Kasas

1) Tâ/9, Sîn/60, Mîm/40.[#179]
Surenin bu ilk ayeti Şuara suresinin ilk ayeti ile aynı olduğundan, açıklama için Şuara suresinin "huruf-u mukattaa" ile ilgili kısmına bakılmasını öneriyoruz.
2) Bunlar, apaçık/açıklayıcı kitabın âyetleridir.
Birinci ayet gibi, bu ayet de Şuara suresinin ikinci ayetiyle aynıdır. Bazı bilginler, bu ayette geçen "apaçık /açıklayıcı kitap" ile Tevrat’ın kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. Biz, "apaçık/açıklayıcı kitap"ın Kur’an olduğu inancındayız. Çünkü buradaki " تلكtilke [bunlar]" işaret zamiri ile işaret edilenler [bundan sonra gelen ayetler], Musa peygamberin hayat hikâyesine ait ayetlerdir ve bunların Musa peygambere verilen kitapta bulunması söz konusu değildir.

Ayrıca Rabbimiz bir ayetinde şöyle buyurmuştur:

* Elif/1, Lâm/30, Râ/200. İşte bunlar, o yasalar içeren kitabın âyetleridir. İnsanları uyar ve inananlara Rableri nezdinde kesinlikle "kademe sıdk [hoş gelişler, mutlu yaşamlar]" olduğunu müjdele diye kendilerinden, olgun bir adama vahyedişimiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler, "Hiç şüphesiz bu elçi/bu kitap, kesinlikle apaçık büyüleyici sözler söyleyen bir bilgindir/göz boyayan etkili bilgilerdir" dediler. [Yunus/1,2]

Açıkça anlaşıldığı üzere, Yunus/1, 2. ayetlerde işaret edilen "Hakîm Kitap", Kur’an’dır ve insanları uyarmak, inananlara müjde vermek için kendisine vahyedilen kişi de Allah elçisi Muhammed’dir. Dolayısıyla, konumuz olan 2. ayette " تلك tilke" işaret zamiriyle kastedilenler de Kur’an ayetleri olmalıdır.
3) Biz, iman edecek bir toplum için Mûsâ ve Firavun'un önemli haberlerinden bir kısmını sana hak ile okuyoruz/takip ettiriyoruz.
Ayetteki "iman edecek bir kavim" ifadesiyle, bu kıssanın ancak inanacak bir kavme yararı olacağı vurgulanmıştır. Dolayısıyla kıssanın inanmayan, inatla arkasını dönen kimselere fayda vermemesi doğaldır.

Ayette, teb’îz [kısmilik] anlamı içeren " منmin" edatı getirilerek Musa peygamber ve Firavun’a ait kıssalardan birkaçının anlatılacağı ifade edilmiştir. Nitekim suredeki kıssa Musa peygamber ve Firavun’a ait kıssaların tamamı değil, bir bölümüdür. Söz konusu kıssaların tamamına ulaşmak için Kur’an’daki birçok bölümün bir araya getirilmesi gerekir. Bu kıssalar şu surelerdedir: Bakara/47–59, A'raf/103–141, Yunus/75–92, Hud/96–100, İsra/101–104, Meryem/51–53, Ta Ha/1–99, Mü’minun/45–49, Şuara/10–68, Neml/7–14, Ankebut/39–40, Mümin/23–44, Zühruf/46–56, Duhan/17–37, Zariyat/38–40, Naziat/15–26].

Ayette "okuyoruz [takip ettiriyoruz]" şeklinde çevirdiğimiz sözcüğün aslı " تلاوة tilavet" sözcüğüdür. "Tilavet" sözcüğü her ne kadar "okumak" olarak meşhur olmuşsa da, Türkçedeki "okumak" fiili "tilavet" sözcüğünün ifade ettiği anlamı tam olarak karşılamamaktadır.

"Tilavet" sözcüğü, Şems suresinin 2. ayetindeki "Ve takip ettiği zaman Ay’a kasem olsun ki" ifadesinde görüldüğü gibi, "takip etmek, arkasına düşmek, yakın takip" demektir. [Lisanü’l Arab, c:1, s:623-625, "tlv" mad.]

Dolayısıyla konumuz olan ayetteki "tilavet" sözcüğü ile Allah’ın Kendi elçisine vahyini, emirlerini, yasaklarını, kıssalarını dikkatle ve yakından takip ettirmesi kastedilmiştir.
4) Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.
Bu ayetle Musa peygamber ve Firavun kıssasına başlanılmış ve Firavun’un genel politikası ilk kez burada açıklanmıştır. Bildirildiğine göre kendisini yüceler yücesi gören Firavun, emri altındaki halkı gruplara ayırmış ve bunlardan israiloğullarını, eğitimsiz, öğretimsiz, mesleksiz bırakmak suretiyle güçsüzleştirmek istemiştir.

Şuara/53-56 ayetlerde Firavun’un hazırladığı orduya İsrailoğulları ile ilgili "Şüphesiz bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir topluluktur. Ve onlar bizim için elbette öfkelidirler. Biz ise, elbette hazırlıklı, tedbirli bekleyen bir cemaatiz." demektedir. Kasas/4’te Rabbimiz "4Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kadınlarını da utanca boğuyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi" diye bilgi vermektedir. Demek oluyor ki Firavun daha evvel israiloğullarını kamplara, partilere, kliklere, hiziplere ayırmış onların birlik olamayacaklarını ummaktadır.

Not:

Firavunun uyguladığı güçsüzleştirme programını ifade eden ayetlerde geçen "katl" ve "zebh" sözcükleri mecâzidir. Bu konuda A’raf suresinin 141. Ayetinin tahlilinde; ayetteki İstihyâ ile ilgili ayrıntılı bilgi de A’râf suresinin 127. ayeti açıklamalarında verilmiştir.

Firavun’un bu politikası, daha sonra karşımıza gelecek başka ayetlerde de açıklanmıştır:

49Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kadınlarınızı utanca boğan Firavun'un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.– [Bakara/49]

6,7Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakarak güçsüzleştiren ve kadınlarınızı utanca boğan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbiniz tarafından, size, çok büyük yıpranarak vereceğiniz bir sınav vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti: "Andolsun ki sahip olduğunuz nimetlerin karşılığını öderseniz, elbette size artırırım ve eğer iyilikbilmezlik ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir." [İbrahim/6, 7]

Ayette geçen "Şüphesiz ki Firavun yeryüzünde yüceldi" ifadesindeki "yüceldi" sözcüğü "tekebbür etti, zorba oldu, büyüklük tasladı ve azdı" anlamlarına gelir. Bununla Firavun’un kuvveti, kudreti kastedilmiştir. İfadede yer alan "yeryüzünde" tümleci ise bütün yeryüzünü değil, sadece Firavun’un idare ettiği beldeyi belirtir.

Yukarıdaki metinden anlaşıldığına göre; Yusuf peygamberin ölümünden sonra Mısır’ın başına geçen yönetici, kendi kavmini [Kıptîleri] İsrailoğullarına karşı baskın hâle getirmek için her vasıtaya başvurmuştur. Yönetim tarafından izlenen bu ırkçı politika sebebiyle İsrailoğulları sadece en ağır işlere koşulmak suretiyle küçük düşürülüp aşağılanmakla kalmamışlar, yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesi gibi insanlık dışı bir uygulamaya da maruz bırakılmışlardır.

Firavun’un bu politikayı hangi gerekçe ile izlediği, yukarıdaki alıntının 10. cümlesinden açıkça belli olmasına rağmen, bu konuda Talmud ve diğer İsrailiyat kalıntılarına itibar edilerek aşağıdakilere benzer birçok hikâye düzülmüştür:

Bir kâhin, Firavun’a, "İsrailoğulları arasında, falanca gecede doğacak bir çocuk sebebiyle, senin mülkün ve devletin yok olup gidecektir" demiş, o belirtilen gecede de oniki erkek çocuk doğmuş, Firavun ise onları öldürtmüştür.

Müfessirlerin ekserisine göre, bu işkence, İsrailoğulları arasında uzun seneler devam etmiştir. Vehb şöyle demektedir: "Kıptîler, Musa [a.s]'yı bulabilmek için, İsrailoğullarından doksanbin kişiyi öldürdü."

Süddî'ye göre Firavun, rüyasında, Beyt-i Makdis yönünden bir ateşin geldiğini; Mısır diyarını da içine aldığını, derken İsrailoğullarını değil de Kıptileri yakıp kül ettiğini görmüş. Böylece de, rüyasını tabircilere sormuş, onlar da, İsrailoğullarının geldiği ve onların içinden Mısır'ın helâkine sebep olacak olan bir adamın açacağını söylemişler. Bunun üzerine Firavun da İsrailoğullanının erkeklerinin öldürülmesini emretmiştir. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb]

FİRAVUN'UN İFSADI

Ayette Firavun’a yönelik olarak geçen "Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi" ifadesiyle Firavun’un erkek çocuklarının mağdur, perişan edilmesi talimatını vermekle yaptığı işin sadece kargaşa çıkarmaktan ibaret bir bozgunculuk mesabesinde olduğuna işaret edilmektedir. Yoksa bu uygulamasıyla Firavun’un Allah’ın takdirine engel olması mümkün değildir.
5,6) Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Hâmân ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.
Bu ayetlerde, yapılan zulmün ortadan kaldırılmasına yönelik Sünnetüllah, olaya özgü bir üslûpla ifade edilmiştir. Bilindiği gibi, Rabbimiz, rahmeti üzerine borç yazmış ve bunun gereği olarak da insanlığın fesattan kurtulup adil ortamlarda yaşaması için elçi göndermiş, kitap indirmiş, zalimlere hiç müsamaha göstermemiştir. Nitekim tarihe bakıldığında küfür dönemlerine rastlamak mümkündür ama yıkılmadan devam etmiş bir zulüm dönemi görmek mümkün değildir.

6. ayette geçen "çekinmekte oldukları şeyleri" ifadesi, "istemedikleri, başlarına gelmesinden korktukları" anlamına gelmektedir. Bu, onların iktidarlarının son bulması, devletlerinin yıkılması demektir. İlâhî plân bununla da kalmayacak, ayrıca İsrailoğullarının Firavun’un sahip olduğu nimetlere konmaları, çeşitli lütuflara kavuşmaları ve toplumlara önder olmaları şeklinde tezahür edecektir.

HAMAN

Bu isim, bu surenin 6. ve 38. ayetleri ile Mümin suresinin 36. ayetinde olmak üzere Kur’an’da toplam üç kez geçmektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Haman, Firavun’a çok yakın olan birisidir. Ancak bizim görüşümüz, "Haman" isminin o kişinin özel ismi olmayıp unvanı olduğu yolundadır. Büyük bir ihtimalle "Haman" ismi eski Mısır dininde tanrı Amon’a nispet edilen yüksek sınıftan rahiplere verilen "Ha-Amen" unvanının Arapçalaşmış şeklidir. Bu durumda, o çağda Mısır’da hâkim olan Amon kültünü temsil eden en yüksek dereceli rahibin, yönetimde Firavun’dan sonra gelen ikinci adam olması da gayet doğaldır. Ayrıca Haman’dan "kule yapıcısı" olarak söz edilmesi, büyük Mısır piramitlerinin dinsel amacına ve başrahibin piramitlerin baş mimarı olarak üstlendiği fonksiyona işaret ediyor olabilir.

Fakat bazıları, Kur’an’da geçen "Haman" ile Kitab-ı Mukaddes’teki "Haman"ı birbirine karıştırmışlar ve bu karıştırmaya bağlı olarak da konumuz olan ayetle ilgili eleştiride bulunmuşlardır. Onlara göre Haman; Musa peygamberden bin sene sonra yaşamış Pers Kralı I. Artakserkses’in nedimidir (Kitab-ı Mukaddes; Ester). Ancak bu iddia, dünyada Artakserkses’in nedimi olan Haman’dan başka "Haman" isimli bir şahsın yaşamadığı anlamına gelmektedir ki, dünyadan tek bir Haman’ın geçtiğinin kabul edilmesi demek olan bu iddiaya itibar edilmemesi gerekir.

7) Ve Biz Mûsâ'nın anasına vahyettik: "Onu emzir. Eğer o'nun için korkarsan o'nu nehre bırakıver, korkma ve üzülme. Şüphesiz Biz o'nu sana döndüreceğiz ve kendisini elçilerden biri yapacağız."
Yukarıda, 3. ayette konu edilen tilavet [okuma, yakından izletme ve anlatım], o günlerin genel durumu hakkında bilgi veren 4–6. ayetlerden sonra bu ayetten itibaren Yüce Allah’ın Musa’nın anasına vahyetmesiyle başlamış olmaktadır. Buradaki "vahiy", "ilham etme, içe doğurma, kalbe doğurma, gizli bir yolla bilgilendirme" anlamındadır. Vahyin şekilleri ve anlamları ile ilgili olarak Necm suresine bakılabilir.

İsrailoğullarının erkek çocuk doğuran diğer kadınları gibi, Musa’nın (as) annesinin de harcanmaya mahkûm bir erkek çocuk dünyaya getirmesi üzerine, Yüce İrade tarafından ona ilk olarak çocuğun emzirilmesi gizli bir yolla bildirilmiştir. Çocuğun suya bırakılması ile ilgili ilham ise çocuğun tehlikede olduğunu sezmesi koşuluna bağlı olarak verilmiştir.

Musa peygamberin annesine yapılan vahiy, Ta Ha suresinde şöyle yer almıştır:

38Hani bir vakit vahyolunan şeyleri annene vahyetmiştik, ‘39Mûsâ'yı sandık içine koy da bol suya/nehre bırak, sonra da bol su/nehir o'nu sahile atsın. Onu Bana düşman olan ve o'na düşman olan birisi alsın.’ Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım ve Benim gözetimim altında yetiştirilmen için, [Ta Ha/38, 39]

Musa peygamberin doğumu Kitab-ı Mukaddes’te ise şöyle anlatılmaktadır:

1- Levili bir adam kendi oymağından bir kızla evlendi.

2- Kadın gebe kaldı ve bir oğlan doğurdu. Güzel bir çocuk olduğunu görünce, onu üç ay gizledi.

3- Daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca, hasır bir sepet alıp katran ve ziftle sıvadı. İçine çocuğu yerleştirip Nil kıyısındaki sazlığa bıraktı.

4- Çocuğun ablası kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.

5- O sırada Firavun'un kızı yıkanmak için ırmağa indi. Hizmetçileri ırmak kıyısında yürüyorlardı. Sazların arasındaki sepeti görünce, Firavun'un kızı onu getirmesi için hizmetçisini gönderdi.

6- Sepeti açınca ağlayan çocuğu gördü. Ona acıyarak, "Bu bir İbrani çocuğu" dedi.

7- Çocuğun ablası Firavun'un kızına, "Gidip bir İbrani sütnine çağırayım mı?" diye sordu, "Senin için bebeği emzirsin."

8- Firavun'un kızı, "Olur" diye yanıtladı. Kız gidip bebeğin annesini çağırdı.

9- Firavun'un kızı kadına, "Bu bebeği al, benim için emzir, ücretin neyse veririm" dedi. Kadın bebeği alıp emzirdi.

10- Çocuk büyüyünce, onu geri getirdi. Firavun'un kızı çocuğu evlat edindi. "Onu sudan çıkardım" diyerek adını Musa koydu. [Çıkış Bab; 2/1-10. cümleler.]
8) Sonra da Firavun ailesi o'nu, kendileri için bir düşman ve üzüntü olmak üzere "buluntu" olarak aldı. Şüphesiz Firavun, Hâmân ve bu ikisinin askerleri hata edenler idi.
Ayetten anlaşıldığına göre Musa peygamberin annesi bir tehlike sezmiş ve kendisine vahyedildiği gibi bebeğini suya bırakmıştır. Bu noktadan sonra Yüce İrade işe müdahale etmiş, bebeğin Firavun ailesi tarafından "buluntu" olarak alınmasını sağlamıştır. Bu eylem ayette " إلتقاطiltikat" sözcüğü ile ifade edilmiştir. Bu sözcük "bir şeyi almak, bir şeyi aramaksızın, istemeksizin bulmak, kılları yolmak" demektir.

Rabbimiz, bebeğin bulunmasını sağlama nedenini "
kendileri için bir düşman ve üzüntü olmak üzere" diye açıklamıştır. Demek ki bebek ve annesi için bir nimet olan bu hadise, Firavun ve Haman için bir ceza durumundadır. Çünkü onlar, kendi yönetimlerine son verecek olan kişinin bulunan çocuk olduğunun farkında değillerdir. Onlar, üzerinde bulundukları küfür ve zulümden dolayı suçludurlar ve Allah da onları ileride helâklerine sebep olacak kimseyi [en büyük düşmanlarını] kendi ellerinde büyütmelerini sağlamak suretiyle cezalandırmıştır.

لقطةLUKATA

Ayetten anlaşıldığına göre, Firavun bebeğe "لقطة lukata" kurallarına göre sahip çıkmıştır. "لقطة Lukata" kuralı Kur’an’da geçmemekle beraber bütün dinlerde ve evrensel hukukta var olan "malı koruma" prensibine dayanması sebebiyle Kur’an’dan onay alır.

