin durmaksızın çalışması, mitokondri organellerinin biteviye vücuda enerji üretmesi veya kardiyo-vasküler sistemin vücudun beslenme sürecindeki işlevini eksiksiz yerine getirmesi, bu biyolojik organ ve sistemlerin Yaratıcı'yı tesbîh etme şekilleridir. Yalnızca insan bilinci, Rabbini ancak bilinçli bir istem ve çaba ile tesbîh edebilir. Zaten bu da onu diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerinden biridir.

Gerçekten de evrendeki olağanüstü düzen, Yüce Yaratıcı'nın gücünü anlatmaktadır. Doğada renk renk açan çiçekler, ormanlarda cıvıl cıvıl öten kuşlar, su kaynaklarından buharlaşıp göğe çıktıktan sonra yağmur, kar veya dolu olarak yeryüzüne dönen sular, gökte dolaşan sayısız yıldızlar, ... düşünenlere Allah'ı tanıtan birer âyettir.

Meselâ, maddelerin en küçük parçası olarak kabul edilen atom ele alınacak olursa, her atomun, içinde pozitif elektrik yüklü proton ve elektrik yükü olmayan nötronlar bulunan bir çekirdekten ve bu çekirdek etrafında büyük hızlarla dönen negatif elektrik yüklü elektronlardan oluştuğu görülür. Yani, cansız olarak kabul edilen nesnelerde bile, bizim duyularımızla algılayamadığımız bir hareket söz konusudur:

Bu parçacıkların birbirlerine uyguladığı ve atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetler öylesine güçlü ki, bu parçacıkların çekirdek içindeki ve dışındaki hızları yaklaşık 300.000 km./saniye olan ışık hızına yaklaşır. [Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 28.]

Gezegenler uzayda kolayca bulunabilen konumlarda bulunurlar; belirli bir andaki konum ve hızlarını biliyorsak, zaman içinde bu konum ve hızların nasıl değişeceğini kesin olarak belirleyebiliriz. Ancak elektronlar için durum tamamen farklı... Öyle görünüyor ki elektronlar aynı anda değişik yerlerde bulunabiliyorlar. [Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 16.]

Görüldüğü gibi, cansız kabul edilen eşyaların atomlarındaki hareket, canlı kabul edilen varlıklarınkine göre kıyaslanamaz bir derecededir. Zaten bazı bilim adamları da bu fiziksel gerçeğe dayanarak her varlığın canlı olduğunu söylemişlerdir. Maddenin en küçük parçası denilen atomdaki bu hareketler, Yaratıcı'nın yüceliğinin bir delilidir. Atomun içindeki her zerrecik kendi yapısının özelliğini ortaya koyarak Allah'ın yüceliğini, noksanlıklardan uzak olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü her "şey", Allah'ın kendisine yüklediği görevi yapmakta, her canlı Allah'ın içine koyduğu ilham ile hareket etmekte, yani Allah'ı tesbîh etmektedir. Aynı gerçek, çevremizde yaşayan arıların ve karıncaların yaşamları içinde de geçerlidir. Bu küçük canlıların yaşamları incelendiğinde, ustaca yaptıkları işlerin Allah'ın kudret ve büyüklüğünün kanıtları olduğu açıkça görülür. Onlar da kendi hâl dilleriyle Allah'ı tesbîh etmektedirler. İşte,
dağların tesbîhi ifadesi de bu perspektif içinde anlaşılmalıdır.

18. ayetteki
akşam-sabah ifadesi, işlenen fiillere "daima, her zaman" gibi süreklilik anlamı kazandıran bir anlatım aracıdır. Yoksa sadece bir sabah, bir de akşam demek değildir. Bu konudaki daha ayrıntılı bilgi Nâs sûresi'nin tahlilinde verilmiştir.

Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik)

Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilişi de, aynı dağların tesbîhi meselesine benzer şekilde dejenere edilmiş, tabiri caizse kuşlardan bir koro oluşturularak, bu koroya Dâvûd peygamberin şefliğinde gece-gündüz "sübhânallâh..." ilâhîleri söylettirilmiştir.

Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesinin ne anlama geldiğini doğru anlayabilmek için Dâvûd peygamberin yaşamı ile ilgili birtakım bilgilere sahip olmak gerekir. Ancak her şeyden önce Kur’ân'daki kıssalara özel bir dikkat göstermek ve içlerinde tarihsel gerçeklere yönelik değini ve işaretler olabileceğini göz önünde bulundurmak şarttır. İbrânî tarihinden alınan bilgilere göre, Dâvûd peygamber hayatının bir kısmını dağlarda gerilla olarak geçirmiştir. Yani, dağlar o'nun yaşamının bir parçasıdır. Dâvûd peygamber ile dağlar arasındaki ilişkinin Kur’ân'da, Dağları da Dâvûd'a musahhar kıldık şeklinde ortaya konması da bu sebeple olsa gerektir.

Kuşların Dâvûd peygambere boyun eğdirilişini iyi anlamak için de Kur’ân'daki Süleymân peygamber ile kuşların ilişkisini anlatan ve Süleymân peygamberin Dâvûd peygambere mirasçı olduğunu bildiren âyetlerin dikkate alınması gerekir. Aşağıda görüleceği gibi, sûrenin 30. âyetinde, Ve Dâvûd'a Süleymân'ı bağışladık ifadesi yer almakta, Neml/16'da da kendisine kuşların mantığının öğretildiği ve daha bir çok şeyin verildiği bildirilmektedir. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Süleymân peygamber kuşlardan yararlanmayı, babası Dâvûd peygamberden öğrenmiştir. Yani, kuşlardan yararlanma bilgisi önce Dâvûd peygambere verilmiş ve bu bilgi Süleymân peygambere babasından miras kalmıştır.

Âyetlere dayanarak çıkardığımız bu sonuca göre, kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesi, o'na kuşlardan yararlanma bilgisinin verilmesi anlamındadır.

Neml sûresi'ndeki
hüdhüd isminden yola çıkarak ve hüthüd kuşunun su kaynaklarını, su yataklarını fark etme özelliği olduğunu (benzer şekilde doğan ve şahin kuşlarının avcılığını, güvercin kuşunun uzun süre uçabildiğini ve yön bulma yeteneğini) göz önüne alarak, Dâvûd peygamberin kuşların çeşitli özelliklerinden yararlanmayı dağ hayatında Allah'ın yardımıyla keşfedip uyguladığını rahatlıkla söylemek mümkündür.

DÂVÛD'A (a.s) VERİLEN DİĞER NİMETLER:

HİKMET: Kur’ân'da ilk kez Kamer sûresi'nde geçmiş olan الحكمة[hikmet] sözcüğü, burada ikinci kez geçmektedir. Ayrıntılarını Kamer sûresi'nde verdiğimiz hikmet, kısaca "toplumda zulüm ve kargaşayı önleyip adaleti sağlayan düstur, ilke, yasa" demektir. Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân'da olduğu gibi, Dâvûd peygambere verilen kitapta da aynı türden ilkeler, hükümler, yasalar mevcuttur. Bunu kendisine halîfelik [hükümet başkanlığı] görevi verilmesi de doğrulamaktadır. Zira yasasız bir devletin, hükümetin, dolayısıyla da hükümet başkanının düşünülmesi mümkün değildir.

Hikmet [hükümler, yasalar] ve hilâfet [hükümet başkanlığı] verilmiş bir elçi olan Dâvûd'un (a.s) Peygamberimize örnek gösterilmesi, ileride Peygamberimize de devlet başkanlığı yolunun açılacağının önceden verilmiş bir işareti gibidir.

FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitâbeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitâbetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.

Âyetteki فصل الحطاب[
fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir.

Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir.

NOT: 18. âyetteki اشراق[
işrâk] sözcüğünden yola çıkılarak "kuşluk namazı" adıyla bir namaz icat edilmiştir. Taberanî'de, Müslim'de, Müsned ve Tirmizî'de yer alan ve İbn-i Abbâs, Ka‘bü'l-Ahbar ve Ebû Hüreyre'ye nisbet edilen rivâyetlerde; "kuşluk namazı kılanların, cennette altın köşk kazanacağı, kuşluk namazının her türlü sadakadan üstün olduğu, kuşluk namazının emr-i bi'l-ma‘rûf ve her türlü sâlihâtı işlemenin yerini tuttuğu, iki rekat kuşluk namazı kılanların, günahları denizlerin köpükleri kadar dahi olsa bağışlanacağı" ileri sürülmüştür.

21Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd'un özel evine çıkıp varmışlardı.

22,23Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, "Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt" dediler. Birisi de dedi ki: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi."

24Dâvûd dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!" Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü.

25Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de o'nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

26Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.

Bu sûrede adı geçen peygamberlerden özellikle üçü hakkında iyice bilgi edinmek gerekmektedir. Zira bu peygamberler [Nûh, Lût ve Dâvûd] ile ilgili olarak çok sayıda hikâye uydurulmuştur. Bu yakışıksız hikâyelerin tümü İsrâîliyât kaynaklıdır. İsrâîliyâtın kaynağı ise Kitab-ı Mukaddes adıyla ortada dolaşan kitaptır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes'te, en rezil insana bile yakıştırılamayacak olayların bu seçkin, saygın ve örnek peygamberlere revâ görüldüğü anlatımlar yer almaktadır. Meselâ, Tekvin 9:20-29'da, Nûh'un küçük oğlu Hâm'ın, tufan sonrasında babasına tasallut ettiği; Tekvin 19:30-38'de, Lût peygamberin kızlarının gebe kalabilmek amacıyla babalarını sarhoş ederek o'nunla cinsel ilişkide bulundukları yazmaktadır. Dâvûd peygamber ile ilgili olan iğrenç, utanç verici hikâyeler ise Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 11-12. bölümlerindedir. Bu bölümlerde anlatılanlara göre Dâvûd peygamber, Hititli Urya'nın karısıyla zina yapmış ve daha sonra da Urya'yı kasten savaşa göndererek âdeta onun ölmesini sağlamıştır. Böylece dul kalan kadını kendisi nikâhlamış ve Süleymân peygamber de bu kadından olmuştur.

Kur’ân'ın inişinden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes'te kayıtlı olan bu olaylara dünyadaki tüm Yahudi ve Hıristiyanların inanıp inanmadıkları bilinmemekle birlikte, bu çirkin iftiraların hâlâ okunmakta olduğu bir gerçektir. Hatta Batı ülkelerinde yayınlanmış olan İsrâîloğulları'na ait dinî eserler içinde, bu ithamların geçmediği bir kitap bulmak neredeyse imkânsızdır.

Yahudi dinî kültürünün, Sâd sûresi'nin bu pasajındaki olaylarla ilgili anlatımları maalesef Müslümanların tefsir geleneğine de bulaşmıştır. Tefsircilerin bir kısmı bu efsaneleri benimseyerek İsrâîloğulları'nın rivâyetlerini aynen kabul etmiş, bir kısmı da söz konusu rivâyetleri yumuşatarak nakletmeyi tercih etmiştir. Meselâ Dâvûd peygamberin zina yaptığı ve kadının da hamile kaldığı yönündeki bölümler bu ikinci grup tefsirciler tarafından eserlerine alınmamıştır.

Kitab-ı Mukaddes'teki iğrenç hikayeler, bazı tefsirciler tarafından yumuşatılmaya çalışılmış, zorlama yorumlarla makul ve makbul gösterilmek istenmiştir:

Ayrıca bu olayın hiç de Ehl-i Kitab'ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay, Kur’ân'da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Dâvûd'un Urya'dan (ya da ismi ne ise), karısıyla evlenme isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir hükümdar ve önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir vatandaştı. Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Dâvûd'a belki de olumlu bir cevap verecek iken, halktan iki sâlih insan âniden Dâvûd'un huzuruna girmiş ve güya o'ndan aralarındaki hâdise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Dâvûd önce aralarındaki davayı, gerçek bir hâdise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir. Ancak bu hükmü verirken vicdanında muhasebe yaparak, "İşte senin Urya'ya yaptığın teklif ile, bu güçlü adamın yaptığı teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar verdikten sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim" diye düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen anladığında secdeye gitmiş ve Allah'a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir. [Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 16.]

Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Dâvûd, o kadının sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini düşünmüş olabilir. Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının [Urya'nın karısının] üstün özelliklerini duymuş ve –muhtemelen– böyle bir kadının kocasına söz konusu teklifi iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler, toplumda normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının kocasına, "Karını boşa onunla ben evleneyim" diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, hiçbir şekilde gocunmaz, hatta dost hatırı için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu hesap etmemiştir. Zira, Hz. Dâvûd sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır.

Yaptığı teklifte bir cebr söz konusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler bakımından, karşısındaki kişi o'nun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsilî bir davaysa, Hz. Dâvûd'un bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez teklifinden vazgeçmesine neden oldu. Böylece bu iş de kapandı. Fakat bir süre sonra kadının kocası bir savaş esnasında şehit düştü. Adamın şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için, Hz. Dâvûd onu kendisine nikâhladı.

Ancak Yahudilerin habis zihniyeti bu olayı efsane hâline sokmuştur. Ayrıca böylesine çirkin bir olayın ortaya atılma nedenlerinden biri de bir grup Yahudinin Hz. Süleymân'a cephe alıp düşman kesilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu kimseler olayı abartarak Hz. Süleymân'ı karalamaya çalışmışlardı (bkz. Neml, an: 56). Yahudiler bu yüzden –maazallah– Hz. Dâvûd'un Urya'nın hanımını kendi sarayının çatısı üzerinde çırılçıplak yıkanırken gördüğü ve kadını sarayına getirterek onunla zina ettiği ve kadının hamile kalması üzerine de kocasını Benu Amum'lularla yapılan bir savaşa gönderdiği şeklinde bir hikâye düzmüşlerdir. Güya komutan Yuab'a, "Urya'yı, öldürülebileceği bir yere tayin etmesini" emretmiştir. Urya öldürülünce de Hz. Dâvûd onun karısını kendisine nikahlamış ve bu kadından Hz. Süleymân doğmuştur. İşte tüm bu yalan iftira ve zulmü Yahudiler Kitab-ı Mukaddes'e kaydetmişlerdir. Ve ne yazık ki hâlâ okunup durmaktadır. Binaenaleyh Hz. Mûsâ'dan sonra İsrâîloğulları'na ihsan edilen bu iki büyük insanı bu şekilde zelîl etmeye çalışmışlardır. [Cessas, Ahkâmu'l-Kur’ân.]

Mesruk ve Sa‘îd b. Cübeyr'in İbn-i Abbâs'dan rivâyet ettiklerine göre, Hz. Dâvûd bir adama, "Karını boşa da onunla ben evleneyim" şeklinde bir teklifte bulunmuştur, o kadar.

Zemahşerî, "Allah'ın Hz. Dâvûd kıssasını anlatımından, Hz. Dâvûd'un bir kimseden karısını boşaması için ricada bulunması anlaşılmaktadır"demiştir.

Cessas, "Hz. Dâvûd'un evlenmek istediği kadın o adamın karısı değil nişanlısı idi. Hz. Dâvûd kadına kendisiyle evlenmesi teklifinde bulunmuştur. Bunun üzerine de Allah, kendisini "Bir mü'min kardeşinin nişanlısına evlenme teklifinde bulunuyorsun. Oysa senin birçok hanımın var" diye uyardı" demiştir.

Bazı müfessirler bu görüşün Kur’ân ile uyuşmadığını söylemişlerdir. Çünkü Kur’ân'da olay,
Benim bir tek koyunum var, onu da bana ver dedi şeklinde ifade edilmektedir. Ve Hz. Dâvûd, O, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir şeklinde bir hüküm vermiştir. Dolayısıyla bu örnek, bu kadının Urya'nın karısı olduğu takdirde bir anlam ifade eder. Eğer onun nişanlısı olsaydı, âyetteki ifadenin şöyle olması gerekirdi: "Ben bir koyun almak istiyorum, ama o ‘Bırak o koyunu da ben alayım’ diyor."

Kadı İbnü'l-Arabî, bu olayı oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştır:

Olayın aslı Hz. Dâvûd'un bir şahsa, "Hanımını boşa da onu ben alayım" şeklinde ciddî bir teklifinden ibarettir. Kur’ân'da o şahsın Hz. Dâvûd'un teklifini kabul edip etmediği belirtilmemiştir. Ayrıca, Hz. Dâvûd'un o kadınla evlendiği ve ondan Hz. Süleymân'ın doğduğu da açıklanmamıştır. Hz. Dâvûd'un uyarıldığı mesele, o kadının kocasına, boşanması için yaptığı tekliften başka bir şey değildi. Çünkü böyle bir davranış her ne kadar caiz ise de, bir peygambere bu şekilde davranması yakışmazdı. Bu yüzden Allah o'nu uyardı ve nasihatte bulundu.

Bu yorum, âyetlerin siyak ve sibakına uygun düşmektedir. Nitekim bu kıssa üzerinde düşündüğümüzde, Allah'ın bu olayı iki nedenden ötürü beyan ettiği sonucuna varırız: Birincisi, Hz. Muhammed'e, kâfirlerin "sihirbaz ve yalancı" şeklindeki ithamlarına sabretmesi ve zâlimlerin zina ve cinâyet suçuyla itham ettikleri Hz. Dâvûd'u hatırlaması öğütlenerek, o'ndan, kâfirlerin söylediklerine göğüs germesi istenmektedir. İkincisi, kâfirler şu şekilde korkutulmaktadır: "Sizler bu dünyada hiç çekinmeden zulüm yapmakta, yalan ve iftira düzmektesiniz. Ama Allah'ın yanında bu yaptıklarınızdan hesaba çekilmeden bırakılmayacaksınız. Çünkü Allah en makbul ve sevgili kullarını bile, yaptıklarından hesaba çekmeden bırakmayacaktır." Sonuç olarak Hz. Peygamber'e, (s.a) sanki şöyle demesi emredilmiştir: "Dâvûd'un kıssasını anlat ki, ne kadar seçkin özelliklere sahip olursa olsun yine de o'nu yaptıklarından hesaba çektiğimiz bilinsin."

Bu noktada yanlış bir anlayışı düzeltmekte yarar görüyoruz. Davacı kimse, din kardeşinin 99 koyunu olduğunu ve onun kendisinde bulunan bir koyunu da istediğini söylemektedir. Bundan Hz. Dâvûd'un 99 hanımı olduğu ve o'nun bir hanım daha alarak eşlerinin sayısını 100'e tamamlamak istediği anlaşılmaktadır. Fakat bu örnekle, Hz. Dâvûd ile Hititli Urya arasındaki olayın kelimesi kelimesine mutabakat arzettiğini düşünmek zorunda değiliz. Çünkü bizler de, günlük hayatımızda 40-50-60 gibi tabirleri çokluk ifade etmek için bir deyim şeklinde kullanırız. Ünlü müfessir Nisâburî, Hasan Basrî'den, "Hz. Dâvûd'un hanımlarının sayısının 99 olmadığını, bu ifadenin sadece temsîlen kullanıldığını" rivâyet eder. [Kadı İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur’ân]

Bu iğrenç, düzmece rivâyetler o boyutlara ulaşmıştır ki, Ali'nin, Dâvûd peygamber hakkında ileri sürülen uydurmalara tahammül edemediği ve "Her kim Dâvûd hâdisesini hikâyecilerin rivâyet ettiği gibi anlatırsa ona 160 değnek vururum" dediği nakledilmiştir.

Oysa " filanca demiş ki, falanca da ondan duymuş ki" şeklinde sürüp giden rivâyetlerin anlattıklarına karşılık, Peygamberimize örnek gösterilen Dâvûd peygamberin Kur’ân'daki nitelikleri bambaşkadır:

Dâvûd peygamber, Allah'ın, "çok sabırlı, kulumuz" diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah'ı kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah'a secde eden [boyun eğen], Allah'ın koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri nedeniyle halîfeliğe lâyık olup halîfe seçilen, demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilen, Kur’ân'da Ne güzel kuldu o! diye övülen Süleymân gibi bir evlat bağışlanan çok güzel bir kul.

İşte Kur’ân'daki Dâvûd (a.s) böyle bir kişidir!

Şimdi düşünelim: Eğer Dâvûd peygamber, hikâyelerde anlatıldığı gibi, şehvetinin esiri, zina yapabilen, cinâyet işleyebilen bir kimse ise, böyle birisinin "sabır" timsali olarak Peygamberimize örnek gösterilmesi mümkün müdür? Ya da Rabbimizin, "kulum" diyerek şereflendirdiği ve Peygamberimize örnek gösterdiği birisinin, hikâyelerdeki gibi, cani, zani ve zalim biri olması akla mantığa sığar mı? Kur’ân'da "evvâb" [Allah'a çokça dönen] olarak nitelenen bir kimsenin kalbinin fısk u fücurla dolu olduğu, cinâyet işleyebildiği nasıl düşünülebilir?

Rabbimizin,
Onun mülkünü de kuvvetlendirdik demesi, Dâvûd peygamberin hem dinî hem de dünyevî konularda kuvvetli bir yönetim sergilediği anlamına gelir. Bu durumda Yüce Allah, evli bir kadına duyduğu şehevî arzularını gerçekleştirmek için adam öldürtebilen birisini mi ödüllendirerek mülkünü kuvvetlendirmiştir?

Dâvûd peygamber için Kur’ân'da, "kuvvetler sahibi" denilmiştir. Bu ifadeyle Dâvûd'un (a.s) dinî yönden kuvvetli biri olduğunun kasdedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü dinin dışında kalan alanlardaki kuvvet, kâfir krallarda da vardır. Din yönünden kuvvetli olmanın manası ise, yapılması istenen şeyleri yapma ve yapılmaması istenen şeylerden de sakınma hususunda gösterilen irade kuvvetidir. Bu durumda, kendisini adam öldürmekten ve bir din kardeşinin karısına göz dikmekten alamayan bir kimse mi "kuvvetler sahibi" olarak tanımlanmış ve örnek gösterilmiştir?

Rabbimiz tarafından kendisine "hıkmet" ve "fasl-ı hıtâb" verilen birisinin, yani Yüce Allah'ın toplumu çirkinliklerden, hakksızlıklardan kurtarmak üzere kendisine yasalar ve bu yasaları uygulamak için özel yetenekler verdiği bir kişinin bu yasaları çiğnemesi düşünülebilir mi?

Rabbimizin,
Katımızda bir yakınlığı ve güzel bir yeri vardır ifadesi ile övdüğü kişinin, hikâyelerdeki Dâvûd olma imkânı var mıdır?

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Dâvûd peygamber mahkeme duruşmasında, Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı işleyenler hakksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır! diyerek iman edenlerin hakksızlık etmeyeceklerini vurgulamıştır. Eğer Dâvûd peygamber, hikâyelerdeki gibi hakksızlıklar yaparsa kendisinin de imansız biri olduğunu davranışlarıyla itiraf etmiş olmaz mı?

Bütün bunlara rağmen hâlâ Dâvûd peygamberin hikâyelerdeki davranışlarda bulunduğuna inanmak, Rabbimizin zani, cani ve zalim bir kişiyi yönetici kıldığını kabul etmek gibi hatalı bir davranışı –hâşâ–Yüce Allah'a atfetmek olmaz mı?

Yukarıda sıraladığımız sorulara verilecek akıl ve mantığa uygun cevaplar bizi şu sonuca ulaştırmaktadır: Kur’ân'da bahsedilen mahkeme duruşması ile Kitab-ı Mukaddes'te bahsedilen olayın hiçbir alâkası yoktur. Esas olay, normal toplumlarda cereyan eden ticarî bir uyuşmazlıktır. Bu âyetlerin Kitab-ı Mukaddes'teki utanç verici olayla özdeşleştirilmesinin bir sebebi, âyetlerdeki "zann, istiğfar, ğufran, enab" gibi sözcüklerin müellifler tarafından gerçek anlamları dışında yorumlanması veya çarpıtılmasıdır. Bu durum aşağıdaki tahlillerde açıkça gösterilecektir.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki, insanların en haysiyetsizine, en şerefsizine nisbet edilse, onun bile kabul etmeyeceği ölçüde çirkin olan bu davranışların Dâvûd peygamberle hiçbir alâkası yoktur.

Bu tesbitten sonra, Dâvûd peygamber kıssasının anlatıldığı 21-26. âyetlerden oluşan pasajın yukarıdaki bilgiler ışığında yeniden okunmasını öneriyor, pasajdaki âyetlerin tahliline geçiyoruz.
21) Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd'un özel evine çıkıp varmışlardı.
Âyetin, Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? denilmek sûretiyle soru cümlesiyle başlaması ve "haber" kavramının, önemli haberler için kullanılan نباء[nebe] sözcüğüyle ifade edilmesi, verilecek bilginin, anlatılacak kıssanın önemine dikkat çekmek içindir.

GELENLERİN "MELEK" VEYA "İNSAN" OLDUĞU: Âyette geçen "iki hasım"ın, aslında iki melek oldukları ve Dâvûd peygamberin yaptığı ağır hatayı yüzüne vurmak ve o'nu uyarmak için böyle bir mizansen hazırladıkları gibi zorlama açıklamalar yapılmıştır. "Melek" kavramının Kur’ân bağlamında ne anlamlara geldiği yönünde daha önce verdiğimiz bilgilerden dolayı, bu tarz yaklaşımları tartışmaya bile değer görmüyor ve ayrıntılara girmiyoruz. ("Melek" kavramına, Tekvîr ve Necm sûrelerinin tahlillerinde özetler hâlinde değinilmiştir. Bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.)

TESEVVERU: السّور [tesevveru=sûr], "yüksek duvar", تسوّر [tesevvür] de, "yüksek yere çıkmak" demektir. Âyette, çıkılan yer olarak bildirilen mihrâb ise; "köşk, balkon, özel çalışma yeri [karargâh]" anlamlarına gelmektedir. [Lisanü’l Arab, "svr" mad.]

HASIMLAR [DÂVÛD'UN YANINA GİRİP DAVALAŞANLAR], İKİ KİŞİ DEĞİL, ÇOĞULDUR:
Âyette geçen اذ تسوّروا[iz tesevverû], اذ دخلوا [iz dehalû], منهم [minhum] ve قالوا [kâlû] sözcüklerinin hepsi çoğul olarak ifade edilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, Dâvûd'un makamına çıkanlar iki kişi değil, daha kalabalıktırlar. Ancak, Dâvûd (a.s) karşısında halkın sıkıntılarını dile getirenler, aralarından bir tanesidir.

İlerideki âyetlerden anlaşıldığına göre halkın talebi, ölen Tâlût'un yerine Dâvûd'un (a.s) yönetici olmasıdır. Bu amaçla Dâvûd'un (a.s) makamına çıkan halk, kamusal işleri halletmesi için o'na vekâlet ve yetki verip biat etmiştir. Böylece de Dâvûd, Tâlût'un halîfesi olmuştur.