"
لقطة Lukata", bir hukuk terimi olarak "mülkiyetini veya üzerindeki hakkını terk etme niyeti olmaksızın sahibinin iradesi dışında kaybolmuş ve başkası tarafından bulunup sahibine verilmek üzere alınmış; bulanın sahibini bilmediği, üzerinde sahibinden başkasının tasarruf hakkı olmayan mal" şeklinde tanımlanmıştır. Hukuk alanında "لقطة lukata", tanık göstermekten duyuru yapmaya, sahibine teslim şartlarından bulanın sahibi çıkmayan buluntudan yararlanma koşullarına, kısımlarından vergisine kadar ayrıntılı olarak incelenmiştir.
9) Ve Firavun'un kadını: "Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa'yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz-öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın, belki bize bir yararı dokunur, ya da o'nu evlat ediniriz" dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar.
Firavun’un kadınının bu ayette geçen "Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz" şeklindeki sözleri gerçekleşmiş ve Musa bebeğin ileriki yıllarda ona büyük faydası olmuştur. Sonradan iman eden bu saygıdeğer kadın, Rabbimiz tarafından tüm insanlığa örnek gösterilmiştir:

11Allah, inanan kimselere de Firavun'un karısını örnek gösterdi. Hani o, "Rabbim! Bana nezdinde cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun işinden kurtar. Ve beni şu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan kurtar!" demişti. [Tahrim/11]

9. ayetin sonundaki "Ve onlar, şuurlarını kullanmıyorlar [işin farkında olmuyorlar]" ifadesi bir parantez içi cümle olup Rabbimize aittir. Bu ifadeden "onlar kendi helâklerinin Musa sebebiyle ve onun elinden olacağının farkında değiller" veya "izlendiklerini bilmiyorlar" anlamlarını çıkarmak mümkündür. Ancak bu sözlerin Firavun’un karısına ait olduğu kabul edilerek "İsrailoğulları ve Mısır halkı bizim onu bulduğumuzun farkında değiller" şeklinde de anlaşılabilir.

Firavun’un karısının "onu öldürmeyin" demesi, Firavun’un ve hizmetçilerin bebeğin varlığından rahatsızlık duyduklarını düşündürmektedir. Ama Ta Ha suresinin "Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım ve Benim gözetimim altında yetiştirilmen için" anlamındaki 39. ayetinde bildirildiği gibi, Rabbimiz Firavun’un karısının kalbine bir sevgi bahşetmiş ve onun bebeği sahiplenmesini sağlamıştır.
10,11) Mûsâ'nın anasının yüreği bomboş sabahladı. -Eğer Biz, inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse o'nu açığa vuracaktı.- Ve Mûsâ'nın annesi Mûsâ'nın kız kardeşine, "Onun izini takip et" dedi. O da hemen, onlar farkına varmazken uzaktan o'nu gözetledi.
12) Ve Biz daha önce, o'na sütanalarını haram ettik. Bunun üzerine Mûsâ'nın kız kardeşi, "Size, o'nun bakımını sizin adınıza üstlenecek ve o'na öğüt verip eğitecek bir aile göstereyim mi?" dedi.
13) Böylelikle Biz o'nu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri verdik. -Velâkin onların pek çoğu bilmezler.-
Bu ayet grubunda ilâhî plânın nasıl işlediği açık ve net olarak gösterilmektedir. Hatırlanacak olursa, kıssanın bu bölümündeki olaylar, Ta Ha suresinin 40. ayetinin içinde iki cümle ile özetlenmişti:

Hani kız kardeşin yürüyordu da; ‘Sizi onun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi!’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni fitnelendirdikçe fitnelendirdik. Sonra da yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir karar üzerine geldin, ey Musa! [Ta Ha/40]

Ayetlerden anlaşıldığına göre, bebeğin kız kardeşi onu saraya kadar izlemiş ve ne olup bittiğini öğrenmek için orada kalmıştır. Bebeğin hiçbir sütanneyi kabul etmemesi üzerine kraliçeye "
Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek ve ona nasihatte bulunacak [eğitecek] bir aile göstereyim mi?" demiştir. Dikkat edilirse, kız kardeş buradaki ifadesinde "uygun bir sütanne" değil de, bebeğe sevgi ve özenle bakacak ve onu eğiterek yetiştirecek bir aile tavsiye edebileceğini belirtmiştir. Çocukların doğumlarından itibaren iyi bakılıp yetiştirilmeleri için kendilerine dadılık da yapabilecek sütannelere verilmesi, varlıklı aileler arasında eskiden beri uygulana gelen bir gelenektir. Bu gelenek Araplarda da vardır ve nitekim peygamberimiz de sütannesi Halime tarafından büyütülmüştür.

Kız kardeşin tavsiyesi üzerine bebeğin ailesine verilmesi, bebeğin annesi bakımından büyük bir bahtiyarlıktır. Çünkü kadın hem öz çocuğunu emzirecek, büyütecek, eğitecek, hem de bu iş için Firavun’dan ücret alacaktır.

Görüldüğü gibi, Allah tarafından yürürlüğe konulan bu esrarlı plânın bir güzel noktası da, Musa’nın (as) Firavun tarafından sarayda bir prens olarak değil, kendi ailesi içinde İsrailoğullarının inancı ve kültürüne göre yetişecek olmasıdır. Nitekim Musa (as) bu plân gereği Firavun sınıfının, halkının bir üyesi olmamış, tam bir İsrailoğlu olmuştur.

Kitab-ı Mukaddes’te ve Talmud’ta çocuğa "Moses [Musa]" isminin Firavun’un sarayında verildiği yazmaktadır. İbranice olmayıp Kıptîce olan bu sözcük "Onu sudan çıkardım" anlamına gelmektedir. Zira Kıptî lisanında "mo"; "su" demektir ve "oshe" de ibarenin diğer kısmına karşılıktır. [Kitab-ı Mukaddes dipnotları]

13. ayetin sonundaki "Velâkin onların pek çoğu bilmezler" ifadesi, "Allah’ın takdirinin ne olduğunu bilmezler" şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü insanlar bir olayın kendileri için iyi veya kötü olacağını, bu konudaki takdiri baştan bilemezler. Dolayısıyla, sonu kendileri için kötü olacak bir olaydan hoşnut olabilir, kendileri için hayır getirecek nahoş görünümlü bir gelişmeden de hoşlanmayabilirler:

11Ve insan, hayrı davet eder gibi kötülüğü davet eder. Ve insan çok acelecidir. [İsra/11]

216Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size zorunlu görev olarak verildi. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için kötü, zararlı olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. [Bakara/216]

19Ey iman etmiş kişiler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız/mallarından istifade etmek amacıyla onların sizden ayrılmasını engellemeniz size helal olmaz. Ve onlara verdiğinizin bir kısmını götürmeniz için, açık bir fahişe [çirkin bir hayâsızlık/zina] getirmedikleri sürece onları sıkıştırmayınız. Ve onlarla örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen yollarla ilişkide bulununuz. Ve eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa, siz bir şeyden hoşlanmasanız da Allah, sizin hoşlanmadığınız şeyde birçok hayır oluşturacak olabilir. [Nisa/19]

14) Ve Mûsâ yiğitlik çağına girip oturaklaşınca, Biz o'na yasa ve bilgi verdik. Ve Biz güzel davrananları işte böyle karşılıklandırırız.
Bir kimseye "huküm ve ilim verilmesi", ona peygamberlik verilmesi demektir. Buna göre ayet, Musa peygambere elçilik verildiğini ve hayatının bu döneminde yiğitlik çağına girip oturaklaştığını bildirmektedir. Ayette geçen "yiğitlik çağı", yukarıda mealini verdiğimiz Ta Ha suresinin 40. ayetinden de anlaşılacağı gibi, Musa peygamberin çeşitli badirelerden geçirildikten sonraki çağıdır. Bu durum, Şuara suresinin 18–22. ayetlerinde Musa peygamberin kendi ağzından nakledilmiştir:

18Firavun: "Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? 19Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörlerden birisin de..." dedi.

20-22Mûsâ: "Ben, o işi şaşkınlardan olduğum zaman yaptım. Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım. Sonra Rabbim bana yasalar-ilkeler bahşetti ve beni elçilerden biri yaptı. O başıma kaktığın nimet de İsrâîloğulları'nı kendine köle edinmiş olmandır" dedi. [Şuara/18-22]

Sünnetüllah’taki "çeşitli badirelerden geçirip olgunlaştırdıktan sonra hüküm ve ilim verme" uygulaması, Yusuf peygamberin hayatında da aynen görülmektedir. O da çeşitli badirelerden geçirilip olgunlaştırıldıktan sonra kendisine ilim ve hikmet verilmiştir. İlim ve hikmet verilmesi, Kur’an bağlamında elçi yapılmakla aynı anlama gelmektedir.

Konumuz olan ayette geçen "olgunlaşma" ile hem bedenî kuvvetlerin kemale ermesinin, hem de zihinsel kuvvetin mükemmelleşmesinin kastedildiği açıktır. Ancak; içsel ve çevresel faktörlere göre kişiden kişiye değişen olgunluk çağının hangi yaşa tekabül ettiği belirtilmemiştir. Rabbimiz bu hususu başka bir ayette belirtmiş ve olgunluk çağına ulaşmayı "kırk seneye gelme" olarak ifade etmiştir:

15Ve Biz insana, ana ve babasına iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi yükümlülük olarak ulaştırdık. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı/doğurdu. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Sonunda insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde: "Rabbim! Bana ve anama-babama ihsan ettiğin nimetlerine karşılık ödememi ve Senin hoşnut olacağın sâlihi işlememi sağla. Benim için soyumun içinde düzeltmeler yap/sâlih kimseler ver. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz müslümanlardanım" dedi. [Ahkaf/15]

Gerçekten de, yapılan araştırmalar insanın bedensel ve zihinsel gelişiminin 40. yaşa kadar sürdüğünü göstermektedir. 40. yaştan sonra bedensel faaliyetlerde gerileme başlarken aklî melekelerde ise artışlar devam etmektedir. Bu durum, olgunluk yaşının 40. yaş olarak kabul görmesine yol açmıştır. Rabbimizin vahiy için 40. yaşı seçmesi bu inceliklerden dolayıdır. Nitekim peygamberimiz de, tarihî belgelere ve tevatüren gelen bilgilere göre 40 yaşlarında iken elçi olarak görevlendirilmiştir.
15) Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı Mûsâ'dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen ölüverdi. Mûsâ, "Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır" dedi.
16) Mûsâ, "Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!" dedi de Allah o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.
17) Mûsâ, "Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım" dedi.
18) Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: "Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!" dedi.
19) Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam; "Ey Mûsâ! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve sen düzelticilerden olmak istemiyorsun" dedi.
20) Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Dedi ki: "Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için senin hakkında görüşme yapıyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim."
21) Sonra da Mûsâ korka korka, kontrol ederek oradan çıktı. "Rabbim! Beni şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan kurtar!" dedi.
Musa peygamberin hayatından bir başka kesit içeren bu ayet grubunda iki nokta dikkat çekmektedir.

Birinci nokta: Yukarıdaki paragrafın 15–17, 21. ayetlerinde ve sonra gelen 22, 24. ayetlerde bildirildiğine göre, Musa delikanlılık çağında da Allah’ı tanımakta, O’na yalvarmakta, şeytanın zararlarını bilmekte, tövbe etmekte ve zalime yardım etmemektedir. Bu davranışlar onun Kıpti inanışlarından farklı bir inanca sahip olduğunu göstermektedir. Ki, onun bu inancını İsrailoğulları [ailesi] arasında büyüyerek edindiği, Kur’an’ın kıssa ile ilgili diğer ayetlerinden de anlaşılmaktadır.

İkinci nokta: Musa bir cinayet işlemiş olmasına rağmen Allah onu affetmiştir. Diğer bir ifadeyle Allah, Musa’nın üzerindeki kul hakkını da bağışlamıştır.

Bu ayet grubunda nakledilen olaylar Kitab-ı Mukaddes’te şöyle yer alır:

11- Musa büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyrederken bir Mısırlının bir İbrani'yi dövdüğünü gördü.

12- Çevresine göz gezdirdi; kimse olmadığını anlayınca, Mısırlıyı öldürüp kuma gizledi.

13- Ertesi gün gittiğinde, iki İbrani'nin kavga ettiğini gördü. Haksız olana, "Niçin kardeşini dövüyorsun?" diye sordu.

14- Adam, "Kim seni başımıza kâhya atadı?" diye yanıtladı, "Mısırlıyı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?" O zaman Musa korkarak, "Bu iş ortaya çıkmış!" diye düşündü. [Çıkış; 11. Bab: 11–14]

Görüldüğü gibi, Kitab-ı Mukaddes’teki anlatım Kur’an’ın anlatımından farklıdır. Bu da demektir ki, Kur’an, Kitab-ı Mukaddes’teki tahrifatı düzeltmiştir. Kur’an’daki anlatıma göre, olayda Mısırlı Kıpti değil, İsrailoğullarından olan adam suçludur. Görünüşe bakılırsa, Musa olayda duygusal davranmış ve hangi tarafın haklı olduğunu anlamaya çalışmadan İsrailoğullarından olan adamın yardımına koşmuştur. Ama işin aslını öğrenince sadece adamı öldürdüğü için değil, aynı zamanda peşin hükümle hareket ettiği için ciddî bir suç işlemiş olduğunu fark etmiştir.

MUSA’NIN ŞEHİR HALKININ HABERİ OLMADAN ŞEHRE GİRMESİ

15. ayetteki "Ve Musa, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi" ifadesi, Musa’nın yolların ıssız olduğu bir saatte, muhtemelen herkesin evlerinde bulunduğu bir vakitte ve şehir dışındaki bir yerden şehre geldiğini göstermektedir. Anlaşılan o ki, Musa, hayatının o döneminde, genel yerleşim bölgesinden uzak, şehir dışında bir yerde bulunan kraliyet sarayında yaşamaktadır ve şehre de ya sabahın erken saatlerinde, ya bir yaz mevsiminin öğle saatlerinde, ya da bir kış mevsiminin gece saatlerinde gelmiştir.
22) Ve Mûsâ Medyen'e doğru yöneldiğinde, "Rabbimin bana yolun doğrusunu göstereceğini umarım" dedi.
Musa peygamberin Mısır’dan kaçarak Medyen’e yöneldiğini bildiren bu ayetten itibaren onun hayatından başka bir kesit anlatılmaya başlanmıştır.

Musa peygamberin başka yere değil de Medyen’e yönelmesi, bize göre, hem Medyen halkının İbrahim peygamberin soyundan geliyor olması, yani Medyenliler ile İsrailoğullarının akraba oluşu, hem de Medyen bölgesinin Firavun’un kontrolünde olmaması gibi nedenlerden dolayıdır. Medyen ile ilgili bilgiler A’râf suresinin tahlilinde verilmiştir.

Ayette görüldüğü gibi, Musa peygamber, yola çıkar çıkmaz Allah’ın kendisine yolun doğrusunu göstereceğine inanarak dua etmiştir. Bu duada geçen "yolun doğrusu" ifadesinden hem Medyen’e giden yolun, hem de zulümden, şirkten, küfürden uzak olan iman ve İslâm yolunun anlaşılması mümkündür.

Kitab-ı Mukaddes’te de Kur’an’ın verdiği bilgilere uygun olarak Musa peygamberin Mısır’dan ayrıldıktan sonra doğruca Medyen’e gittiği, Talmud’ta ise önce Habeşistan’a gittiği, orada krallığa kadar yükseldiği ve daha sonra 67 yaşında Medyen’e gittiği yazmaktadır.
23) Ve Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada hayvanlarını sulayan insanlardan bir önderli topluluk buldu. Ve Mûsâ, hayvan sulayanlar kadar güçlü olmayan, hayvanlarını geri çeken iki kadın buldu. Dedi ki: "Hâliniz nedir?" Dediler ki: "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız; babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır."
24) Bunun üzerine Mûsâ, ikisi için hayvanları suladı. Sonra gölgeye çekildi de "Rabbim! Şüphesiz ki ben, iyilikten bana indirdiğin şeye muhtacım" dedi.
25) Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek Mûsâ'ya geldi. Dedi ki: "Şüphesiz babam, bizim yerimize sulamanın ücretini karşılamak için seni çağırıyor." Mûsâ, kızın babasına geldi ve kıssaları ona anlattı. Kızın babası; "Korkma, o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmış toplumdan kurtuldun" dedi.
26) Onun iki kızından biri; "Babacığım! Onu ücretle tut. Şüphesiz ücretle tutulan kimselerin en iyisi, güçlü ve güvenilir olanıdır" dedi.
27) Kızların babası dedi ki: "Hac yapılan sekiz yıl bana çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer ona tamamlarsan artık o kendinden; sana ağırlık vermek de istemem. İnşallah beni sâlihlerden bulacaksın."
28) Mûsâ, "Bu, seninle benim aramdadır; bu iki süreden hangisinin sonunu gerçekleştirirsem demek ki, bana karşı düşmanlık/sorumluluk yok. Ve söylediklerimize Allah vekildir [koruyarak, destekleyerek uygulayandır]" dedi.
Bu ayet grubunda, Musa peygamberin Mısır’dan çıktıktan sonra Medyen’e ne kadar zamanda vardığına ve yolda neler olduğuna dair herhangi bir bilgi verilmeden, doğrudan Medyen’de yaşadıklarına değinilmektedir.

Musa peygamber ile kadınlar arasında geçen konuşmadan anlaşılmaktadır ki; babalarının çok yaşlı olması ve ailelerinde başka bir erkeğin bulunmaması gibi nedenlerle hayvanları sulama işini kadınlar üstlenmek zorunda kalmışlardır. Suyun başında hayvanlarını sulayan diğer çobanlarla başa çıkamadıkları için de onların kendi hayvanlarını sulayıp suyun başından ayrılmalarını beklemek zorundadırlar.