Bu konu, aşağıda 26. âyetin tahlilinde verdiğimiz, Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 5:1-4 ve I. Tarihler 11:1-4'de de aynı şekilde geçmektedir.
22,23) Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, "Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt" dediler. Birisi de dedi ki: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, 'Onu da bana ver' dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi."
Âyette Dâvûd'un (a.s) korktuğu söylenmektedir ki, bu doğaldır. Çünkü Kitab-ı Mukaddes’in I. Samuel bölümündeki anlatıma göre, o sırada Dâvûd (as), kayınpederinin kendisini öldürtmesinden korkarak dağlarda yaşamaktadır. Böyle bir ortamdayken Dâvûd’un (as) halktan bir kısım topluluğun dağlarda kendi makamına girerek etrafında sur oluşturmalarını normal karşılaması beklenemez. Nitekim Dâvûd’un (as) makamına girenler de bu durumun farkında oldukları için konuşmalarına Dâvûd’a (as) korkmamasını söyleyerek başlamışlar ve ona sorunlarının çözümü için geldiklerini; haksızlık yapmaması, güçlüden yana olmaması, doğruya karar vermesi yönünde kendisinden beklenti içinde olduklarını ifade etmişlerdir. Onların bu beklentileri zımnen Dâvûd’dan (a.s) iyi bir yönetici olmasını istedikleri şeklinde anlaşılmalıdır.

Âyette geçen نعجة[
na‘ce] sözcüğü, "dişi koyun"a ve "dişi sülün"e denildiği gibi, "kadın"a da istiare edilir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Leys, na‘ce sözcüğünün, koyunun, keçinin ve vahşî sığırın dişilerinin çoğulu için kullanıldığını ve Arap örfünde ise, "dişi hayvan" ve "ceylân" kelimelerinin kadından kinâye olarak konuşulup algılandığını söylemiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Na‘ce sözcüğünün zihinlere "kadın" olarak yerleşmiş olması, İsrâîliyâta da uygun düşmektedir, ama âyetteki na‘ce sözcüğü ile o günkü tarım toplumunun en gözde ticaret emtiası olan "koyun"un kasdedilmiş olması daha mantıklıdır.

İşte bu benim kardeşim

Âyetteki
kardeşim sözcüğü ile ilgili olarak, Keşşaf sahibi şunları söylemiştir:

Bu âyetteki kardeşim/birâderim kelimesi, ya hâzâ kelimesinden bedeldir, ya da inne edatının haberidir ki bununla, ya "din kardeşliği" veya "dostluk ve samimiyetten kaynaklanan kardeşlik" veyahut da, Ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine hakksızlık eder âyetinin delâletiyle, "ortaklık ve iştirak kardeşliği" kasdedilmiştir. Ki, bu kardeşliklerden her biri, zulümden ve hakksızlıklardan kaçınmayı gerektirir. [Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 368-369.]

Dikkat edilecek olursa, Dâvûd'un (a.s) karşısında konuşma yapan şahıs, davacı olduğu kimse için, "Benim koyunumu zorla aldı" dememiştir. Buradaki,
Kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum ifadesi, "Kardeşim büyük güce sahip bir zengin, bense fakir bir kimseyim. Bu yüzden de, onun isteklerine karşı çıkma cesaretini kendimde bulamıyorum. Bu konuda bana ve güçsüzlere sen yardımcı ol!" anlamına gelmekte ve böylece o toplumda yaşanan hakksızlıklar dile getirilmiş olmaktadır.

24) Dâvûd dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!" Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü.
DÂVÛD'UN KARARI: Kendisine yapılan talep üzerine, Dâvûd kararını, Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir demek sûretiyle bildirmiş ve güçlüden yana olmadığını, hakk yoldan sapmadığını göstermiştir. Hemen arkasından da toplumdaki genel hastalığı dile getirerek, çözümün "iman"da ve "sâlihâtı işlemek"te olduğunu açıklamıştır.

الخلطاء [HULATÂ]: Bu sözcüğün yalnızca "ortaklar" diye anlamlandırılması durumunda sözcüğe eksik bir açıklama getirilmiş olmaktadır. Âyetteki "kardeş" tabirinden de anlaşıldığına göre, huletâ sözcüğü, "karışık hâlde bulunan", yani "bir toplumda iç içe yaşayan insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlar" demektir. [Lisanü’l Arab, "hlt" mad.] Bu anlama göre âyetin takdiri şöyle yapılabilir: "Toplumda içiçe yaşayanlardan bir çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Hassasiyetle ortaklık ilişkisini sürdürmek çok zordur. Ancak iman edip, sâlihâtı işleyenler başkadır, onlar hakksızlık etmezler. Onlar da pek azdır."

Verilen bu genel hükümden, "iman edip sâlihâtı işleyenler"in istisnâ edilmeleri, iman edip sâlihâtı işleyenlerin ortaklıklarında münâkaşa, çekişme ve hasımlaşma olmayacağı, bu özellikteki ortakların birbirlerinin hakk ve hukukuna riâyetkâr davranacakları anlamına gelmektedir.

İYİLERİN AZLIĞI: Hakksızlık etmeyenlerin iman edip sâlihâtı işleyenler olduğunu bildiren sözlerinden sonra Dâvûd peygamberin,
Ama onlar da ne kadar azdır! diye eklemesi, insanların ekserisinin inanmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’ân'da insanların çoğunun inanmayacaklarından, yalancılıklarından, fâsıklıklarından, şükretmeyeceklerinden, akletmeyeceklerinden ve bilgilerini doğru alanlarda kullanmayacaklarından bahseden yetmiş civarında âyet vardır. İnsanların çokça dikkatleri çekilerek uyarıldığı bu önemli husus, insanın içindeki varoluşsal çatışmayı dramatize eden Âdem-İblis kıssasında (A‘râf/17, Sebe/13, Hûd/17, Mümin/59, Ra‘d/1, Yûsuf/103’te de yer almaktadır:

Bu gerçeği bilen Rabbimiz, hem Peygamberimizi hem de insanlığı aşağıdaki mesajla uyarmıştır:

116Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. [En‘âm/116]

İnsanlar arasında kötülerin sayıca fazla olmasının sebebi, (bize göre), insanı basit dünya hayatına davet eden faktörlerin çok olmasıdır. İnsan, yapısal özellikleri gereği bu dünya ile uyum içindedir. Çünkü dünya nimetleri ile insanın beğenileri birbirlerine göre yaratılmıştır. Dolayısıyla bu dünyadaki bütün "şey"ler ve insanın yaradılışından gelen bütün dürtüler, beğeni ve zevkler insanı bu dünyaya bağlayan birer faktördür. Buna karşılık, insanı Allah'ın gösterdiği yola davet eden bir tek şey vardır: Akıl. İnsanları bu dünya hayatına çeken ve maddî zevklerin esiri olmasına sebep olabilecek "pek çok" sebep varken, onları bu esaretten kurtaracak ve sadece Allah'ın kölesi yapacak bu "tek" şey, insanın çoğu zaman kullanmadığı bir donanımdır. İşte, insanların çoğunun basit dünya zevklerinin kölesi olmalarının ve pek azının da iman edip sâlihâtı işleyenlerden olmalarının sebebi budur.

...Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlama diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü.

24. âyetin bu bölümü,
zann, fitnelendirme ve istiğfar sözcükleri üzerinde yeterli tahlil yapılmaması sebebiyle yanlış anlaşılmıştır. Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi şeklinde çevirdiğimiz cümlenin, Yahudi efsaneleri etkisi altında nasıl anlamlandırıldığını gösteren iki örnek şunlardır:

A) "Girdikleri zaman veya bu bağy [tecavüz] sözünü söylerken sanmıştı ki, Biz kendisini sırf bir fitneye düşürdük."

B) "Sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rükû ederek secdeye kapandı ve tevbe ile Allah'a sığındı."

Âyet böyle anlamlandırıldıktan sonra İsrâîliyâtın önü açılmış ve Dâvûd peygamberin nasıl sınandığı üzerine ayrıntılı destanlar düzülmüştür. Verdiğimiz bu iki meal örneği, âyetlere İsrâîliyât kaynaklarından bakanların düştükleri en hafifletilmiş yanlışları içermektedir.

Peygamberlik gerçeği ile asla bağdaşmayan bu düzmecelerden Dâvûd peygamberi, tüm peygamberleri, hatta tüm insanları tenzih ediyor ve âyetin bu bölümünün doğru anlaşılabilmesi için yukarıda saydığımız sözcüklerin tahliline geçiyoruz:

FİTNE, FİTNELENDİRMEK: الفتنة [fitne], "ateşe atmak; belli aşamalardan, sıkıntılardan geçirmek sûretiyle eğitmek, olgunlaştırmak, arı-duru hâle getirmek" demektir.

ZANN: الظّنّ [zann] sözcüğü, hem "yakîn" [kesin bilgi], hem de "kuşku, sanı" anlamlarında kullanılabilen bir sözcüktür. Sözcüğün Kur’ân'da da her iki anlamda kullanılmıştır.

Sözcük 24. âyette, "yakîn" [kesin bilgi] anlamında kullanılmıştır. Çünkü Dâvûd peygamber bu olayla kendisinin; olgunlaşmış, eğitimini tamamlamış, hizmete hazır bir hâle getirilmiş olduğunu kesinlikle anlamıştır.

RÜKÛ: Mürselât sûresi'nin tahlilinde değindiğimiz gibi
rükû, zihinlerimize kazınan "namazdaki rükû" anlamından daha başka anlamlara da gelmektedir:

1) Rükû, "hudû" [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar tatlı söylemek] demektir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

2) Rükû, "inhina" [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

3) Rükû, "zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi" demektir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] ("Beli kırılmak" deyimine eş bir anlam.)

4)
Rükû, "putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek" [hanîflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden], rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi. [Lisanü'l-Arab; c. 4, s. 232-233. "Rekaa" mad.]

Âyetteki
rakian ifadesi, bize göre Dâvûd peygamberin, Rabbinin hükümlerini can-ı gönülden uygulayacağını, hep hanîf olarak Allah'a teslim olacağını anlatmaktadır.

İSTİĞFAR: Âyette istiğfarın [bağışlanmanın] kim için yapıldığı bildirilmemiştir. O kişiye bundan sonraki âyette işaret edilecektir. Ancak İsrâîliyât etkisi altındaki yazarlar, kendisine yamanan onca günah sebebiyle Dâvûd peygamberin kendi nefsi için bağışlanma talebinde bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Konuyla ilgili olarak Râzî'nin yorumu şöyledir:

1) Onlar Dâvûd'u (a.s) öldürmek maksadıyla, işte bu yolla, o'nun yanına girip, Dâvûd (a.s) da onların maksatlarını anlayınca, öfkesi, Dâvûd'u (a.s), onlardan intikam alma düşüncesine sevketti. Ancak ne var ki, Allah'ın rızasını elde etmek maksadıyla onları affetmeye yöneldi ve, "Bu hâdise, işte o fitnedir. Çünkü bu, bir deneme ve bir mübtelâ kılma gibidir" dedi, sonra da, Rabbinden, onlardan intikam almayı aklından geçirdiği için, bağışlanmasını istedi, bu düşüncesinden vazgeçti, Allah'a döndü ve Cenâb-ı Hakk da, o'ndan kaynaklanan bu kadarcık azîm ve niyyeti bağışladı.

2) Dâvûd (a.s) her ne kadar onların kendisini öldürmek için yanına girdiklerine zann-ı galipte bulunmuş ise de, bu zann-ı galibinden dolayı pişman olmuş ve durumun böyle olduğuna bir delâlet ve emare olmadığı halde, hakklarında kötü bir zanda bulunduğu için, "Onlar hakkında ne kötü davrandım!" demiştir, ki işte bu, Dâvûd sandı ki, Biz kendisine mutlaka bir azab hazırladık. Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi, rükû ile yere kapanıp, bu zannından döndü âyetinden kasdedilendir. Böylece de Allah bunu, Dâvûd'dan (a.s) bağışladı.

3) Onların Dâvûd'un (a.s) yanına girmesi, Dâvûd (a.s) için bir fitne olmuştur. Ancak ne var ki Dâvûd (a.s), bu giren ve kendisini öldürmeye kasdeden kimselerin bağışlanmasını Allah'tan istemiştir, ki bu tıpkı Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında Cenâb-ı Hakk'ın, Hem kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste... (Muhammed/19) buyurmasına benzer. Binâenaleyh Dâvûd (a.s) onların bağışlanmasını istemiş, kendisini öldürmeyi kafalarına koyan ve içeri giren bu kimselerin bağışlanmasını isteme hususunda Allah'a yönelmiştir. Bu izaha göre âyetteki, Biz de bunu o'nun için affettik cümlesinin manası da, "Dâvûd'un hatırı için Biz, onun [bu girenin] günahını bağışladık" demek olur.

4) Farz edelim ki, Dâvûd (a.s) kendisinden sudûr eden bir zelleden dolayı tevbe etmiştir. Ancak ne var ki biz, bu zellenin, o kadın sebebiyle meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Bu zellenin, davalı olan iki şahıstan diğerinin ifadesini almadan önce, birisinin lehine olarak hükmetmiş olmasından dolayı meydana gelmiş olduğunun söylenmesi niçin mümkün olmasın? Çünkü Dâvûd (a.s), Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemesiyle sana zulmetmiştir deyince, verdiği bu hüküm doğru olana uymadığı için, bir delil ve şâhit bulunmadan, karşı tarafın mücerred iddiasıyla, berikinin zâlim olduğuna hükmetmiş oldu. İşte bu esnada, jstiğfar ve tevbe ile meşgul oldu. Ancak ne var ki, Dâvûd'un (a.s) bu hareket tarzı terk-i evlâ [daha efdal ve uygun olanı terk etmek] babındandır.

Yaptığımız bu izahlarla, âyetleri bu manaya hamlettiğimizde, Dâvûd'a (a.s) herhangi bir günahın isnad edilmesi şöyle dursun, tam aksine bu, taatlerin en büyüğünün o'na isnad edilmesini gerektirir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

İsrâîliyât etkisindeki yazarların bazıları ise, Dâvûd peygamberin, Urya'nın karısına göz diktiğinden ve Urya'yı öldürttüğünden dolayı affını istemiş olduğunu ileri sürmüşlerdir.

GÜNAHA GÖRE İSTİĞFAR: Ne yazık ki, bazı müfessirler Dâvûd peygambere asla yakıştırılamayacak suç ve günahlar isnad eden İsrâîliyâtın etkisinde kalmışlar, o'nu bu çirkin iftiralardan temizleyeceklerine, ettiği tevbe ve istiğfarın niteliğini yorumlamakla yetinmişlerdir. Üstelik bu tevbe ve istiğfarın Dâvûd'un (a.s) şanına uygun türden olması gerektiğini düşünerek akla ve mantığa uymayan gerçek dışı açıklamalar yapmışlardır:

Atâ el-Horasanî ve başkaları dedi ki: ‘Dâvûd yüzünün etrafında ot bitip başını örtünceye kadar kırk gün süreyle secdede kaldı. Sonra o'na şöyle seslenildi’: "Aç mısın, sana yemek verilsin; çıplak mısın, giydirilesin? Bunun üzerine öyle bir hıçkırarak ağladı ki, içinden gelen hararetle o mera coşup büyüdü. Böylelikle o'na mağfiret olundu ve bu sebeple günahı örtüldü."Bu sefer dedi ki: "Rabbim! Bu benimle Senin arandaki günahım. Onu bağışlamış bulunuyorsun, peki İsrâîloğullar'ından olan şu adamların durumu ne olacak? Ben onların çocuklarını yetim, hanımlarını dul bıraktım." Buyurdu ki: "Ey Dâvûd! Kıyâmet gününde senin tarafından gelmiş her bir zulmü cennetin sevabı karşılığında o kişiden sana bağışlamasını isteyeceğim." Dâvûd dedi ki: "Rabbim! Kolay mağfiret işte böyle olur." Sonra da, "Ey Dâvûd! Başını kaldır" denildi. Başını kaldırmak istedi, ancak yere batmış olduğunu gördü. Cebrâîl gelip ağaçtan zamkın koparıldığı gibi, o'nu yerin üzerinden söküp çıkardı. [(Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Velîd dedi ki: Ayrıca Münir b. ez-Zübeyr bana haber verdi, dedi ki: "Dâvûd'un secde yerleri yere yapıştı. Yüzünden de Allah'ın dilediği miktar yapışmıştı." el-Velîd dedi ki: İbn-i Lehia dedi ki: "Secdesi sırasında, ‘Seni tenzih ederim, işte benim içeceğim olan göz yaşlarım ve işte benim yiyeceğim önümdeki bir külün içerisinde’ diyordu." Bir rivâyette belirtildiğine göre o kırk gün secde de kaldı. Farz namaz dışında başını kaldırmadı. Göz yaşlarından ot bitinceye kadar ağlayıp durdu. [(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Peygamber buyurdu ki: "Dâvûd kırk gün süreyle secdede kaldı. O kadar ki göz yaşlarından biten otlar başını örttü. Yer o'nun alnını aşındırdı. Secdesinde de, ‘Rabbim! Dâvûd bir defa yanıldı ve bu yanılması sebebiyle doğu ile batı arasındaki mesafe kadar uzaklaştı. Rabbim! Eğer Dâvûd'un zayıflığına merhamet buyurmaz, günahını bağışlamazsan, Sen o’ndan sonrainsanlar arasında günahını konuşulacak biz söz kılarsın.’ Kırk sene sonra Cebrâîl o'na dedi ki: ‘Ey Dâvûd! Şüphesiz Allah senin içinden işlemeyi geçirdiğin günahı sana bağışlamış bulunuyor.’" [Tirmizî, el-Hakim, Nevâdirü'l-Usûl, II/178.]

Vehb dedi ki: ‘Dâvûd'a şöyle seslenildi’: "Şüphesiz Ben sana mağfiret buyurdum." Ancak Cebrâîl gelip kendisine, "Rabbin sana mağfiret buyurmuşken, ne diye başını kaldırmıyorsun?" deyinceye kadar başını kaldırmadı. [(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]

Bunlardan başka, rivâyet tefsirlerinde, Dâvûd peygamberin affedilmesine rağmen başını yerden kaldırmadığına, her içtiği suya mutlaka gözyaşı karıştırdığına, arpa ekmeğini göz yaşıyla ıslatıp yediğine, günah işlemeden evvel gecenin yarısında namaz kılıp senenin yarısında oruç tuttuğuna, günah işledikten sonra gecelerin tamamında namaz kılıp senenin de tamamında oruç tuttuğuna, günahının bir işareti olarak avucuna dövme yaptırıp yerken içerken sürekli günahını hatırlayıp ağladığına, içerisi kül ile doldurulmuş yedi tane lif yatak üzerinde oturduğuna ve sürekli ağlamaktan göz yaşlarının yedi kat döşekten yere kadar geçtiğine dair birçok saçma rivâyet yer almıştır. Biz, bu saygın peygamberi ve adına bunun gibi birçok rivâyet uydurulan Peygamberimizi bütün bu saçmalıklardan tenzih ediyoruz.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu âyette Dâvûd peygamberin kim için bağışlanma talebinde bulunduğu bildirilmemiştir. Örnekleri âyetlerde de görüldüğü üzere, kişinin kendisi dışında bir başkası için de istiğfar etmesi mümkündür. Öyleyse, edildiği bildirilen istiğfarın kime yönelik olduğu hususuna cevap aranmalıdır.

Söz konusu istiğfarın suç işlemiş birisi için yapıldığı noktasından hareket edilecek olursa, ilgili âyetlerde hatalı bir kişiden bahsediliyor olması gerekir. Nitekim pasajda suçlu olan bir şahıstan bahsedilmekte ve söz akışı içinde suç işleyen bu şahsın işlediği suç da açıkça belirtilmektedir. Bu kişi, mal varlığını daha da arttırmak isteyen zengin kişidir. Hâl böyle iken, İsrâîliyât uydurmalarına dayanarak bizzat Rabbimiz tarafından üstün nitelikleriyle övülmüş olan Dâvûd peygamberi suçlu ilan etmek, kelimenin tam anlamıyla insafsızlıktır. Dâvûd peygamber suçu işleyen değil, sahip olduğu "hikmet" ve "fasl-ı hıtâb" sayesinde bu suçluyu saptayan kişidir. O, mal varlığını daha da arttırmak için ortağının malına göz diken bu zengin kişinin affedilmesi için Allah'tan talepte bulunmuştur.

Burada, Dâvûd peygamberin kendi yaptığı veya yapması muhtemel kusurları için istiğfar ettiği, Allah'tan koruma talebinde bulunduğu da söylenebilir. Ancak o'na uygunsuz suçlar yüklemek bize göre büyük hatadır, insafsızlıktır.

Âyetin ilk bölümündeki فغفرنا له ذالك[
feğafernâ lehü zâlik] bölümünü فغفرنا له [feğafernâ lehü] ve ذالك[zâlik] olarak iki kısma ayırarak anlamlandırmak mümkün olup, el-Kuşeyrî de bu şekilde anlamlandırılmasının uygunluğunu ifade etmiştir. Bunun bir diğer örneği de, 55. âyette karşımıza gelecektir.

Dâvûd peygamberin bir önceki âyette, hakkında istiğfar ettiği kişiye bu âyette,
bu zamiri ile işaret edilmiştir, ki bu kişi, ortaklardan hatalı olanıdır.

Aslında sûredeki bu kıssa, Dâvûd peygambere sürülmeye çalışılan lekeleri tümüyle ortadan kaldırmaktadır. 25. âyetin ikinci bölümü ise, Dâvûd peygamberin üzerine sıçratılmak istenen İsrâîliyât pisliklerinin hepsinin yıkanıp atıldığını, o'nu herkesin gıpta edeceği şekilde onurlandıran Yüce Allah'ın sözleriyle en kesin şekilde doğrulanmaktadır:
Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
25) Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de o'nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26) Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.
Bu âyette anlatım üslûbu değişmiş ve doğrudan muhataba seslenilerek, Dâvûd peygambere bahşedilen halîfelik görevine ve o görevde nasıl davranması gerektiğine değinilmiştir.

Halîfe ve hilâfet sözcükleri, sonraki dönemlerde kendi öz anlamlarından farklılaşarak kavramlaşmış ve âyetlerde geçen halîfe sözcükleri de hep bu kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak da yine yanlış inançlar ve hurafeler ortaya çıkmıştır. Özellikle belirtmek gerekir ki, bu sözcükleri yanlış anlamlandırma alışkanlığı günümüzde de kısmen devam etmektedir. Bu nedenle halîfe sözcüğünün Kur’ân'daki kullanımlarının iyi bilinmesi gerekir.

Halîfe sözcüğü, yaygın olarak kavramlaşmış anlamı ile, "Allah'ın yeryüzündeki adalet temsilcisi, yeryüzünü adaletle yönetmek için görevlendirilmiş yönetici" olarak bilinir. Nitekim İslâm ülkelerindeki devlet başkanlarına ve Yavuz Sultan Selim sonrasındaki Osmanlı padişahlarına bir süre "halîfe-i rûy-i zemin" denilmiştir.

Halîfe sözcüğü, sözlük anlamı olarak, "arkadan gelen" demektir. [Lisanü’l Arab, "hlf" mad.] Nitekim Dâvûd peygamber de kendisinden önce İsrâîloğulları'nın yöneticisi olan Tâlût'tan sonra devlet başkanı olmak sûretiyle Tâlût'un halîfesi olmuştur. Buna göre âyetteki Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık ifadesi, kulların işlerinin yaratma açısından Allah'a nisbet edildiği göz önünde bulundurularak, "Biz senin, Tâlût'tan sonra devlet başkanı olmanı sağladık, Tâlût'un yerine seni geçirdik" anlamına gelmektedir.

Dâvûd peygamberin halîfe seçilişi, 21. âyette,
iz tesevverü'l-mihrâbe [hani onlar mihraba çıkıp varmışlardı] cümlesi ile başlayan olaylar sonucu olmuştur. İsrâîloğulları'nın bu seçimi, Kitab-ı Mukaddes'in ll. Samuel; 5/1-4 ve l. Tarihler; 11/1-4 anlatılmıştır.

DEVLETLEŞME ve DEVLET BAŞKANININ GEREKLİLİĞİ: Şüphesiz ki insan sosyal bir varlıktır. Bu özellik onun çok sayıdaki ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, istese de toplu hâlde yaşamaktan vazgeçemez. Yüce Allah insanı, değişik ihtiyaçlarını toplum içinde farklı meslekler icra ederek ve aralarında iş bölümü yaparak gidermelerini sağlayacak beceri ve yeteneklerle donatmıştır. Her insan kendi beceri ve yeteneği doğrultusunda sosyal hayata katılmakta ve diğer insanlarla her alanda ve her düzeyde çeşitli ilişkiler kurmaktadır. Sonuçta insanların maddî ve manevî ihtiyaçları birbirleriyle kurdukları bu ilişkiler sayesinde giderilmiş olmaktadır. Ancak toplum içindeki bu alma-verme ilişkisi âdil bir düzen içinde gerçekleşmelidir ki, insanlar barış içinde yaşayabilsinler, hayırlarda yarışabilsinler. Bu düzenin sağlanabilmesi ve insanlar arasında çıkabilecek anlaşmazlıkların giderilebilmesi için herkesin tartışmasız olarak kabul edeceği bir otoriteye ihtiyaç vardır. İşte, bu otorite "devlet", devletin en üst makamında bulunan kişi de "devlet başkanı"dır.

Hatırlanacak olursa, 22-23. âyetlerde, Dâvûd peygamberin yanına gelip o'na yönetim görevini veren halkın talebi, kendi içlerinde birbirlerine yaptıkları haksızlıkların giderilmesi ve kendilerinin doğru yolun ortasına yöneltilmesi şeklindeydi. Konumuz olan 26. âyette ise Yüce Allah Dâvûd peygambere yönetimin nasıl olması gerektiğini bildirmiştir. Rabbimiz bu âyetlerle bir taraftan yöneticilerimizden ne istememiz gerektiği konusunda bizleri eğitmekte, diğer taraftan da örnek bir yöneticinin halkını nasıl yönetmesi gerektiğini Dâvûd peygambere ve o'nun şahsında tüm yöneticilere öğretmektedir. Yüce Allah'ın kurulmasını istediği düzenin ana ilkelerini belirleyen bu âyetlere göre, yöneticiler toplumlarını hakk üzere yönetmeli, hevâlarına teslim olmamalıdırlar. Eğer bir devlette iktidarın kullanılma biçimi yönetenlerin hevâlarına göreyse, yöneticilerin kendi menfaatlerine yönelik davranışları halkın büyük zararlara uğramasına neden olur. Çünkü böyle bir iktidar düzeni, halkın daima yöneticilerin menfaatleri doğrultusunda kullanılıp yönlendirilmesi sonucunu doğurur. İktidar bir bakıma yöneticilerin çıkar elde etme ve bunu sürdürme manivelası haline geldiği gibi, halk da iktidarı kullanan yöneticilerin hevâ ve heveslerini tatmin aracı haline dönüşür. Bu durum toplumla devlet arasında olması gereken karşılıklı rızanın bozulmasına yol açacağından, bir gün her şey rayından çıkar ve toplum sosyal karışıklıkların eşiğine gelir. Eğer yeniden âdil bir uzlaşma sağlanamazsa, karışıklıklar önü alınamayan sosyal felaketlere dönüşerek halkı da, yöneticileri de perişan eden bir yıkılış süreciyle noktalanır.

Âyette,
O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla] şeklinde Dâvûd peygambere verilen talimat, böyle kötü sonuçların ortaya çıkmaması için yöneticilerin hakka uygun, adaletli uygulamalar sergilemelerinin gerektiğini bildirmektedir.

HEVÂ YOLDAN ÇIKARIR, YOLDAN ÇIKMAK İSE AZABA GÖTÜRÜR: Hevâ, kişiyi, basit dünya lezzetlerine kapılarak onların içine batmaya çağırır. Bunların içine batmak ise kişiyi, gerçek mutlulukları elde etmek için yapılması gerekli olan sâlih amellerden uzaklaştırır. Çünkü, "basit dünya lezzetlerinin içine batmak" ile "sâlih ameller işlemek", birbirine zıt davranışlardır ve bunlardan biri artarsa diğeri azalır, biri gerçekleşirse diğeri yok olur.

Bu sebeple Dâvûd peygambere,
Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır denilmiştir. Hevâya tâbi olmanın sonu, adım adım Allah yolundan sapmaktır. Allah yolundan sapmak ise, azapların en kötüsüyle karşı karşıya kalmak demektir. Hevâlarına uyarak Allah'ın yolundan sapanlar, çok kötü bir azaba davetiye çıkarmış olurlar. Oysa hesap gününü göz önünde bulunduranlar, yaptıklarının hesabını verememekten ve cezaya çarptırılmaktan korkarlar. Böylece ne hevâlarına uyarlar, ne de basit dünya lezzetlerinin esiri olurlar.

BİR İBRET TABLOSU: Bir peygamber olan Dâvûd'a (a.s) bile hevâya uymamasının öğütlendiği, o'nun gibi bir halîfenin bile sorumlu tutulacağının bildirildiği 26. âyet Kur’ân'da duruyorken, bazıları "hilâfet" diye kutsal bir makam ve "halîfe" diye de kutsal bir kişi oluşturmuşlardır. Bu makam ve kişilerin nasıl kutsallaştırıldığının bir ibret vesikası olarak, halîfelerin günahları sebebiyle sorumlu tutulmayacağına dair ifadelerin bulunduğu bir rivâyete atıfta bulunulan ve klâsik eserlerin hemen hepsinde yer alan bir rivâyeti okuyuculara aktarmayı yararlı görüyoruz:

Mervanoğulları halîfelerinden birisi, Ömer ibn-i Abdülaziz'e, "Bize, ‘Halîfe olan kimselerin aleyhine kader kalemi hareket etmez ve ona günah yazılmaz’ (yani padişahlar, krallar günah işleseler de onlara günah yazılmaz) şeklinde ulaşmış olan haberi [rivâyeti] sen de duydun mu?" demiş, bunun üzerine de, Ömer ibn-i Abdülaziz, "Ey müminlerin emîri! Halîfe mi daha üstündür, yoksa peygamber mi?" deyip, sonra da, Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık. O halde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla], hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır âyetini okumuştur.
30) Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. O ne güzel kuldu! Şüphesiz O, Rabbine çokça dönendi.
31Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; "32Ben, mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim." –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.– "33Geri getirin onları bana!" dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.

34,35Andolsun ki Biz Süleymân'ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; "Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe et/bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/bağışlayansın" dedi.

36-38Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik.

-
39İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.-

40Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Peygamberimizin eğitimine bu pasajda da devam edilmektedir. Geçmişte gönderilmiş elçilerin tebliğ sürecinde gösterdikleri sabır ve sebat anlatılmakta, böylece Peygamberimiz de bu örneklere göre davranmaya yönlendirilmektedir.

Bu âyet grubunda Peygamberimize verilen örnek, Süleymân peygamberdir. Süleymân (a.s) da babası Dâvûd (a.s) gibi, hakkında çok fazla efsane uydurulmuş bir peygamberdir.

Âyetlerin tahliline başlamadan önce, Kur’ân âyetlerini asılsız hikâyelerine malzeme yapmaktan kaçınmayan bazı uydurmacıların dinî kitaplara geçmiş hikâyelerinden konuyla ilgili bir kaçını teşhir ve uyarı maksadıyla kısaca nakletmek istiyoruz:

Süleymân'ın atları muayene ederken ve onları koştururken, ikindi namazını kılmayı unuttuğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları ise, Hz. Süleymân'ın ikindi ve akşam namazı sırasında bir virdi olduğunu ve virdlerini unutup güneş battığı için, atların getirilmesini emrettiğini, sonra da atlar getirildiğinde, onların ayaklarını kestiğini, başka bir deyişle atları Allah'a kurban ettiğini söylemişlerdir. Zira atlar o'nu Allah'ı anmaktan alıkoymuştur. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bazı müfessirler, hattâ tevârat bi'l-hicâb [perdenin arkasına gizlendiler] ve ruddûhâ aleyye [onu bana getirin] şeklindeki ifadelerde geçen zamirlerin, güneşe işaret ettiğini söylemektedirler. Yani, ikindi vakti geçmiş ve güneş batmıştı. Hz. Süleymân bunun üzerine kâinatı idare eden meleklere, güya, "Güneşi geri getirin de, ikindi namazını eda edebileyim" demiştir. Böylece güneş geri gelmiş ve Hz. Süleymân namazını eda etmiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bu tefsiri desteklemek için bazı zevat, birtakım hadisleri öne sürerek, güneşin battıktan sonra geri gelme olayının birkaç kez vukû bulduğunu iddia etmişlerdir. Bu yüzden mirac mucizesini, güneşin geri gelmesi olarak zikrederler. Hendek savaşı sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.), battıktan sonra güneşi geri getirdiğini, yine Hz. Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.) kucağında uyuduğu için ikindi namazını kılamadığından dolayı, Hz. Peygamber'in dua ederek güneşi geri getirdiğini söylerler. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Müfessirlerden bir başka grup da bu âyetlerin anlamını, ön yargısız bir kimsenin okuyup anladığı gibi anlamışlardır. Bu müfessirlerin yorumuna göre bu hadise şöyledir: "Hz. Süleymân bir dizi yağız atı sürdüğü zaman, "Bu atları sadece Allah rızası için seviyorum. Öyle ki onlarla cihad edilerek Allah'ın kelimesi yükselsin" demiştir. Sonra atları koşturdu. Atlar o kadar hızlı koşmuşlardır ki gözden kaybolmuşlardır. Daha sonra atları geri getirmiştir." İbn-i Abbâs'a göre Hz. Süleymân onların bacaklarını ve boyunlarını okşamıştır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

1) Hz. Süleymân'a (a.s), bir adada bulunan bir şehrin haberi ulaşır. Böylece o, ordusuyla birlikte, rüzgâra binerek oraya çıkar. O şehri alıp, kralını öldürür. Bu arada, insanların en güzel yüzlüsü olan, Cerâde ismindeki kral kızını da ele geçirir ve onu kendisine ayırır. Bu kız Müslüman olur. Süleymân (a.s) onu sever. Ama kız, hep babası için ağlar. Bunun üzerine, Hz. Süleymân (a.s) bir cinne emir verir ve o kız için babası şeklinde bir heykel yaptırtır. Heykele kızın babasının elbiselerinden giydirir. Kız, sabah-akşam hizmetçileriyle birlikte hep o heykelin yanına gidip ona secde ederler. Derken Âsaf, bu durumu Süleymân'a (a.s) haber verir. Bunun üzerine Hz. Süleymân (a.s) o heykeli kırdırtıp, kadını cezalandırır. Daha sonra tek başına bir sahraya çıkıp, oraya kül yaydırıp, Allah'a tevbe için, külün üzerine oturur.

Süleymân'ın (a.s), Emine adında bir ümm-i veledi [çocuğunun annesi olan bir câriyesi] vardı. Tuvalete gittiğinde, yahut hanımlarıyla yatmak istediğinde mührünü ona emanet ederdi. Hz. Süleymân'ın (a.s) mülkünün kuvveti de, o mühründe saklı idi. Yine bir gün mührünü o kadının yanına bıraktı. Şeytân, Hz. Süleymân (a.s) şeklinde, bir denizci kıyafetiyle kadının yanına gelip, "Emine! Mührümü ver" dedi. Böylece mührü eline geçirip, Süleymân'ın (a.s) tahtına oturdu. Kuşlar, cinnler ve insanlar, ona gelip gitmeye başladı. O (sahrada), Hz. Süleymân'ın (a.s) görünümü değişmişti. Bu sırada mührünü almak için, Emine'nin yanına vardı. Ama Emine o'nu tanımadı ve kovdu. Böylece Hz. Süleymân (a.s) bir suç işlemiş olduğunu anladı. Derken ev ev el açıp dilenmeye başladı. "Ben Süleymân'ım" dediğinde, insanlar üzerine toprak atıp, o'na sövüp sayıyorlardı. Daha sonra, balıklarını taşımak sûretiyle, balıkçıların yanında çalışmaya başladı. Onlar, (ücret olarak) o'na her gün iki balık veriyorlardı.

Hz. Süleymân (a.s), evinde o puta tapıldığı gün sayısınca, yani kırk gün bu hâl üzere oldu. Âsâf ve İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri, Hz. Süleymân'ın (a.s) kılığına girmiş olan şeytânın verdiği hükümleri ve kararları yadırgamaya başladı. Bunun üzerine Âsâf, Hz. Süleymân'ın (a.s) hanımlarına birtakım sorular sormaya başladı. Onlar, "Bu, bizler hayızlı iken de bizlerle birleşiyor. Üstelik, cünüplükten ötürü de yıkanmıyor" dediler. –Şeytânın hükmünün bu kadınlar hariç, diğer bütün konularda geçerli olduğu da ileri sürülmüştür.– Derken uçup kaçtı ve o mührü denize attı. Mührü bir balık yuttu ve bu balık neticede, Hz. Süleymân'ın (a.s) eline geçti. Hz. Süleymân (a.s) balığın karnını yardı, bir de baktı ki mührü orada. Mührünü alıp, Allah'a secdeye kapandı. Böylece mülkü yeniden eline geçti. O şeytânı yakalayıp, bir kaya parçasının içine tıkayıp, o kayayı denize attı.

2) O hükümdarın kızı, bu heykele ibâdete başlayınca, Hz. Süleymân (a.s) fitneye düşmüş oldu. Mührü elinden düştü ve mührü eline alamadı. Bunun üzerine Âsâf, "Sen bir günahından [hatandan] ötürü bu fitneye düşürüldün. Binâenaleyh Allah'a tevbe et" dedi.

3)
Süleymân (a.s), şeytânlardan birisine, "İnsanları nasıl fitneye düşürüyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine şeytân, "Mührünü bana ver de, sana göstereyim" dedi. Hz. Süleymân (a.s), mührünü ona verince, şeytân mührü denize attı. Böylece Hz. Süleymân'ın (a.s) elinden mülkü gitti. Şeytân böylece Hz. Süleymân'ın (a.s) tahtına oturdu.

Bu rivâyetleri anladığına göre, bu görüşte olanlar, "Âyetteki, Andolsun ki Biz, Süleymân'ı imtihan ettik [fitneye düşürdük] ifadesinden, Allah Teâlâ'nın o'nu bu şekilde imtihan etmesi; ve tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik ifadesinden de, bu şeytânın o'nun tahtı üzerine oturması kasdedilmiştir" derler.

4) Hz. Süleymân'ın (a.s) fitneye düşüşünün sebebi, üç gün insanlara gözükmemesidir. Bundan dolayı o'nun mülkü elinden alındı, bir ceza olmak üzere, tahtına bir şeytân oturtturuldu. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Üçüncü bir grup müfessire göre ise, Hz. Süleymân, "Bu gece, 70 hanımımla birden yatacağım ve her hanımımdan bir mücahid doğacak" diye yemin etmiştir. Ancak bu yemini yaparken "inşâallah" demediği için o gece sadece bir hanımı hamile kalmış ve ondan da yarısı ceset bir çocuk doğmuştur. Bunu üzerine hanımı bu çocuğu Hz. Süleymân'ın tahtı üzerine bırakmıştır. Bu hadisi Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) rivâyet ettiği nakledilir. Bu hadisi Buharî, Müslim ve diğer muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Buharî'de bile muhtelif yerlerde ve muhtelif senetlerle bu hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde Hz. Süleymân'ın hanımlarının sayısı bazan 60, bazan 70, bazan 90 veya 99, bazan da 100'e kadar varmıştır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Diğer bir yorum ise İmâm Râzî tarafından yapılmıştır: "Hz. Süleymân bir hastalığa yakalanmış veya başka bir tehlike dolayısıyla sıkıntı ve üzüntü içinde zayıflayarak bir deri bir kemik kalmıştı. Yani, öyle bir hâle gelmiş ki, cansız ceset denecek kadar zayıflamıştır." Fakat bu yorum Kur’ân'a uymaz. Çünkü Kur’ân'daki ifade aynen şöyledir: Andolsun Biz Süleymân'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra Bize yöneldi. Bu âyeti okuyan herhangi bir kimse, söz konusu cesedin Hz. Süleymân'ın cesedi olmadığını hemen anlar. Anlaşılan odur ki, Hz. Süleymân bir hata yapmış ve bunun üzerine Allah kendisini uyarmıştır. Sonuçta ise hatasını idrak eden Hz. Süleymân, Allah'a yönelmiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

1) Hz. Süleymân'ın (a.s) başına gelen fitne [imtihan] şöyledir: Onun bir oğlu oldu. Bunun üzerine şeytânlar, "Eğer bu yaşarsa, aynen babası gibi bize hükümran olur. Öyleyse ne yapıp edip, onu öldürmemiz gerekir" dediler. Hz. Süleymân (a.s) bu komployu öğrenip, o oğlunu, bulutlar arasında büyütmeye başladı. Bir gün işleriyle meşgulken, o çocuk ölü olarak, tahtının önüne düşüverdi. Hz. Süleymân (a.s) o anda, bu konuda Allah'a tevekkül etmediği için, hata etmiş olduğunu anlayıp, Rabbinden bağışlanmasını istedi ve O'na rücû etti.

2) Hz. Peygamber'in (s.a.v) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Hz. Süleymân (a.s), ‘Ben, her biri Allah yolunda mücahede eden bir arslan doğursun diye, her gece 70 hanımımı ziyaret edeceğim’ dedi. Fakat bu arada "inşâallah" demedi. Derken, bütün kadınlarını dolaştı, hiçbiri hamile kalmadı; bunlardan sadece birisi hamile kaldı ki, o da, yarım adam doğurdu. Derken bu çocuk, Hz. Süleymân (a.s) tahtında otururken, o'nun yanına getirildi ve kucağına verildi. ''Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şâyet Hz. Süleymân (a.s), "inşâallah" [eğer Allah dilerse] demiş olsaydı, onların hepsi de, birer arslan gibi, Allah yolunda cihâd ederlerdi." İşte, âyetteki, Biz Süleymân'ı imtihan ettik ifadesinden kasdedilen budur.

3) "Allah'ın, kendisine verdiği şiddetli bir hastalık sebebiyle, biz Süleymân'ı imtihan ettik ve o'nun kürsîsi üzerine, ondan olan bir ceset atıverdik. Bu, hastalığın şiddetinden ötürüdür" demektir. Çünkü Araplar, zayıf ve çelimsiz çocuklar hakkında, "Bu, kasabın kütüğü üzerindeki bir et ve ruhsuz bir ceseddir" derler. "Sümme enâbe" ifadesi, "sıhhatli ve sağlıklı durumuna döndü" demektir. Binâenaleyh lâfız, bu tür izahlara muhtemel iken, onu, biraz önce söylediğimiz o tutarsız izahlara hamletmeye gerek yoktur. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Abartılı uydurmalarla insanların ne hâle getirilmek istendiğini daha iyi gösterebilmek için, listeye bir de bu âyetlerle ilgili meşhur bir rivâyeti ekliyoruz:

Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

"
Cinn taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti –yahut Peygamber buna benzer bir kelime söyledi–. Lakin Allah beni galip getirip ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân peygamberin, Yâ Rabbi! Beni mağfiret et ve bana benden sonra kimseye olmayacak bir mülkü bağışla! demiş olduğu hatırıma geldi." Ravi Ravh, "Peygamber o ifriti hor olarak kovdu" demiştir. [Sahîh-i Buharî; "Tefsir Kitabı", 253. bab (Sâd/35. âyet tefsiri), no: 330.]

BU İTHAMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Yukarıdaki safsataların içinde bir yorumu yer alan Râzî bile, bu konuda uydurulanların asılsızlığı yönünde bazı tespitlerde bulunmuştur ki, bu tespitler de ayrı bir ibret vesikası durumundadır. Aynen aktarıyoruz:

1) Eğer şeytân, gerek şekil, gerek fonksiyonel olarak, peygamberlerin kılığına girebilseydi, bu durumda, şeriatın hiçbir hükmü hususunda bir güven kalmazdı. İnsanların rüyalarında Hz. Mûsâ (a.s), Hz. Îsâ (a.s), Hz. Muhammed (s.a.v) şeklinde gördüğü kimseler, bu durumda adı geçen peygamberler değil, aksine, saptırmak ve iğva etmek için bunların suretine bürünmüş şeytanlar olduğu kabul edilebilirdi. Böyle bir kabulün ise bütün hakk dinleri kökünden bâtıl kılacağı malumdur.

2) Eğer şeytân, Allah'ın peygamberi olan Hz. Süleymân'a (a.s) bunları yapabilseydi, o'nun bütün âlim ve zâhid kimselere karşı da bunları yapabilmesi gerekirdi. Bu durumda da, onun onları öldürebilmesi, eserlerini paramparça etmesi ve evlerini-barklarını yıkıp dökebilmesi gerekirdi. Bunun herhangi bir âlim hakkında söz konusu olması imkânsız olduğuna göre, böyle şeyler, yüce peygamberler hakkında haydi haydi imkânsız olur.

3) Allah'ın hikmet ve ihsanına, şeytânı, Hz. Süleymân'ın (a.s) hanımlarına musallat kılması nasıl uygun düşer? Böyle bir şeyin çirkin olduğunda şüphe yoktur.

4) Eğer Süleymân'ın (a.s), o hükümdarın kızına o heykele tapma hususunda müsaade ettiğini söylersek, bu, bizzat Hz. Süleymân'dan (a.s) kaynaklanan bir küfür olur. Yok eğer o buna kesinlikle müsaade etmemiş ise, bu günah o kadına aittir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk, o'ndan kaynaklanmayan bir fiil yüzünden Hz. Süleymân'ı (a.s) neden cezalandırsın? [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Çoğunluğunun rivâyet senetleri kuvvetli hadislerdir. Bu yüzden hadisin sıhhat bakımından reddedilmesi [tenkit edilmesi] mümkün değildir. Fakat hadisin aklen kabul edilmesi ise imkân haricidir. Çünkü bizzat hadisin muhtevası, Resûlullah'ın (s.a) böyle bir şey söylemediğini âdeta haykırıyor. Çok kuvvetli bir ihtimale göre Hz. Peygamber (s.a.) bu olayı Yahudilere istinaden ve başka birine misal olarak anlatmıştır. Dinleyenler de yanlış anlamışlar ve Hz. Peygamber'den (s.a.) bu olayı gerçek bir hâdiseymiş gibi rivâyet etmişlerdir. Böylesine akla aykırı hadisleri, sırf kuvvetli senet dolayısıyla kabul ettirmeye çalışırsak din bir eğlence hâline gelir. Herkes bizzat kış mevsiminde gecelerin, 10-11 saatten fazla olmayacağını hesaplayabilir. Hz. Süleymân'ın en az 60 hanımı olduğunu kabul eder, bir saatte de hiç nefes almadan 6 hanımına uğradığını ve 10-11 saat sürekli onlarla birlikte olduğunu düşünecek olursak bunun fiilen mümkün olmadığı sonucuna varırız. Sanıyorum Hz. Peygamber (s.a.) bu kadar mantıksız bir hikâyeyi gerçek bir olay olarak anlatmamıştır. Ayrıca hadislerin hiçbir bölümünde Hz. Süleymân'ın tahtı üzerine atılmış olan ceset ile yarı ceset çocuğun bir ilgisi olduğuna dair bir ima bile yoktur.

Dolayısıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) bu olayı, bu âyetin tefsiri münasebetiyle anlattığını iddia etmek mümkün değildir. Belki bu çocuğun doğuşundan sonra Hz. Süleymân'ın tevbe-istiğfar etmesini makul karşılayabiliriz, ama, Ey Allahım! Bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir saltanat ver şeklindeki duasını makul karşılamak mümkün değildir.

Bu rivâyetler yukarıdaki yorumu desteklemek için zikredilmelerine rağmen, yukarıdaki yorumdan daha da anlamsızdırlar. Hz. Ali ile ilgili hadisi İmâm İbn-i Teymiyye, her yönüyle ele aldıktan sonra uydurma olduğunu isbatlamıştır. İmâm Ahmed b.Hanbel, "Bu hadis asılsızdır", İbn-i Cevzi ise "Kuşkusuz bu hadis uydurmadır" demişlerdir. Hendek savaşı ile ilgili hadis, bazılarına göre zayıf, bazılarına göreyse uydurmadır. Mirac hadisesine gelince bu olayın anlatımı şöyledir: "Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'den mirac'ı isbatlamasını isteyince o, "Kudüs yolunda falan kafilede filan hâdise vukû buldu" demiştir. Mekkeli müşrikler o kafilenin Mekke'ye ne zaman varacağını sorduklarında Hz. Peygamber, "Şu gün gelecektir" diye cevap vermiştir. O gün geldiğinde, Kureyş kâfirleri bütün gün o kafileyi beklemiş ve akşam olmuştur. Bunun üzerine Resûlullah kafile gelmeden önce güneş batmasın diye dua etmiş ve gerçekten de kafile güneş batmadan önce gelmiştir. Bazı raviler bu hâdiseyi rivâyet ederlerken, o gün güneşin bir saat geç battığını söylemişlerdir. Böylesine önemli bir hadis için, bu kadar zayıf şâhitliklerin kabul edilmesi mümkün mü? Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güneşin geri gelmesi ve günün bir saat uzaması büyük bir olay olduğu için, tüm dünyanın bu olayları bilmiş olması gerekirdi ve sadece birkaç insanla sınırlı kalmazdı. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Konumuz olan âyetlerle ilgili asılsız rivâyetleri ve bu rivâyetler yüzünden klasik kaynaklara giren sayfalarca gereksiz açıklamayı ibret nazarlarına sunduktan sonra, kaldığımız yerden âyetlerin tahliline dönüyoruz:

30.
Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. (O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi.

Bu âyet, Peygamberimize ve tüm insanlığa örnek olarak gösterilen Süleymân peygamberin tanıtıldığı pasajın ilk âyetidir. Âyetin ilk cümlesinden, önceki âyetlerde sayılmış nimetlere ilâve olarak Süleymân'ın (a.s) da Dâvûd peygambere lütfedilmiş bir nimet olduğu anlaşılmaktadır.

Bu pasajda Süleymân peygamber, tekâmül sürecinde geçirmiş olduğu "pişme" ve "olgunlaşma" aşamaları ön plâna çıkarılarak anlatılmıştır. [O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi.]