Müslümanlar arasında yaygınlaşmış rivayetlerde bu kadınların babaları Şuayb peygamber olarak geçmektedir. Hatırlanacağı üzere, A’râf suresinin 85-92 ve Şuara suresinin 176, 177. ayetlerinde de Medyen halkına elçi olarak Şuayb peygamberin gönderildiği bilgisi yer almaktadır. Ancak bu, kadınların olgun ve yüksek karakterli bir zat olduğu şüphesiz olan babalarının Şuayb peygamber olduğu anlamına gelmez. Çünkü konu olan ayetlerde kadınların babasının Medyen’de elçilik yaptığına dair bir işaret bulunmadığı gibi, bu kişinin Şuayb peygamber olduğuna dair de açık veya ima yollu bir ifade mevcut değildir. Bu sebeple biz, kadınların isimlerini bile "Ley Ya" ve "Saferiyye" olarak verme cüreti gösteren ciddiyetten uzak nakillere itibar etmiyor ve bu konuda Rabbimizin verdiği bilgilerle yetiniyoruz.

Kitab-ı Mukaddes’te ise kadınların babası olan kişi hakkında, bir yerde Revail [veya Reuel], başka bir yerde de Jethro denilmiş ve bu kişi Medyen’in kâhini olarak gösterilmiştir.

16- Midyanlı bir kâhinin yedi kızı su çekmeye geldi. Babalarının sürüsünü suvarmak için yalakları dolduruyorlardı.

17- Ama bazı çobanlar gelip onları kovmak istedi. Ne var ki, Musa kızların yardımına koştu, hayvanlarını suvardı.

18- Sonra kızlar babaları Reuel'in yanına döndüler. Reuel, "Nasıl oldu da bugün böyle tez geldiniz?" diye sordu. [Çıkış, 2: 16-18:]

1- Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı'nın dağına, Horev'e vardı. [Çıkış, 3: 1: ]

5- Yitro Musa'nın karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı Dağı'na, Musa'nın konakladığı çöle geldi. [Çıkış, 18: 5: ]

25-27. ayetlerde anlatılan olaylar, aynı zamanda insanlığa birkaç açıdan ders verici bir nitelik de içermektedir.

Birinci ders: Musa’ya kızını teklif eden zat, "sekiz sene" veya "on sene" hizmet demeyip "sekiz veya on hac dönemi" hizmet istemektedir. Ki burada Musa’nın ilahiyat eğitimi için sekiz veya on kere hacca gönderileceği ima edilmektedir. Musa hacca (İlahiyat eğitimi almak için Mekke’ye) her sene giderse sekiz yıl eder; gitmediği, gidemediği yıllar olursa bu süre uzar. Burada önplana çıkan süre, sekiz ya da on haccın yapılmasıdır, mutlak sekiz ya da on sene hizmet değildir.

Bir diğer dersi merhum Seyyid Kutub şöyle açıklamıştır:

"Yirmi yedinci ayetten öğreniyoruz ki, kızların babası gayet açık ve sade bir dille hangisi olduğunu belirtmeden kızlarından birini Musa'ya öneriyor. Belki de adam; daha önce de belirttiğimiz gibi delikanlı ile arasında karşılıklı güven ortamı oluşan kızının hangisi olduğunu sezmişti. Adam kızını nikahlamasını istiyor ve bundan utanmıyor. Bir aile kurmayı, bir yuva oluşturmayı öneriyor, bunda da utanılacak bir şey yoktur. Sıkılmaya, çekingen davranmaya, dolaylı sözlerle ima etmeye gerek yoktur. Normal fıtrattan sapan, yapay, boş ve anlamsız geleneklere kul-köle olan toplumlarda görülen zorlamalara, törelere gerek yoktur. Bu
tür toplumlarda yaygın bu anlamsız gelenekler babayı ya da kızın velisini, kızını veya kız kardeşini ya da bir yakınını ahlâkını ve dinini beğendiği, evlilik hayatını sağlıklı bir şekilde yürüteceği yeterlilikte olduğunu düşündüğü birine önermesine engel oluştururlar. Bu toplumlarda erkeğin ya da velisinin yahut vekilinin ilk adımı atması bir zorunluluktur. Aksi takdirde teklifin kız tarafından gelmesi yakışık almaz. Bu tür sapık toplumların çifte standartlarından biri de şudur: Bu toplumlarda genç erkekler ve kızlar serbestçe buluşur, birbirleriyle konuşur, kaynaşırlar. Nişan ve evlilik niyeti söz konusu olmadan birbirlerinin vücutlarının gizli yönlerini görürler. Ama nişanlanma önerilince ya da evlilikten söz edilince birden herkesi yapmacık bir utanma alır, araya aşılması güç engeller konur. Açıklığa, sadeliğe ve kolaylığa engel olurlar.

Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde babalar kızlarını erkeklere önerirlerdi. Hatta bizzat peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- gidip kendileriyle evlenmesini, olmasa uygun gördüğü biriyle evlendirmesini isterlerdi. Bütün bunlar açık bir dille, tertemiz duygularla, güzel bir edeple ifade edilirdi. Hiç kimsenin onuru incinmez, kesinlikle utanç duymazdı. Nitekim Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- kızı Hafsa'yı Hz. Ebu Bekir'e önermiş ama Hz. Ebu Bekir ses çıkarmamıştı. Sonra Hz. Osman'a teklif etmiş, o da mazeret belirtmişti. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bunları duyunca "belki de Yüce Allah her ikisinden daha iyi birisini ona nasip eder" diyerek Hz. Ömer'in gönlünü hoş etmişti. Daha sonra peygamberimiz Hz. Hafsa ile evlenmişti. Yine bir gün bir kadın peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- kendisiyle evlenmesini istemişti. Fakat peygamberimiz mazeret bildirerek kendisiyle evlenemeyeceğini belirtmişti. Bunun üzerine kadın istediği bir kişiyle evlendirmek üzere velayetini -evlendirme yetkisini- ona bırakmıştı. Peygamberimiz de onu Kur'an'dan iki sure ezbere bilmekten başka mal varlığı bulunmayan bir adamla evlendirmişti. Adam kadına bu iki sureyi öğretmiş, bu da kadının mehri yerine geçmişti.

İşte İslâm toplumu, aile binasını, organik yapısını, bu derece sade ve aydınlık bir ortamda gerçekleştiriyordu. Herhangi bir zorlamaya, lafı evirip çevirmeye, yapmacık ve eğri büğrü tavırlara yer vermeden...

Musa'nın yanındaki yaşlı adam da böyle yapmıştı. Musa'ya bu öneride bulunmuş ve kendisine zorluk çıkarmayacağına, ağır işlere koşturup yormayacağına söz vermişti. Allah'ın izniyle davranışları ve sözüne bağlılığı açısından Musa'nın kendisini iyi bir insan olarak bulmasını dilemişti. Bu da Yüce Allah'a karşı kendisinden söz ederken insanın takınacağı güzel bir edep tavrıdır. Bu
yaşlı adam da kendisini temize çıkarmıyor, kesinlikle iyi bir insan olduğunu söylemiyor. Sadece öyle biri olmayı ümit ediyor, bu işi de Yüce Allah'ın iradesine bırakıyor.

Musa öneriyi kabul ediyor, sözleşmeyi uyguluyor; aynı açıklık ve dikkatlilikle. Ve Allah'ı şahit tutuyor. [Seyyid Kutub; Fi Zılali’l-Kur’an]
29) Artık Musa süreyi doldurup yakınlarıyla gece yürüyünce peygamberlik aşamasının dışındayken (henüz elçi yapılmamışken) ateşi; İsrailoğulları'nın perişan halini, onları bu halden kurtarmanın zorluğunu sezdi. Yakınlarına "Siz beklentide olun şüphesiz ben, bir ateş; sıkıntı sezdim. Umarım ki size o sıkıntıdan bir haber getiririm veya İbranilere destek olmanız, onları ateşten kurtarmanız için o sıkıntıdan bir parçacık getiririm" dedi.
30,31,32) Sonra ona vardığında; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde ağaçtan bolluklu bir toprak parçasının içinde (kendisini bekleyen yüzlerce vahyin içinde) peygamberlik yolunun filizinden; ilk, taze vahylerden olmak üzere kendisine seslenildi: "Ey Musa hiç şüphesiz ki Ben, alemlerin rabbi Allah'ın ta Kendisiyim!" Ve birikimini ortaya at! -Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.- Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın[#180]. Yeninden kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır" diye seslenildi.
33,34) Mûsâ dedi ki: "Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir kişi öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn'u da benimle gönder; o, dil bakımından benden daha iyi, güzel ve etkilidir. O nedenle o'nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum."
35) Allah dedi ki: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve ikiniz için bir güç, iktidar oluşturacağız. Sonra da onlar alâmetlerimiz/göstergelerimiz sebebiyle size erişemeyecekler. Siz ikiniz ve ikinizi izleyenler üstün olanlarsınız."
Yukarıdaki Âyetlerde görüldüğü gibi, Mûsâ peygamberin kendi ailesi ve yakınları ile birlikte Medyen'den ayrılması hayatındaki yeni bir dönemin başlangıcını oluşturmuştur. Bu Âyet grubu, bundan önce inen sûrelerde daha detaylı olarak aktarılmış olan olayların kısa bir hatırlatması mahiyetindedir. Bu Âyetlerden anlaşıldığına göre, Medyen'den yola çıkan ve aralarında Mûsâ peygamberin kardeşi Hârûn'un da bulunduğu kafile, (Kitab-ı Mukaddes'e göre kafilede Mûsâ peygamberin kayınpederi de vardır;) Mısır'a doğru gitmektedir.

Mûsâ peygamberin hayatının bu döneminde başından geçen olaylar, Kitab-ı Mukaddes'te bu Âyet grubundakinden farklı bir sırada yer almaktadır:

Mûsâ kayınbabası Yitro'nun yanına döndü. Ona, "İzin ver, Mısır'daki soydaşlarımın yanına döneyim Bakayım, hâlâ yaşıyorlar mı ?" dedi, Yitro, " Esenlikle git" diye karşılık verdi. [Çıkış; 4: 18]

Mûsâ'nın kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro, Tanrı'nın Mûsâ ve halkı İsrâîl için yaptığı her şeyi, RAB'bin İsrâilliler'i Mısır'dan nasıl çıkardığını duydu. Mûsâ'nın kendisine göndermiş olduğu karısı Sippora'yı ve iki oğlunu yanına aldı. Mûsâ, "Garibim bu yabancı diyarda" diyerek oğullarından birine Gerşom adını vermişti. Sonra, "Babamın Tanrısı bana yardım etti, beni Firavun'un kılıcından esirgedi" diyerek öbürüne de Eliezer adını koymuştu. Yitro Mûsâ'nın karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı Dağı'na, Mûsâ'nın konakladığı çöle geldi. Mûsâ'ya şu haberi gönderdi: "Ben, kayınbaban Yitro, karın ve iki oğlunla birlikte sana geliyoruz ."Mûsâ kayınbabasını karşılamaya çıktı, önünde eğilip onu öptü. Birbirinin hatırını sorup çadıra girdiler. Mûsâ İsrâilliler uğruna RABB'in Firavun'la Mısırlılara bütün yaptıklarını, yolda çektikleri sıkıntıları, RABB'in kendilerini nasıl kurtardığını kayınbabasına bir bir anlattı. [Çıkış; 18: 1-8]

Mûsâ kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı'nın dağına, Horev'e vardı. [Çıkış, 3: 1]

Mûsâ kayınbabası Yitro'nun yanına döndü. Ona, "İzin ver, Mısır'daki soydaşlarımın yanına döneyim" dedi, "Bakayım, hâlâ yaşıyorlar mı?" Yitro, "Esenlikle git" diye karşılık verdi. [Çıkış, 4: 18]

Ayrıca Kitab-ı Mukaddes ve Talmud'a göre, Mûsâ peygamberin evinde yetiştiği Firavun, o Medyen'de iken ölmüş ve yerine başkası geçmiştir.

29. Âyette, Medyen'den ayrılışın belirlenen sürenin tamamlanmasını takiben olduğu bildirilmiş ancak bu sürenin Mûsâ peygamber ile kayınpederi arasında konuşulmuş sürelerden hangisi olduğu [sekiz sene mi, on sene mi olduğu] bildirilmemiştir. Bu konuda rivâyet mekanizması yine boş durmamış ve süre kimine göre 10 sene, kimine göre 10+10 sene olmuş, kimine göre de peygamberimiz bunu Cebrâîl'e sormuş, Cebrâîl de on yılı tamamladığını haber vermiştir. (!)

Bu âyetlerde, Mûsâ'ya verilen ve Furkan sûresi'nde konu edilen iki âyet farklı ifadelerle açıklanmaktadır. Burada mecâzî ifadeler söz konusu iken, Furkân sûresi'nde hakikat anlamlarıyla ifade edilmiştir:

* Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da o'nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik. Sonra da, "Haydi âyetlerimizi yalanlayan o topluma gidin!" dedik. Sonunda da onları parçalayıp yok ettik. [Furkân/35-36]

Meryem/52’de Ayetteki Turr, Tavr, eymen, Canib; Ta Ha 12-13/te de Raa (görmek), Nar (ateş) Anese (hissetmek) Müks (beklentide olmak) sözcükleriyle ilgili ayrıntılı açıklamamız olmuştu. Burada da bazı sözcükleri incelemeye alıyoruz.



تَصْطَلُونَ Tastalun

Musa’nın gördüğü, hissettiği nar (ateş) bildiğimiz fiziki ateş, Musa ısınmak için ateş aramak için yakınlarından ayrıldığı anlayışına göre ayetlerdeki (Kasas/29 ve Neml/7) "تَصْطَلُونَ tastalune" ifadeleri tabii ki ateşe yaslanmak anlamındaki "ص ل ى s l y" kökünden (İftial Babından olup uyum anlamı içermektedir) kabul edilip Musa’nın ısınma peşinde olduğu ve ateş ararken vahye muhatap olduğuşeklinde açıklanmaktadır.

Ayetlerdeki "nar (ateş)" fiziki ateş olmayınca "تَصْطَلُونَ tastalüne" sözcüklerini desteklemek anlamındaki "ص ل و s l v" kökünden kabul edip, bilakis Musa’nın çabasının, kendi soyu olan İbranilere; israiloğullarına destek verme; onları kölelikten kurtarmaya yönelik olduğu anlaşılacaktır.



شَاطِئِ Şatıi

"شَاطِئِ Şatıi" sözcüğü "ağaçların, bitkilerin filizi" demektir. Ki Feth/29’da "شطئه şet’ehü" şekliyle yer alır.

Ağaçtan bir filiz.

Bu ifade yapılan ilk taze vahyleri ifade ederken bir de Kur’an’da yer alan "Ruh üfürülmes"inin ve Ruh’tan (vahy’den) az bir miktar verilmesinin başka bir ifadesidir.

Daha evvel "Ruh üfürülmesi" ifadesiyle kastedilenin Âdem'e ve Meryem’e verilen bilginin ancak koklatma düzeyinde olduğunu açıklamıştık. Bunun kanıtı ise İsra suresinin 85. ayetidir. Ancak hemen belirtilmelidir ki, bize ulaşan vahylerin koklatma düzeyindeki azlığı, Rabbimizin sonsuz bilgisine nispetledir. Yüce Allah’ın sonsuz bilgisi ve bilgeliği Kur’an’da pek çok ayette vurgulanmaktadır:

* De ki: "Rabbimin sözleri için, deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile." [Kehf/109]

* Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi olsa, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır. [Lokman/27]


Allah’ın ilmi böylesine sonsuz olunca, O’nun tüm peygamberlerine gönderdiği vahiy bilgilerinin toplamı da ancak bir koklatmadan [üfürmeden] ve bir filizden ibaret olacaktır.



وادى "VADİ"

Ta Ha/ 12’de şeklinde yer almış ve orada "mukaddes vadi"nin peygamberlik yolu olduğunu açıklamıştık. İfade, burada " الوادى الأيمنVadi-i eymen (En kutlu, vadi)" olarak yer aldı. Ki zaten iki ayet birlikte dikkate alındığında vadi ifadelerinin PEYGAMBERLİK YOLU olduğu anlaşılır.



بقعة Buk’a

Ayette yer alan " بقعة Buk’a" normalde "beyaz ve siyah renklerden oluşan, ala renkli toprak parçası" demektir. (Lügatlar) Burada "buk’a (ağaç açısından çok bereketli bir toprak parçası; bir nevi orman" olarak yer almıştır.

Burada uzun ve bereketli geçecek peygamberlik hayatı ve Allah’ın bitmez tükenmez kelâmı konu edilmektedir. Musa’ya verilen vahylerin, Allah’ın bitmez- tükenmez kelamından elçilik yolunda sadece bir filizden ibaret olduğu kinaye yoluyla açıklanmaktadır.

Burada da, –Neml/10'da olduğu gibi– Mûsâ'nın görevden kaçmaya çalıştığı ve uyarıldığı görülmektedir.

30. âyeti sağlıklı anlayabilmemiz için ayetteki bazı ifadelerin öz anlamlarını ve bazı teknik bilgileri dikkate almamız gerekiyor.

Bu açıklamalardan çıkan sonuca göre ayetin meali şöyledir:

30-32Sonra ona vardığında; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde ağaçtan bolluklu bir toprak parçasının içinde (kendisini bekleyen yüzlerce vahyin içinde) peygamberlik yolunun filizinden; ilk, taze vahylerden olmak üzere kendisine seslenildi: "Ey Musa hiç şüphesiz ki Ben, alemlerin rabbi Allah’ın ta Kendisiyim!" Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Yeninden kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır" diye seslenildi.