Âyetin ikinci cümlesindeki "mahsûs bi'l-medh" [övülen şahıs] mahzûftur [gizlidir], yani adı cümlede sözcük olarak yer almamıştır. Bu kişinin Dâvûd veya Süleymân peygamberden herhangi birisinin olabileceği ileri sürülebilirse de, bize göre Süleymân peygamber olması daha uygundur. Zira öncelikle dil bilgisi kuralları oradaki zamirin yakına raci [dönük] olmasını, dolayısıyla hemen bir önceki şahıs olan Süleymân'a (a.s) yönelik olarak anlaşılmasını gerektirmektedir. Ayrıca, buradaki
evvâb sıfatının Dâvûd peygambere ait olduğu kabul edilirse, evvâb olduğu daha önce aynı sûrenin 17. âyetinde de bildirilen Dâvûd (a.s) için bu sıfat lüzumsuz bir tekrar niteliği arz etmiş olur. Hâlbuki evvâb sıfatının Süleymân peygambere ait olması durumunda, Süleymân peygamberin de babası gibi erdemli bir kişi olduğu anlaşılır ve bu anlayış, Süleymân peygamberin Dâvûd peygambere verilmiş bir nimet olduğunu bildiren 30. âyetle de bire bir örtüşür.
31,32,33) Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; "Ben, mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim. -Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.- "Geri getirin onları bana!" dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Bu âyetlerdeki mecaz ve kinâyeler, cehlin elinde hurafelere dönüşmüş ve Süleymân peygamber ile ilgili gerçek dışı uydurmalar üretilmiştir. Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberler hakkındaki asılsız hikâyeler Kur’ân'ın inişinden önceki dönemlerde oluştuğu için, Rabbimiz bu elçilerine sürülen lekeleri silmek ve onları aklamak üzere Kur’ân'da onlara ait bazı ayrıntılar bildirmiştir.
Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu;
Âyette, icazen ifade edilmiş olan
akşam üstü deyimi, Süleymân peygamberin ömrünün veya iktidarının son dönemini işaret etmektedir. Hatırlanacak olursa, Asr sûresi'nin tahlilinde de asr sözcüğü ile normal ikindi vaktinin değil, ömrün son dönemlerinin kastedildiğini söylemiştik.
iyi cins ve rahvan atlar,
Süleymân peygamberin atları âyette الصّافنات[sâfinât] ve الجياد[ciyâd] olarak nitelenmiştir. Sâfin, "bir ayağını tırnağı üzerine diken ve üç ayak üstünde duran" ve ciyâd da; "hızlı koşan" demektir. [Razi (Cevheri ve Müberred’den nakil] Atların bu sıfatlarla anlatılması, onların hem duruşlarının hem de hareketlerinin mükemmelliğini göstermektedir. Bize göre Süleymân peygamberin atları, o'nun ordusundan kinâyedir, atların kalitesi de ordunun gücünü ve kabiliyetini simgelemektedir. Çünkü, bugün iyi bir ordu, nasıl hava filoları, zırhlı araçları, güdümlü füzeleri ve uçak gemileri ile ifade ediliyorsa, o günlerde de (hatta yakın döneme kadar) iyi bir ordunun göstergesi atlar, süvari birlikleri idi.
Rivâyetlerle, dinin akılla ilişkisini kesmek ya da kaynağını bulandırmak isteyenler, Süleymân peygamberin atları ile ilgili olarak da epeyce rivâyet üretmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu rivâyetlerden atların 1.000 tane olduğu, Süleymân'a (a.s) babası Dâvûd'dan (a.s) miras kaldıkları şeklinde olanları olduğu gibi, Hasan Basrî'nin ağzından bu atların denizden çıktıklarını, hepsinin kanatlı ve nakışlı olduğunu ileri sürenleri de vardır. Ali adı kullanılarak bu atların 20 tane olduğu, İbrâhîm et-Teymî adı kullanılarak da 20.000 tane olduğu diğer iddialar arasındadır. İbn-i Zeyd adına uydurulan ve Eski Yunan mitolojilerindeki Poseidon ve Pegasus'u çağrıştıran rivâyet ise daha da ilginçtir: Süleymân (a.s) bu atları şeytânlara denizden çıkarttırmıştır ve hepsi de kanatlıdır.
"Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim."
Süleymân peygamberin önemli bir özelliğini dile getiren bu ifadeden, o'nun servet düşkünü, hevâsına uyan, zevk ü sefa meraklısı biri olmadığı anlaşılmaktadır. Onun serveti [zenginliği, çok nitelikli ordusunu] sevmesinin sebebi, "Rabbini anmak"tır, "i'lâ-yı kelimetullah"tır, "cihat"tır. Yani o, iyi bir orduyu çapulculuk, yağmacılık veya baskı kurma amacıyla değil, Rabbini zikretmek için, Allah adına cihat etmek için kurmuştur. Nitekim Sebe kraliçesi'ne yazdığı davet mektubunda da Süleymân'ın (a.s) Allah adına hareket ettiği açık ve net olarak görülmektedir:
Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi, "Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o mektup, Süleymân'dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek/Müslüman olarak bana gelin!’ diye yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır" dedi. [Neml/29-31]
Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.
Bu ifadeden, Süleymân peygamberin o görkemli ordusunun bir dönem zayıfladığı ve Süleymân peygamberin cihadı bıraktığı anlaşılmaktadır. Yani, o dönemde Süleymân peygamberin ordusu işe yaramaz hâle gelmiş; o mükemmel atları gözden kaybolmuştur.
"Geri getirin onları bana!" (dedi.)
Bu ifadeden de, ordusu zayıflayan Süleymân peygamberin, hemen aklını başına topladığı ve yeniden güçlü bir orduya sahip olmak için gayret göstermeye başladığı anlaşılmaktadır.
Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Bu ifade ise, Süleymân peygamberin yine o mükemmel atlara sahip olduğunu, yani yeniden güçlü bir ordu kurduğunu ve bu sebeple çok mutlu olduğunu anlatmaktadır. Atların bacaklarını ve boyunlarını okşaması, duyduğu bu mutluluğu veya orduya verdiği değeri göstermektedir.
BU PASAJDAKİ BAZI ZAMİRLERİN MERCİİ: Bazıları 33. âyetteki,
Geri getirin onları ifadesini çarpıtarak, "Güneşi bana geri getirin!" şeklinde değiştirmişler ve buradan yola çıkarak da şu hikâyeyi uydurmuşlardır:
Süleymân ikindi namazını kaçırmıştı, gün battıktan sonra hatırladı ve "Güneşi bana geri getirin!" dedi. Güneş geri geldi, o da ikindi namazını kıldı.
Hatırlanacak olursa, zihinlere sokulmaya çalışılan bu safsatanın benzer bir versiyonu iki kez de Peygamberimiz için dile getirilmişti. Halbuki söz konusu âyette ne güneşten ne de namazdan söz edilmektedir. Dolayısıyla âyetten, teknik olarak böyle bir anlam çıkarılması mümkün değildir. Zaten böyle bir olayın gerçekleşebileceğini her şeyden önce akıl kabul etmez. Ayrıca âyette Süleymân peygamberin geri getirilmesini istediği şey
onları zamiri ile ifade edilmiştir. Dilbilgisi kurallarına göre cümlenin anlaşılması için zamirin merciinin lâfzen veya takdiren paragrafta mevcut olması zorunludur. Paragrafta ise "güneş" değil, sâfinât [atlar] sözcüğü mevcuttur.
Güneşin geri geldiği safsatasını uyduranlar, –tabir yerinde ise– kaş yapayım derken göz çıkarmışlar, Süleymân peygamberi tebcil edelim derken o'nun Kur’ân'da bildirilen kişilik yapısına ve sözlerine ters düşmüşlerdir. Şöyle ki:
Rabbimiz Süleymân peygamberi, "Allah'a dönen, yaptığını Allah'ın zikri için yapan, güzel bir kul" olarak nitelemiştir. Hikâyede geçen namazı savsaklama davranışı ise Süleymân peygamberin Kur’ân'da bildirilen niteliklerine uymamaktadır. Çünkü Kur’ân'da bize tanıtılan Süleymân peygamber –her ne kadar ikindi namazı ile yükümlü olduğunu sanmasak da– yükümlü olduğu namazı (Tazarrulu niyazı) savsaklamaz.
Âyetteki ifadeye göre Süleymân peygamber,
Hemen geri getirin bana onları! demiştir. Çevresindeki insanların, güneşi geri getirmeleri imkânsız olduğuna göre, acaba Süleymân peygamber bu emri kime vermiştir? Güneşi geri getirebilmek sadece Rabbimizin kudretinde olduğuna göre, bunu istediği iddia edilen Süleymân'ın (a.s) bu isteğini doğrudan Allah'a yöneltmesi, bunu da bir emir şeklinde değil, "Rabbim güneşi geri gönder!" diye dua şeklinde belirtmesi gerekir. Onun bir emir üslûbuyla Allah'a karşı böyle bir küstahlık yapması ise asla düşünülemez.
Âyetteki zamirin güneşi işaret ettiğini söyleyen uydurmacıları boşlukta bırakan bir diğer nokta da, Süleymân peygamberin emir verdiği muhatapların çoğul olmasıdır. Eğer Süleymân peygamber Allah'a hitap etse idi, ifadenin tekil olması gerekirdi.
Âyetlere göre Süleymân peygamberin isteği yerine gelmiştir. Safsatacıların iddia ettiği gibi, eğer Süleymân peygamber güneşin geri getirilmesini istemiş olsa ve bu isteğine uygun olarak güneş de gerçekten geri gelseydi, bu olay dünyanın her tarafından görülür ve sadece bu safsatacıların kitaplarında değil, pek çok tarihî belgede de yer almış olurdu.
Bu uydurmacılar, Süleymân peygamberin atları okşamasını da çarpıtıp atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla vurduğunu söylemişlerdir. Güya bu atlar Süleymân peygamberin ikindi namazını geçirmesine sebep olmuşlar, o da atları suçlu bularak onları cezalandırmıştır. Hâlbuki Süleymân peygamberin atları okşamasının anlamı, tekrar kavuştuğu atlardan [yeni baştan kurduğu nitelikli ordudan] duyduğu mutluluğu ifade etmek, onların düşmanı savuşturmada en önemli, en değerli vasıtalar olduğunu göstermektir.
Âyetteki sözcüklerin hiçbirinden, güneşle veya atlarla ilgili hikâyeleri doğrulayan tek bir anlam çıkmamasına rağmen, bu konudaki uydurmalar ciltlere sığmayacak kadar çoktur. Ancak daha fazla ayrıntıya girmeyi gereksiz görüyor, bu safsataların Kur’ân ile uyumsuzluklarının gösterilmesine harcanacak çabayı, âyetlerin daha iyi anlaşılması için harcamanın daha yararlı olacağına inanıyoruz.
34,35) Andolsun ki Biz Süleymân'ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; "Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe et/bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/bağışlayansın" dedi.
SÜLEYMÂN'IN FİTNELENDİRİLMESİ: Âyetteki, And olsun ki Biz Süleymân'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık] ifadesinden, Süleymân peygamberin de tıpkı babası Dâvûd peygamber gibi, bir takım eğitici süreçlerden geçirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bize göre o'nun düşürüldüğü fitnenin bir bölümü, babası Dâvûd peygamberden yönetimi devralmadan önceki dönemde yaşamış olduğu acılardır. Yoksa, âyetleri yanlış yorumlamaları sonucu, Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarak karanlığa taş atanların uydurdukları olaylar değildir. Çünkü Süleymân'ın (a.s) fitnesi hakkında Kur’ân'da ayrıntı verilmemiştir.

TAHTIN ÜSTÜNDEKİ CESET: Âyetteki,
Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık ifadesi, fitnelendirmeden bahseden cümlenin devamı değildir. Bu, Süleymân peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılmasıyla ve o'nun da bu cesedi bulmasıyla fitnelendirilmediği anlamına gelmektedir. Süleymân (a.s) bu şekilde imtihan edilmemiştir. Tahtın üzerine ceset bırakıldığını bildiren cümle, o'nun fitneye düşürüldüğünü bildiren cümleden ayrı bir cümledir. Eğer aksi olsa idi, cümlenin başında takip ve tertip anlamı ifade eden ف[fe] bağlacının olması gerekirdi. Oysa orijinal metinde âyetin başında و [vav] bağlacı bulunmaktadır.

Süleymân peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinâye yollu bir anlatımdır. Süleymân peygamberin bir dönem iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinâye olabilir. Nitekim toplumda işe yaramayan kişilere Arapça'da, الميّت المتحرّك [
meyyit-i müteharrik=hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleymân peygamber bir dönem için elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiş, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür.

Süleymân peygamberin neden böyle kötü bir dönem yaşamış olabileceğine dair birden fazla gerekçe göstermek mümkündür: Sebep, belki Süleymân peygamberin liyakatsiz yardımcılar ve danışmanlar edinmesidir, belki de Bakara/102'de bildirildiği gibi kötü düşünceli insanların yaptıkları "o kâfir oldu, o'na itaat edilmez" cinsinden olumsuz propagandalardır. Ya da Sebe/14'den anlaşılacağı gibi, kendisinden sonra devletinin yıkılışına seyirci kalan dirâyetsiz oğludur.

SÜLEYMÂN'IN DÖNÜŞÜ: 35. âyetten anlaşılıyor ki, muktedir olamadığı iktidarının kötüye gidişini fark eden Süleymân peygamber, aklını başına alıp işlere azîmle sarılmaya karar vermiş ve bu aşamada Yüce Allah'a dua etmiştir:
Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin.

MÜLK: الملك [
mülk] sözcüğü, "kudret" demek olup burada varlık ve zenginlik anlamında değil, "devlet", "iktidar" anlamındadır. [el İsfehani; el Müfredat] Nitekim, "Adalet mülkün temelidir" özdeyişindeki mülk sözcüğü de buradaki gibi "devlet" veya "yönetim" anlamına gelir. Çünkü adalet her devletin temelidir; adaletin olmadığı devletler [yönetimler] temelsiz oldukları için yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdurlar.

36,37,38) Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik.
36-40.Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik. İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut. Şüphesiz ki o'nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

36. âyetin başında bulunan ve bizim "bunun üzerine" diye çevirdiğimiz ف[
fe] takip edatı, Süleymân peygambere verilen nimetlerin sayıldığı cümleyi, 35. âyetteki Süleymân peygamberin duasının yer aldığı cümleye bağlamaktadır. Buradan anlaşıldığına göre, Yüce Allah Süleymân peygamberin duasına cevap vermiş ve o'nun mülkünü [devletini, yönetimini] ticarî, iktisadî ve siyasî yönlerden çok güçlendirmiştir.

RÜZGÂRIN SÜLEYMÂN'IN HİZMETİNDE OLUŞU: Rüzgârın Süleymân peygamberin emrinde olması, o'nun rüzgârı binit olarak kullanması veya ordusunu bir yerden bir yere rüzgârla sevk etmesi demek değildir. Rüzgârın o'nun emrinde olması, rüzgâr marifetiyle hızla hareket edebilen yelkenli gemilere sahip olması ve bu gemilerle deniz aşırı ülkelere gidebiliyor olmasıdır. Nitekim
Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberin denizcilikte ulaştığı noktayı şu cümlelerle anlatmaktadır:

Hiram ile Hz. Süleymân'ın ortak deniz ticaret filosu, o çağda bilinen denizlerin neredeyse en uç noktasına ulaştı. Düzenli seferlerin bazıları gidiş dönüş üç yıl sürüyordu. [Ana Britannica; c. 28, s. 435.]

Kitab-ı Mukaddes de Süleymân peygamberin büyük bir deniz ticareti geliştirdiğini ve ticaret filosunun yanı sıra Tarsis adı verilen donanmasının da bu denizlerde etkin olduğunu kaydetmektedir. Ayrıca Süleymân peygamberin Edon bölgesinde bulunan Akabe'deki maden ocaklarından çıkarılan bakır ve demiri eritmek ve işlemek için Ezion-Geber [Etsyon-Geber]'de kurduğu fırın, bugünkü arkeolojik araştırmalarla da doğrulanmıştır:

Etsyon-geber'den, hem Ofir'le yapılan ticarette bir liman, hem de büyük ölçekli bir bakır arıtma merkezi olarak yararlanan Hz. Süleymân'ın, bu kenti İ.Ö. 950 dolayında kurduğu hemen hemen kesinlikle bilinmektedir. [AnaBritannica; c. 11, s. 428.]

Bu konuda Kur’ân şu bilgileri vermektedir:

12Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.

13Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!– [Sebe/12-13]

Süleymân peygamberin sahip olduğu güçler ve o'nun zenginliği, Kitab-ı Mukaddes'in I. Krallar, 10. Bab. Ayrıca II. Tarihler, 1 ve 9. Bab'da ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER: Süleymân peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler, bazı kimseler tarafından yine saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya çıkmıştır. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki "şeytân" arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır.

Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken "şeytân" konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda
şeytân'ın sözlük anlamının kısaca, "hakktan uzak olan" demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise "hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı" olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.

Bu durumun iyi anlaşılabilmesi için, konuyu anlatan Kur’ân âyetlerini topluca sunuyoruz:

36-38Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik. [Sâd/36-38]

17Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân için bir araya getirildi. –Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.–

18Sonunda Karınca Vadisi'ne geldikleri zaman, bir karınca: "Ey karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!" dedi.

19Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek tebessüm etti. Ve "Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat" dedi. [Neml/17-19]

12Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.

13Onlar, Süleymân'a özel karargâhlar, heykeller/resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!– [Sebe/12-13]

82Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da boyun eğdirdik. Ve Biz onlar için koruyucular idik. (Enbiyâ/82)

102Ve kendilerine Kitap verilenler, Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere uydular. Hâlbuki küfretmemişti; Süleymân Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmemişti, ama o şeytanlar küfretmişti; bilerek reddetmişlerdi; insanlara sihri ve Bâbil'de iki peygambere/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki Hârût ve Mârût, "Biz saflaşmanız için bir ateşten malzemeyiz, sakın küfretme; gerçeği bilerek reddetme!" demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra herkes, o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki onlar onunla Allah'ın bilgisi olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Herkes, kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir şeydi! Keşke biliyor olsalardı! [Bakara/102]

Yukarıdaki âyetlere dikkat edilirse, Süleymân peygamberin emri altında olan kişiler için bazı âyetlerde (Neml/17 ve Sebe/12) cinn, bazı âyetlerde de (Sâd/37, Enbiyâ/82 ve Bakara/102) şeytân sözcüğü kullanılmıştır. Yani, bu âyetlerde cinn ve şeytân olarak nitelenenler, aslında aynı kişilerdir. Demek oluyor ki, Süleymân peygamberin emrinde bulunan cinnler, "hakka ve akla aykırı hareket eden" kişiler olmaları nedeniyle, –tıpkı Mekkeli müşriklerin ve Medineli münâfıkların bazılarının nitelendirildiği gibi– şeytân diye nitelendirilmişlerdir.

BUNLARIN KİMLİĞİ: Yukarıdaki âyetlerde, Süleymân peygamberin emrinde çalışan ve o'na zoraki hizmet eden şeytân nitelikli cinnler hakkında, sadece hünerli zanaatkâr kimseler oldukları şeklinde bir bilgi verilmiş, ama nereden geldikleri ve fizikî yapıları hakkında herhangi bir ayrıntı verilmemiştir.

Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu konusunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle "dinler tarihi" bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o'nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamber ile ilgili haberler Ehl-i Kitap'ta da mevcuttur. Eldeki Kitab-ı Mukaddes’in muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim
Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgilerin kaynağını Eski Ahit olarak göstermiştir:

Hz. Süleymân'ın yaşamı ile ilgili bilgilerin hemen tümü Eski Ahit'ten kaynaklanır. [Ana Britannica; c. 28, s. 434.]

Dolayısıyla bu konunun, eldeki Kitab-ı Mukaddes'ten de incelenmesinde yarar vardır.

Bu konu Kitab-ı Mukaddes’in I. Krallar ve II. Tarihler bölümlerinde ayrıntılı olarak yer almaktadır.

Buralardan anlaşılacağı üzere, Kitab-ı Mukaddes, Süleymân peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara usta başılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnlerin hünerli zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Kitab-ı Mukaddes’in bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da, bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân'a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.

Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür:

14Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: "O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı." [Sebe/14]

38. âyette geçen
zincire vurulmuş ifadesi, onların bildiğimiz zincirlere bağlandığı anlamına gelmez. Bu ifade, onların kontrol altında tutulduklarından kinâyedir.

Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine verdik.

Yukarıdaki âyet grubunda, Süleymân peygamberin sözü edilen nimetlere, Allah'ın bahşetmesi ile ulaştığını belirtmektedir. Allah'ın Süleymân peygambere böyle güzel ihsanlarda bulunması, hayatının bu nimetlere sahip olmadan önceki dönemde o'nun,
evvâb [Allah'a dönen, Allah'a gönülden bağlı olan] olması sebebiyledir.

İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.

Yani, sana sayısız nimetler bağışladık. Artık dilersen ikram et; dilediğine ver, bağışla, ihsan et; dilersen de tut; dilediğinden men et. Sana hesap sorulmayacaktır.

Burada Süleymân peygambere verilen mülk ve diğer lütuflar anlatılmasına rağmen İslâm düşmanları bu âyeti kullanarak çok çirkin rivâyetler uydurmuş ve bunu da maalesef Peygamberimizin adını kullanarak yapmışlardır:

Yüce Allah'ın, İşte bu Bizim ... bağışımızdır buyruğunda, Süleymân'a verilen cima gücüne işaret edilmektedir. Onun 300 hanımı, 700 câriyesi vardı. Sırtında yüz erkeğin suyu vardı. [Katâde-İkrime-İbn-i Abbâs kanalıyla rivâyet edilmiştir. Bu anlamda bir rivâyet de Buharî'de vardır.]

Buna benzer rivâyetlerde, âyetteki
Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut ifadesinin anlamı maalesef "belden aşağı"ya çekilmiş ve âyete "ister menini akıt; o hanımlarla cinsel ilişkide bulun, ister bulunma, serbestsin" açıklaması getirilmiştir.

Şüphesiz ki o'nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Bundan önceki âyetlerde Süleymân peygambere dünyada verdiği nimetlerden bahseden Rabbimiz, bu cümle ile de o'nun âhiretteki durumunu açıklamış ve nimetler içinde olacağını bildirmiştir.
39) -İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.-
36-40 arası birleşecek tek ayet olacak.
40) Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
36-40 arası birleşecek tek ayet olacak.
41) Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: "Şeytân bana acı ve dert, tasa sıkıntı dokundurdu."
42) -"Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!"-
43) Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve kavrama yeteneği olanlar için bir ibret olarak bahşettik.
Eyyûb kıssası, bu sûredeki kıssaların üçüncüsüdür. Âyetlerden anlaşıldığına göre, bu kıssalarda adı geçen peygamberlerin üçü de [Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberler] belâlandırılmak, fitnelendirilmek ve saflaştırılmak sûretiyle arı-duru hâle getirilmiştir. Sonunda da hem bu dünyada hem de âhirette büyük nimetlere mazhar olmuşlardır. Bu kıssaların maksadı, Peygamberimizin ve aynı zamanda bütün insanlığın kıssalardaki olaylardan ve kıssa kahramanlarının özelliklerinden ibret almalarını sağlamaktır. Yüce Allah sanki, "Ey Muhammed! Kavminin beyinsizliğine sabret! İnsanın kötülük ve sıkıntılara karşı mutlaka sabretmesi gerektiğini anlayabilmen için, işte bu kimselerin durumunu bir düşün!" demek istemiştir.

Tıpkı Dâvûd ve Süleymân peygamberler gibi, Eyyûb peygamber de Peygamberimize örnek gösterilebilecek ölçüde bir şahsiyettir. Ne var ki, Eyyûb peygamberin tarihî kimliği ile ilgili henüz sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Tarihçi Vâkıdî, künyesi Ebû Abdullah olan Eyyûb peygamberin kimine göre el Besniyye [Şam ile Ezriat arasında bir yer]'de yaşamış bir "Rûm" olduğunu yazmaktadır. Kurtubî'de yer alan bir nakle göre ise Ya‘kûb peygamber döneminde yaşamıştır ve Ya‘kûb'un oğlu Yûsuf'un oğlu İfraim kızı Rahme ile evlenmiştir. Kimine göre ise annesi Lût'un kızı, hanımı ise Ya‘kûb'un kızı Leyla'dır.

Eyyûb peygamberin kıssası da maalesef Dâvûd ve Süleymân peygamberlerin kıssaları gibi çarpıtılmış ve pek çok asılsız rivâyetle dejenere edilerek ahlâkî özü karanlıkta bırakılmıştır. Eyyûb peygamberin yaşadığı iddia edilen olaylar uzun uzadıya Kitab-ı Mukaddes'te de yer aldığından, Kur’ân'ın indiği dönemde Eyyûb (a.s) zaten efsaneleşmiş bir durumda idi.

Kur’ân'da Eyyûb peygamber hakkında da fazla ayrıntı verilmemiştir. Kur’ân'ın o'nunla ilgili ifadeleri, daha çok halk arasında yaygınlaşmış bulunan yanlışları düzeltmeye yöneliktir. Bu nedenle, konunun iyi anlaşılması için önce Eyyûb peygamberin ne olmadığının bilinmesi gerektiği kanısındayız. Bu görüş doğrultusunda önce kıssanın çarpıtılmış halini takdim ediyoruz:

EYYÛB KISSASI

Rivâyet olunduğuna göre İblis'in yedinci kat semâda bir makamı vardı., Rabbine bir soru sorarak, "Kulların arasında, beni kendisine musallat etmen durumunda, benden kaçınacak ve bana yaklaşmayacak kimseler var mıdır?" der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk da, "Evet, kulum Eyyûb!" cevabını verir. Derken şeytân, Eyyûb'a (a.s) vesvese vermeye başlar. Eyyûb (a.s) ise, İblis'i bizzat görür ama ona iltifat etmez.

Bunun üzerine İblis, "Yâ Rabbi! O benden kaçınıp bana iltifat etmedi; beni, o'nun malına musallat et" dedi. Ve Eyyûb'a (a.s) gelerek, "Malından, şunlar şunlar yok oldu gitti" dedi. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), "Allah verdi; Allah aldı" dedi ve Allah'a hamd ü senada bulundu.

Derken, şeytân, "Yâ Rabbi! Eyyûb, malına da aldırış etmedi. Beni o'nun çocuklarına musallat et" dedi. Ve, gelerek, Eyyûb'un (a.s) evini yıktı. Bunun üzerine de, Eyyûb'un (a.s) çocuklarının tamamı öldü. Peşinden de gelerek, durumu Eyyûb'a (a.s) bildirdi, ama o, buna da aldırmadı.

Derken şeytân, "Yâ Rabbi! O malına ve çocuklarına aldırış etmedi. Beni, o'nun bedenine musallat kıl" dedi. Cenâb-ı Hakk da buna müsaade etti. O da, Eyyûb'un (a.s) derisine üfledi, bunun üzerine Eyyûb'da (a.s) şiddetli hastalıklar ve yoğun acılar meydana geldi. Eyyûb (a.s), bu belâ ve sıkıntı içinde yıllarca kaldı. Ve, o şehir halkının kendisinden tiksineceği bir hâle geldi.

Bunun üzerine, tenhâ bir yere götürüldü ve artık kendisine hiç kimse de yaklaşmadı. Derken şeytân, Eyyûb'un (a.s) hanımına gelerek, "Şâyet kocan, benden yardım isterse, o'nu bu sıkıntıdan kurtarırım" dedi. Hanımı bu hususu kocasına anlatınca, Eyyûb (a.s), Allah'ın kendisine sıhhat ve âfiyet vermesi hâlinde, hanımına yüz değnek vuracağına yemin etti. İşte o zaman Eyyûb (a.s), Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi. Bunun üzerine Allah, duasına icabet ederek, o'na, Ayağınla vur diye vahyetti. Bunun üzerine Allah, o'nun ayağının altından soğuk ve güzel bir su fışkırttı. Derken, Eyyûb (a.s) o suyla yıkandı. Bunun üzerine Allah Teâlâ da, o'nun içindeki ve dışındaki bütün hastalıkları o'ndan giderdi; ailesini ve malını o'na yeniden verdi. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

ŞEYTÂN EYYÛB PEYGAMBERİ NASIL ETKİLEMİŞ?

1) Onun hastalığı, son derece acı veren bir hastalık idi. Bu hastalığın zamanı uzayıp insanlar o'ndan tiksinip, o'na yaklaşmaktan iğrenip, mal namına hiçbir şeyi kalmayıp; hanımı insanlara hizmet etmek sûretiyle o'nun için bir miktar azık elde edip, insanların o'ndan nefret ve iğrenmesi de, hanımını kendi yanına girmekten ve kendilerine hizmetten men edecek dereceye ulaşıp, bu arada şeytân da, kendisine, içinde bulunduğu önceki nimetlerle şimdi içinde bulunduğu sıkıntıları hatırlatıp, Eyyûb (a.s) da, bu vesveseleri def etme çabasına düşüp ve bu vesveseler o'nun kalbinde gittikçe kuvvet kazanınca, Eyyûb (a.s) korktu ve Allah'a yalvarıp yakararak, Gerçekten şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı demiştir. Çünkü, bu tür düşünceler her ne zaman ileri safhaya varırsa, onun bunlardan ötürü kalbinin elemi de o nisbette artardı.

2) Eyyûb'un (a.s) hastalığının süresi uzayınca, şeytân o'na geldi, o'nu, Rabbi konusunda ümitsizliğe düşürmeye çalıştı ve sabırsızlanmayı o'na süslemeye başladı. İşte bu sebeple de, Eyyûb (a.s), kalbinde, ümitsizliğe düşme vehminin kuvvet kazanacağından endişelendi de, bunun üzerine Allah'a yalvararak, Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi.

3) Denildiğine göre şeytân, Hz. Eyyûb'un (a.s) hanımına, "Şâyet kocan bana itaat eder, benim sözümü dinlerse, o'ndaki bu âfetleri gideririm" deyip, hanımı da bunu o'na anlatınca, şeytânın, dinine şaşacağı hususunu zann-ı galible anladı ve bu husus kendisine son derece ağır geldi de Allah'a yalvarıp yakararak, Gerçekten şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğratti dedi.

4) Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Eyyûb (a.s), on sekiz yıl, bu belâ içinde kaldı. Öyle ki, iki kişi hariç, yakını ve uzağı, herkes o'nu terk etti. Daha sonra da, bu iki kişiden biri diğerine, "And olsun ki, Eyyûb (a.s), bu âlemde, hiç kimsenin işlemediği bir günah işlemiştir. Şâyet o böylesi bir günah işlemeseydi, bu tür sıkıntılara düşmezdi" dedi. Ve onlar bunu, Eyyûb'a (a.s) açtılar. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), "Sizin ne dediğinizi bilmem, ama şu var ki, Allah Teâlâ, benim münâkaşa eden ve bu arada Allah'ı zikreden iki kişiye uğrayıp, evime döndüğümde, onların, hakk olan şeyler dışında Allah'ı anmalarını kerih gördüğümden dolayı onlardan nefret etmiş olduğumu bilir" dedi.

5) Denildiğine göre, Eyyûb'un (a.s) hanımı, insanların yanında çalışıyor, onlardan azık miktarı kadar ücret alıyor ve azığı da Eyyûb'a (a.s) getiriyordu. Derken, insanlar, onu artık hiçbir zaman çalıştırmayacakları hususunda anlaştılar. Bunun üzerine kadınlardan birisi, kendisine bir miktar azık vermek mukabilinde, iki örüğünden birisini kesmesini istedi. O da, bunu yaptı. Daha sonra, ikinci günde de aynı şeyi yaptı. Derken kendisinin hiçbir örüğü kalmadı. Eyyûb (a.s) yatağında yan dönmek istediğinde, o örüklere tutunurdu. Eyyûb (a.s) örükleri bulamayınca, kalbine, kendisine eziyet veren düşünceler yerleşti, gitgide kederi arttı da, işte bunun üzerine, Gerçekten, şeytân beni yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi.