35. Âyette Allah'ın Mûsâ peygambere Seni kardeşinle destekleyeceğiz demesi, Mûsâ peygamberin talebi üzerinedir. Mûsâ peygamberin talebi ve bu talebin Allah tarafından kabul edilmesi, kusurunun giderilmesi başka Âyetlerde de geçmektedir:

* Mûsâ: "Rabbim! Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, o'nunla arkamı kuvvetlendir. İşimde o'nu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi. Allah: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi." dedi. [Tâ-Hâ/ 25–36]

* Biz o'na en uğurlu Tûr'un yan tarafından seslendik ve o'nu özel bir konuşmada bulunmak üzere yaklaştırdık. 53Ve rahmetimizden o'na, kardeşi Hârûn'u bir peygamber olarak ihsan eyledik. [Meryem/53]

35. Âyetin sonunda yer alan Siz ikiniz ve size tabi olanlar üstün olanlarsınız ifadesinde haber verilen galibiyet ile ya o şartlar altında Mûsâ peygambere verilen hüccet ve delillerin sağlayacağı bir galibiyet ya da başka bir zamanda gerçekleşecek bir devlet galibiyeti kastedilmiştir. Bizim görüşümüze göre birinci şık Âyetin lâfzına daha yakındır.

Yüce Allah, Mûsâ peygambere verdiği destek ve güvenceyi bütün elçilerine vermiş, onları daima korumuş ve muzaffer kılmıştır. Şüphesiz ki, elçilerin izinde yürüyenleri de koruyacaktır:

* Ey iman etmiş kişiler! Sizler Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. İşte, Allah Mûsâ'yı, eziyet edenlerin söylediklerinden temize çıkardı. Ve o, Allah katında mevki sahibi/değerli biri idi. [Ahzâb/69]

* Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez. [Mâide/67]

* Allah: "Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır. [Mücadile/21]

Ve Mü'min/ 51, Sâffât/ 171–173.

Bu âyetlerde, Mûsâ'nın kusuru ve kusurunun nasıl giderildiği açıklanmaktadır.
36) Mûsâ onlara apaçık alâmetlerimiz/göstergelerimiz ile gelince, "Bu, sadece uydurulmuş bir etkili bilgilerdir. Ve biz önceki atalarımızdan bunu işitmemiştik" dediler.
37) Mûsâ da dedi ki: "Benim Rabbim, kendi katından kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve yurdun sonunun kim için daha iyi olacağını daha iyi bilendir. Şüphesiz ki şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kurtuluşa eremezler."
38) Firavun da, "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Hâmân, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ'nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o'nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum" dedi.
39) Firavun, kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerine inandılar.
40) Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
Bu Âyet grubunda, Mûsâ peygamberin Mısır'a vardıktan sonra yaşadığı olaylar çok kısa olarak hatırlatılmakta ve kendilerine gösterilen açık kanıtlara rağmen eski inançları üzerinde ısrar ederek büyüklük taslayan Firavun ve askerlerinin suda boğularak yok edildikleri bildirilmektedir.

36. Âyette sözü edilen, Mûsâ peygamberin Firavun ve yandaşlarına getirdiği "apaçık Âyetler", tevhîd mesajını iletirken ortaya koyduğu öğretilerdir ki, bu ayrıntılar Kur'an'da diğer âyetlerde zikredilmiştir:

18,19Sonra de ki: "Arınmaya var mısın? Ve de seni Rabbine kılavuzlayayım da O'na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyasın!" [Nâziât/18–19]

46Allah: "Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları'nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz." 46dedi [Tâ-Hâ/46–48]

Firavun, 38. Âyette kendisi için kullandığı ilâh sözcüğünü "yer ve göklerin yaratıcısı" anlamında kullanmamıştır. Çünkü böyle bir şey ancak bir deli tarafından ortaya atılabilir. Ayrıca Firavun'un o Âyetteki sözleri, onun kendisinden başka ilâhların da var olduğunu kabul ettiği anlamına gelen sözlerdir. Nitekim Mısırlılar birçok tanrıya ibadet etmekteydiler ve bizzat Firavun, Güneş Tanrısı'nın hulûl ettiği şahıs hâline getirilmişti. Zaten Kur'ân da Firavun'un birçok tanrısı olduğuna tanıklık etmektedir:

127Firavun toplumundan ileri gelenler de, "Seni ve senin ilâhlarını/seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ'yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?" dediler. Firavun dedi ki: "Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kadınlarını utanca boğacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz." [A'râf/127]

Dolayısıyla Firavun, kendisi için kullandığı "
ilâh" sözcüğüyle kendisinin zarurî yaratıcı ve hakikî ulûhiyet sahibi olduğunu değil, tartışmasız yüce iktidar sahibi olduğunu kastetmiştir.

Kırkıncı ayette konu edilen "fırlatıp atma", baraj selinin önündeki sürüklenmeyi açıklamakta, –ki bu ifade Zâriyat/40'da da geçmektedir– bunun da suyun çok hızlı bırakılması ile olduğu açıklanmaktadır (Duhân/23-24).

FİRAVUN'UN İNANCI: Kur'ân'daki; (Zuhruf: 51–53), Mü’min: 28–35, âyetler dikkatlice okunduğunda, Firavun'un Allah'ı ve melekleri inkâr etmediği anlaşılmaktadır. Fakat bazıları Firavun'un mübalâğalı iddiasına bakarak onun Allah'ı inkâr ettiği veya kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmışlardır. Oysa Firavun'un Allah'ı göklerin hâkimi olarak kabul ettiği, özellikle Zuhruf Sûresi'nin 53. Âyetinden belli olmaktadır. Firavun'un reddettiği husus, Allah'ın elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale etmesidir. Çünkü Firavun kendisini teoride bütün insanlığın siyasî anlamda rabbi [hâkimi] olarak görüyor ve hükümranlığını kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırıyordu. Nitekim bu konuya "Mısır Dîni" başlığı altında yer vermiş olan Ana Britannica Ansiklopedisi, Eski Mısır'da Firavuna tapınmanın, onun Tanrı'nın oğlu kabul edilmesi sebebiyle olduğunu ve firavunun ülkesini, Mısır tanrıları adına yönettiğini yazmaktadır. [Ana Britannica; c: 22, s: 373. Bkz.]

Sonuç olarak, bazıları tarafından ileri sürülmüş olan Firavun'un kendisini gerçek ilâh ve Rabb yerine koyduğu tezi, hem Kur'ân'a hem de bilimsel araştırmalara uymamaktadır.

36–37. Âyetlerde nakledilen Mûsâ peygamber ile Firavun arasındaki konuşma Şu'arâ Sûresinde şöyle geçmektedir:

24Mûsâ: "Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir."

25Firavun, yanı başında bulunanlara "İşitmiyor musunuz?" dedi.

26Mûsâ: "O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir" dedi.

27Firavun: "Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir" dedi.

28Mûsâ: "Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir" dedi. [Şu'arâ/24–28]

Firavun ve yandaşları da Mûsâ peygambere tekrar tekrar şu cevapları vermişlerdir:

78Onlar: "Sen atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin ve yeryüzünde saltanat ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmayız" dediler. [Yûnus/78]

57,58Firavun: "Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun" dedi. [Tâ-Hâ/57–58]

26Ve Firavun: "Bırakın beni, öldüreyim Mûsâ'yı, o da Rabbini çağırsın. Şüphesiz ben o'nun, sizin dininizi değiştirmesinden veyahut yeryüzünde kargaşa çıkarmasından korkuyorum" dedi. [Mü'min/26]

Firavun'un Haman'la yaptığı 38. Âyetteki konuşma, başka Âyetlerde de geçmektedir:

36,37Ve Firavun: "Ey Hâmân! Sebeplere; göklerin sebeplerine ulaşmam için bana bir kule yap da Mûsâ'nın ilâhının ne olduğunu anlayayım. Ve şüphesiz ben o'nun yalancı olduğu kanısındayım" dedi. İşte böylece Firavun'a amelinin kötülüğü süslü gösterildi ve yoldan çıkarıldı. Ve Firavun düzeni, yalnızca kayba/zarara uğratıp acı çekme içindedir. [Mü'min/36–37]

Firavun, Haman ve bu ikisinin emir erleri durumunda olanların üzerine, âhiretteki rezillikten önce bu dünyada da rezillik kılınmıştır. Yani onlar için iki dünyada da rezillik söz konusudur:

13Ve kuvvetçe, seni çıkaran kentten daha şiddetli nice kentler; onları değişime/yıkıma uğrattık. Öyle ki kendileri için yardımcı diye bir şey olmadı. [Muhammed/13]

96,97Andolsun ki Biz Mûsâ'yı da âyetlerimizle ve apaçık bir belge ile Firavun ve ileri gelenlerine elçi yaptık. Ama onlar Firavun'un emrine uydular. Hâlbuki Firavun'un emri aklı çalıştıran/doğruya ulaştıran değildir.

98Firavun kıyâmet günü, toplumunun önüne düşer. –Artık Firavun, toplumunu ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!–

99Ve bu dünyada ve kıyâmet gününde dışlanarak izlendiler. –Verilen bu vergi ne kötü vergidir!– [Hûd/96–99]

Firavun'un Haman'a kule yaptırıp gökte ilâh araması, İslâm karşıtlığında ölçüyü kaçıran zihniyetin çağımızda sergilediği bazı densizce yaklaşımlara benzemektedir. Bu zihniyetin çağdaş temsilcilerinden biri olan Marksist kozmonot Yuri Gagarin de uzaya gidip geldikten sonra benzer alaycı bir ifadeyle gökte –hâşâ– Allah'ı görmediğini söylemiştir. Allah'ı bir kuleden görmek isteyen eski zaman aptalı ile Allah'ı uzayda arayıp bulamadığını söyleyen bugünkü türdeşleri arasında dikkat çekici bir benzerlik söz konusudur.

Kur'ân, Firavun'un gerçekten böyle bir kule inşa ettirip de onun üzerinden Allah'ı görmeye çalışıp çalışmadığı konusunda herhangi bir açıklama getirmemiştir.
41) Ve onları, ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyecekler de.
42) Ve bu dünyada arkalarına dışlanma, Allah'ın rahmetinden yoksun olma taktık. Onlar, kıyâmet gününde de kötülenmiş/uzaklaştırılmış kimselerdendirler.
Bu ayetlerde, kendilerine gelen onca uyarıcı göstergeye rağmen büyüklük taslayarak iman etmemiş, böylece hayatlarını zayi etmiş olanların dünya ve ahiretteki durumlarına değinilmektedir.

Rabbimiz, zulüm işleyen, hakikati inkâr eden, inkârda sonuna kadar direten ve hakka karşı batılı savunmak için her türlü vasıtayı kullanan bu kişileri "ateşe çağıran önderler" kıldığını bildirmektedir. Onlar bu durumlarıyla kendilerinden sonra gelecek kuşaklara da öncü ve örnek olacaklardır. İnsanlara yanlış yolları gösterip cehennemi kazanacak olan böyleleri, kendi suçları yetmezmiş gibi bir de arkalarına taktıkları, örnek oldukları kişilerin veballerini de taşıyacaklardır. Gerek ateşe çağıran bu önderler, gerekse onların takipçileri hep birlikte aynı felâkete doğru koşacaklardır:

* O gün Biz, bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/çekirdeğin iplikçiği kadar bir haksızlığa uğratılmayacaklar. [İsra/71]

Rabbimizin 42. ayetteki "Ve bu dünyada arkalarına lânet taktık" ifadesinden anlaşıldığına göre, arkadan gelen nesiller, kendilerini ateşe çağıran bu önderlere sürekli olarak lânet edeceklerdir. Buradan, Rabbimizin, elçilerine tâbi olan inanmış kullarının diliyle, insanları ateşe çağıran o tür önderlere lâneti [dışlanmışlığı] meşru kıldığı anlaşılmaktadır.
43) Ve andolsun ki Biz, ilk nesilleri değişime/yıkıma uğrattıktan sonra Mûsâ'ya, öğüt alırlar diye, insanlar için apaçık deliller, kılavuz ve rahmet olarak Kitab'ı/Tevrât'ı verdik.
44) Ve Mûsâ'ya o emri gerçekleştirdiğimiz sırada sen batı yönünde; Musa'nın yaşadığı coğrafyada değildin. Hazır bulunanlardan, görenlerden de değildin.
45) Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara âyetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; Fakat Biz elçi gönderenleriz.
Bu ayetlerde Rabbimiz, insanlara rahmeti gereği elçi, uyarıcı göndermenin gereklerini anlatmak suretiyle insanların nakledilen kıssaları öğrenmelerini ve peygamberlerin talimatından dönen önceki kuşakların helâk oluşlarından ibret almalarını istemektedir. Ayrıca bu kıssaların Allah tarafından vahyedilen ve elçisinin bilmediği, tanık olmadığı olaylar olduğunu vurgulamaktadır.

44. ayetteki "batı yönü" ifadesi ile Hicaz'ın batısına düşen Sina [Tur] Dağı kastedilmiştir. Çünkü Musa peygambere ilk vahiy bu dağda gelmiştir. Yine aynı ayette geçen "şahitler" de Musa peygamber ile birlikte olan ve ona verilecek ilkeleri takip edeceklerine dair sözleşmede bulunmak üzere davet edilen İsrailoğullarıdır.

45. ayetteki "Sen onlara ayetlerimizi okuyarak Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin" ifadesinin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: "Musa Medyen’e ulaşıp hayatının uzunca bir bölümünü orada geçirdiğinde ve sonra oradan Mısır’a gitmek üzere ayrıldığında sen yoktun. Ayetlerimizi Medyen sakinlerine okuyan da sen değildin. Sen Mekke halkına tebliğde bulunmaktasın. Sen, anlatılan bu binlerce sene evvel meydana gelmiş olayların görgü şahidi de değilsin. Bütün bu bilgi sana, kesinlikle başka bir yolla değil, tarafımızdan vahyedilerek verilmektedir."

45. ayetteki "Fakat Biz (elçi) gönderenleriz" ifadesinin anlamı, "Peygamberlerimizin ilki sen değilsin; Nuh’u, Hud’u, Salih’i, İbrahim’i, Musa’yı ve Şuayb’i nasıl kendi halklarına gönderdiysek, seni de kendi halkına elçi olarak gönderdik" demektir.
46,47) Ve Biz, seslendiğimiz zaman, kutlu peygamberlik aşamasının yanında da değildin (henüz elçi değildin). Tersine senden önce kendilerine uyarıcı/elçi gelmeyen bir toplumu uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir fenalık geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir elçi gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü’minlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak… orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik.
Not: ayetteki "َطَور tavr/tur" sözcüğü "طور الأيمن tavru'l-eymen/turü'l-eymen” olarak anlaşılmalıdır. Daha evvel zikredildiğinden burada sıfat hazfedilmiştir.

Bu ayetlerde Rabbimiz, elçi göndermesindeki birbirine bağlı iki amacı açıklamaktadır. Bunlar, uyarmak ve mazerete fırsat vermemektir. Daha evvel birçok ayette bildirildiği gibi, Rabbimiz, elçi göndermediği, kitap indirmediği [yasa koymadığı] toplumları cezalandırmamış, cezayı hak etmiş olanlara da "Uyarılsaydık doğru yoklu bulabilirdik" bahanesini ileri sürmesinler diye elçi göndermiş, kitap indirmiştir.

* Ve Kur’ân, "Kitap, sadece bizden önceki iki topluluğa; Yahudi ve Hristiyanlara indirildi; biz ise, o kitapları okuyamıyor ve dillerini anlayamıyorduk" veya "Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye Bizim indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. O nedenle, rahmet olunmanız için ona uyun ve Allah'ın koruması altına girin. İşte size de Rabbinizden açık delil, kılavuz ve rahmet gelmiştir. Öyleyse Allah'ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha yanlış, kendi zararlarına iş yapan kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın kötüsüyle cezalandıracağız. [En’âm/155-157]

* Şüphesiz Biz, Nûh'a ve O'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah, Mûsâ'ya söz söyledikçe söyledi/onu yaraladıkça yaraladı, çok sıkıntı çektirdi. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/163-165]

* Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan/açıkça ortaya koyan Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. [Maide/19]


* Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. Ve Biz, bir ülkeyi değişime/yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine, hak yolda olmalarını, hak yolda önderlik yapmalarını emrederiz de onlar, bunun aksine, orada hak yoldan çıkarlar. Artık oranın üzerine Söz hak olur da Biz orayı kökünden darmadağın ederiz. [İsra/15,16]

* Ve inkâr edenler: "Elçiliğini iddia eden bu kişi, Rabbinden bize bir alâmet/gösterge getirse ya!" dediler. Onlara ilk sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile değişime/yıkıma uğratsaydık, kesinlikle "Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce Senin âyetlerine uysaydık!" diyeceklerdi. [Ta Ha/133,134]




ARAPLARA DAHA ÖNCE PEYGAMBER GELDİ Mİ?

Rabbimiz, 46. ayetteki "Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı [peygamber] gelmeyen bir kavmi uyarman için ..." ifadesiyle peygamberimizin kavmine daha önce uyarıcı göndermediğini beyan etmiş olmaktadır. Aynı konu Ya Sin suresinin girişinde de yer almıştı. Dolayısıyla, peygamberimizin uyarılmamış bir kavme mensup olan anasının, babasının, dedesinin ve daha önceki atalarının cezalandırılmaları söz konusu değildir.