6) Eyyûb (a.s), zaman zaman, "Yâ Rabbî! Andolsun ki, üzerimde, iki şeyin birleştiğini biliyorum. Sen bana, o malı verdiğinde, ben, muhtaçlar için dayanak, yolcular için yardımcı, yetimler için de baba oldum" dedi. Bunun üzerine, bir buluttan, "Ey Eyyûb! Bu muvaffakiyet kimden?" diye kendisine nida edildi de, bunun üzerine Eyyûb (a.s), yerden toprak aldı, başına saçarak, "Senden yâ Rabbî!" dedi.

Daha sonra da, kalbine gelen ilk düşüncenin yeniden geleceğinden endişelenerek ve bundan korkarak, Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi. Alimler, daha değişik görüşler de ileri sürmüştür. Allah, durumun iç yüzünü en iyi bilendir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Şeytân bu dar günlerinde Hz. Eyyûb'a vefakâr kalan bir avuç dostları –ki bu dostlarından biri de eşiydi– aracılığıyla bir takım kötü telkinlerde bulundu. "Eğer yüce Allah Hz. Eyyûb'u sevseydi, o'nun başına bunca belayı yağdırmazdı" şeklindeki sözler ile şüphe yaymaya çalıştı. Hz. Eyyûb'un dostları da bu sözleri o'nunla konuşuyorlardı. Bu ise Hz. Eyyûb'u uğradığı sıkıntı ve belalardan daha fazla üzüyor, rahatsız ediyordu.

Bu şeytânî telkinlerden bazılarını eşi kendisiyle konuşurken dile getirince Hz. Eyyûb, eğer Allah'ın izniyle sağlığına kavuşursa bu eşine –bir söylentiye göre sayısı yüz diye bilinen– belli sayıda dayak atacağına yemin etti.

Bu sırada Hz. Eyyûb şeytânın eziyetlerine ve dostlarını kandırarak onları etkisi altına alışına karşı uğradığı sıkıntıları Rabbine şikâyet etti. [Seyyid kutup]

Kitab-ı Mukaddes'te Eyûb bölümü vardır. Dileyenlerin efsaneleri oradan okuması önerilir.





41.Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: "Meşakkat ve acı ile bana şeytân dokundu" [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].

نصب [
nusb] sözcüğü, "meşakkat, bedende zahmet" ve عذاب[azâb] sözcüğü de, "acı, mal ve evlât acısı" demektir. [İsfehani, razi, kurtubi]

Dâvûd ve Süleymân peygamberler gibi fitnelerden, belâlardan geçirilmiş ve böylece saflaştırılarak arı-duru hâle getirilmiş olan Eyyûb peygamber, âyetten anlaşıldığına göre
nusb ve azâb ile fitnelendirilmiştir. Nusb ve azâb sözcüklerinin anlamları, bu fitnelenmenin [sınanmanın] Eyyûb'un (a.s) bütün malını, ailesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi şeklinde olduğunu göstermektedir. Fakat o, bütün bunlara rağmen Rabbi ile bağını gevşetmemiş, Rabbine olan güveninden hiç bir şey kaybetmemiş ve hep sabırlı olmuştur.

EYYÛB PEYGAMBERE MUSALLAT OLAN ŞEYTÂN: Kur’ân'da, şeytân'ın her türlü kötülüğün sembolü olarak tanıtıldığı ve her kötü kişi ve güce şeytân dendiği unutulmamalıdır. Fakat ne yazık ki, şeytân, genellikle halk kültüründeki o malûm yaratık olarak algılanmakta ve âyette bildirilen işkencelerin de Eyyûb peygambere o şeytân tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Hâlbuki Kur’ân'da birçok yerde şeytânın insan üzerinde zorlayıcı bir gücünün bulunmadığı bildirilmiştir. Bu açık Kur’ân bildirisine rağmen, insanların pek çoğu, ölümün, hayatın, sağlık ve hastalığın şeytân tarafından meydana getirildiğini kabul etmekte, ama böyle bir kabulün bu konularda Allah'ı devre dışı bırakmak anlamına geldiğini hiç düşünmemektedirler. Düşünülmeyen bir diğer şey ise, zannedilen güçlere sahip olan şeytânın, bu güçlerini kullanarak neden peygamberleri saf dışı bırakamadığı veya neden Allah rızası için mücadele edenleri yoldan çıkaramadığıdır.

Biz, yukarıda Süleymân peygamberin kıssasında değindiğimiz "şeytân" anlayışıyla, Eyyûb peygamberi bu durumlara getirenin ya yakın çevresinden biri (özellikle de iş ortağı), ya da Eyyûb peygamberin kendi şeytânı (yani, İblis) olduğu kanaatindeyiz. Bu kabule göre, Eyyûb peygamberin başına bu dertleri bir yakını, iş ortağı veya kendi düşüncesizliği açmıştır. O da uğradığı kayıplar karşısında hırsa kapılarak tekâsür peşinde koşarken, muhtemelen işleri iyice ters dönmüş, iflâs etmiş, elinde avucunda bir şey kalmamıştır. Bu durumun sonucu olarak yakınları çevresinden uzaklaşmış ve kendisi de düştüğü bunalımlar neticesinde fiziksel ve zihinsel hastalıklara yakalanmıştır.







Âyette geçen ركض[rakz] sözcüğü, "topuklamak [atı mahmuzlamak], kanat çırpmak" anlamına gelir. Sözcük burada mecâzen "acele etmeyi, çabuk gitmeyi" ifade etmektedir. [Lisanü’l Arab, "rkz" mad.]

Çünkü atın mahmuzlanması, onu hızlandırmak için yapılan bir harekettir ve kanat çırpmak da bulunulan yerden süratle uzaklaşmayı ifade eder. Nitekim, konumuz olan âyetten başka Enbiyâ/12-13'de geçen
rakz sözcüğü, orada da bu âyetteki gibi "kaçmak, çabucak uzaklaşmak" olarak mecâz anlamıyla yer almış ve genellikle tüm meal ve tefsirciler o âyetlere bu manaları vermişlerdir:

12Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. –13Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.– [Enbiyâ/12-13]

Konumuz olan Eyyûb kıssasındaki
ürkuz sözcüğünün, "ayağını yere vur" anlamına alınması sûretiyle, Allah'ın emriyle ayağını yere vurduğunda oradan su fışkırdığı ve Eyyûb peygamberin o sudan içtikten ve banyo yaptıktan sonra hastalığının geçtiği, muhtemelen de Eyyûb peygamberin bir cilt hastalığına yakalanmış olduğu yolunda yapılan açıklamalar tamamen mesnetsiz, hayalî yakıştırmalardır. Bunlar, Kitab-ı Mukaddes'te yer alan ve Müslümanların ölçüp tartmadan, sağlama yapmadan kabul ettikleri, Eyyûb peygamberin vücudunun baştan aşağı sivilcelerle dolu olduğu yolundaki ifadelerden kaynaklanmaktadır.

Âyetteki
ayağın ile ifadesi, bize göre Eyyûb peygamberin yaya olarak gitmekten başka çaresinin kalmadığını göstermektedir. Çünkü pasajdaki anlatıma göre, Eyyûb peygamber tüm mal varlığını, sağlığını, çevresini ve ailesini kaybetmiş, mahmuzlayacak ne atı ne de devesi kalmıştır. Kanatlanacak imkânı da olmadığı için âyette "ayağın ile" ifadesi yer almıştır.

İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!"

Bu ifade genellikle "ayağını yere vurmasıyla yerden bir pınarın fışkırıverdiği ve Eyyûb peygamberin de ondan içtiği ve onunla yıkandığı, sonunda da dertlerinden kurtulduğu" şeklinde yorumlanmıştır. Bize göre ise bu ifade, Eyyûb peygambere istikâmet vermekte, kaçıp gideceği yerlerdeki imkânlara işaret etmektedir. Yani, Eyyûb peygamber bulunduğu, yaşadığı yerden ayrılarak "sulak, bitek ve serin bir bölgeye, yaylaya" gidecek, böylece o'nu sarmış olan sıkıntılardan kurtulup selâmete erecektir.







Eyyûb peygamber ile ilgili gerçekleri kavrayabilmek için bu âyette geçen bazı sözcükleri iyi anlamak zorunludur. Zira bu âyetteki bazı ifadeler, asılsız hikâyelerin üretiminde kullanılmak üzere çarpıtılmıştır.

Bu âyetten; önce, hanımını sopayla dövmek üzere yemin eden Eyyûb peygamberin sopa yerine bir demet otla vurarak bu yeminini yerine getirdiği ve bu yolun da kendisine bizzat Allah tarafından öğretildiği yalanları üretilmiş, daha sonra da bu yalanlardan, adına "Eyyûb ruhsatı" da denilen "hile-i şer’iyye" ortaya çıkarılmıştır.

Âyetin nasıl çarpıtıldığını gözler önüne serebilmek için, Eyyûb peygamberin yemini ve hanımını dövmesi ile ilgili hikâyeyi ve bu gerçek dışı hikâyeden çıkarılan fetvaları okuyucuların dikkatine sunuyoruz:

Bil ki bu söz, daha evvel, Hz. Eyyûb'dan (a.s) bir yeminin sâdır olduğuna delâlet etmektedir. Bir hadiste, o'nun hanımına karşı yemin ettiği bildirilmiştir. Alimler, o'nun, hangi sebepten ötürü hanımına karşı yemin ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu yeminin, o kadının, Hz. Eyyûb'u (a.s) şeytâna taate meylettirme gayretinden dolayı olduğunu söylemek uzak bir ihtimal olduğu gibi, yine saç örüğünü kesip vermesinden ötürü olduğunu söylemek de akıldan uzaktır. Çünkü yiyecek almaya mecbur olan birisinin böylesi bir harekette bulunması mübahtır. Doğruya en yakın olan, hanımının, Hz. Eyyûb'a (a.s), bazı işlerinde muhalefet etmesinden ötürü bu yeminin olmasıdır. Çünkü o kadın, bazı işlerini görmeye gidiyor, bu yüzden gecikiyordu. Hz. Eyyûb (a.s), iyileştiğinde ona yüz sopa vuracağına dair hasta iken yemin etti. O kadın, o'na çok güzel hizmet ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk, Hz. Eyyûb'un (a.s) yeminini, hem kendine hem hanımına kolay olan en basit yolla çözdü. Bu ruhsat, devam etmektedir. Hz. Peygamber'e (s.a.v), bir câriyeyle zina eden sakat, sıska biri getirildi. Hz. Peygamber (s.a.v), "İçinde yüz çöpü bulunan bir hurma salkımı alıp, ona onunla bir kere vurun" buyurdu. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Hz. Eyyûb'un eşine dayak atma yeminine gelince; yüce Allah o'na ve o'nu korumaya çalışan, göğüsledikleri sınamaya sabreden eşine merhametinden dolayı kolay bir çözüm göstermiştir. Hz. Eyyûb'un yemin ederken belirlediği sayıdaki sopaları birleştirerek onların hepsiyle bir kere vurmasını emretmiştir. Böylece Hz. Eyyûb, yemininin gereğini yapmış ve onu çiğnememiş olacaktı. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Rivâyetlere göre, Hz. Eyyûb'un dışında herkes, hatta çocukları bile kendisinden uzaklaşmışlardır. Bu yüzden, "Biz o'na şifa verdiğimizde ailesi o'na döndü. Ondan sonra Biz kendisine eskisinden daha fazla mal ve evlat verdik" denilmiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]

Bu cümle üzerinde biraz durmak gerekir. Hz. Eyyûb hasta iken, bir miktar sopa vurarak hanımını döveceğine yemin etmiştir. Ancak sağlığına kavuştuğunda, günahsız hanımını dövmek üzere ettiği yeminden pişmanlık duymuştur. Dövmese yemin etmiş olduğu için günaha girecektir, dövse masum ve vefakâr eşine boşuna haksızlık edecektir. Allah bu sorunu şöyle halletmiştir: "Kaç adet sopa vuracaksan eline o kadar çöp al ve bir demet yap, sonra da o demetle eşine bir kez vur. Böylece hem yeminin yerine gelmiş olur, hem de eşin boş yere eziyet görmez." Bazı fakihler böyle bir yöntemin sadece Hz. Eyyûb'a mahsus olduğunu söylerlerken, bazıları da, başka kimselerin de bu fırsattan yararlanabileceklerini savunmuşlardır. İlk görüşü İbn-i Asâkir, İbn-i Abbâs'dan, el-Cessas ise Mücâhid'den nakletmişlerdir. İbn-i Mâlik de aynı görüştedir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]

Diğer görüş ise İmâm Ebû Hanife, İmâm Yûsuf, İmâm Muhammed, İmâm Züfer ve İmâm Şâfiî tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre sözgelimi bir kimse hizmetçisine 10 sopa vurmaya yemin ettiğinde, 10 sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ancak 10 sopanın hepsinin de hizmetçinin vücuduna değmiş olması gerekir. Nitekim. Hz. Peygamber'den (s.a) rivâyet edilen bir hadisde, o, hasta bir zaniye böyle ceza vermiştir. Çünkü zina eden şahıs o derece hasta idi ki 100 sopaya dayanması mümkün değildi. el-Cessas'ın Sa‘d b. Ubâde'den rivâyet ettiğine göre, "Benî Sa‘d kabilesinden bir şahıs zina etmişti. Ancak o kadar hastaydı ki bu şahıs, bir deri bir kemik kalmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) bu zaniye, 100 çöpü olan bir hurma dalıyla bir kez vurulmasını emretmişti. (Ahkâmu'l-Kur’ân, ayrıca bu hadis, Müsned-i Ahmed'de, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn-i Mâce, Taberânî, Abdurrezzak'ın kitaplarında ve daha birçok hadis kitabında kayıtlıdır.) Hz. Peygamber (s.a) hasta ve zayıf olan biri üzerinde hadd cezasını bu şekilde tatbik etmiştir. Ayrıca fukaha, bu tür bir ceza için çeşitli şartlar öne sürmüştür. Örneğin her çöpün suçlunun vücuduna dokunması ve ayrıca da eziyet vermesi gibi. [(Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]

Bazı alimler, bu âyeti hile-i şer’iyyeye delil kabul etmişlerdir. Bunun Allah Teâlâ'nın Hz. Eyyûb'a gösterdiği bir çözüm olduğundan da bir şüphe yoktur. Fakat bu, sorumluluktan [farzdan] kurtulmak için gösterilen bir yol değil, sadece bir kötülükten kaçınmak içindi. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]

Dolayısıyla İslâm hukukunda bile, ancak kişinin kendisine veya bir başkasına yapacağı zulüm, günah ve kötülüğü bertaraf etmesi şartıyla caizdir. Aksi takdirde haramı helâl kılmak, farzdan kaçınmak ve iyiliği terk etmek için yapılan hile günah üstüne günahtır, hatta son tahlilde küfre bile girebilir insan. Çünkü art niyetle hile yapmaya çalışan bir kimse, güya Allah'ı kandırmaya çalışıyordur. Sözgelimi bir kimse zekât vermemek için, yılın bitiminden önce malını başkasına devrederse, sadece farzı terk etmiş olmaz, aynı zamanda farzdan kurtulduğunu da sanarak Allah'ı aldatmaya çalışmış olur. Bazı fakihlerin bu gibi hilelere eserlerinde yer vermiş olmaları, şer'i hükümlerden nasıl kaçınılacağını göstermek için değildir. Bilakis hile-i şer’iyeye başvuran bir adamın davasına bakarken hâkimin zâhire göre hükmedip, sonucu Allah'a bırakması için yapılan hileyi bilmesini sağlamaktır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]

Kurtubî'ye göre Eyyûb'un yemini:

Eyyûb hastalığı esnasında hanımına yüz sopa vurmaya yemin etmişti. Bu yeminine neyin sebep olduğu hususunda dört ayrı görüş vardır:

1) İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiğine göre, Eyyûb'un hanımı doktor sûretinde karşılaştığı İblis'i Eyyûb'u tedavi etmek için çağırmış. İblis, "Şu şartla o'nu tedavi ederim" demiş, "iyileşecek olursa, ‘Sen beni iyileştirdin’ diyecek, bunun dışında o'ndan hiçbir karşılık istemiyorum." Hanımı, "Peki" demiş ve Eyyûb'a böyle demesini öğütlemiş. Bunun üzerine Eyyûb, hanımını döveceğine yemin etmiş ve, "Yazık sana, o dediğin kişi şeytândır" demişti.

2) Sa‘îd b. el Müseyyeb'in dediğine göre önceden Eyyûb'a getirdiği ekmekten daha fazlasını getirmiş. O hıyanet edeceğinden korkunca, mutlaka onu dövecek diye yemin etmiş.

3) Yahyâ b. Selâm ve başkalarının naklettiğine göre de şeytân Eyyûb'un hanımını Eyyûb'u kendisine kurban olarak bir keçi kesmeye mecbur etmesini ve bunun sonucunda da iyileşeceğini belirterek telkinde bulunmuş. Hanımı bundan Eyyûb'a söz edince iyileştiği takdirde ona yüz sopa vuracağına dair yemin etmiş.

4) Denildiğine göre hanımı saç örüklerini iki ekmek karşılığında satmış. Çünkü Eyyûb'a yemek üzere götürecek hiçbir şey bulamamıştı. Eyyûb ise ayağa kalkmak istedi mi ona, yani örüklere tutunurdu. İşte onu dövmeye yemin etmesinin sebebi bu olmuştu. [Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur’ân.]

Bu gerçek dışı hikâyelerden sonra Kur’ân'ın gerçeklerine dönüyoruz:

"Ve eline bir tutam bitki al,

ضغث [dığs] sözcüğü, "ot, fesleğen ve benzeri şeylerden küçük bir demet" manasınadır. [Lisanü’l Arab, "dğs" mad.] Âyetteki, Ve eline bir tutam bitki al ifadesi, 42. âyetteki Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! ifadesine bağlanmıştır.

Âyette konu edilen demetin ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için, bu ifade hakkında daha geniş anlamlar düşünülebilir. Meselâ bu ifade ile Eyyûb peygamberden, yaşadığı bölgedeki bazı bitkileri alıp işaret edilen sulak ve serin bölgeye götürmesi istenmiş olabileceği gibi, artık çevresinde nitelikli kimse kalmadığı için elinin altında kalan "bir tutam ot" mesabesindeki niteliksiz kimseleri alıp onlarla sulak ve serin bölgede bir topluluk oluşturması da istenmiş olabilir.

onunla hemen rızık aramak için sefere çık

DARB: الضّرب[
darb] sözcüğü, iyi bir müteşâbih sözcük örneği olup, Lisânü'l-Arab ve Tâcü'l-Arûs'un beyanlarına göre yüzlerce farklı anlamda kullanılmaktadır.

Darb sözcüğünün hakikî manası, "bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak" demektir. Bir şey üzerinde bir şey oluşturmanın ise doğal olarak birçok yolu ve yöntemi olduğu için sözcük de mecâzen pek çok anlamda kullanılabilmektedir. Meselâ, herhangi bir nesne üzerinde el, sopa, kılıç gibi birçok şey vasıtasıyla bir şeyler oluşturmak mümkündür. Bir nesne üzerinde el ile oluşturulan şey "dövmek" veya "çarpmak" sözleriyle, sopa ile oluşturulan şey "kırmak" veya "devirmek" sözleriyle, kılıç ile oluşturulan şey "kesmek", "yaralamak" veya "çizmek" sözcükleriyle ifade edilen eylemler olabilir. İşte, tüm bu eylemler darb sözcüğünün anlamı kapsamındadır. Başka bir örnek olarak, herhangi bir metal parçası üzerinde yapılacak oyma veya kabartma eylemi de darb sözcüğüyle ifade edilir. Nitekim metal para basımına darb, para basılan yere de darbhâne adı verilmiştir. Osmanlı paralarının üstünde yazılı olan ضرب فى قسطنطنيّه [duribe fî kostantıniyye] ibaresi de, "Kostantıniye'de [İstanbul'da] basılmıştır" anlamına gelmektedir. Yine başka bir örnek olarak, yollarda ayakla iz oluşturmak ve bu anlam ekseninde rızık, ticaret veya savaş için yola gitmek de darb sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca Araplar misafire ضارب[dârib=yol tepen] derler. Mecâz anlamları arasında "dövmek" ve "çarpmak" anlamlarıyla meşhur olan darb sözcüğü; yağmurun topraktaki izi, tuvalete def-i hacet için hızlı gitmek, çiş yapmak, bir yere bir şey dikmek, erkek hayvanın dişisinin üstüne çıkması, bir şeyi bir şeye çarpmak, karıştırmak, koyun boyamak, suda yüzmek, akrep sokması, kalp atışı, nabız vuruşu, bir şeyi kaldırmak, el ile işaret, sıkı tutmak, kavgadan-belâdan kaçmak, bir yere varıp dikilmek, örnek vermek ve daha birçok anlamlarda kullanılır. [Lisânü'l-Arab, 5/477, 483; Tâcü'l-Arus, 2/166-175; Müfredât, s. 294.]

Darb sözcüğünün değişik anlamlarıyla ilgili Kur’ân'da birçok örnek mevcut olduğundan, Kur’ân üzerinde çalışanların bu sözcüğün geçtiği pasajdaki anlamı yakalayabilmeleri için sözcük üzerinde iyi düşünmeleri gerekmektedir.

Görüldüğü üzere darb sözcüğü, müteşâbih anlamlı bir sözcüktür. Bu sebeple sözcük, yer aldığı cümledeki veya bulunduğu pasajdaki söz ve anlam akışı dikkate alınarak te’vîl edilmeli, yani sözcüğün değişik anlamlarından birisi tercih edilmelidir.

Bu pasajdaki konu akışı dikkate alındığında, bize göre
darb sözcüğü için en uygun anlam (emir kipi olarak), "Rızık aramak için yola çık, hicret et, bulunduğun yerden ayrıl!" anlamıdır. Kitab-ı Mukaddes'teki, "Eyyûb, dostları için dua ettikten sonra, Eyyûb'un sürgününü Rabb döndürdü. Ve Rabb o'nu eski gönencine kavuşturup o'na önceki varlığının iki katını verdi" [Eyyûb, 42:10.] ifadesi de, Eyyûb peygamberin memleketinden ayrıldığını, gurbette çok geniş imkânlara ve lütuflara mahzar olduğunu ve sonra memleketine geri döndüğünü anlatmakta, dolayısıyla bizim önerdiğimiz anlam uygun düşmektedir.

ve hânis olma [kararsız olma, doğrudan sapma]

HINS: الحنث [hıns] sözcüğü asıl olarak, "hakktan bâtıla kaymak; günah işlemek" ve "kararsızlık" anlamlarına gelmektedir. [Lisanü’l Arab, "hns" mad.] Yemin eden birisinin yemininden caymasına da, "hakktan bâtıla kaymak" manasında hânis olma denir. Âyette ve pasajda yemine dair başkaca bir söz olmadığı gibi, Eyyûb peygamberin, elindeki bir tutam ot ile hanımına vurması istendiği yönünde ima ve işaret sayılabilecek açık veya kapalı herhangi bir söz de yoktur. Dolayısıyla buradaki hıns sözcüğünün, "yeminden dönmek" anlamında değerlendirilmesi bize göre yanlıştır. Âyetteki, bir dizi emrin sonuncusu olarak Eyyûb peygambere verilen ve lâ tahnes ifadesi, "karasız olma, haktan sapma, günah işleme!" anlamlarında değerlendirilmelidir. Nitekim hıns sözcüğü Kur’ân'da bir kez daha geçmekte ve orada da, "haktan bâtıla sapış; günah" anlamında kullanılmaktadır:

42-48Onlar içlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler, serin olmayan, sevimli olmayan kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Şüphesiz solun ashâbı bundan önce varlık içinde zevk ve eğlenceye dalanlar idiler. Ve büyük günah; Allah'a ortak kabul etme üzerine ısrar ediyorlardı. Ve "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra mı, biz gerçekten kaldırılacağız? Önceki atalarımız da mı?" diyorlardı. [Vâkıa/46]

Görüldüğü gibi, sözcükler asıl anlamlarında anlaşılıp pasajın bütünlüğü de dikkate alındığında, âyetin başka zorlamalara gerek bırakmayan mesajı açıkça ortaya çıkmaktadır. Sözcüklerin gerçek anlamları dışında anlaşılması durumunda ise ortaya bir de Eyyûb peygambere bir yemin ayarlamak mecburiyeti çıkmakta ve böylece yukarıda aktardığımız uydurma senaryoların sayısı, ayarlanan yemin gerekçeleri nisbetinde artmaktadır.

Bize göre, Eyyûb (a.s) kıssasının anlatıldığı âyetlere yakıştırılan anlamların mucize mantığıyla izah edilmesinin de hiçbir makul gerekçesi yoktur. Zira Eyyûb peygamberin karşısında ne o'nun peygamberliğini inkâr eden, ne de o'ndan mucize bekleyen herhangi bir kişi veya zümre vardır.

Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.

Eyyûb peygamber kıssası, Rabbimizin Eyyûb'u (a.s) çok güzel niteliklerle övüp onurlandırdığı bu ifadelerle son bulmaktadır. Daha önce Dâvûd ve Süleymân peygamberler için kullanılan
evvâb sıfatının bu kez de Eyyûb peygamber için kullanılmış olması dikkat çekicidir. Sûredeki kıssalarıyla Peygamberimize ve tüm insanlığa örnek gösterilen peygamberlerin bu ortak özelliği, müminin övgüye lâyık diğer niteliklerinin de kaynağı durumundadır. İsrâ/25'de çoğul hâliyle karşımıza gelecek olan evvâb sözcüğü, Kaf/32'de genel anlamda kullanılmış ve tarafımızdan şu şekilde açıklanmıştı:

* اوّاب [
evvâb];

* Günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar eden,

* Allah'a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen,

* Allah'ın dışındaki varlıklara yönelirken, hevâ ü heveslerine uymaktan kendini alıkoyan,

* Allah'tan başkasını kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el etek çeken demektir.

Dolayısıyla
evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. O, Allah'a çokça tevbe ve kulluk eder, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.

Kur’ân'da ilk kez bu sûrede yer alan Eyyûb peygamber, daha sonra En‘âm/84 ve Enbiyâ/83-84'de de zikredilecektir.

BU KISSALARIN MESAJI: Bir kul bilmelidir ki, Allah'tan af dilerse, Allah kendisini bağışlar. Nitekim kıssalarda da Yüce Allah'ın Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberleri bağışladığı ve onlara eskisinden kat be kat fazla imkânlar verdiği anlatılmaktadır.

Bu kıssaların bir başka mesajı da, Peygamberimizin tıpkı Eyyûb peygamber gibi, bir avuç insanla başka bir diyara gideceği ve orada güçlenip geri döneceğidir.

Yakıştırdıkları anlamları uydurma hikâyelerle besleyip peygamber kıssalarını efsaneye çevirenler ve onları hiç sorgulamadan kabul edenler, kendilerine şu soruyu sormak durumundadırlar: Acaba Süleymân ve Eyyûb peygamberlere musallat olan şeytânlar şimdi nerededirler ve ne yapmaktadırlar?