Kur’an’da ibret alınması için anlatılan kıssalar çok eski zamanlarda geçtiği için peygamberimizin bu kıssalardaki olaylara tanık olması mümkün değildi. Rabbimizin bildirdiğine göre bu olayları başkalarından da dinlememişti. Zaten tebliğde bulunduğu halkın içinden biri olarak geçmiş hayatı hep göz önündeydi, hayatına ait bilinmeyen bir dönem söz konusu değildi. Peki, o hâlde peygamberimiz bunları nasıl biliyordu, nereden öğrenmişti? İşte, Kur’an’da anlatılan bütün bu kıssalar bir taraftan insanların kendilerine hisse çıkarmalarını sağlarken, diğer taraftan da peygamberimizin elçiliğinin en belirgin kanıtlarını teşkil etmekteydi; hâlâ da öyledir.

* İşte bu, algılama imkânının olmadığı, geçmişin önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem'e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar tartışırlarken de sen yanlarında değildin. [Âl-i Imran/44]

* İşte bu, sana vahyettiğimiz görmediğinin, duymadığının, bilmediğinin haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip kötü plân yaparlarken sen onların yanında değildin. Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir. [Yusuf/102,103]

* İşte Nûh ile ilgili anlatılanlar, sana vahyettiğimiz görülmeyenin, duyulmayanın, sezilmeyenin haberlerindendir. Bunları sen ve toplumun bundan önce bilmiyordunuz. Şu hâlde sabret. Şüphesiz âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş olan kişilerindir. [Hud/49]
48) İşte onlara tarafımızdan o hak gelince de, "Mûsâ'ya verilen şeyler; alâmetler; göstergeler gibi ona da verilmeli değil miydi?" dediler. Daha evvel Mûsâ'ya verileni örtbas edip reddetmemişler miydi? "Birbirine sırt veren; destekleyen iki sihir; etkili bilgi" dediler. Ve "Şüphesiz biz hepsini kabul etmeyeceğiz" dediler.
49) De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, hemen Allah katından bana ve Mûsâ'ya inen kitaplardan daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!"
50) Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez.
Peygamberimizle Mekkeli müşrikler arasında geçen konuşmaların nakledildiği bu ayetlerde; Kitab-ı Mukaddes’te ki anlatıları kabullenerek daha önce Musa peygambere verilenleri inkâr ettikleri hâlde ona verilen asa mucizesi, parlayan el mucizesi, taş levhalar üzerinde yazılı emirler mucizesi gibi fiziksel mucizelerin peygamberimize verilmemiş olmasını bahane olarak ileri sürdükleri görülmektedir. Müşriklerin bu itirazları Sebe’ suresinde de dile getirilmiştir:

31Ve şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler, "Biz kesin olarak, bu Kur’ân'a inanmayız, ondan öncekine de..." dediler. Sen şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Zaafa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, "Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü’min kimseler olurduk" diyecekler. [Sebe’/31]

Müşriklerin bu bahanelerine karşı, Rabbimiz 49. ayette elçisine onların beklemediği tarzda bir emir vermiştir: "
Eğer doğrular iseniz, hemen Allah katından bu ikisinden [bana ve Musa'ya inen kitaplardan] daha çok doğruya kılavuz olan bir kitap getirin de ben de ona uyayım!"

Rabbimiz, bu büyük mucizeyi görüp de inanmayanları ve hevasına uyarak inat edenleri akılsızlık ettikleri için kınamakta ve 50. ayetteki "Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık/şaşkın [aşağı] kim olabilir?" ifadesiyle bu kimselerin gidişatlarının bozuk olduğunu bildirmektedir. Akıllı insanın inanış ve yaşayışının bilgiye dayalı olması gerektiğini gösteren bu ifade, aynı zamanda taklitçiliğin yanlışlığına dair delillerin de en büyüklerindendir.

84De ki: "Biz, Allah'a, bize indirilen Kur’ân'a, İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlara indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O'nun için İslâmlaşanlarız."

85Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm'dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır.

86İmanlarından ve şüphesiz elçinin hak olduğuna tanık olduktan ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, küfreden; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden bir topluma Allah nasıl kılavuzluk eder? Ve Allah, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.

87,88İşte onların cezaları, Allah'ın, doğal güçlerin/haberci âyetlerin, insanların hepsinin dışlayıp gözden çıkarması, sürekli içinde kalmak üzere şüphesiz onların üzerlerindedir. Kendilerinden bu azap hafifletilmez ve kendilerine süre tanınmaz. [Âl-i Imran/84-88]

51) Ve andolsun Biz, Söz'ü [vahyi/Kur'ân'ı] öğüt alırlar diye birbiri ardınca yolladık.
52) Sözden [vahiyden/Kur'ân'dan] önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler; onlar, Söz'e [vahye/Kur'ân'a] de inanırlar.
53) Ve onlara o Söz [vahy/Kur'ân] okunduğu zaman onlar, "Biz, ona inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz, ondan önce müslüman olanlardık" dediler.
Bu ayet gurubunda Rabbimiz; insanları akıllarını başlarına almaya yönelten ayetlerini sürekli, ardı ardına indirdiğini vurgulamakta ve daha evvel indirilmiş kitaplara inanarak Allah’ı tanımış kişilerin bu ayetleri [Kur’an’ı] duyar duymaz sahiplendiklerini, hemen kabul edip inandıklarını, hatta böyle bir beklenti içinde bulunduklarını açıkça ifade ettiklerini bildirmektedir.

Bu ayetlerle Mekkelilerin utandırılması da amaçlanmış, sanki onlara "Siz kendi şehrinizden çıkarılıp gönderilmiş bir lütfu tepiyorsunuz. Oysa uzak beldelerden insanlar onu işittiklerinde kadrini bilmek ve kendisinden istifade etmek üzere buraya geliyorlar" denilmiştir.

Esbab-ı nüzul kayıtlarına göre bu ayetler tarihî bir olay üzerine inmiştir.

Şöyle ki:

Habeşistan hicretinden sonra Rasûl'un mesajı ve zuhuruyla ilgili haberler bu ülkeye de yayılınca 20 kişilik bir Hıristiyan heyeti işin aslını anlamak için Mekke'ye geldi ve Rasûlullah'la Mescid-i Haram'da karşılaştılar. Kureyş'den bir kalabalık da olup biteni izlemek üzere orada toplandılar. Heyet üyeleri Rasûlullah'a bir takım sorular sordu, Hz. Rasûl de cevapladı. Sonra onları İslâm'a davet etti ve önlerinde Kur'an'dan ayetler okudu. Kur'an'ı dinlerken gözyaşlarını tutamayan heyet üyeleri okunanın Allah Kelâmı olduğunu tasdik edip Rasûlullah'a iman ettiler. Toplantı sona erip de halk dağılınca Ebu Cehil ve avanesi Hıristiyan grubun yolunu keserek onları şiddetle payladı: "Şimdiye kadar buraya sizden daha şapşal bir topluluk gelmedi. Ey aptallar güruhu, siz buraya kavminiz tarafından bu adam hakkında bilgi toplamak için geldiniz. Fakat henüz onunla yeni karşılaşmışken, itikadınızdan vazgeçtiniz." Bu keremli topluluk şu cevabı verdi: "Selâm olsun size, sizinle tartışmak gibi bir niyetimiz yok. Siz kendi itikidınızdan mes'ulsunuz, biz kendi itikadımızdan. Şu var ki, bile bile kendimizi hayırdan mahrum etmeye de yanaşmayız. [İbn Hişam, c:2, s:32; el-Bidaye ve'n-Nihaye, c:3, s:82]

Mukatil ise bu ayetin kırk kişililik bir Hıristiyan grubu hakkında indiğini, bunlardan bir kısmının Cafer b. Ebi Talip ile birlikte Habeşistan’dan, sekiz tanesinin de Şam’dan gelmiş olduklarını ve bu sekiz kişinin isimlerinin Bahira, Ebrehe, Eşref, Bureyd, Temam, Eymen, İdris ve Nafi olduğunu bildirmiştir. [Mukatil; ilgili ayet hakkındaki açıklamasından]

53. ayetin sonunda Allah nezdindeki dinin sadece İslâm olduğuna işaret edilmiştir. Yaratılışın başından beri gönderilen her elçi hep bu hayat tarzını getirmiş, her elçi daima "Müslim" olmuş, takipçilerine de "Müslümanlar" denmiştir. Bu gerçek şu ayetlerde görülmektedir:

Âl-i Imran/19, 67, 85, Yunus/71, 72, 84, 90-92, Bakara/128, 131-133, Zariat/36, Yusuf/101, Maide/44, 111 ve Neml/44.

Bilindiği üzere " إسلامİslâm", مسلمMüslim", " مسلمانMüslüman" sözcükleri Arapçadır. Kur’an, ilk kez Arap kavmine ve o kavmin Arap bir mensubuna indiği için bu mesajlar Arapça sözcüklerle ifade edilmiştir. Aslında doğal olarak diğer peygamberler kendi halklarının dili ile konuştuklarından o kavimler "İslâm" ve Müslüman" kelimelerinin kendi dillerindeki karşılığını kullanmışlardır.

Rabbimizin Ehlikitap bilginlerinin Kur’an’a inanacaklarını haber veren 52. ayetteki ifadesi başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

199Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a samimiyetle saygı duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar, Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. [Âl-i Imran/199]

107,108De ki: "Siz Kur’ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine bilgi verilenler; Kur’ân onlara okunduğunda onlar, boyun eğip teslimiyet göstererek çeneleri üstü kapanırlar. Ve "Rabbimiz her türlü kusurdan arınıktır. Rabbimizin vaadi kesinlikle gerçekleşecektir" derler."

109Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve Kur’ân, onların saygılarını, alçak gönüllüğünü artırır. [İsra/107-109]

82Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız" diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.

83,84Ve onlar, Elçi'ye indirilen Kur’ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabb'imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah'a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!" derler. [Maide/82- 84]

10De ki: "Hiç düşündünüz mü? Eğer Kur’ân, Allah tarafından ise ve siz de onu bilerek reddetmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız ... Şüphesiz ki, Allah şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar topluluğuna kılavuzluk etmez." [Ahkaf/10]

110Ve Biz, onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. [Enam/114]

Yukarıdaki ayetlerden, Mekke’de yaşayan veya çeşitli zamanlarda Mekke’ye gelip giden Ehl-i Kitabın, Kur’an’ı tasdik ettikleri anlaşılmaktadır. Ama bu durum, onların kendi dinlerini bırakıp Müslüman oldukları anlamına gelmez. Nitekim 53. ayetteki "Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık" ifadesi de bunu göstermektedir.
54) İşte onlar; sabrettikleri için onların ödülleri iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden Allah yolunda harcamada bulunurlar/başta yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını temin ederler.
55) Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan mesafeli dururlar ve "Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz" derler.
Bu ayetlerde Kur’an’ı hemen kabul etmiş olan Ehlikitap övülmektedir. Bunlar her zaman Allah’ı tanımış, yeni bir kitap ve elçi beklentisi içinde olan, yeni kitaba da inandıktan sonra inancından taviz vermeyen ve hayatlarını Kur’an’daki ilkelere göre düzenleyen kimselerdir. Bunların ilklerinden olanların isimleri 51-53. ayetlerin tahlilinde verilmişti. Ayetlerin ifadesinden anlaşıldığına göre, bu kimseler taşradan gelip giden Ehlikitap değil, Mekke’de yaşayan, baskı ve korku altında tutulan Ehlikitap’tır. Zira inanç turizmine zarar verir kaygısıyla Mekke zorbalarının taşradan gelip gidenlere baskı yapması söz konusu değildir.

54. ayette bu kimselerin çifte ödül alacakları bildirilmektedir. Bizim düşüncemize göre bu ödüllerin birincisi İsa peygambere, ikincisi de peygamberimize iman etmelerinden ötürüdür. Çünkü onlar Mesih'in şahsiyeti karşısında büyülenip zihinlerini donduranlar gibi olmadıklarını ve yalnızca İslâm'ı izlediklerini yeni bir peygamberin gelişiyle karşılaştıkları zorlu imtihanda göstermişler, hiç tereddüt etmeden yeni peygamberin liderliğindeki İslâm yoluna girmişlerdir. Kavmî ve ırkî önyargıları reddederek hakk itikat üzerinde sebat gösteren bu kimseler, gelen yeni peygamberin daha önce Mesih'in tebliğ ettiği İslâm'ı tekrar getirdiğini görerek Hıristiyanlığa takılıp kalmışların yolundan vazgeçmişler ve böylece Mesih'e değil, yalnızca Allah'a taptıklarını davranışlarıyla ispatlamışlardır.

Rabbimiz, bu kimselerin peygamberimize yakın olduklarını Maide suresinde de belirtmiş ve onların bu ayetlerde sözünü ettiği özelliklerini başka ayetlerde de dile getirmiştir:

82Sen, kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak, o Yahudileri ve o ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, "Şüphesiz biz, Nasraniyiz/Hristiyanlarız" diyen kimseleri bulursun. Bu, kendi içlerinde keşişler ve rahipler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından dolayıdır.

83,84Ve onlar, Elçi'ye indirilen Kur’ânı dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!" ve "Biz, Rabb'imizin bizi sâlihler toplumu ile birlikte girdirmesini umarken, Allah'a ve haktan bize gelen şeylere neden inanmayalım!" derler. [Maide/82, 83]

114Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı oluştur-ayakta tut], çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. [Hud/114]

72Ve Rahmân'ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler. [Furkan/72]

Ve Furkan/63, Ra’d/21-24, Fussılet/34-36.
56) Kesinlikle sen sevdiğini kılavuzlanan doğru yola iletemezsin; ama Allah dilediğine doğru yolu gösterir ve O, kılavuzlanan doğru yolu kabullenecek olanları daha iyi bilir.
Peygamberimize, sevdiği bile olsa kimseyi zorla doğru yola sokamayacağını bildiren bu ayet, aynı zamanda onu teselli de etmektedir. Çünkü Allah, tercih yeteneğine sahip olan insanları özgür bırakmıştır ve yine ayette bildirildiği gibi hidayet Allah’a aittir.

İfadesi genele yönelik olmasına rağmen, bu ayetin peygamberimizin bir türlü imana gelmeyen amcası Ebutalib’in bu durumuna çok üzülmesi üzerine indiği ileri sürülmüştür.
57) Ve onlar; "Biz seninle beraber doğru yol kılavuzuna uyarsak, yurdumuzdan atılırız" dediler. Biz onları, Kendi katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere/Mekke'ye[#181] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
Bu ayette, inanmamakta direnen Kureyşli müşriklerin tevhidi kabul etmemek için ileri sürdükleri mazeret açıklanmakta ve onların Kur’an hakk olmadığı için değil, çıkarlarından olmamak için hidayete uymadıkları bildirilmektedir. Bu, onların şirk ve küfür ticareti yaparak sağladıkları kazançtan mahrum kalmamak için peygamberimize uymayı reddettikleri anlamına gelmektedir. Mekkeli müşriklerin bu mantığını tam olarak kavrayabilmek, ancak İslâm'ı kabul etmeleri hâlinde meydana gelmesinden korktukları durumun ne olduğunu görebilmekle mümkündür. Bu da söz konusu olaya tarih perspektifinden bakmayı gerektirmektedir. Hatırlanacak olursa, Kureyş suresinin tahlilinde Kureyş kabilesinin çok önemli bir özelliğine değinmiş, onların Arabistan’da yaygın şekilde İsmail’in torunları olarak bilinip tanındıklarını, Arapların onlara "peygamber çocukları" gözüyle baktıklarını, dokunulmaz kılınmış Mekke’ye gelen hacıların her türlü işlerini görerek geçindiklerini, bundan dolayı da bu işlerden iyi kazanç sağladıklarını dile getirmiştik. İşte Kureyşli müşrikler bu kazançtan, bu geçimden mahrum kalmaktan korkmakta ve bu sebeple küfrü ve şirki tercih etmektedirler.

Dolayısıyla Rabbimizin buradaki "Biz onları Kendi katımızdan bir rızk olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram [dokunulmaz] bir yere [Mekke’ye] yerleştirmedik mi?" şeklindeki sözleri, doğrudan bu anlayıştaki müşriklere yöneliktir. Rabbimiz bu ifadesiyle onların saltanatlarının kendi eserleri olmadığını, sağladıkları kazançları ve güvenliklerini Allah’ın Mekke’de Rabbülbeyt inşasını plânlayıp gerçekleştirmesine borçlu olduklarını bildirmektedir.