43. âyet, Allah'tan gelen belâ ve musibetlere karşı sabırlı olanların nail olacakları nimetlere dikkat çekmekte ve belâlanma sonucunda sabredenlere, kaybettiklerinin kat kat fazlasının ikram edildiğini bildirmektedir. Bu ikramlar, Bakara/155-156'da "müjde" olarak nitelendirilmiştir:

155,156Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiklikle ile sizi zayıf düşüreceğiz/imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, "Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz" diyen şu sabredenlere de müjdele!

157İşte onlar; Rablerinden, birtakım destekler ve rahmet kendilerinedir. İşte onlar, kılavuzlandıkları doğru yolu bulanların da ta kendisidir. [Bakara/155-157]

43. âyetle ilgili olarak bazı rivâyetlerde, "Allah o'nun önceki çocuklarını diriltti ve onlar kadar daha verdi" [Hasan el-Basrî'den naklen.] şeklinde aşırı abartmalar yapılmıştır. Hâlbuki âyetin açık anlatımında Yüce Allah'ın Eyyûb peygamberin çocuklarını öldürdüğüne ve sonra ölen çocuklarını dirilttiğine dair hiçbir ifade yoktur.

Burada anlatılan olay şudur: Eyyûb peygamber, Allah'tan gelen ve 44. âyette dile getirilen,
Hemen oradan uzaklaş, eline bir demet bitki al ve onunla rızık aramak için sulak ve serin yere sefere çık, sakın günah da işleme! emrini alınca gereğini yapmış ve Rabbimiz de o'na hem sağlığını geri vermiş, hem de maddî yönlerden geniş imkânlar bahşetmiştir. Allah'ın bu bağışları sonucu herkes o'nun etrafında kümelenmiş ve Eyyûb peygamberin çevresi eskisine nazaran kat be kat artmıştır.

43. âyet aslında anlam olarak Eyyûb kıssasının son âyetidir. Cümlelerin başında bulunan "atıf vav'ı" [‘ve’ bağlacı] cümleye takip ve sıra anlamı değil, cem anlamı, yani birliktelik anlamı kattığı için,
ve eline bir demet ot al ibaresi ile başlayan 44. âyet, çabuk uzaklaş emrinin verildiği 42. âyetin devamıdır. Buna göre pasajın normal takdiri şöyledir:

Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine nida etmişti: "Meşakkat ve acı ile bana şeytân dokundu" [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].

"Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek! Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen, rızık aramak için sefere çık ve hânis olma" [kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme]. Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.

Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik.

Bu "
ve" bağlacının bir başka örneği de salata giderken temiz olmayı emreden Mâide/6'da görülmektedir. Temizlik esnasında, normal olarak önce ellerin sonra yüzün yıkanması söz konusu iken, bu âyette yüzün yıkanması elin yıkanmasından önce zikredilmiştir. Buna rağmen bu âyetten evvelâ yüzün yıkanacağı anlaşılmamış, temizliğin tamamlanması için âyette sayılan dört eylemin gerçekleştirilmesi yeterli görülmüştür. Yani âyetten, temizlik yaparken sıranın önemli olmadığı ve organların tersten yıkanmasında da bir sakınca bulunmadığı anlaşılmıştır. Söz konusu âyete yüklenen bu anlam, cümledeki ve bağlacının cem için olmasından kaynaklanmaktadır.

44. âyetin, anlam olarak 42. âyetin devamı olması ve 43. âyetten önce gelmesi, bu sûredeki kıssaların sunuşlarındaki anlam sıralamasına da uygun düşmektedir. Yüce Allah bu kıssalarda, fitnelendirdiği, sınavdan geçirdiği kullarına, sabrettikleri ve O'nun hükmüne gönülden razı oldukları takdirde çok büyük lütuflarda bulunduğu/bulunacağı mesajını vermektedir. Dolayısıyla, –yukarıda pasajın takdirinde yaptığımız gibi– Eyyûb peygamberin sabredici ve evvâb olduğunu bildiren 44. âyetin, Allah'ın kendisine bağışta bulunduğunu bildiren 43. âyetin önüne alınması, kıssalardaki "önce kulun sabrı, sonra Allah'ın bağışı" sıralamasına daha uygun düşmektedir.

Âyetteki,
tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik ifadesi, Allah'ın verdiği nimetlerin herhangi bir zorunluluktan değil, bir lütuf, bir bağış olarak verildiğini anlatmaktadır.

Yine bu ifadeden anlaşılıyor ki, bu kıssada her akıl sahibi [kavrama yeteneği olan] için bir ibret, bir ders vardır. Akıl sahibi her insan, hangi hâlde olursa olsun, Allah'a isyan etmemeli, O'ndan ümidini kesmemeli ve ümit ettiğini sadece Allah'tan beklemelidir. Çünkü iyilik de, kötülük de sadece Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ın elindedir. O, dilediğini iyi bir durumdan kötü bir duruma düşürür, dilediğini de kötü bir durumdan iyi duruma çıkarır.
44) "Ve eline bir tutam ot mesabesindeki sermayeni/baharatçılık için nane, fesleğen demeti al, onunla hemen, rızık aramak için sefere çık ve kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme." Gerçekten Biz o'nu sabırlı biri olarak bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendir.
45) Güç ve öngörü sahibi kullarımız İbrâhîm'i, İshâk'ı ve Ya'kûb'u da hatırla!
46,47,48) Şüphesiz Biz onları "Yurt Düşüncesi/özgür vatan hasreti" saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir. İsmâîl'i, Elyasâ'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.
46Şüphesiz Biz onları "Yurt Düşüncesi/özgür vatan hasreti" saflığıyla saflaştırdık, arı-duru hâle getirdik. 47Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.
Bu âyet grubuyla Peygamberimizin yönlendirilmesine ve yüreklendirilmesine devam edilmektedir. Bu âyetlerde, daha önce yaşamış ve fitnelendirilerek arı-duru hâle getirilmiş peygamberlerden üçünün daha ismi sayılmış ve dolayısıyla kendisinin de aynı yollardan geçirildiği ve geçirileceği, bu nedenle onlar gibi sabırlı olması gerektiği bildirilmiştir.
Güç ve basîret sahibi
Bilindiği gibi, insanın bir bedensel bir de zihinsel gücü vardır. Bedensel güç, genellikle el yardımı ile yapılan işlerle ortaya konduğu için
el sözcüğü "güç"ten kinâye olarak kullanılır. İnsanın zihinsel gücü ise "görüş, görme, göz"e izafeten basîret sözcüğüyle ifade edilir. Bu nedenle, iki gözü olan ve onlarla çevreye bakınıp durana değil de zihinsel fonksiyonlarını kullanan, yani akleden, tefekkür eden, bakar kör olmayan kimselere basîret sahibi denilir. Dolayısıyla 45. âyette adı geçen peygamberlerin "güç ve basîret sahibi kullar" olarak nitelenmesi, onların dirâyetli, gayretli, doğru yolu gören ve gösteren kimseler olduğunu anlatmaktadır.
ZİKRE'D-DÂR [YURT DÜŞÜNCESİ]: Zikre'd-dâr tamlaması, bazı eserlerde yer aldığı gibi "yurt hatırlatması" değil, "yurt hatırlaması" [yurdun akıldan çıkmaması] demektir. 45. âyette adı geçen peygamberlerin hem Kur’ân'da anlatılan hayat hikâyeleri, hem de haklarında tarih kitaplarında yer alan bilgiler dikkate alındığında, bunların sabit bir vatanlarının olmadığı ve diyar diyar dolaştırıldıkları görülür. Bu durum göz önüne alındığında, âyette adı geçen peygamberlerin arıtılıp olgunlaştırılmak üzere birçok zorluğa maruz bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Bu zorluklar hem gittikleri ülkelerde ateşe atılmışçasına sıkıntılarla boğuşmak, hem de öz memleketlerinden uzakta kalmaları sebebiyle yurt hasreti çekmek şeklinde gerçekleşmiştir.
الدّار [
ed-dâr] ifadesini, "yurt" yerine "âhiret" anlamına almak, hem pasajdaki söz akışına uymaz, hem de "arıtma" kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü âhireti hatırlamak, ateşe atılmak değildir ve insana acı vermez. Acı; hasrette, gurbette ve çilededir.
SAFLAŞTIRMA [ARI-DURU HÂLE GETİRME]: Buradaki "Ehlasna" ifadesi, daha evvel Dâvûd ve Süleymân peygamberler için kullanılan
fetennâ sözcüğünün farklı bir şeklidir ve süzmeyi, saflaştırmayı, sabırlı olmayı, metanetli davranmayı, öğretmeyi, bilgilendirmeyi, görgülendirmeyi, deneyim kazandırmayı ifade eder.

48
İsmâîl'i, Elyasâ'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.
Bu âyette Rabbimiz, İsmâîl, Elyesa ve Zülkifl'in de arıtılmışlardan olduğunu açıklamakta ve Peygamberimizin onları her zaman hatırlamasını istemektedir. Bu peygamberler de Allah'ın dini uğruna sıkıntılara göğüs germiş peygamberler olmalıdırlar ki, Yüce Allah Peygamberimizden onların sabırlarını ve sabırları karşılığı Allah'tan gördükleri merhameti düşünmesini, onları örnek alarak yalanlayıcı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir.
ELYESA: اليسع [
Elyesa] ismi, biri burada, diğeride En‘âm/86'da olmak üzere Kur’ân'da 2 kez geçmektedir. Her iki âyette de bu isim diğer peygamberlerle birlikte zikredilmiş, başkaca bir açıklama yapılmamıştır.
Elyesa, İsrâîloğulları'nın büyük peygamberlerinden biridir. Hakkında Kitab-ı Mukaddes'in, II. Krallar, 2-13. bölümlerinde oldukça ayrıntılı anlatılar mevcut olan ve Yahudilerin "Elisha" dedikleri bu peygamber, Ürdün nehrinin sahil kenarında, "Abel Meholah" denilen bir beldenin sakinlerinden olup, İlyas peygamberin Şam ve Filistin'e tebliğde bulunmak üzere gittiğinde yerine bıraktığı kişidir. Kitab-ı Mukaddes'e göre bir gün Elyesa'nın köyünden geçen İlyas peygamber, o'nu 12 çift öküzle arazisini sürerken görür ve abasını üzerine atar. Bunun üzerine Elyesa tarlasını bırakır ve İlyas'ın yanında kalır. Allah İlyas'ı göğe alınca da, o'nun görevini Elyesa sürdürür.
ZÜLKİFL: ذوالكفل [Zülkifl] ismi de, yine biri burada, diğeride Enbiyâ sûresi'nde olmak üzere Kur’ân'da 2 kez geçmektedir. Zülkifl sözcüğü, "nasip ve kısmet sahibi" anlamına gelmekte olup, [Lisanü’l Arab, "zülkifl" mad.] bu sözcükle âyette kasdedilen, o sâlih adamın ismi değil, lâkabıdır. Fakat bu lâkap burada, o kişinin dünyevî zenginliğini değil, üstün şahsiyetini ve âhiretteki derecesini ifade etmektedir.
"Zülkifl"in kimliği ve milliyeti hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Onun; Zekeriyyâ, İlyas, Nûh'un oğlu Yeşu veya Elyasa olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Eyyûb peygamberin kendinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söyleyenler de vardır. [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]
Allame Alusî ise, "Yahudiler o'nun, İsrâîloğulları'nın esareti sırasında (M.Ö. 597) peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir bölgede yapan Hezekiel olduğunu iddia ederler" demiştir. [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]
Kitab-ı Mukaddes'teki anlatımlar dikkate alındığında, bu kişinin Hezekiel olduğu yolundaki görüş en uygun görüş gibi durmaktadır. Çünkü Hezekiel'in özellikleri, âyette bildirilen niteliğe ters değildir ve Hezekiel kitabı da fazla tahrifata uğramamış yazılardan biri olarak kabul edilmektedir:
Sonradan eklenmiş az sayıda parçayı ötekilerden ayırt etmek olanaklıdır, ama metnin büyük bölümünün gerçekliği kuşkusuzdur. [Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an]
Kitab-ı Mukaddes'e göre, Kudüs'ü işgal eden Bahtunnasr'ın, İsrâîloğulları'ndan aldığı ve Irak'ta Habur ırmağı yakınlarındaki Tel-abib'e yerleştirdiği esirlerden biri olan Hezekiel, en fazla 30 yaşındayken peygamberlik görevini almış ve tam 22 yıl boyunca gerek esaretteki İsrâîloğulları'na ve gerekse zalim yöneticiye ve adamlarına Allah'ın mesajını tebliğ etmiştir. Görevinin 9. yılında "gözlerimin sevgilisi" diye adlandırdığı karısı ölen Hezekiel, ertesi gün karısının ölümüne ağlamaya gelenleri Allah'ın gazabıyla ve dünyada gelecek olan yakın azapla uyarmıştır. [Hezekiel Kitabı, 24:15-27.]
27) Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!
Evrenin amaçsız yaratılmadığı, aksi düşüncenin ise belirli birkaç kâfirin zannı [sanısı] olduğu vurgulanan âyette, iki ince nokta daha vardır. Bu iki noktayı şöyle açıklayabiliriz:

Birinci nokta, Türkçe'ye "şu" işaret zamiri ile çevirdiğimiz
ellezîne ism-i mevsulüdür. İsm-i mevsul, muarrafattan [belirtili varlıklar için kullanılan sözcüklerden] olduğu için âyette ellezîne ism-i mevsulü ile işaret edilen kişilerin o gün toplum içinde tanınan bir takım beyinsizler olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci nokta da zann sözcüğüdür. Cümledeki konumu itibariyle buradaki zann sözcüğü, 24. âyetteki zann sözcüğünden farklı anlamdadır. Dikkat edilirse burada sözcük hem bir "yergi cümlesi" içinde yer almış, hem de te’kitsiz ["inne" veya "enne" olmadan] kullanılmıştır. Dolayısıyla 24. âyette "yakîn" [kesin bilgi] anlamına gelen sözcük burada zann sözcüğünün diğeri anlamı olan "sanı, kuşku" anlamına gelmektedir. Bu anlama göre, evrenin boşuna yaratılmadığı gerçeğinin aksini savunan "şu inançsızlar"ın bu iddiaları bilimsel değildir [kesin bilgiye dayanmamaktadır], sadece kendi sanılarıdır. Çünkü bilimsel olarak incelenip "yakîn" ölçüsünde bilgiye sahip olunduğunda tesbit edilebilir ki, evren boş ve gereksiz yere yaratılmamıştır.

Evrenin yaratılma amacıyla ilgili Kur’ân'da birçok âyet bulunmaktadır:

115Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? [Müminûn/115]

38Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.

39Biz, o ikisini sadece hak/gerçek ile oluşturduk. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.

40Şüphesiz ki, Ayırma Günü onların hepsinin buluşma yeridir/kararlaştırılmış buluşma vaktidir. [Duhân/38-40]

8Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için oluşturmuştur? Ve şüphesiz insanlardan çoğu, Rablerine kavuşmayı kesinlikle bilerek reddedenlerdir/inanmayanlardır. [Rûm/8]

85Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hak/gerçek ile oluşturduk ve elbette ki, o kıyâmet, kesinlikle kopacaktır. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et. [Hicr/85]

36Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? [Kıyâmet/36]

190-194Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: "Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, "Rabbinize inanın!" diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi "iyi adamlar" ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin" diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır. [Âl-i İmrân/190-194]

28) Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah'ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?
Yani, siz iyi bir insan ile kötü bir insanın sonunun aynı olacağını mı sanıyorsunuz? Bu ifadeler, âhirette kötülerin iyilerle bir tutulacağına, hatta belki de iyilerden daha üstün konumda olacaklarına inanan ve "Mürcie" adıyla bilinen kimselerin [Günahın insana zarar vermediği tezini savunarak, büyük günah sahiplerine ümit veren ve onun hakkındaki nihai kararı Allah’a havale edip te’hir eden akait fırkası.] bu inançlarının bâtıl olduğunu göstermektedir.

Âhirette ceza ve mükâfatın olmaması hâli, Allah'ın adaletine kesinlikle ters düşen bir durumdur. Bu çarpık anlayışa göre, iman edip her türlü musibeti ve belâyı göze alarak doğru davranışlarda bulunanların aptal, günahı meslek edinip her türlü kötülüğü işleyenlerin de akıllı sayılmaları gerekir. Böyle bir anlayış, Yüce Allah'a yapılan pervasızca bir bühtan olur.

* Yoksa kötülükleri işleyen o kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler gibi yapacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! [Casiye/21]

* Peki, inanmış kimse, yoldan çıkan kimse gibi midir? Bunlar, aynı olmazlar. İman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimselere gelince; artık yaptıklarına karşılık, bir ağırlanma olarak, barınak bahçeleri yalnızca onlar içindir. Ve yoldan çıkanlara gelince, onların varacağı yer de Ateş'tir. Her çıkmak istediklerinde oraya yeniden çevrilecekler ve onlara, "Yalanlayıp durduğunuz Ateş'in azabını tadın" denilecektir. Hiç kuşkusuz, dönerler diye onlara, büyük cezanın biraz hafifinden, en yakın cezadan da tattıracağız. [Secde/18-21]


Ve Mü’min/51, 52, Kalem/35, 36.
29) Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini arka arkaya dizerek düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.[#88]
TEDEBBÜR التدبر

Bu sözcük, "دُبُر dübür (arka: önün karşıtı)" sözcüğünün [Lisan, Tac, Kamus] tefe’ul babından mastar olup anlamı "sürekli arkalamak; arka arkaya dizmek" demektir. Te’vilin (ilkleme; birinci, ikinci. Üçüncü... Gibi dizmenin) karşıtıdır.

Nisa/82. Ayette, akıllı insanların Kur’an’ı iniş sırasına göre arka arkaya dizerek incelemeleri istenmektedir. Burada Kur’an’ın nüzul sırasının ve tertilinin önemi açığa çıkmaktadır.

مبارك [mübârek] sözcüğü, "hayır ve mutluluğu bollaştıran" demektir. [Lisanü’l Arab, "brk" mad.] Âyet kısaca, bu eşsiz Kitap ile ilişki kuranların, her türlü yararı; maddî ve manevî bolluğu elde edeceğini bildirmektedir.
49,50,51,52) İşte bu, bir öğüttür/şereftir/hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta, gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu, kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.
53,54) İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. -Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.-
Bu paragrafta Yüce Rabbimiz, –sûrelerin çoğunda olduğu gibi– dikkatleri yeniden âhirete çekmektedir. Bu âyetler içinde yer alan ve 49-54. âyetlerden oluşan birinci grupta "muttakîler tablosu", 55-64. âyetlerden oluşan ikinci grupta da "azgınlar tablosu" canlandırılmıştır.

"Muttakîler tablosu" olarak isimlendirdiğimiz cennet tasvirleri, ileride daha bir çok âyette farklı ayrıntılarla karşımıza gelecektir. Bunlardan bir bölümünü, rağbet ettirmek amacıyla burada aktarıyoruz:

* Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler. Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır. Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. [Yâ-Sîn/55-57]

* Kesinlikle Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân'dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan] bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O'nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.– [Nebe/31-37]

* Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık. [Vâkıa/35-38]

* Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır. [Rahmân/56]

* Yeşil yastıklara ve "Abkari" sergilere; hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslananlar olarak... [Rahmân/76]

* İşte Allah'ın arıtılmış kulları, kendileri için belli bir rızık/meyveler olanlardır. Bol nimet cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar. [Sâffat/41-49]


Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, cennet tasvirlerinin birer örnekleme olduğu (Bakara/25, Ra‘d/35, Muhammed/15) hususu, diğeri de bu tasvirlerin çok sıcak olan ve suyu, sebzesi, meyvesi kıt bir ülkede yaşayan Araplara yönelik yapıldığı hususudur. Kur’ân'ın iniş dönemindeki muhatapların Araplar değil de yeşilliği, suyu, sebzesi, meyvesi bol ve serin bir ülkenin halkı olması durumunda, cennet tasvirlerinin de o ülke halkını imrendirecek nitelikler içereceğinin düşünülmesi gerekir. Burada asıl anlatılmak istenen, insanları mutlu edecek her türlü imkânın cennette mevcut olduğudur.
55,56,57) İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları cehennem vardır. -O ne kötü yataktır!- İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tadıp dursunlar!
Bu âyet grubunda mükezziblerin [yalanlayanların] karşılaşacakları şartlar kısaca anlatılmaktadır. Böylece, diğer sûrelerdeki gibi, burada da önce vaat, arkasından vaîd; yani önce terğîb [özendirme], sonra da terhîb [korkutma] sıralaması uygulanmış olmaktadır.

HAMÎM ve ĞASSÂK: حميم[hamîm], "kaynar su"; غسّاق [ğassâk] ise, "yaradan akan sarı su; irin, cerahat akıntısı" demektir. Ğassâk sözcüğü bundan başka, "tiksindirici derecede kokan, kokuşmuş nesne" ve "yılan ve akrep zehiri" için de kullanılır. [Lisanü’l Arab, "hmm" mad.]

Demek oluyor ki, muttakîler cennette her türlü konfor ve nimetler içinde mutlu yaşarlarken, mükezzibler cehennemde, kaynar su, irin, iğrenç kokular ve yiyecekler içinde bulunacaklardır.

Mükezziblerin cehennemde
hamîm ve ğassâk ile (ikisi bir arada) cezalandırılmaları, bir başka sûrede daha yer almıştır:

21,22Kuşkusuz cehennem, azgınlar için son varılacak yer olarak, gözetleme/pusu yeri olmuştur.

23Orada darlık/kıtlık içinde kalacaklardır.

24Orada bir serinlik ve içecek bir şey tatmazlar.

25,26Ancak yaptıklarına uygun bir ceza olarak bir kaynar su ve irin tadarlar.

27Şüphesiz onlar, hesabı ummazlardı.

28Ve âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi yalanladıkça yalanladılar.

29Oysa Biz her şeyi yazarak saydık, döktük.

–30Haydi tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey artırmayacağız.– [Nebe/21-30]

Ğasak sözcüğünün bir de "aşırı derecede soğuk" anlamı vardır [Lisanü’l Arab, "ğsg" mad.] ki, âyette sözcüğün bu anlamda kullanıldığı düşünülürse, cehennemde hamîm'in karşıtı olarak soğuk ile de azap edileceği anlaşılır. Nitekim Rabbimizin, cennette muttakîlerin soğuk [zemherir] görmeyeceklerini bildirmesi; ğassâk'ın, "aşırı soğuk" anlamında kabul edilmesinin yanlış olmadığını göstermektedir:

... orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ...(İnsan/13)

Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.

Bu âyet, cehennemde başka azapların da var olduğunu bildirmektedir. Âyetteki,
Ve onun şeklinden ifadesi, tadılan azaba benzer ama değişik, çok çeşitli başka azaplar olduğunu veya 57. âyette zikredilen "kaynar su" ve "irin" gibi içecek cinsinden daha nicelerinin var olduğunu anlatmaktadır.

Bu konuda, kıraat [okunuş] farklılıkları sebebiyle oluşan değişik görüşleri Râzî şöyle aktarmıştır:

Ebû Amr,آخر[âharu] sözcüğünüاُخرى[uhrâ] kelimesinin çoğulu olarak, elif'in zammesi ileاُخرُ[uharu] şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "çeşitli diğer azablar" şeklindedir. Bu aynı zamanda, Mücâhid'in de kıraatidir. Diğer kıraat imâmları ise bunu, müfred sîga ile, "diğer bir azab" şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, "Tadılan bu azabın şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet ve korkunçluk bakımından bunun gibi azablar..." şeklindedir. Buna göre, âyetteki ezvâc, "ecnâs" [aynı cinsten azablar] manasınadır. İkinci kıraate göre ise mana, "Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey..." manasınadır. Bu durumdaأزواج[ezvâc], âher'in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli olması mümkündür. (Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç kelimenin, yani hamîm, gassâk ve âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
58,59) Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır. İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir rahat yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar.
60) Derler ki: "Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!"
61) Derler ki: "Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!"
62,63) Ve yine derler ki: "Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz? Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?"
64) Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.
Bu âyet grubunda gözler önüne bir cehennem sahnesi getirilmiş ve canlı bir anlatım sergilenmiştir. Sahnedeki oyuncular, dünyada iken müminlere karşı birbirleriyle işbirliği yapan, onlara üstünlük taslayan, onların cennete ilişkin inançlarını alaya alan ve çağrılarına gülüp geçen, buna karşılık birbirlerini seven, birbirlerinin dostu ve birbirlerini ayartan kişilerdir. Bu kişiler cehennemde birbirlerini suçlamaya başlamışlar, birbirlerine düşmüşler, birbirlerini görmek istemez bir hâle gelmişlerdir.

Âyette geçen مقتحم[muktehimün] sözcüğünün kökü, –daha önce Beled sûresi'nde de geçmiş olan– اقتحام[iktihâm] sözcüğüdür. İktihâm, "kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek" demek olup, bu sözcükten türemiş olan kahame, yekhumu, kuhumen, iktehâme, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen gibi ifadelerin hepsi de kişinin, büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder. [Lisanü’l Arab, "ghm" mad.]

Buradan anlaşılmaktadır ki, cehenneme girenler, oraya girebilmek için bir hayli emek sarf etmişler, ter dökmüşlerdir. Kısacası, bilinçli bir çalışma ile hakk ederek oraya girmişlerdir. Yoksa orada kendi istekleri dışında bulunmamaktadırlar. Bu ifadelerdeki alaycı üslûp dikkat çekicidir.

İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba [rahat] yok.

Bu ifade, cehennemliklerin liderlerinin söyledikleri sözleri nakletmektedir. Bunun böyle olduğunun delili, sonraki âyette, bu liderlere tâbi olanların,
Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz sözleriyle onlara cevap vermeleridir.

Buradaki لا مرحبا [merhabâ yok] deyimi, liderlerin, kendilerine tâbi olanlara yönelttikleri bedduayı dile getirmektedir. Merhabâ sözcüğü, "darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere geldin" veya "Sen yurduna geldin" manasında olup, [Razi; el Mefatihu’l Gayb] lehlerine dua edilen kimselere söylenir. Bu sözcüğü beddua hâline dönüştürmek için ise, başına lâ edatı getirilir.

Tâbi olanların, uğradıkları beddua karşısında,
Hayır, asıl size merhaba yok demeleri, "Ey liderler! Bize beddua ettiğiniz bu söze siz daha lâyıksınız" anlamına gelmektedir. Tâbi olanlar bu sözlerinin gerekçesini de hemen açıklamışlardır: Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz.

Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat artır!

Tâbi olanların 61. âyette dile getirdikleri bu talep, benzer sözlerle A‘râf ve Ahzâb sûrelerinde de yer almaktadır:

38Allah, "Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!" der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, "Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver" derler. Allah, "Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz" der.

39Öncekiler de sonrakilere, "Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın" derler. [A‘râf/38-39]

64-66Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!" diyecekler.

67,68Ve dediler ki: "Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini tam anlamıyla dışla/rahmetinden mahrum bırak." (Ahzâb/64-68)

Ve yine derler ki: "Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz? Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?"

Bu âyetle sahne değişmiş ve cehennemlikler dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, haklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları müminleri aramaya başlamışlardır. Ne var ki, alaya alıp aşağıladıkları ve cehennemde kendileri ile birlikte olmaları gerektiğini düşündükleri bu kişileri orada görememenin şaşkınlığını yaşamaktadırlar.

Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.

Cehennemlikler arasındaki bu suçlamalar Rabbimiz tarafından "davalaşma" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bu kişilerin birbirleri aleyhinde taleplerde bulunması ve yapılan karşılıklı suçlamalar, birbirini dava etmiş kişilerin mahkeme salonundaki çekişmelerini andırmaktadır.
65,66) De ki: "Ben ancak bir uyarıcıyım. Ve O, bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah'tan başka tanrı yoktur."
Bu bölümde sûrenin başındaki konuya dönülmüştür. Dolayısıyla, bu iki âyet, sûrenin başlangıcındaki âyetler hatırda tutularak okunmalıdır. Yüce Allah sûrenin başında kâfirlerin tevhîd, nübüvvet ve öldükten sonra dirilme konularındaki inkârcı tavırlarına karşı Peygamberimize sabretmesini [göğüs germesini] öğütlemiş, örnek almasını istediği kişilerin kıssalarını hatırlattıktan sonra da o'na bu iki âyetten oluşan bildiriyi ilân etmesini emretmiştir: Ben ancak bir uyarıcıyım. O bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah'tan başka tanrı yoktur.

BURADAKİ İLÂHÎ VASIFLAR: Bu âyetlerde Rabbimizden sadece "Allah" veya "Rabbiniz" diye bahsedilmekle kalmamış, O'nun kâfirleri tehdit edici, müminlere ise ümit verici bir takım sıfatları da zikredilmiştir: "Bir tek", "kahredici", "göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi", "çok güçlü", "çok bağışlayan."

Buradaki "kahhâr" ve "evrenin Rabbi" sıfatları, hiç kimsenin Allah'tan kaçamayacağını; "çok bağışlayıcı" sıfatı da, Kendisine yönelenleri bağışlayacağını ifade etmektedir.
67,68,69,70) De ki: "O; Kur'an, çok büyük, önemli bir haberdir. Siz ondan mesafeli duruyorsunuz. Onlar birbirleriyle tartışırken, benim en üstün şeylerin doldurulduğu depoya; Kur'ân'a[#89] dair bir bilgim yok idi. Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor."
Bu âyet grubu da, 27-29. âyetlerden oluşan necm gibi ayrı bir necm olup kendisinden önceki ve sonraki paragraflarla ilgisi yoktur. Hatta, işlenen konu itibariyle 27-29. âyetlerden oluşan necm'den sonra geldiği de söylenebilir.

Kur’ân ile Peygamberimiz arasındaki ilişkinin çok farklı bir üslûp ile işlendiği bu necm'de, konunun doğru anlaşılması için üzerinde durulması gereken iki önemli husus vardır: A) Kur’ân'ın "çok büyük, önemli bir haber" oluşu; B) Âyetteki
mele-i a‘lâ ifadesi.

KUR'ÂN'IN ÇOK BÜYÜK, ÖNEMLİ BİR HABER [OLAY] OLUŞUNUN SEBEBİ: Kur’ân'ın çok büyük, önemli bir haber olması konusunda çok fazla delil göstermek mümkündür. Ancak bu delillerin tamamının iki başlık altında özetlenmesi mümkündür:

Birinci olarak: Kur’ân mucize bir kitaptır. Böyle mucize bir kitap, Mekkeli sıradan bir kişi tarafından topluma sunulmuş, bu sıradan kişi de mucizeyi kendisine mal etmeyip kitabın kendisine vahyedildiğini, kendisinin sadece bir elçi konumunda olduğunu söylemiştir. Bu, akıl sahiplerinin vurdumduymazlık yapmamaları ve üzerinde düşünmeleri gereken bir durumdur. Bu durumun oluşmasının tek sebebi olan Kur’ân ise çok önemli bir gerçektir.

İkinci olarak: Kur’ân hem dünyadaki hem de âhiretteki mutluluğun anahtarıdır. Çünkü Kur’ân'da yer verilen konular, insanlığın dünya ve âhiretteki mutluluğunu sağlayan ilkeleri öğretmektedir. Dolayısıyla her iki dünyadaki mutluluğun da reçetesi olan bu ilkelerin insanlığa haber verilmesi, hiçbir akıllı insanın göz ardı edemeyeceği çok önemli ve çok büyük bir haberdir.

الملإ اعلى [MELE-İ A‘LÂ]: Yukarıda 6. âyetin tahlilinde ملاء[mele’] sözcüğünün esas anlamının, "dolu olan" [depo] demek olduğunu ve zaman içerisinde "reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri" için de mecâz anlamda kullanıldığını ifade etmiş, bu kişilere mele’ denilmesinin sebebinin, onların bilgi, deneyim ve anlayışla dolu olmalarından kaynaklandığını belirtmiştik.

Eski tefsirciler,
mele’ sözcüğünün "reisler, ileri gelenler" [konsey] şeklindeki mecaz anlamından yola çıkarak âyetteki, الملإ اعلى [el-mele'il-a‘lâ] tamlamasını, içindeki a‘lâ [yüce] sıfatından dolayı "yüce konsey" olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, bu yüce konseyin ne olduğu hakkında ortada sağlam bir kanıt bulunmadığından, bunların "göklerdeki melekler", "kerrûbiyûn/mukarrebûn" [Allah'a en yakın olan melekler] olduklarına dair mesnetsiz bir takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ama iş bununla kalmamış, Allah'ın başucundaki meleklerin [yüce konseyin] muhabbetlerini dinlemek üzere şeytânlar da göklere çıkarılmış ve orada yıldızlarla bombardımana tutulmuşlardır.

Bize göre ise, sözlük anlamı "yüce dolu, yüce depo" demek olan mele-i a‘lâ ile kasdedilen, "vahiydir, Kur’ân âyetleri"dir. Çünkü Kur’ân, herkesin ihtiyacını karşılayacağı her şey ile dopdoludur; herkesin ihtiyaç duyduğu/duyacağı bilgiler, eksiksiz olarak Kur’ân'da depo edilmiştir. Kur’ân'ın içindekiler ıvır-zıvır şeyler olmayıp, en değerli, en yüce şeylerdir.

38Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. [En’âm/38]

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En’âm/59]

12Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir "apaçık önderde/Kur’ân'da" sayıp tesbit etmişizdir. [Yâ- Sîn/12]

Ayrıca 69. âyetin önü ve arkası iyi anlaşıldığında,
الملإ اعلى [mele-i a‘lâ] ifadesi ile "Kur’ân"ın kasdedildiği hemen görülür. Zira, 70. âyette "vahyedildiği" bildirilen ve 68. âyette de kâfirlerin "yüz çevirdikleri" şey Kur’ân'dır. Şimdiye kadar tahlilini yaptığımız sûrelerde hep gördüğümüz ve aşağıdaki âyetlerde de göreceğimiz gibi, müşrikler daima Kur’ân'ı tartışma konusu yapmışlar Allah da bu konuda ehl-i zikri yani vahye dair, Tevrat ve incil hakkında bilgisi olan kimseleri bilirkişi olarak göstermiştir:

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım."

16De ki: "Allah dileseydi, ben Kur’ân'ı size okumazdım ve Allah, Kur’ân'ı size bildirmemiş olurdu. Ben de Kur’ân'dan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" [Yûnus/15-16]

73Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize dayandırarak söyleyesin diye sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı. İşte o takdirde seni halil/iz bırakan bir önder edinirlerdi.

74Ve eğer Biz, seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.

75O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. [İsrâ/73-75]

43,44Ve Biz, senden önce de, sadece kendilerine vahyettiğimiz olgun insanları açık kanıtlarla ve yazılı belgelerle elçi olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, haydiyin Tevrât ve İncîl'i bilen bilginlere sorun. Biz sana da o öğüdü/Kur’ân'ı, kendilerine indirilmiş olanı ortaya koyman için, onların da iyiden iyiye düşünmeleri için indirdik. [Nahl/43, 44]

7Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik/elçi yaptık. Haydi, siz bilmiyorsanız Öğüt/Kitap Ehli olanlara/vahiy bilgisi olanlara soruverin. [Enbiyâ/7]

الملإ اعلى [mele-i a‘lâ] ifadesinin, "Kur’ân" anlamında olduğunu gösteren diğer bir kanıt da, âyette Peygamberimize yaptırılan beyandır: Benim mele-i a‘lâ'ya dair bir bilgim yok idi. Gerçekten de kendisine ilk vahiy gelene kadar Peygamberimizin Kur’ân'a ait hiçbir bilgisi, alt yapısı, ön hazırlığı yoktu. Kur’ân o'na sürpriz olarak gelmiştir. Peygamberimizin bu konuda duyarsız ve bilgisiz olduğu Kur’ân'da açık bir ifade ile bildirilmiştir:

22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun. [Kâf/22]

86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma. [Kasas/86]

3Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/bilgisizlerdendin. [Yûsuf/3]

الملإ اعلى [mele-i a‘la] ifadesi, Sâffat/8'de de yer almış ve orada da "yüce depo" anlamında ve Kur’ân'ın bir niteliği olarak zikredilmiştir.
71,72) Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere,[#90] "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim[#91] zaman derhal ona boyun eğip teslim olanlar olarak yerle bir olun; hiçleşin" demişti.
71-85. âyetlerin oluşturduğu pasaj da bağımsız bir necm olup insan soyunun ilk yaratılış aşamalarına dair özellik arz eden noktalar Kur’ân'da ilk kez bu pasajda yer almıştır. Daha sonra A‘râf, Hicr, İsrâ, Kehf ve Bakara sûrelerinde de değinilen bu konuya, Kur’ân'ın iniş sırasına göre ilk defa bu sûrede yer verildiğinden, biz de ayrıntılı tahlilimizi burada yapacak ve konu ile sonraki karşılaşmalarımızda buraya atıfta bulunacağız.

Hemen belirtmek gerekir ki, insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavının nasıl başladığı ile ilgili olay, burada ve konunun yer aldığı diğer sûrelerde temsilî olarak anlatılmıştır. Olayın bir tiyatro sahnesi gibi canlandırılarak anlatılması, evrenin, dünyanın ve canlıların varoluş aşamaları hakkında bilgi sahibi olmayanların konuyu iyi anlamalarını sağlamaya yöneliktir.

Konunun Allah, melekler, Âdem ve İblis arasında geçen diyaloglarla anlatılması, olayın tamamen temsilî olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah'ın bir insanla bu tarz konuşması veya Kendi yarattığı bir şeyin O'na isyan etmesi, bizzat Kendisinin Kur’ân'da bildirdiğine göre mümkün değildir.

71. âyette ifade edilen "çamurdan yaratılış", "tesviye", "rûhun üfürülmesi" ve "meleklerin secdesi", bir anda olup bitmiş olaylar değildir. Kur’ân'da verilen ayrıntılara göre, bu olaylar milyarlarca yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yani, bu anlatımlardan, "Allah, melekleri ve İblis'i çağırdığı bir toplantıda, birkaç dakika içinde hemen Âdem'i yaratacağını söyledi ve yaratıverdi. Sonra meleklere secde etmelerini söyledi, onlar da derhal secde ettiler. Ama İblis secde etmedi" şeklinde, her şeyin çok kısa bir zamanda gerçekleştiği anlamında bir sonuç çıkarılmamalıdır.

Bizim bu konuyla ilgili olarak Kur’ân'dan yaptığımız tesbitler şunlardır:

İNSAN TOPRAKTAN-SUDAN [MADDEDEN] YARATILMIŞTIR:

26,27Ve andolsun ki Biz, insanı; görünen, bilinen varlıkları çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan/hâlden hâle giren bir maddeden oluşturduk. Ve cânnı; görünmez varlıkları da daha önce, en ince delikten bile geçebilen yakıcı bir esintinin ateşinden/engel tanımayan enerjiden oluşturmuştuk.

28,29Ve bir zamanlar Rabbin evrendeki güçlere, "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş/işlenebilen bir çamurdan bir beşer oluşturacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve onu bilgilendirdiğimde, siz hemen onun için teslimiyet gösterenler olarak yere kapanın" demişti. [Hicr/26-29]

Bu konu için ayrıca Sâffat/11, Müminûn/12-14, Enbiyâ/30, Furkân/54, Mürselât/20, Nûr/45, Hacc/5, Mümin/67, Kehf/37, Kıyâmet/36-38'e de bakılabilir.

İNSANIN YARATILIŞINA TOPRAK [MADDE] İLE BAŞLANMIŞTIR:

7Ki O, oluşturduğu her şeyi en güzel yapan ve insanı oluşturmaya bir çamurdan başlayandır. [Secde/7]

İNSAN BİR ANDA BUGÜNKÜ YAPISI İLE YARATILMAMIŞ, AŞAMA AŞAMA YARATILMIŞTIR:

"14Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır/aşama aşama oluşturmuştur. [Nûh/14]

İnsanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:

17Ve Allah, sizi yeryüzünden bir bitki olarak bitirdi. [Nûh/17]

Söz konusu aşamalar, Müminûn/12-14, Mümin/67, Hacc/5, Kehf/37 ve Kıyâmet/36-38'de belirtildiği gibi, toprakla başlayıp bugünkü hâlimize gelinceye kadarki aşamalardır.

Bu sistem bugün için de aynıdır. Önce toprak, su, yenilip içilenler, teneffüs edilen hava gibi cansız maddeler canlıya dönüşerek dişide yumurta, erkekte sperm hücresi hâline gelmekte, sonra da alak, zigot, embriyo, fetüs, mudğa, kemik ve et oluşumları bir şekillenme ile sürüp gitmektedir. Âyetlerden anlaşıldığına göre, ilk hayat da aynı sistemle, doğada önce basit bir canlıdan başlamış ve sonra alak, zigot, embriyomudğa mudğa gelişimine benzer bir seyirle bugünkü hâline gelmiştir. Bu gelişimler arasındaki zaman aralıkları ise belki milyonlarca yıl sürmüştür.

İNSAN ÖNCE YARATILMIŞ, SONRA DÜZENLENMİŞTİR:
Yani, insanın düzenlenmesi, ilk yaratılıştan sonra olmuştur:

1-5Oluşturup düzene koyan, ölçümlendirip sonra yol gösteren, otlağı çıkarıp sonra da onu kapkara bir sel atığı hâline getiren Rabbinin yüce adını temize çıkar. [A‘lâ/2-5]

6-8Ey insan! Üstün kerem sahibi olan, seni oluşturan, sonra da sana bir düzen içinde biçim veren, sonra da seni dengeleyen, dilediği bir sûrette seni tertip eden Rabbine karşı seni aldatan şey nedir? [İnfitar/6-8]

19Bir spermden! Allah, oluşturdu da ölçümlendirip-biçimlendirdi, [Abese/19]

İLK YARATILIŞTAN SONRAKİ YARATILIŞ [EŞİN YARATILMASI], EŞEYSİZ ÜREMEDİR: İlk yaratılış bir nefisten gerçekleşmiş, bu nefsin eşi, nefsin kendisinden (eşeysiz olarak) yaratılmıştır. Eşeyli üremeler, bu ilk yaratılış ve eşeysiz olan ilk üremeden sonra başlamıştır:

1Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten oluşturan, ondan eşini oluşturan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizin koruması altına girin. Ve kendisiyle birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'ın ve akrabalığın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir. [Nisâ/1]

Ayrıca A‘râf/189 ve Zümer/6'ya da bakılabilir.

DUYMA, GÖRME VE DUYGU [ZİHİNSEL FONKSİYONLAR] İNSANA SONRADAN KAZANDIRILMIŞTIR:

9Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz? [Secde/9]

78Ve Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diye işitme, görme duyularını ve gönüller verdi. [Nahl/78]

2O, hanginizin amelce daha iyi-güzel olduğunu sınamak için ölümü ve hayatı oluşturdu. O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.

3,4O, yedi göğü, birbiri üzerine uyumlu olarak oluşturandır. Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] oluşturmasında bir çatlaklık-uygunsuzluk görmezsin. Haydi, gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha döndür. Gözün, âciz olarak ve çok bitkin olduğu hâlde sana dönecektir. (Mülk/2-3)

11Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi oluşturduk, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da evrendeki güçlere, "Âdem'e/bilgilenmiş, vahiy almış insana boyun eğip teslim olun" dedik; İblis/düşünce yetisi hariç onlar hemen boyun eğip teslim oldular; o, boyun eğip teslim olanlardan olmadı. [A‘râf/11]

78Ve Allah, sizin için duymayı, gözleri ve kalpleri inşa edendir. Kendinize verilen nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz! [Müminûn/78]

ERKEKLİK ve DİŞİLİK MENİ İLE BELİRLENİR:

45,46Hiç kuşkusuz, Allah yaratmayı plâna koyduğu zaman iki çifti; erkeği ve dişiyi bir nutfeden/spermden oluşturan da O'dur. [Necm/45-46]

İNSANIN YAPISI BAKIMINDAN DEĞERSİZ OLDUĞU DÖNEM MİLYONLARCA-MİLYARLARCA YIL [DEHR] DEVAM ETMİŞTİR:

1İnsan üzerine, henüz kendisi anılabilecek bir şey değilken, dehrden/milyarca yıldan bir süre geçti mi? Elbette ki geçti!

2,3Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız/yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen biri olsun, ister nankör. [İnsan/1-3]

28Biz, onları Biz oluşturduk. Bedenlerini Biz sağlam yaptık. Dilediğimizde de benzerleriyle değiştirdikçe değiştiririz. [İnsan/28]

ALLAH İNSANI BİLGİLENDİRMİŞ; ONA RÛHUNDAN ÜFÜRMÜŞ; VAHİY GÖNDERMİŞ; BİRAZ BİLGİ KOKLATMIŞTIR: Âyette geçen,
rûhun üfürülmesi/üflenmesi ifadesi, "Allah'ın insanı bilgilendirmesi, ona vahiy göndermesi, az bir bilgi vermesi" [bilgi koklatması] anlamına gelmektedir. Konunun önemine binâen ruh üfürülmesi/üflenmesi ile ilgili olarak Kadr sûresi'nde yapmış olduğumuz tahlili burada da aynen aktarıyoruz:

RÛHUN ÜFÜRÜLMESİ:

71,72Hani Rabbin bir zaman evrendeki güçlere, "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer oluşturucuyum. Onu düzgünleştirip bilgili hâle getirdiğim zaman derhal ona boyun eğip teslim olun" demişti. [Sâd/71, 72]

28,29Ve bir zamanlar Rabbin evrendeki güçlere, "Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş/işlenebilen bir çamurdan bir beşer oluşturacağım. Ben, ona biçim verdiğimde ve onu bilgilendirdiğimde, siz hemen onun için teslimiyet gösterenler olarak yere kapanın" demişti. [Hicr/28, 29]

9Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve onu bilgilendirdi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını ne de az ödüyorsunuz? [Secde/9]

Allah'ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, "üfürmek" ifadesinin mecâz olduğu hemen anlaşılmaktadır.
Üfürmek ise, mecâzen bir başkasına verilen şeyin en az miktarını ifade eder. Türkçe'de bu eylem "koklatmak" olarak yer almıştır. Bu durumda rûhun üfürülmesi, "çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması" anlamına gelmektedir. Nitekim İsrâ/85'de de, De ki: ""Vahy, Rabbimin işindendir. Size ise az bilgiden başka bir şey verilmemiştir." denilerek, bu husus açıkça belirtilmiştir.

Ruhun Âdem'e üfürülmesinden ne kasdedildiği de yine Kur’ân'da açıklanmıştır:

* Ve bir zaman Rabbin, doğadaki güçlere, "Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halîfe getiren/daha önce yok iken, üreyip türeyerek varlıklarını sürdüren yaratıklar kılan Zatım" demişti. Doğadaki güçler, "Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi yapacaksın? Oysa biz, Senin övgünle birlikte tüm noksanlıklardan arındırıyoruz ve Senin tertemiz; her türlü kötülük ve eksiklikten uzak olduğunu haykırıyoruz" demişlerdi. Senin Rabbin, "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri çok iyi bilirim" demişti. Ve senin Rabbin, Âdem'e o isimlerin tümünü öğretti. Sonra hepsini doğadaki güçlere sundu ve "Hadi, haber verin Bana şunların isimlerini, eğer doğru kimseler iseniz" dedi. Doğadaki güçler, dediler ki: "Sen her türlü noksanlıktan arınıksın! Senin, bize öğretmiş olduğunun dışında bizim için bilgi diye bir şey yoktur. Şüphesiz Sen, en iyi bilenin, en iyi yasa koyanın ta kendisisin." Senin Rabbin dedi ki: "Ey Âdem! Haber ver onlara, onların adlarını." Sonra da Âdem onlara, onların adlarını haber verince, senin Rabbin, "Dememiş miydim Ben size! Şüphesiz Ben, göklerin ve yerin görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini, geçmişi, geleceği bilirim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı ve sakladıklarınızı bilirim" dedi. Ve hani Biz, doğadaki güçlere, "Âdem'e boyun eğip teslimiyet gösterin" demiştik de İblis/düşünce yetisi dışında doğadaki güçler hemen boyun eğip teslimiyet göstermişti. İblis yan çizdi, büyüklendi. Ve o, her şeyi bilerek reddedenlerden idi. [Bakara/30-34]

Dikkat edilecek olursa Sâd/72 ve Hicr/29'a göre meleklerin secde etmesi, Âdem'in belirli aşamalardan geçirilerek [amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak] nihaî şekle getirilip, kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara/30-34'de ise meleklerin secde etmesinden önce Âdem'in geçirdiği değişim ya da aşama, "Âdem'in bilgilendirilmesi ve bilgisinin meleklerin bilgisi ile karşılaştırılması" olarak açıklanmıştır. Yani, Sâd ve Hicr sûrelerinde kullanılan
ruh üfürme tabiri, Bakara sûresi'nde yerini bilgi ile bilgilendirme'ye bırakmış, böylece ruh üfürme tabirinin, "bilgi ile bilgilendirmek" anlamına geldiği açıklanmıştır.

Ruh üfürülmesi tabirinin, Âdem'e verilen bilginin "koklatma" anlamına geldiğinin kanıtı ise, İsrâ/85 âyetidir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, Âdem'e verilen bilginin azlığı, sadece Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetledir. Şöyle ki:

109De ki: "Rabbimin sözleri için, deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile." [Kehf/109]

27Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi olsa, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Lokmân/27),]

Durum böyle olunca, Rabbimizin ilkinden en sonuncusuna kadar tüm peygamberlerine gönderdiği vahiyler [kitaplar ile bildirdiklerinin toplamı], koklatmadan [üfürmeden] başka bir şey değildir.
73,74) Bunun üzerine İblis/düşünce yetisi[#92] hariç evrendeki güçlerin tümü hep birlikte boyun eğip teslimiyet gösterdiler, İblis büyüklük tasladı ve o, görmezden gelenlerden idi.
Pasajın bu bölümünde İblis ve insan ilişkisi açıklanmaktadır. Bu ilişkiyi anlamak, insanın zihnindeki sorulara cevap bulması ve bu konuyla ilgili sorunlarını çözmesi bakımından çok önemlidir. Bu ilişki anlaşılmadığında cevapsız kalan sorular, konuyu anlamadan geçiştiren kişilerin hayat boyu aynı durumda kalmalarına yol açmaktadır. Bu sebepledir ki, İnsan-İblis ilişkisinin doğru anlaşılması çok önemlidir. İlişkinin doğru anlaşılması için de öncelikle bu ilişkiyi açıklayan sözcüklerin ve kavramların doğru anlamlarının bilinmesi gerekir.

Ruh ve rûhun üfürülmesi/üflenmesi konusu Kadr sûresi'nde; melek kavramı Necm ve Kadr sûrelerinde; İblis konusu da Tekvîr sûresi'nde tahlil edildiği için, konunun esasını teşkil eden İblis, melek ve ruh hakkındaki bilgilerin oralardan yeniden okunması yararlı olacaktır.

SECDE: السّجدة[secde] denince ilk olarak, namazın erkânından olan ve ibâdet kastı ile alnın yere konulması şeklinde yapılan eylem akla gelmektedir. Dolayısıyla da secde etmek eyleminden, "ibâdet etmek" anlamı çıkarılmaktadır. Halbuki secde sözcüğünün esas anlamı, "boyun eğmek, itaat etmek" demektir. İbâdet ve saygı için alnın yere konması ise, itaat ve boyun eğmenin sadece bir simgesidir.

ÂDEM'E SECDE EDEN MELEKLER: Necm sûresi'nin tahlilinde melek sözcüğünün sözlük anlamı olarak "kuvvet, yönetim gücü, elçi, haber verici" anlamlarına geldiğini; terim olarak da Allah'ın bütün emirlerine uyan, O'na hiç isyan etmeyen varlıkları ifade ettiğini belirtmiş, ayrıca Kur’ân'daki melek sözcüğünün değişik şeyler için kullanıldığını; insanın yararına çalışmakla görevlendirilmiş değişik zihinsel fonksiyonlara, iradesiz canlılara ve doğal güçlere de "melek" dendiğini örnekleriyle aktarmıştık. Bu konuda verdiğimiz bilgiler ışığında, Âdem'e secde eden meleklerin, halk kültürüne yerleşmiş şekli ile sürekli namaz ve niyazda olan melekler olmadığı; insandaki akıl, zekâ, ar, hayâ, hâfıza, dikkat gibi zihinsel fonksiyonlar ile yağmur, bulut, rüzgâr, soğuk, sıcak, ağaç, nebat gibi insan dışında doğada mevcut diğer canlılar ve güçler olduğu hemen anlaşılmaktadır. Çünkü bu sayılanların hepsi Âdem'e [insana] boyun eğmişlerdir [secde etmişlerdir], hâlen de eğmektedirler ve kıyâmete kadar da eğmeye devam edeceklerdir. Şöyle ki:

İnsana ruh/bilgi üfürüldüğü zaman, insan bu bilgiyle doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları kontrol edebilir bir güce sahip duruma gelmiş ve bilgilendiği zamandan itibaren bilgisi oranında doğaya hükmetmeye başlamıştır. Hayvanları evcilleştirmiş, onların etinden, sütünden, yumurtasından, gücünden yararlanmış hatta en vahşîlerini bile kafeslerde, hayvanat bahçelerinde seyir amacıyla emri altına almıştır. Rüzgâra değirmen taşlarını döndürtmüş, gemilerini yüzdürmek için yelkenleri şişirtmiştir. Akıp giden ırmakların suyunu barajlarla kontrol altına almış, içmede ve sulamada kullandığı bu sudan elektrik üretmiştir. Doğadaki madenlerden her alanda sayısız yararlar sağlamış, ormandaki ağaçlar ise insanın arzusu doğrultusunda yakacak, mobilya, kâğıt olmuştur. Havadaki oksijen sayesinde yaktığı ateş ile kendisini ısıtmış, yemeğini pişirmiş ve daha pek çok alanda kendine yarar sağlamıştır. İnsanın doğadaki birçok şeyi kontrol edişine dair verilebilecek örnekler saymakla bitmez. İnsanın doğaya hâkim oluşu ile ilgili bütün bu örnekler, doğa varlıklarının ve güçlerinin [meleklerin], Âdem'e [insana] boyun eğip itaat ettiğini [secde ettiğini] gösteren birer delil niteliğindedir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, o da Âdem'in "bilgilendirilmiş insan" olduğudur.