Mekke’nin "Güvenli Şehir" olması ile ilgili olarak Kureyş suresinin tahlilinde ayrıntılı bilgi verilmiştir. Bu açıklamaların tekrar okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Bu nedenle, önceki açıklamalara ek olarak aşağıdaki ayeti ve Mukatil’in kaydettiği şu tarihi bilgiyi sunmakla yetiniyoruz:

* Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Al-i Imran/96,97]

Mukatil b. Süleyman, 57. ayetin Kureyşli Haris b. Nevfel b. Abdimenaf’ın peygamberimize yaptığı bir açıklama üzerine indiğini nakletmektedir. Naklettiğine göre, bu kişi peygamberimize şunları söylemiştir:

"Senin dediklerinin hak olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Bizim seninle birlikte hidayete uymamızı engelleyen şey, Arapların bizi yurdumuzdan, yani Mekke’den çıkartmalarından korkmamızdır. Çünkü biz, Araplara göre bir baş yiyip doyacak kadar azınlığız ve bizim onlara karşı koyacak gücümüz yoktur." [Mukatil]
58) Ve Biz, geçimleriyle şımarmış nice kenti değişime/yıkıma uğratmışızdır. İşte, onların yerleri! Kendilerinden sonra pek az oturulmuş olan meskenleri. Ve Biz, vârislerin ta kendisiyiz.
59) Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz.
60) Ve size verilen şeyler, basit dünya hayatının kazanımı ve onun süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?
Peygamberimize mazeret ileri süren Kureyşli müşriklere yapılan uyarı bu ayetlerde de devam etmektedir. Bu ayetlerin mesajını şöyle takdir etmek mümkündür: "Kaybederiz korkusuyla haktan yüz çevirip bâtıla yapıştığınız ve bunca övünüp durduğunuz dünya refah ve servetine bir zamanlar Ad, Semud, Sebe’, Medyen ve Lut kavmi de sahipti. Onları helâk ettik, işte onların kalıntıları... Sizden önce helâk edilmiş bu topluluklar da ahlâksızlığa dalmışlardı. Onları son bir kez uyarmak için Allah peygamberlerini gönderdi. Fakat onlar kulak bile asmadılar. Aynı şey şimdi sizin için de geçerli... Siz de ahlâksızlığa daldınız ve sizi uyarmak için size de bir elçi geldi. Eğer küfür ve inkârınızda ısrar ederseniz refah ve rahatınızı korumak yerine onları tehlikeye atmış olacaksınız. Korkup durduğunuz yıkım, inanmanız hâlinde değil, inanmayı reddetmeniz hâlinde sizi yok edecektir."

MEKKE MÜŞRİKLERİ NİÇİN İMHA EDİLMEDİ?

Şirk ve küfür ticareti ile hayatlarını sürdüren Mekkelilerin peygamberimizin elçilikle görevlendirilmesinden önce helâk edilmeme sebebi, 59. ayetin 1. cümlesindeki "Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi anakente göndermedikçe, memleketleri helâk edici değildir" ifadesiyle açıklanmıştır. Bu husus başka ayetlerde ((Nahl/112, 113) (İsra/15) (Hud/117) (Enam/130, 132) (Şûra/7) (A’raf/157) (En’am/19) (Hud/17) (İsra/58) ) de belirtilmiştir:

Peygamberimiz kendilerine elçi olarak gönderildikten sonra onunla mücadele etmelerine rağmen Mekkeli müşriklerin helâk edilmemelerinin sebebi ise, yine 59. ayetin 2. cümlesindeki "Zaten Biz, halkı zalim olmayan memleketleri helâk edici değiliz" ifadesiyle açıklanmıştır. Bu ifadeden, Mekkelilerin hepsinin de zalim [şirke batmış] kimseler olmadığı anlaşılmaktadır ki, bu durum herkesin bildiği bir gerçektir. Yüce Allah o gün için iman etmemiş olanların bir kısmının daha sonra iman edeceğini; hayatlarının sonuna kadar iman etmeyecek olanların ise, soylarından gelecek bazı kimselerin iman edeceklerini biliyordu ve bu sebeple de onları helâk etmiyordu. Nitekim bu husus aynen gerçekleşmiş, o günün müşriklerinden ve onların soylarından birçok kişi mümin olmuştur.
61) Şu hâlde, Bizim kendisine güzel bir söz verişle söz verip de ona kavuşan kimse, basit dünya hayatının kazanımını kazandırdığımız ve sonra kıyâmet gününde huzurumuza getirilenlerden/huzurumuzda 'hazırol'da tutulanlardan olan kimse gibi midir?
Bu ayet de müşriklerin ileri sürdükleri mazerete karşı verilen bir cevaptır. Burada onlara basit hayatta kazandırılanlar ile Allah’ın gösterdiği yolda gidip Allah’ın vaat ettiklerini hak edenlerin bir olmayacağı söylenmektedir.

Bu ayeti anlamak için iki noktanın dikkate alınması lâzımdır:

Birinci olarak: İnsan, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki farkı iyi kavramalı, mukayeseyi iyi yapmalıdır. Dünya hayatı, ister nimet ister külfet itibariyle olsun, basit, iğreti, değişken ve geçicidir. Ahiret hayatı ise sonsuzdur ve değişken değildir. Bu durumda akıllı insanın ahiret hayatını tercih etmesi gerektiği apaçık ortadadır.

İkinci olarak: İnsan, "Rabbimiz kullarından ne istiyor?" bunu iyi bilmelidir. O, insanlardan mal mülk edinmemelerini, bu dünyanın nimetleriyle ilgilenmemelerini, sefil yaşamalarını değil, çok çalışmalarını ve kazandıklarını doğru yolda çokça harcamalarını istemektedir. Burada bize verilen mesaj, "geçici" için "ebedî"nin terk edilmemesi ve "geçici"yi elde etmek için şirk, zulüm, inkâr, fısk ve fücur yollarına tevessül edilmemesidir. Kısaca dünya nimetlerinin meşru sınırlar içinde kazanılması ve yine meşru sınırlar içinde harcanmasıdır:

26Ve Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de ölçülendirir de. Onlar ise basit dünya hayatı ile ferahladılar. Oysa basit dünya hayatı, âhirette sadece bir kazanımdır. [Ra’d/26]

14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.

15-17De ki: "Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah'ın koruması altına girmiş; "Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş'in azabından koru!" diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir. [Âl-i Imran/14, 15]

77,78Kendilerine, "Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin" denilenleri görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'a duydukları saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyarlar. Ve "Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz "bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar" bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile." Ve onlara bir iyilik isabet ederse, "Bu Allah'tandır" derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, "Bu sendendir" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır." Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar? [Nisa/77, 78]

38Ey iman etmiş kişiler! Ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere ağırlaşıp kaldınız/çakılıp kaldınız. Âhiretten cayıp basit dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama âhrettekine göre, bu basit dünya hayatının kazanımı pek azdır. [Tövbe/38]

62) Ve o gün Allah onlara seslenir de der ki: "Yanlış olarak inanmış olduğunuz Benim ortaklar hani nerede?"
63) Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; "Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz, Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı" derler.
64) Ve "Ortaklarınızı çağırın!" denir, onlar da çağırırlar. Sonra da onlar kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. -Ne olurdu onlar, kılavuzlanan doğru yolu kabullenmiş olsalardı!-
65) Ve o gün Allah, onlara seslenir de; "Gönderilen elçilere ne cevap verdiniz?" der.
66) İşte, o gün onlara bütün önemli haberler kapkaranlık olmuştur; artık onlar birbirlerine de soramazlar.
Bu ayet grubunda, basit dünya zevklerini ahiret hayatına tercih etmeleri sonucu ahirette kötü durumlara düşenlerin ve onları bu durumlara düşüren zavallıların birbirleriyle davalaşmaları gözler önüne serilmektedir. Bu sahneler Saffat suresinde şöyle canlandırılmıştır:

27Ve onların bazısı bazısına dönmüş/yüzyüze gelmiş, soruşuyorlar/birbirlerini sorumlu tutuyorlar.

28Onlar: "Şüphesiz siz bize sağ elden/hak yoldan/iyi konumdan/güçten-kuvvetten gelir dururdunuz" derler.

29-32Diğerleri derler ki: "Tam tersine, siz mü’minler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Tam tersi siz azmış bir toplumdunuz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz'ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik."

33Şu hâlde şüphesiz onlar, o gün azapta ortaktırlar. [Saffat/27-33]

Dikkat edilirse, burada hesaba çekilenler "kandırılan akılsız kimseler"dir. Allah ortak koşanlara sormaktadır ama cevap verenler bizzat ortak koşulanlardır. Akılsızlar tarafından suçlanan bu kişiler, güçler, varlıklar, suçlamalar karşısında "Biz bunları zorla yaptırmadık, onları ne görme, işitme kuvvetlerinden, ne de düşünme melekesinden mahrum ettik. Onlar hak yola girmek istediklerinde onları zorla bâtıl yola çekebileceğimiz bir durum da söz konusu değildir. Gerçek şudur ki, nasıl biz kendi özgür irademizi kullanarak saptıysak, onlar da kendi özgür iradeleriyle bizim kendilerine sunduğumuz yanlış yolu tercih ettiler. Dolayısıyla onların yaptıklarından biz sorumlu değiliz; onlar kendi yaptıklarından, biz kendi yaptıklarımızdan sorumluyuz" diyerek suçlamaları kabul etmeyeceklerdir.

Ortak koşanlarla ortak koşulanlar arasındaki bu çekişme, birçok ayette ((Sad/64, Zühruf/67, En’am/94, Zümer/31, Meryem/81, 82, Ahkaf/5, 6, Bakara/166, 167 ve Kehf/52, 53) dile getirilmiştir:

63. ayette konu edilen "Söz", Rabbimizin bizi yarattığında hakkımızda aldığı bir ilke kararıdır:

84Allah dedi ki: "Gerçek budur. Ben de şu gerçeği söylüyorum: "85Andolsun ki cehennemi kesinlikle senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım." [Sad/84, 85]

13Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: "Bütün bilinen, bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım" sözü hak olmuştur. [Secde/13]

Rabbimizin cehennemin ins ve cinn [herkes] tarafından doldurulmasına yönelik kararında dikkatlerden kaçmaması gereken ince bir nokta vardır ki, bu da cehennemi dolduracak olanların bu sonuca bizzat kendi özgür iradeleri ve seçimleri ile ulaşacak olmalarıdır. Çünkü Rabbimiz, rahmeti gereği insanlara elçi göndermekte, kitap indirmekte, insanları ise seçimlerinde serbest bırakmaktadır. Elçi göndermeden azap etmeyeceği ise zaten Rabbimizin bildirdiği bir ilke kararıdır.

Konuyla ilgili daha ayrıntılı açıklama Kaf suresinin tahlilinde verilmiştir.
67) Fakat tevbe etmiş, iman etmiş ve düzeltici işler yapmış kimseye gelince; o, kurtuluşa erenlerden olmayı umabilir.
Yapılan uyarılardan sonra burada Rabbimiz kurtuluş kapısını göstermektedir: Buna göre, geçmişinde neye inanmış ve hangi ameli işlemiş olursa olsun, kişinin tövbe etmesi, sonra da iman edip salihatı işlemesi hâlinde, Rabbimiz onun kurtulanlardan olmayı umabileceğini söylemekte, böylece insanları tövbeye davet ederek suçlu kullarına kurtuluş yolunu göstermektedir.

39Sonra kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder ve düzeltirse, bilsin ki şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. 40Göklerin ve yerin sahipliğinin, yönetiminin Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar? Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. [Maide/39]

17Allah'ın üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte bunlar, Allah'ın tevbelerini kabul ettikleridir. Allah, en iyi bilendir, en iyi hüküm koyandır.

18Ve tevbe, kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben, şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler ve de kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölenler için değildir. İşte bunlar, Bizim, kendileri için acı bir azap hazırladıklarımızdır. [Nisa/17, 18]

53De ki: "Ey nefislerine karşı sınırı aşmış olan kullar! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, günahları tümden bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. [Zümer/53]

Bunlardan başka, tövbenin konu edildiği şu ayetlere de bakılabilir: Enam/54, Meryem/60, Ta Ha/82, Furkan/70, 71, Nur/31, Tahrim/8, Bakara/160, Al-i Imran/89, Araf/153, Nahl/119, Nur/5, Şura/28.
68) Ve senin Rabbin, dilediği şeyi oluşturur ve onlar için hayırlı olan şeyleri seçer, onlar için ise seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından arınıktır ve yüceler yücesidir.
69) Ve senin Rabbin, onların, sinelerinde gizledikleri şeyleri ve açığa vurdukları şeyleri bilir.
70) Ve O, Kendisinden başka ilâh[#182] diye bir şey olmayan Allah'tır. İlkinde ve sonuncuda tüm övgüler O'nundur, hüküm yalnızca O'nundur. Ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
Bu ayetlerde Rabbimiz, ilk yaratmanın, yaratmanın devamının ve yaratılanlarla ilgili her türlü tasarrufun kendi elinde olduğunu açıklamaktadır. Bu ayetler aynı zamanda şirke bir reddiye mahiyetindedir. Çünkü Rabbimiz, her şeyin kendi kontrolünde olduğunu bildirdiği bu ayetlerde müşriklerin kendi kafalarından bu sözde ilâhlara yağmur yağdırma, şifa verme, bereket sağlama, şefaat etme gibi işler gördürüp onlara sıfatlar, dereceler ve mevkiler biçmelerine karşı çıkmaktadır.

69. ayette dile getirilmiş olan "Allah’ın her şeyi bildiği" hususu, başka ayetlerde de vurgulanmıştır:

8Allah, "Her dişinin neyi taşıdığını ve rahimler neyi eksiltir ve neyi artırır" bilir. Ve her şey, O'nun katında bir ölçü iledir.

9Allah, görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği ve açıkta olanı bilendir, pek büyüktür, yüceler yücesidir.

10Sizden, sözü gizleyen kimse ve onu açığa vuran kimse, gece gizlenenle gündüz açığa çıkan kimse eşittir. [Ra’d/8-10]

59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. [En’am/59]

Rabbimiz, kendisine yakıştırılan noksan sıfatlardan arınık olduğunu ise sadece burada değil, yüzlerce yerde konu etmiştir.
71) De ki: "Hiç düşündünüz mü, eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ kulak vermeyecek misiniz?"
72) De ki: "Hiç düşündünüz mü, eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilâh kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?"
73) Ve Allah'ın rahmetindendir ki O, geceyi ve gündüzü; gecede dinlenesiniz ve gündüzün, O'nun karşılıksız, fazladan verdiklerinden arayasınız ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödersiniz diye yaptı.
Bu ayet grubunda, peygamberimizden inançsızlara seslenmesi istenmekte ve Allah’ın varlığına, birliğine, ahirette yeniden yaratacağına, hesap soracağına kanıt olarak gece ile gündüzün yaşam üzerindeki etkisi gösterilmektedir.

Yüce Rabbimiz burada, gece ile gündüzün mevcut düzeninin değişmesi, yani sürekli gece veya sürekli gündüz olması hâlinde meydana gelebileceklerin düşünülmesini istemiş ve mevcut düzendeki gece ile gündüz ayarının ne kadar isabetli olduğuna dikkat çekmiştir.

Gece ile gündüze ibret verici bir olgu olarak pek çok ayette işaret edilmiş ve insanlara gece ile gündüz gerçeğini düşünerek akıllarını başlarına alabilecekleri bildirilmiştir.

45,46Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu elbet hareketsiz de yapardı. Sonra Biz güneşi, ona delil yaptık. Sonra da onu kolay bir çekişle Kendimize doğru çektik.

47Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık yapandır. Ve O, gündüzü yayılış yapandır. [Furkan/45–47]
74) Ve o gün Allah, onlara seslenip der ki: "Yanlış olarak inandığınız Benim ortaklar hani, nerede?"
75) Ve Biz her önderli toplumdan bir şâhit çekip çıkardık da, "Haydi, kesin delilinizi getirin!" dedik. Artık bildiler ki, hakikat Allah'a aittir ve uydurageldikleri şeyler kendilerinden ayrılıp kaybolmuştur.
75. ayette geçen "bir şahit" ifadesiyle, vahy, yakınlar, nefis ve toplum gibi şahitlerden toplumu uyaran peygamber kastedilmiştir. Çünkü peygamberler hesap anında tanık olarak bulundurulacaklardır:

11-13tanıklık edecek elçiler, tanıklık için bekletildikleri "Ayırt etme günü" tanıklık vakti belirlendiği zaman, –" [Mürselat/11-13]

41Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? [Nisa/41]

89Ve Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi aleyhlerine bir şâhit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şâhit getireceğiz. Biz bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara bir kılavuz, bir rahmet ve bir müjde olarak sana indirdik. [Nahl/89]

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez. [Zümer/69]

Rabbimizin insanları sınaması, öğretmek için değil, dünya ve ahırete tanık oluşturmak içindir. Kimse hakkındaki karara itiraz edemesin. Tıpkı okullardaki öğretmenlerin öğrencilerini sınav yapma amacının, öğrencilerden öğrenmek olmayıp sınava giren öğrencilerin durumunun belirlenmesi, şahitlendirilmesi olduğu gibi.

Kıyamet gününde insanlar için, kendi nefsi, yakınları, toplumu, elçiler ve vahyler tanıklık edecektir.

Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.

Bakara/143, Hacc 78, Fecr/21-23, Nisa/41, 159, Nahl /84, 89, Kaf/21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/75, Fussılet /20-22, Nur/24, Ya Sin/65, Furkan/30, Maide/116-118.

75. ayetteki "Haydi, kesin delilinizi getirin!" ifadesiyle suçlulara sanki şöyle denmektedir: "Mazur olduğunuzu göstermek için ikna edici bir delil getirin! Ya ısrar edip durduğunuz şirkin, elçiliği ve ahireti inkârın doğru bir inanç olduğunu ve bu inancı aklî delillerle benimsediğinizi ispatlayın; yahut eğer bunu yapamıyorsanız, hiç değilse bu hataya karşı sizi uyarmak için Allah'ın hiçbir düzenlemede bulunmadığını, size doğru yolu göstermediğini ispat edin!"
76,77) Şüphesiz Karun, Mûsâ'nın toplumundan idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman toplumu ona demişti ki: "Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu iste. Dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."
78) Karun, "Bu servet, bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi" dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı, birikimi olan kimseleri kesinlikle değişime/yıkıma uğratmıştı. -Ve bu günahkârlar, diğerlerinin günahlarından sorumlu tutulmaz.-
79) Derken Karun, süs, görkem içinde toplumunun karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen kimseler, "Keşke Karun'a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o Karun, çok büyük bir nasip sahibidir" dediler.
80) Ve kendilerine bilgi verilmiş olan kimseler ise, "Yazıklar olsun size! İman eden ve sâlihi işleyen kimseler için Allah'ın vereceği ödül daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir" dediler.
81) Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik. Artık Allah'ın astlarından kendisine yardım edecek bir taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.
82) Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, "Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve daraltıyor. Şâyet Allah bize armağan vermiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Ve demek ki kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler kendilerini kurtaramıyorlar" diyerek sabahladılar.
Hatırlanacak olursa, surenin 57-61. ayetlerinde Mekkeli müşriklerin dünya nimetlerini tercih ederek doğru yoldan çıktıkları belirtilmiş, akıllı insanın dünya kazançlarını değil de kalıcı ahiret kazançlarını tercih etmesi gerektiği yolunda uyarılar yapılmıştı. Bu uyarılara somut örnek teşkil edecek bir kıssanın anlatımı da konumuz olan bu ayet grubunda yapılmaktadır. Akıl sahiplerinin çok büyük ibretler alabileceği bu kıssanın baş aktörü, vurgunun, kapitalist zihniyetin sembolü olarak tanıtılan Karun’dur. İlk bakışta Karun ile ona muhatap olan iki grup insandan söz eden kıssa, pasajın içeriğine bakıldığında sadece o iki grubu değil, tüm zamanların servet düşkünlerini ve onlara imrenen akılsızları gözler önüne sermekte, ayrıca bu servet düşkünlerini ve onlara imrenen akılsızları uyaran bilgili ve bilinçli kişilerin bunu hangi sorumluluk bilinciyle yaptıklarını ortaya koymaktadır.

Kur’an’ın mesajından rahatsız olanlara bakıldığında, eski dönemlerde de olduğu gibi, bu kimselerin daima kendi kurdukları ekonomik ve sosyal düzenlerin alt üst olacağından korkan büyük sermayedarlar, tefeciler ve sömürgenler olduğu görülmektedir. Başka bir ifadeyle tarih, uluslararası ticaret, faiz ve sömürü ile Karunlaşmış kişilerle doludur. Bu kişiler, Hümeze suresinde de bildirildiği üzere, en akıllı işin servet kazanıp biriktirmek olduğuna inanan ve kendi bilgi ve becerisi sayesinde elde ettiğini zannettiği servetleriyle kendilerini zengin hisseden tağutlaşmış kimselerdir:

6-8Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendisini yeterli gördüğünde, kesinlikle azar. [Alak/6-8]

Karun ismi Kur’an’da bu sureden başka iki surede (Ankebut/39, Mümin/23, 24) daha geçmektedir:

Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığına göre, Musa peygamber, Karun’a da elçi olarak gönderilmiştir. Bu, Karun’un Firavun’la işbirliği içinde olduğunu ve servetini İsrailoğulları aleyhine kullandığını göstermektedir. Yani Karun, kendi kavmine ihanet eden, İsrailoğullarına zulmeden Firavun’un destekçisi ve işbirlikçisi bir kimsedir; Firavun nezdindeki yerini de kendi halkına ihaneti ile kazanmıştır. Bir İsrailoğlu olan kapitalist Karun’un kazandığı mevki o kadar önemlidir ki, Firavun’un destekçisi ve yandaşı olan saray erkânının adı, onun adının yanında ikinci plânda kalmış, Firavun ve başrahibi Haman’dan sonra Musa peygamberin elçi olarak gönderildiği üçüncü önemli kişi olmuştur.

Kitab-ı Mukaddes’te Karun adı geçmez. Ancak Sayılar, Çıkış, Tarihler ve Tekvin bölümlerinde bahsi geçen "Korah" ile Karun’un ekseriyetle aynı kişi olduğu kabul edilir. Bu kişi ile ilgili, Kitab-ı Mukaddes’in Sayılar; 6. Bab’ında ayrıntılı bilgi mevcuttur.

Musa'yla Harun'un Soy Kütüğü

14- İsrailliler'in aile önderleri şunlardır: Yakup'un ilk oğlu Ruben'in oğulları: Hanok, Pallu, Hesron, Karmi. Ruben'in boyları bunlardır.

15- Şimon'un oğulları: Yemuel, Yamin, Ohat, Yakin, Sohar ve Kenanlı bir kadının oğlu Şaul; Şimon'un boyları bunlardır.

16- Kayıtlarına göre Levioğulları'nın adları şunlardır: Gerşon, Kehat, Merari. Levi yüz otuz yedi yıl yaşadı.

17- Gerşon'un oğulları boylarına göre şunlardır: Livni, Şimi.

18- Kehat'ın oğulları: Amram, Yishar, Hevron, Uzziel. Kehat yüz otuz üç yıl yaşadı.

19- Merari'nin oğulları: Mahli, Muşi. Kayıtlarına göre Levi boyları bunlardır.

20- Amram halası Yokevet'le evlendi. Yokevet ona Harun'la Musa'yı doğurdu. Amram yüz otuz yedi yıl yaşadı.

21- Yishar'ın oğulları:Korah, Nefeg, Zikri. [Çıkış; 6. Bab, 14- 21:]

Yahudi rivayetlerine göre Korah o kadar muazzam bir servete sahipti ki, Yahudi ansiklopedilerinde onun hazinelerinin anahtarlarını taşımak için üç yüz katıra ihtiyaç olduğu yazılıdır. [Jewish Encylopedia c: VII. sh. 556] Her ne kadar abartılı ise de, bu ifade Karun’un İsrail kaynaklarına göre de zamanının en zengin insanı olduğunu göstermektedir.

Karun’un zenginliği Kur’an’da sadece konumuz olan 79. ayetteki "Derken o [Karun], ziynet [ihtişam] içinde kavminin karşısına çıktı" cümlesiyle ifade edilmesine rağmen, insanlar bu "ziynet"in keyfiyeti hususunda muhtelif şeyler zikretmişlerdir. Şöyle ki: Onun kendi kavminin karşısına atıyla, katırıyla, altınıyla, gümüşüyle, yüzlerce sırmalı süvarisiyle, binlerce kölesiyle çıktığı tasvir edilmiştir. Karun’un kendi kavminin karşısına ziynetleriyle çıkmasının sebebi, bize göre, İsrailoğullarını kendisine özendirme amacı gütmesidir.

81. ayetteki "
Sonunda Biz onu ve evini yere geçirdik" ifadesi, mecaz olarak, en sonunda onun maldan, mülkten, makamdan, mevkiden mahrum bırakıldığını, sefil ve perişan bir şekilde öldüğünü bildirmektedir. Bu ifade klâsik eserlerde hakikat manasına çekilmiş ve bu konuda birçok söylenti nakledilmiştir:

Rivayet edildiğine göre, Karun, Allah'ın Nebisi Hz. Musa [a.s]'ya eziyet eder, Hz. Musa [a.s] ise aralarındaki akrabalıktan ötürü ona müdara (sermaye verip iş ortaklığı) ederdi. Derken zekatla ilgili ilâhî emir geldi. Bunun üzerine Hz. Musa [a.s], Karun ile, her bin dinara karşılık bir dinar, her bin dirheme karşılık bir dirhem [zekat vermesi] üzere anlaştı. Karun bunun yekûnunu hesap edince, çok buldu. Dolayısıyla cimrileşti ve İsrailoğullarını toplayarak "Musa [a.s] mallarınızı almak istiyor" dedi. Onlar da: "Sen bizim efendimiz ve büyüğümüzsün, bize dilediğini emret [yapalım]" dediler. Karun, "Falanca günahkâr [zaniye] kadına rüşvet [para] verelim. Musa [a.s]'nın kendisiyle zina ettiğini söylesin. Böylece İsrailoğulları ondan vazgeçerler" dedi. Böylece o kadına altın bir tas dolusu altın verdiler. [Razi; el Mefatihu’l-Gayb]

İbn Abbâs ve Süddî'den bir rivayete göre; Kârûn, fahişe bir kadına Hz. Mûsâ Isrâiloğulları içinde durup onlara Allah'ın kitabını okurken, onların huzurunda Hz. Musa'yı susturması için bir miktar mal vermiş de kadın: Ey Mûsâ, sen bana şöyle şöyle yapmıştın, demişti. Topluluk içinde kadın bu sözleri Hz. Mûsâ [a.s.]ya söylediğinde o korkudan titremiş, kadına doğru gelip iki rek'at namaz kılmış, sonra: Denizi yaran, sizi Firavun'dan kurtaran, şöyle şöyle yapan Allah aşkına, seni bu söylediğine sevk edenin kim olduğunu bana haber vereceksin, demiş. Kadın: Mademki bana Allah aşkına dedin; o hâlde Karun sana bunları söylemem için şunları şunları verdi. Ben Allah'a istiğfar edip O'na tevbe ediyorum, dedi. İşte o zaman Hz. Mûsâ, Allah için secdeye kapandı ve Kârûn hakkında istekte bulundu. Allah Teâlâ Hz. Musa'ya vahyedip: Yeryüzüne, sana onun hakkında itaat etmesini emrettim, buyurdu. Hz. Mûsâ, yeryüzüne Karun'u ve evini yutmasını emretti de, öyle oldu.

Karun'un helâki hakkında, şöyle bir olay da anlatılıyor: Kârûn, [bir gün] zîneti içinde boz renkli katırlara binmiş olarak kavminin yanına çıkmıştı. Onun ve hizmetçilerinin üzerinde erguvan renkli [boyalı] elbiseler vardı. Bu maiyyeti içinde Allah'ın peygamberi Hz. Mûsâ [a.s.]’nın meclisine uğradı. Hz. Mûsâ çevresindekilere Allah'ın günlerini hatırlatıyordu. Karun'u görünce, Hz. Musa'nın çevresindekiler yüzlerini ona döndürerek debdebe ve ihtişamına bakmaya başladılar. Hz. Mûsâ [a.s.] Karun'u çağırıp: Seni bu yaptığına sevk eden nedir? diye sordu. Kârûn: Ey Mûsâ, şayet sen benden peygamberlikle üstün kılınmışsan, şüphesiz ki ben de sana dünya ile üstün kılındım. Dilersen çıkalım; sen bana, ben de sana beddua edeyim, dedi. Hz. Mûsâ ve Kârûn kavmi içinde çıktılar. Hz. Mûsâ: Sen mi duâ edeceksin, yoksa ben mi duâ edeyim? diye sordu, Kârûn: Hayır, ben duâ edeceğim, dedi. Kârûn duâ etti de onun duasına icabet olunmadı. Sonra Hz. Mûsâ: Duâ edeyim mi? diye sordu, Karun'un evet cevabı üzerine: Ey Allah'ım, yeryüzüne bugün bana itaat etmesini emret, dedi. Allah Teâlâ ona: Şüphesiz öylece yaptım, diye vahyetti. Hz. Mûsâ: Ey yeryüzü, onları al [yakalayıp içine al], dedi. Yeryüzü onları ayaklarına kadar içine aldı. Sonra: Onları al, dedi de topuklarına kadar, sonra dizlerine kadar içine aldı. Sonra Hz. Mûsâ: Onların hazînelerini ve mallarını getir, dedi. Yeryüzü, onların hazîne ve mallarını getirdi de onlara baktılar. Hz. Mûsâ eliyle işaret edip: Ey Lâvi oğulları, gidiniz! dedi. Yeryüzü onların üzerine kapandı. İbn Abbâs'tan rivayete göre; o, şöyle demiştir: Onlar yedinci kat yeryüzüne batırıldı. Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre onlar, her gün bir adam boyu batırılmaktadır ve kıyamet gününe kadar da orada batmaya devam edeceklerdir. [İbni Kesir]
83) İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimseler için hazırlarız. Ve âkıbet, Allah'ın koruması altına girmiş kişiler içindir.
84) Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha hayırlısı/ona ondan dolayı bir hayır vardır. Ve kim bir kötülük getirirse; işte o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları şeyler ile karşılıklandırılırlar.
Bu ayetlerde, Karun tipindeki azgın, şımarık ve bozguncu kimselerin cennet yüzü göremeyecekleri, güzel sonuca ise yeryüzünde böbürlenmeyen, bozgunculuk yapmayan takva sahiplerinin ulaşacağı bildirilmektedir. Bu müjdeyle insanlar takvaya özendirilmektedir.
85) Şüphesiz ki Kur'ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Benim Rabbim, kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir."
Rabbimiz bu ayette peygamberimize "Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi [Allah], elbette seni dönülecek yere döndürecektir" şeklindeki sözleriyle o’na manevî destek vererek "Seni elçi tayin eden elbette gereğini yapacaktır" demiş olmaktadır. "Kur’an’ı sana farz kılan" ifadesi, "Sana vahyi toplama ve dağıtma görevini veren" demektir. Bu ifadeyle vahyin ilk sözü "ikra’ [öğren- öğret]!" emrine işaret edilmiştir. Ayetin ikinci kısmındaki "Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir" ifadesi ise inkârcılara yönelik bir uyarı mahiyetindedir.

85. ayetteki "معاد mead" sözcüğü orijinal anlamıyla "bir kimsenin en sonunda dönmek zorunda olduğu yer" demektir. [Lisanü’l-Arab, c:6, s:506, "avd" mad.]

Sözcük ayette nekre [belgisiz] olarak yer almıştır. Bu sebeple sözcüğü burada "cennet" olarak anlamak mümkün olduğu gibi, hicretten sonra fethedilerek "dönülecek yer" anlamında Mekke olarak anlamak da mümkündür. Ayetin tüm insanlığa yönelik bir mesaj olduğu dikkate alındığında ise sözcükle Allah’ın hidayetinin [doğru yola kılavuzlamasının] kastedildiği de söylenebilir.
86) Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma.
87) Ve ortak koşanlar sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla ortak koşanlardan olma!
88,1) Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya[#183] yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.
86. ayet, peygamberimizin elçi oluşunun bir delilidir. Tıpkı Musa peygamber gibi, peygamberimiz de hiç beklemediği hâlde, daha önceki yaşantısıyla hiç ilgisi olmayan bir göreve tayin edilmiş, yani peygamberlikle görevlendirilmiştir. Peygamberimizin bu görevlendirmeden habersiz oluşu birçok ayette vurgulanan bir husustur. Bu ayetler peygamberimizin elçiliğine hiçbir akıllı, insaf sahibi insanın reddedemeyeceği birer kanıt durumundadır:

15Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!" dediler. De ki: "Onu kendimin öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım."

16De ki: "Allah dileseydi, ben Kur’ân'ı size okumazdım ve Allah, Kur’ân'ı size bildirmemiş olurdu. Ben de Kur’ân'dan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" [Yunus/15, 16]

21Ve insanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında onların bir plânı vardır. De ki: "Plân bakımından Allah daha çabuktur." Şüphesiz ki elçilerimiz plânladığınız şeyleri yazıp duruyorlar. [Yunus/21]

48Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân'ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı. [Ankebut/48]

52,53İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/Kur’ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. [Şûra/52, 53]

1Kaf/100. Çok şerefli/şanı yüce Kur’ân kanıttır ki 22kesinlikle sen bundan duyarsızlık, bilgisizlik içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir; Kur’an sayesinde kurmay birisi oldun.

2,3Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, "Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür" dediler. [Kaf/1- 3 ]

67De ki: "O; Kur’an, çok büyük, önemli bir haberdir. 68Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. 69Onlar birbirleriyle tartışırken, benim "en üstün şeylerin doldurulduğu; Kur’ân'a dair bir bilgim yok idi. 70Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." [Sad/67- 70]

3Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki sen, bundan önce, kesinlikle bu konu hakkında duyarsız/bilgisizlerdendin. [Yusuf/3]

88. ayetin sonunda "İltifat" sanatı yapılarak peygamberimizden tüm insanlığa dönülmüş ve "
Siz deancak ona döndürüleceksiniz" denilmek suretiyle herkese ahirete dönüleceği hatırlatılmıştır.

Bu ayetteki "yüz" ifadesi ile Allah’ın "Zatı" kastedilmiş olup burada bir "Cüz’iyyet mecaz-ı mürseli" söz konusudur. Nasıl vesikalık fotoğraftaki bir yüz o kişinin bütün varlığını temsil ediyorsa, varlıkların en belirleyici organı olması sebebiyle "yüz" sözcüğü de Arapçada o yüzün ait olduğu varlığı temsil eder. Bu dil kuralından dolayıdır ki, ayette geçen "O’nun yüzü" ifadesi de Allah’ın tüm varlığını temsil etmektedir.

Bizim "yüz" olarak çevirdiğimiz " وجهvech" sözcüğü, "Sarf İlmi" kurallarına göre " جهةcihet" olarak da söylenebilir. Dolayısıyla her iki sözcük de hem "yüz" hem de "yön" anlamında kullanılabilir. Eğer ayette geçen "vech" sözcüğü "yön" anlamına alınırsa, bu takdirde ayet "Allah yönüne olmayan [O’nun tasvip etmeyeceği şekilde olan] her şeyin boşa çıkacağı" anlamını ifade etmiş olur.