Sonuç olarak, melekler/yönetim güçleri sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülmüş [Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş], yani Adam/Âdem olmuş insana secde etmektedirler [boyun eğmektedirler]. Bu durum, Câsiye/12,13’te şöyle özetlenmiştir:

"
12Allah, işi olarak içinde gemilerin seyretmesi, sizin de O'nun armağanlarından rızık aramanız ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için denizi emrinize veren/yararlanacağınız yapı ve özelliklerde yaratan Zat'tır.13Ve O, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şeyi Kendinden sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için alâmetler/göstergeler vardır." [65/45, Câsiye/12-13]
75) Allah, "Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle oluşturduğuma boyun eğip teslim olmana ne engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?" dedi.
İKİ EL İLE YARATMA: 75. âyetteki iki elimle ifadesi, kesinlikle Allah'ın elleri olduğu anlamına gelmez. Ne var ki, birçok düşünür burada ve başka âyetlerde geçen "iki elim", "gözlerimiz" veya "yüz" ifadelerinden, Allah'ın el, yüz ve göz gibi organları olduğuna inanmıştır.

Bu ifade, insanın önemli, faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir kral bile sıradan işlerini hizmetkârlarına yaptırırken, önemli işlerini bizzat kendisi yapar. Kralın böyle yapması, onun o işe ne kadar önem verdiğini gösterir. Âyetteki
iki elimle ifadesi de Yüce Allah'ın insanın yaratılışını emrinde olanlara bırakmadığını ve bizzat Kendisinin yaptığını bildirerek insanın önemli ve değerli bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Bu önemlilik ve değerlilik vurgusu insanın sadece zihinsel fonksiyonlarına yönelik olabileceği gibi, hem zihinsel fonksiyonlarına hem beden yapısına yönelik de olabilir.

İki el ile yaratma ifadesinin, "özel bir itina ile yaratmak" manasından kinâye olduğunu düşünmek de mümkündür. Çünkü insan, bütün normal sebeplerin üstünde en yüksek seçimle, yani Allah'ın seçimi ile yaratılmıştır.

Bazıları da bu ifadeyi "kudret" manasıyla te’vîl etmişler ve iki el ifadesindeki tesniyenin [ikilemenin], sadece tekit [pekiştirme] için olduğunu, çünkü Âdem'in yaratılışında Allah'ın kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu söylemişlerdir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

İBLİS'İN KÂFİRLERDEN OLUŞU: İblis, ilk yaratılışından beri kâfirlerdendir, yoksa Âdem'e [insana] secde etmediği için kâfir olmamıştır. Arap dilinin özelliklerini bilmeyenler, kulaktan dolma bilgilerle İblis'in Âdem'e secde etmediği için kâfir olduğunu sanmaktadırlar. Oysa âyetin orijinali konunun bu şekilde anlaşılmasına engeldir. Az seviyede bile olsa Arap diline vakıf olanlar hemen fark ederler ki, âyette ف[fe] değil, و [vav] bağlacı kullanılmış ve, وكان من الكافرين [ve kâne mine'l-kâfirîn=ve o kâfirlerden idi/o, kâfirlerdendir] denilmiştir. Şâyet ف [fe] bağlacıyla من الكافرين فكان [fe kâne mine'l-kâfirîn=... de kafirlerden oldu] denilmiş olsaydı, ancak o zaman İblis'in kâfirleşmesi, secde etmemesine bağlanabilirdi. Nitekim Rabbimiz Kur’ân'da Kendisini nitelerken yüzlerce yerde, وكان اللّه عليما حكيما [ve kânellâhü alîmen hakîmâ], وكان اللّه غفورا رحيما [ve kânellâhü gafûran rahîmen] tarzında ifadeler kullanmıştır. Bu ifadelerin hiçbiri, "Allah şimdi alîm, hakîm oldu" veya "Allah şimdi gafûr ve rahîm oldu" şeklinde anlaşılmaz, "Allah alîmdir, hakîmdir", "Allah gafûrdur, rahîmdir" şeklinde anlaşılır.

İBLİS'İN DAYATMA GEREKÇESİ: Rabbimiz, İblis'in neden büyüklendiğini bilmiyormuş ve bu davranışının sebebini İblis'ten öğrenmek istiyormuş gibi,
Büyüklük taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun? diye sorular yöneltmiştir. Rabbimizin zaten bildiği bir konuda böyle sualler sorması, bize göre, temsilî diyalog yöntemi ile işin gerçeğini anlatmak içindir. Bu nedenle bu ifadelere çok dikkat edilmelidir. Rabbimizin buradaki sorusu, İblis'e, büyüklenmesinin yeni bir davranış mı yoksa eskiden beri mi olduğunu söyletmeye yöneliktir. Nitekim diyalog sürmüş ve İblis de Rabbimizin bu sorusunu yanıtlamıştır:

76) İblis dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım. Beni enerjiden oluşturdun, onu ise maddeden[#93] oluşturdun."
Görüldüğü gibi, İblis cevap olarak büyüklenmesinin yeni bir şey olmadığını, insanın çamurdan [maddeden], kendisinin ise ateşten [enerjiden] yaratıldığını, dolayısıyla yaradılıştan gelme üstünlüğü sebebiyle böyle davrandığını söylemiştir. Dikkat edilirse, İblis'in bu tezi [enerjinin maddeden daha hayırlı ve daha iyi olduğu iddiası] Rabbimiz tarafından reddedilmemiştir. Bu da demektir ki, İblis doğruyu söylemiştir. Bir başka ifade ile, burada enerjinin maddeden üstün olduğu bize bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmaktadır.

Bu konuya daha sonra A‘râf ve Hicr sûrelerinde tekrar değinilecektir.
77,78) Allah, "Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle kovulmuşsun, /katilin, asılsız söz ve düşünce üretenin, karanlığa taş atanın tekisin, elbette hayırdan uzak tutmam da karşılık gününe kadar senin üzerindedir" dedi.
RACÎM: رجيم [racîm] sözcüğünün mastarı رجم [recm] olup, bu sözcüğün ilk anlamı, قتل [öldürmek] demektir. Öldürmeye recm denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi taşlamak sûretiyle öldürmelerindendir. Sonradan her öldürme işine recm denilir olmuştur. [Lisanü’l Arab, "rcm" mad.] Kur’ân'da ve dolayısıyla dinde yeri olmamasına rağmen, zina suçlularına verilen cezanın adı da buradan gelmektedir.

Recm sözcüğü ve türevleri Kur’ân'da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde "öldürmek" anlamında kullanılmamıştır. "Öldürmek" anlamı dışında ise recm sözcüğü, "taş atmak", "lânet etmek", "sövmek, yermek", "hicran", "tart etmek, kovmak", "zann ve zanna dayalı söz söylemek" anlamlarında da kullanılır olmuştur. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 90.]

Şeytân için bu anlamların hepsi de uygun görülmüş ve ism-i mef‘ul anlamıyla şeytâna; "taşlanmış şeytân", "lânetlenmiş şeytân", "kovulmuş şeytân", "sövülmüş şeytân"... gibi isimler verilmiştir.

Bize göre buradaki
racîm sözcüğü, 77. âyetin başındaki, Hemen çık oradan ifadesinin delâletiyle, "kovulmuş" anlamındadır ve konumuz itibariyle şeytânı tanımlayan en uygun ifade de, "kovulmuş şeytân"dır.

ŞEYTAN NEREDEN KOVULMUŞTUR: Bu konu Kur’ân'da Hicr/16-18 ve Sâffat/6-10'da yer almaktadır. Bu âyetler, eski müfessirlere göre müteşâbih olduğu için iyi anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl ve din dışı açıklamalar ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki, günümüzdeki meal ve tefsir çalışmalarının hepsi de konuyu aşağı yukarı aynı anlamda ve eski tefsircilerin anlayışları doğrultusunda açıklamışlardır. Ortaya çıkan bu yanlış inanç ve anlayışları kısaca özetleyerek okuyucuyu bu görüşler hakkında bilgilendirmenin yararlı olacağı kanısındayız:

Bu anlayış ve inanışlara göre, Kur’ân inmeye başlamadan önce şeytânlar diledikleri gibi göklerde dolaşırlar, meleklerin arasına sızarak onların Allah'tan öğrendikleri gayba [geleceğe] ait bilgileri kaparlar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere anlatırlar, kâhinler de bu bilgileri halka anlatırlarmış. Böylece peygamberler ile şeytânlar arasında bir sürtüşmedir devam edip gidermiş. Bazılarına göre o zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre de yıldızlar varmış ama kovalamaca yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytânlar gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. İşte, meleklerin arasına sızmaya çalışan bu şeytânlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu hâlinde üzerilerine gelen yıldızı gören şeytânlar gerisin geri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Burada net olmayan şöyle bir nokta varmış: Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmışlar yoksa eskiden beri varlarmış da şeytânlara karşı silâh olarak yeni mi kullanılmaya başlanmışlar?

İbn-i Abbâs'a göre, şeytânlar önceleri göğe çıkmaktan men edilmemişti. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Kâhinler de bu aldıkları kelimelere dokuz daha katarak bunları yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin dokuzu bâtıl birisi hakk idi. Îsâ peygamber doğunca, onlar üç kat gökten men edildiler. Peygamberimiz doğunca da bütün göklerden men edildiler. Dolayısıyla bu şeytânlar, kulak hırsızlığı yapmak istedikleri her seferinde ateş parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar. [İmâm Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubi, Ahkâmu'l-Kur’ân.]

Özetlediğimiz bu inançlar ve özellikle İbn-i Abbâs'a isnad edilen açıklamalar doğrultusunda âyetlerin Türkçe'ye nasıl hatalı bir şekilde çevrildiğinin tipik örneği, çağımızın muteber ilim adamlarından Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın mealidir:

Şanım hakkı için, Biz semâda burclar yaptık ve onu ehl-i nazar için tezyin eyledik [süsledik], hem onu her şeytân-ı racîmden hıfzettik [koruduk]; ancak kulak hırsızlığı eden olur, onu da parlak bir şihâb takip etmektedir. (Hicr/16-18)

Bakınız Biz o dünya semâyı [yakın göğü] bir zinetle donattık: kevâkib [yıldızlar]. Hem, mütemerrid [itaate yanaşmaz] her şeytândan koruduk; onlar mele-i a‘lâ'yı dinleyemezler, tard için her taraftan sıkıya tutulurlar; –ve onlara ayrılmaz bir azab vardır– ancak bir çalıp çarpan, onun da peşine bir şihâb-ı sâkıb takılır. (Sâffat/6-10)

Biz bu âyetlerin aşağıdaki şekilde çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz:

16Andolsun, Biz, gökte birtakım burçlar oluşturduk ve bakanlar için onu süsledik.

17,18Ve uzayı, az da olsa vahye kulak veren, kendilerini alev sütunu takip edenler/roketlerle uzaya gidenler hariç tüm düşünce yetilerinden koruduk. [Hicr/16-18]

18. âyetin, 17. âyetin devamı olması münasebetiyle iki âyeti tek bir cümle hâlinde ifade edersek cümle şöyle şekillenir:
Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytân-ı Racîm'lerden koruduk.

Yani semâ, "azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin dışındaki tüm Şeytân-ı Racîmlere" kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara ise açıktır, onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.

6Gerçekten Biz en alt semayı yıldızların ziynetiyle süsledik. 7-10Kur’ân'dan, az da olsa yararlanan ve –roketle uzaya çıkanlar hariç– sürekli gayret içinde olan, herkesçe dışlanan ve Kur’ân'a kulak vermeyen tüm düşünce yetilerinden koruduk; bunlar uzayda işe yaramaz, faaliyet gösteremez. [Sâffat/6-10]

Sâffat/7-10 âyetleri tek bir cümle olduğu için bunları toplu halde ifade etmek mümkündür:
Biz semâyı, mele-i a‘lâ'dan bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıb takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a‘lâ'ya hiç kulak vermeyen şeytân-ımarid'in tümünden koruduk.

Âyetin özetini alırsak, gökyüzü, "şeytân-ı mârid"e kapalı olup, mele-i a‘lâ'dan azıcık bilgi kırıntısı sağlayan ve kendilerini delici alevin takip ettiklerine açıktır.

Âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, âyetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımlarının yapılması gerekir:

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERMEK [KULAK HIRSIZLIĞI]: Hicr/18'deki istereka fiili, genellikle "kulak hırsızlığı yapan" diye çevrilmiş olup, Kur’ân'da sadece bu âyette geçer. Fiilin üç harfli hâli olan seraka'nın anlamı; "çaldı, hırsızlık etti" demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptaki anlamı ise, "kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi" demektir. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 565.] Yani, istirak, "hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek" demektir.

Bu fiil konumuz olan âyette, men istereka's-sem’a [sem’a kulak kabartan] cümlesi içinde yer almıştır. Burada sem’ sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, isteraka fiili, "dinleme yoluyla az bir bilgi edinen" (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) veya "(göz ucuyla) az bir şey öğrenen" demektir.

Cümlede geçen sem’a sözcüğü, "vahy"i/Kur’ân"ı işaret etmekte ve aşağıdaki âyetler de bu yargıya delâlet etmektedir:

10Ve onlar derler ki: "Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık." [Mülk/10]

44Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar. [Furkân/44]

Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu âyetler de tetkik edilebilr: A‘râf/100, Yûnus/67, Nahl/65-69, Rûm/21-24, Secde; 26, Enfâl/21-22, Kehf/101, Kâf/37.

BURÛC: Âyette geçen بروج[burûc] sözcüğü, burc sözcüğünün çoğuludur. Burc, "yüksek köşk" demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de burc adı verilmiştir. [Lisanü’l Arab, "brc" mad.] Âyette çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı tefsirciler on iki burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova... burcları olarak adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji tam gelişmeden burcların sayısını kesin ifade etmek doğru olmaz kanaatindeyiz.

İSTİSNÂ: Konumuz olan pasajlardaki [Hicr/18 ve Sâffat/10] âyetler,
illâ istisnâ edatıyla başlamaktadır. Böyle olunca istisnâ edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan dışlanmaktadır. Âyetleri birlikte değerlendirirsek âyetlerin anlamı, "semâyı ... şeytândan koruduk ama, vahye kulak veren [mele-i a‘lâ'dan bir parça alan] ve kendisini şihâbın takip ettiği kişilerden korumadık" demek olur.

Maalesef günümüzdeki meal ve tefsirler bu anlamı tesbit etmede başarılı olamamışlardır. Âyetlerdeki الاّ[illâ] edatı yokmuş gibi davranılmış ve "men" ism-i mevsulü, şart edatı gibi değerlendirilerek söz konusu cümleye "Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu onu yakalayıverir" şeklinde "şart cümlesi" anlamı verilmiştir. Bunun nedeni, bize göre, "istisnâ cümlesi"nin anlamının hafsalaya sığdırılamamış olmasıdır. Çünkü o dönemlerde bir insanın, kendisine parlak, delici bir alev makinesi yaparak onunla gökyüzüne çıkabileceği düşünülememiş, dolayısıyla Kur’ân'daki bu ifadenin buna işaret ettiği anlaşılamamıştır.

Sonuç olarak: Bize göre şeytânın kovulduğu yer "uzay"dır, "semâ"dır. Çünkü şeytânın temsil ettiği "ham fikir", uzay hakkında bir şey üretemez. Ama insan Kur’ân'dan bir şeyler kaparak "ham fikr"i "tefekkür" boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu [roket] yapabilir ve semâya gidebilir. Artık ona gökyüzü açıktır.

LÂNET [LA‘NET]: اللعنة [
la‘net] sözcüğü, "kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak" anlamındaki la‘n sözcüğünden türemiş isimdir. Eski Araplar bu sözcüğü, "ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması" anlamına kullanırlardı. لعين [la‘în] ve ملعون [mel‘ûn] sözcükleri de buradan gelmiştir. La‘net Allah tarafından olursa, "dünyada iyilikten, âhirette de lütuf ve merhametten mahrum bırakma"; insanlar tarafından olursa, "küfür, dışlama, sövme, hakaret ve beddua" anlamında kullanılır. [Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 91-92.]

ALLAH TARAFINDAN İYİLİKTEN UZAKLAŞTIRILDIĞI İÇİN İBLİS'E "LA‘ÎN" ve "MEL‘ÛN" DENİR: Âyetlerden anlaşıldığına göre İblis'in lânetlenmesinin sebebi Âdem'e secde etmemesi değildir. Tam aksine İblis, racîm [kovulmuş] ve mel‘ûn [sürekli iyilikten uzaklaştırıcı] olarak yaratıldığı, programlandığı için Âdem'e secde etmemiştir.

Dikkat edilecek olursa, yaptıkları hatalar için kullarına tevbe imkânı vermiş olan Rabbimiz İblis'e tevbe hakkı vermemiş, yaratılış özelliğini ve amacını değiştirtmemiştir. Zaten İblis de Âdem'e secde etmediği için tevbeye yönelmemiştir.

İblis'e, "Karşılık [Din] Günü"ne kadar süre verilmesi, onun bu fonksiyonlarını, Allah'tan aldığı güç ve izinle hiç değiştirmeden sürdüreceği anlamına gelmektedir. Bu da demektir ki, İblis, Rabbini tanımaktadır ve O'nun kendisine verdiği görevi yerine getirmektedir. Yani İblis, Allah'ın onu o şekilde yaratması sebebiyle kâfirdir. Bundan dolayı da, o şekilde yaratılmayıp kendi iradesiyle kâfir olanlarla karıştırılmamalı, kesin olarak onlardan ayrı tutulmalıdır.

16,17İblis, "Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın" dedi. [A‘raf/16-17]

Eğer bu hususa dikkat edilmezse, konunun yanlış anlaşılması ve İblis'in Allah ile rekabet ve inatlaşma durumunda olduğunun zannedilmesi ihtimali ortaya çıkabilir. Hatta İblis'in, İnsanların çoğunu şükreder bulmayacaksın ifadesinden yola çıkarak ve Kur’ân'ın insanların birçoğunun iman etmeyeceğini, şükretmeyeceğini bildiren âyetlerine dayanarak, ayarttıklarının sâlihlerden çok olması sebebiyle İblis'in, bu konuda Allah'a karşı üstün olduğunu bile düşünenler çıkabilir. (Haşa!)

İblis, Rabbimizin programlaması gereği zihinlerde, çevreden aldığı her etkiye karşı tepkiler ve ham dürtüler oluşturacaktır. Ancak, İblis'in insan üzerinde herhangi bir otoritesi veya zora dayalı bir egemenliği söz konusu olmayıp onun saldırılarına boyun eğmek veya direnmek insanın kendi elindedir. Bu durumda insana düşen İblis'e lânet etmek değil, onun dürtülerine karşı sürekli akıllı davranmaktır. Çünkü İblis'e yapılacak beddualar, edilecek lânetler hiçbir netice vermeyecek, Rabbimizin bildirdiğine göre İblis, "Karşılık [Din] Günü"ne kadar çizgisini hiç değiştirmeden işlevini sürdürecektir.
79) İblis, "Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana süre ver" dedi.
80,81) Allah, "Haydi, sen belirli bir vakte kadar süre verilenlerdensin" dedi.
NAZAR: Lisânü'l-Arab'a göre نظر [nazar] sözcüğü, "karşı karşıya gelmek" demektir. Nazar etmek için, gözle bakıp görmeye gerek yoktur, gözleri görmeyenler de nazar ederler. Buradan hareketle, bir işin yapılması için, bu işi yapacak kimsenin veya makamın karşısına çıkmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye de nazar denilir olmuştur. [Lisanü’l Arab, "nzr" mad.]

Bu durumda, "bir kimsenin karşısında beklemek, kapısının önünde durmak", nazar etmek anlamına geldiği gibi, "Allah'ın huzurunda ümitvar olarak, nimetler umarak beklemek" de, Allah'a nazar etmek anlamındadır.

SÜRELİ LÂNET: Arapça'da الى [ilâ] edatı [harf-i cerri], intiha-i gâyeyi [mesafenin sonunu] gösterir. Âyetteki, ilâ yevmi'd-dîn ifadesi de, "din gününe kadar" demektir ve bu ilâhî lânetin, "Kıyâmet Günü"nde son bulacağı anlamına gelir. Yani lânet, dünya hayatında devam edecek ve İblis iğva işini kıyâmete kadar devamlı sürdürecektir. İblis âhirette de hazır bulundurulacak olmasına rağmen orada iğva vermeyecektir. Onun âhiretteki işi, sorgu ânında birlikte olduğu kişi aleyhine tanıklık etmek olacaktır (bkz. Kâf/21, 23 ve 27 âyetleri). Âhirette Allah'ın hitaplarını hiç itiraz etmeden aynen kabul edecek olan İblis, sorgulama sonunda maddeden oluşmuş sahibi ile beraber cehenneme girecektir. İblis'in cehennemdeki durum ve konumu hakkında ise Kur’ân'da herhangi bir bilgi verilmemiştir. Dikkat çekicidir ki, Kur’ân'daki cehennem sahnelerinde hep insan vardır.



RABB: Daha önce birçok kez açıkladığımız gibi, rabb sözcüğü, "terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü [gelişmeyi] programlayıp yöneten" demektir. İblis'in "Rabbim!" demesi de, bulunduğu konumun bizzat Allah tarafından programlandığını göstermektedir. İblis, "tepki"ye programlanmıştır. Başka bir ifade ile "tepki" İblis'in kaderidir, bu konuda özgürlüğü yoktur. Bu durumu iyi bilen İblis, kendisini böyle programlayan Allah'a saygılı davranarak "Rabbim" diye hitap etmektedir. Yoksa İblis'in kendi iradesiyle Allah'tan herhangi bir talepte bulunması söz konusu değildir.
82,83) İblis, "Öyle ise en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan; mutlak galip oluşuna yemin ederim ki ben onların hepsini; -içlerinden arıtılmış kulların hariç- kesinlikle azdıracağım" dedi.
84,85) Allah dedi ki: "Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum: 'Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.'"
Yüce Allah 84. âyette, daha önce İblis'in, ihlâslı kulların istisnâ edileceğini bildiren ifadesini doğrulamaktadır.

85. âyetteki منك [minke=senden] sözcüğü, "senin cinsinden" anlamına gelir. Buna göre, İblis'in cinsinden olanlar ile, İblis nitelikli insanlar ve onların sana uyanlarından ifadesiyle de, insan soyundan İblis'e uyanlar kasdedilmektedir. Âyetteki hepinizden vurgusu ise, İblis nitelikli insanların ve bunlara uyanların hiç birisinin yakalarının bırakılmayacağını, cehennemin istisnâsız olarak bunların hepsiyle doldurulacağını belirtmektedir. (Hatırlanacak olursa, İblis'in de, sevk ettiği kişi ile birlikte cehenneme sürüleceği, Kaf sûresi'ndeki âyetlerde bildirilmişti.)

Rabbimizin karşılıklı diyalog yöntemi ile bu pasajda verdiği mesaj, başka sûrelerde (Hicr/28-44, A’raf/11-18) de yer almıştır.
86,87,88) De ki: "Ben Kur'ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim. Kur'ân, bütün âlemler için bir öğüttür ancak. Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz."
86De ki: "Ben Kur’ân'a karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben yükümlülük getirenlerden/kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan da değilim.

Sûrenin bu âyetinde hitap Peygamberimize yöneltilmiş ve çok önemli bir ilke bildirilmiştir: Tebliğden ücret alınmaz, tebliğci ücret alamaz.

Bu ilke, ortaya atılan davanın ciddiyetini ve dava sahibinin samimiyetini gösterir. Hakk davetçisi, bu ilkeye göre davetine karşılık bir ücret isteyemez. Bazı yalancı davetçiler ise ücret istemekten, mal talep etmekten, makam-mevki beklemekten asla vazgeçmezler.

Yüce Allah, bu âyetin halka deklare edilmesini buyurmakla sanki Peygamberimize, "Bu işte hiçbir şahsî çıkarım yoktur; size çıkarlarım için tebliğde bulunmuyorum. Ben liderlik hırsı için sahte iddialar peşine düşen bir kimse değilim" dedirtmek istemiştir.

KÜLFETSİZLİK NEDİR: كلفة [külfet], "genellikle kişinin bilmediği, anlamadığı konularda kendisini zorlaması" demek olup; تكلّف[tekellüf] de, "kendi isteğiyle külfete girmek, zorluğa katlanmak, gösterişe kapılmak, özenmek, yapmacık hâl ve hareketlerde bulunmak, zoraki hareket" anlamlarına gelir. Âyette geçen متكلّف[mütekellif] ise, "sorumlu olmadığı hâlde bir görevi üstüne yapmacık olarak vazife bilen" demektir. [Lisanü’l Arab, "klf" mad.]

86. âyetin ilk cümlesinde "ücret istememe" ilkesini bildiren Rabbimiz, âyetin ikinci cümlesinde de "mütekellif olmama" ilkesini bildirmiş ve bu ilke ile Peygamberimize, "Ben kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan değilim" açıklamasını yaptırmıştır.

Gerçekten de Peygamberimizin din adına tebliğ ettiği her şey Allah tarafından gönderilmiştir. Bunların tümü insanlığın yararına olup aralarında topluma iş olsun diye buyurulan hiçbir şey yoktur. Ayrıca Peygamberimiz, kendisinde olmayan bir şeye özenerek zoraki ve yapmacık hareketlerle olduğundan farklı görünmek isteyen birisi de değildir.

87Kur’ân, bütün âlemler için bir öğüttür ancak.

Yani, o Kur’ân, bütün âlemler [milletler, insanlar] için bir zikir, ilâhî bir hatırlatma ve öğütten başka bir şey değildir.

Kur’ân'ın mesajı evrenseldir. Anlamı ve içeriği ile bütün insanlığa hitap etmekte ve herkese doğru yolu göstermektedir. Bu sebeple, Kur’ân tüm dünya dillerine çevrilmeli ve Rabbimizin mesajı tüm dünya insanlarına kendi dilleriyle iletilmelidir. İnsanların anlamadıkları bir dil ile Kur’ân'ı sadece telâffuz etmek veya ezberlemekle yetinmesi, bu kitabın insanları aydınlatma, doğru yola iletme amacına ters düşer. Böyle bir davranış, bize göre kendini aldatmaktır, oyalanmaktır, Kur’ân'ın gönderiliş amacını hiç anlamamış olmaktır.

88Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz."

Yani, siz cehâlet, inat ve küfürde ısrar edip anlattığımız bu çok net şeyleri kabule yanaşmazsanız, bir müddet sonra bu seçiminizde isabetli mi, yoksa hatalı mı olduğunuzu anlayacaksınız. Sizlerden ömrü vefa edenler, birkaç sene sonra, verdiğim haberlerin gerçekleştiğini bizzat göreceklerdir. Dünya ve âhiretle ilgili olarak verdiğim vaat ve tehdit haberlerini bir zaman sonra muhakkak bileceksiniz.

Bu âyet bize Sâd/11 ile Kamer/44-45'deki ifadeleri hatırlatmaktadır. Söz konusu âyetlerde inkârcıların çeşitli guruplardan oluşmuş bir ordu olduğu, yakında hezimete uğrayarak kaçacakları bildirilmişti. Bu âyetler konumuz olan Sâd/88 ile birlikte değerlendirildiğinde, verilen haberlerin mutlaka gerçekleşeceği ve bir süre sonra hem Peygamberimiz hem de Müslüman kitleyle ilgili önemli gelişmelerin olacağı anlaşılmaktadır. Bir bakıma, İslâm'ın zaferinin yakın olduğu müjdelenmektedir.

Sûre burada sona ermekle beraber konu, A‘râf sûresi'nde de devam etmektedir.