HELÂK

" هلاكHelâk" sözcüğü "değişime, yıkıma uğramak, bozulmak, düşmek" demektir. [Lisanü’l-Arab, c.9, s. 118-121]

Genel olarak zannedildiği gibi bu sözcük "yok olmak" anlamına gelmez. Bu sebeple 88. ayette geçen "helâk" sözcüğü de "yok olmak" anlamında anlaşılmamalıdır. Nitekim Rabbimiz yerlerin, göklerin değişimi ile ilgili olarak şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

48-51O gün, Allah'ın, her nefsi kazandığı ile karşılıklandırması için, yeryüzü bir başka yeryüzüyle değiştirilecek, gökler de. Ve onlar, Bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah için ortaya çıkacaklardır. O gün, suçluları zincire vurulmuş olarak görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. [İbrahim/48-51]

"
Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir." Ayetinde 85 ve 86. Ayetlerin nasıl gerçekleşmiş olduğu açıklanmaktadır.

Âyetin Sübhaneke (her türlü noksan sıfatlardan arınıktır.) ile başlaması, Allah’ın Muhammed’i elçi seçişi, zulüm anlarında toplumlara müdahale edişi konularında herhangi bir kusur, isabetsizlik olmadığının vurgusudur.







1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu ayet, "giriş" bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:

88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir. [Kasas/85-88 ve İsra/1]

İsra/1. Ayet olarak kabul ettiğimiz bu ayet, Kasas /85- 88. Ayetlerin devamıdır. Mevcut Mushaftaki yeriyle alakası yoktur.

85Şüphesiz ki Kur’ân'ı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Benim Rabbim, kimin doğru yol kılavuzu ile geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir."

Rabbimiz bu ayette peygamberimize "Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi [Allah], elbette seni dönülecek yere döndürecektir" şeklindeki sözleriyle o’na manevî destek vererek "Seni elçi tayin eden elbette gereğini yapacaktır" demiş olmaktadır. "Kur’an’ı sana farz kılan" ifadesi, "Sana vahyi toplama ve dağıtma görevini veren" demektir. Bu ifadeyle vahyin ilk sözü "ikra’ [oku]!" emrine işaret edilmiştir.

86Ve sen Kitab'ın sana vahyedileceğini/indirileceğini ummuyordun. O, ancak Rabbinden bir rahmet olarak verildi. Öyleyse sakın kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere arka çıkma/yardımcı olma.

87Ve ortak koşanlar sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın âyetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla ortak koşanlardan olma!

88Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun Zatından başka her şey yok olacaktır. Yasa-ilke, yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na döndürüleceksiniz. İsra1Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

86. ayet, peygamberimizin elçi oluşunun bir delilidir. Tıpkı Musa peygamber gibi, peygamberimiz de hiç beklemediği hâlde, daha önceki yaşantısıyla hiç ilgisi olmayan bir göreve tayin edilmiş, yani peygamberlikle görevlendirilmiştir. Peygamberimizin bu görevlendirmeden habersiz oluşu birçok ayette vurgulanan bir husustur. Bu ayetler peygamberimizin elçiliğine hiçbir akıllı, insaf sahibi insanın reddedemeyeceği birer kanıt durumundadır.

"Kulunu, bir gece, âyetlerimizden/alâmetlerimizden/göstergelerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram'dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Zat, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir." Ayetinde 85 ve 86. Ayetlerin nasıl gerçekleşmiş olduğu açıklanmaktadır.

Ayetin "Sübhaneke (her türlü noksan sıfatlardan arınıktır.)" ile başlaması, Allah’ın Muhammed’i elçi seçişi, Zulüm anlarında toplumlara müdahale edişi konularında herhangi bir kusur, isabetsizlik olmadığının vurgusudur.

Yeryüzünde özgürlükler ortadan kaldırılarak insan onuru ayaklar altına alınıp birtakım ilâhlar, rabler oluşturulduğu, şirk, haksızlık, yanlış işler ve kargaşa yaygınlaştığı, doğadaki denge bozulduğu dönemlerde Allah, rahmeti gereği müdahale edip o toplumlara elçi gönderip kitap indirir. Allah, rahmeti üzerine borç kabul etmiştir. İşte Mekke'de bu koşullar altında Muhammed elçi seçilip vahye muhatap olmuştur.

İslam toplumları arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden uzaklaştırılmış ve "Mi’raç" diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır. (Mi’raç efsanesini konu eden rivayetler; Buharî; Kitab-ü Bed’il halk; 17 ve Menakıbu’l Ensar; 107. No.lu rivayet, Hıristiyanlıktaki "Pavlusun Vizyonu" safsatasının adaptasyonudur.) Ayrıca ikinci ayetten itiberen Musa ve İsrailoğulları konu edildiğinden, birinci ayette yürütüldüğü bildirilen kulun, Musa olduğu intibaı da verilmiştir.

Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin topluca değil de sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.

Bir gece,

Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama bu gecenin hangi gece olduğu, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları yapıldıktan sonra, ileride belirtilecektir.

Kul

Olayın kahramanı olarak ayette bahsi geçen kulun, adı sanı açıklanmamasına rağmen ittifakla peygamberimiz Muhammed (as) olduğu kabul edilmiş ve bu konuda farklı bir görüş ileri sürülmemiştir. Çünkü eski ve yeni tüm din bilginleri, Alak ve Cinn surelerinde geçen " عبدkul"un, Necm suresinin 3. ve Tekvir suresinin 22. ayetlerinde geçen " صاحبكم sahibüküm [arkadaşınız]" ifadesi ile kastedilenin ve Kadir suresinin 2. ayetindeki " وما ادراكve ma edrake [... sana]" şeklindeki hitabın muhatabının peygamberimiz Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki "kul"un da yine peygamberimize yönelik olarak kullanıldığında en başından beri aynı fikirde olmuşlardır.

Mescid-i Haram’dan

Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına göre ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin haram, yani savaşın, kavganın yapılmadığı, yapılmayacağı "güvenli bölge /güvenli mescit" olarak bilinmesi İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen "Mescid-i Haram" tartışmasız olarak "Kâbe"dir.

Mescid-i Aksa’ya

Konumuzu aydınlatacak hususlardan biri, sıfat tamlaması şeklindeki bu ifadedir. Peygamberimizin bir gece Mescid-i Haram’dan yürütüldüğü [yürüyerek gittiği] Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun doğru bilinmesi önem arz etmektedir.

Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa’nın bugün Kudüs’te bulunan mabet olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa denilince çoğunluğun aklına Kudüs’teki mescit gelmektedir. Bu yanlış bilginin üstüne bir de bu konuda uydurulmuş çok sayıdaki rivayetin etkisi eklenince, Müslümanlar arasında peygamberimizin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gittiği, hatta oradan da göklere çıktığı yolunda bir inanç oluşmuştur.

Hâlbuki "Mescid-i Aksa" ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep Beytü’l-Makdis adıyla anılmaktadır.

Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:

UYARI:

Hadis ıstilâhında "sahih" kavramı bir isnadın mutlak doğru ve sağlam olduğunu değil, o isnadın Hadis ilmi otoritelerince belirlenmiş belli kural ve kriterlere uygun olduğunu ifade etmektedir. Hadis İlmi’nin bu kural ve kriterlerine göre; adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirlerinden naklederek getirdikleri, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmak gibi vasıflardan uzak hadislere "sahih" denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilirse de kesinkes peygamberimize ait oldukları söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü bir başkası sahih görmeyebilir.

Hadis konusunda Müslüman bilginlerin geliştirdikleri yöntem o gün için ileri bir metodolojik çalışmayı ifade etse de, ilgi alanı mahza "din" olan "sünnet" gibi bir konuda Allah Resulü’nün sözlerini doğru tespit etme anlamında çok daha güvenli bir metodolojinin belirlenmesine ihtiyaç vardır. Rivayet edilen hadis metinlerine bu evsafta bir metodolojik yaklaşımla eğilinememesinin nedeni Hadis bilginlerinin konuya olan duyarsızlıkları değil, araştırma teknikleri bakımından modern çağlardaki araçsal imkanlara o gün sahip olunamamış olmasıdır. İslam egemenliğinin ilk yüzyılında hızlı ve yaygın bir İslamlaşma trendi izlenmiş, pozitif istikrarsızlığın [sosyal ve dinî hareketliliğin] hızla devam ettiği bu dönemde tüm Müslümanların Kur’an değerlerini gereği gibi içselleştirdikleri varsayılarak peygamberimizden rivayet edilen bir sözün mutlaka ona ait olması gerektiği şeklindeki iyimser kanaate sımsıkı bağlı kalınmıştır. Bu iyimser kanaatle bir Müslümanın kendi yalan ya da yanlış sözünü peygamberimize isnat edebileceğine pek az ihtimal verilmiştir. Bu nedenle, ravi güvenilirliğini ön planda tutan Ehli Hadis, rivayet ettiği hadislerin "metin tenkidi"ni yapmayı hiç düşünmemiştir. Böylece hadislerin "akla, bilime, Kur’an’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına" uygun olup olmadığı hiç dikkate alınmamıştır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi bile dikkatleri çekmemiştir.

Ancak Hadis bilginlerinin bu dikkatsizliklerini, sıradan ve kolayca anlaşılabilir yalan rivayetleri bile hakikat zannedecek kadar saf ve zekasız oldukları şeklinde değerlendirmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Düştükleri açmaz, insanların kendi inanç ve bakış açılarını teyit etme yönündeki beşeri zaaflarını gözlemleyememeleri, önlerine gelen rivayetleri kesin güvene değil, kesin kuşkuya öncelik vererek değerlendirme gerekliliğini kavrayamamış olmalarıdır. Onlar sadece "sahih" tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmekle yetinmişlerdir.

Bazı mezhep mensupları ise Bakara suresinin 143’üncü, Âl-i Imran suresinin 110’uncu, Enfal suresinin 64’üncü, Tövbe suresinin 100’üncü, Fetih suresinin 18’inci, Haşr suresinin 8’inci ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtmışlar, ayrıca çok sayıda hadis uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin hatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz ve yüzde yüz güvenilir olduklarını kabul etmişlerdir. Öyle ki, sahabe sayılanlardan bir bölümünün münafık olduğu hiç dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirilmiştir. Durum böyle olunca da, hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, "Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında mutlaka bir hikmet vardır" denilerek pek çok rivayet "sahih" kabul edilmiştir. Hâlbuki sahabe de olsa, beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca İslâm literatüründe "münafık" denilen kesimin peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden oldukları unutulmamalıdır. Bu tür kimselerin her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabileceği göz ardı edilmemelidir.

Bu hatalı ön kabullerin sonucu olarak hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olunmuş, hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatları ve gayrimeşru icraatları meşrulaştırılmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin vefatından yıllar sonra bu yolla almışlardır.

Bu safsataları gören din büyüklerimiz ise "Bu, yalan veya yanlıştır" deyip reddetmek yerine, onlara uygun kılıflar bulunabilmesi için yüzlerce yeni yalan ve yanlışın ortalığa yayılmasına vesile olmuşlardır.

Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.

RİVAYETLERDEKİ MESCİD-İ AKSA:

Yukarıda da belirtildiği gibi, "Mescid-i Aksa" ismi sadece üç rivayette geçmektedir.

1. Rivayet:

"... Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: "İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülillah ve Mescid-i Aksâ." [Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130]

2. Rivayet:

"... Bize Şu’be, Abdulmelik b. Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: Ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim." [Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis]

Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab ez-Zühri tarafından o günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin "Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi [Kâbe], şu benim mescidim ve Süleyman’ın mescidi" şeklindeki ifadesinin: "Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır" şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. [Geniş bilgi Ezrakî’de mevcuttur.]

Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el-Hudri olmuştur. Bu konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Biz ise, orijinal olarak ileri sürülen rivayetin de uydurma olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Kur’an’da birçok ayette [Âl-i Imran/137, En’am/6, 11, Yusuf/109, Nahl/36, Hacc/46, Neml/69, Ankebut/20, Rum/9, 42, Fatır/44, Mümin/21, 82, Muhammed/10] seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.

3. Rivayet;

İbrahim İbn Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: "Babacığım yolda niye secde ediyorsun?" diye sordum. Dedi ki: "Ben Ebu Zerr (ra)’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben: İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır." [Bu rivayet, Sahih-i Buharî’nin Kitabu’l-Enbiya bölümünde 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak yer almıştır. Oradaki metinlerde de "Mescid-Aksa" adı geçmektedir.]

Bu üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapımları arasında 40 sene olduğu şeklindeki ifadedir. Ne var ki, bu ifade tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü milâttan önce 2. bin yılın başlarında yaşamış olan İbrahim peygamberin [Ana Britannica, c:16, s:234] inşa ettiği Mescid-i Haram’ın inşa tarihi ile milâttan önce 1000-962 yıllarında hüküm sürmüş olan Davud peygamber [Ana Britannica, c:9, s:340] ve ondan sonra tahta geçen Süleyman peygamber tarafından yapılmış olan mescidin inşası arasında yaklaşık 1000-1200 sene olması gerekmektedir. Bu bilgiler ışığında, rivayetlerdeki Mescid-i Aksa’nın Davud ve Süleyman peygamberler tarafından Kudüs’te yapılan mescit olmadığı, üçüncü rivayette ortaya atılmış olan 40 senelik sürenin de uydurma olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Her ne kadar rivayetlerdeki bu uydurma -hâşâ- peygamberimize mal edilmişse de, gerçekte uyduranların kim veya kimler olduğu ortadadır.

Tarihî bir gerçektir ki, gerek Kuran’ın indiği dönemde ve gerekse daha sonraki yıllarda Kudüs’teki mescit "Beytü’l-Makdis" olarak bilinir, öyle anılır ve öyle yazılırdı. Nitekim peygamberimize ve sahabeye mal edilen sahih rivayetlerin tümünde de Kudüs’teki mescit için "Beytü’l-Makdis" ifadesi kullanılmıştır:

1. Rivayet:

... Rasülüllah’ın azatlısı Meymune (ra) anlatıyor: "Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beytü’l-Makdis hakkında fetva ver!" demiştim. Şöyle buyurdular: "Orası mahşer ve menşer yeridir. [İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.] Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir."

Ben tekrar sordum: "Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?" Şu cevabı verdi: "Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir." [Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası]

Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ancak biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani Beytü’l-Makdis konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz.

2. Rivayet;

... Abdullah b. Amr (ra) anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: "Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beytü’l-Makdis inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları."

Sonra dedi ki: "İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum." [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s:96]

Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde "Mescid-i Aksa" değil, "Beytü’l-Makdis"dir.

Kudüs’teki Beytü’l-Makdis’in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Ama, bu önem Mi’raç olayından değildir.

Uydurma Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre, güya peygamberimiz "kendisine vahiy gelmemiş olan birçok konuda Ehlikitap’ı esas almış, yani Ehlikitap’ı müşriklerden üstün tutmuş, hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitap’ınkine benzetmiş, ... Hakkında herhangi bir vahiy bulunmayan kıble konusunda da peygamberimiz Medine’ye gelince Ehlikitap’a uymuş ve onların kıblesi olan Beytü’l-Makdis’i kıble edinmiş, ... Peygamberimizin fayda umarak yaptığı bir içtihadı olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüş, ne var ki, bu süre zarfında bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve peygamberimiz bu konuda Allah’tan vahiy beklemeye başlamış, ... nitekim çok geçmeden vahiy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiş, miş, miş, miş."

Müminlerin Mekke dönemindeki kıbleleri ile ilgili iki farklı rivayet vardır. Kıble konusunun aslı, Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.

BEYTÜ’L-MAKDİS’İN KIBLE OLMASI İLE İLGİLİ RİVAYETLER:

1. Rivayet:

el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beytü’l-Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beytü’l-Makdis’e müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail Aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahiy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah "Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz ..." [Bakara suresi 144. âyet] âyetini indirdi. Biz, Beytü’l-Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: "Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!" haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: "Ey Cibril! Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığımız namazların hali ne olacak?" diye sordu. Bunun üzerine de Allah Teala Hazretleri: "Allah sizin imanınızı [daha önce Beytü’l-Makdis’e doğru kıldığınız namazları] zayi etmeyecektir" âyetini [Bakara suresi/143] inzal buyurdu. [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:17, s: 26, 27]

2. Rivayet;

... el-Berâ b. Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının -veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beytü’l-Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: "Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık" dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: "İnsanlar içinden bazı beyinsizler ... [Bakara suresi âyet 142- 145]." [Prof. İbrahim Canan; Kütübü Sitte, c:2, s:154]

Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır.

3. Rivayet;

Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir:

Onlar Beytü’l-Makdis’e doğru yönelmiş halde sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve "Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi" dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken Kâbe’ye yöneldiler. [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi,Kütübü Sitte, c:2, s:157]

4. rivayet;

İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: "Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?" Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: " Senin yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık... [Bakara suresi 143. âyet]." [Prof. İbrahim Canan; Hadis Ansiklopedisi, Kütübü Sitte, c:2, s:157]

Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer almıştır.

Görüldüğü gibi, Mü’minlerin ana stratejileri olan bağımsız, özgür bir yurtlarının, devletlerinin olması anlamındaki Kıble, namazda Kâbe’ye yönelme olarak çarpıtılmıştır. Ama yine de yakayı ele vermişlerdir. Kudüs’teki mescidin adı bütün rivayetlerde Beytü’l-Makdis olarak geçmiş, birinde bile Mescid-i Aksa adı anılmamıştır. Zaten konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa gerçekten de Kudüs’teki mescit olsaydı, başta peygamberimiz olmak üzere tüm Müslümanlar Kudüs’teki mescit için "Mescid-i Aksa" ifadesini kullanırlar, Beytü’l-Makdis adını ağızlarına bile almazlardı.

BEYTÜ’L-MAKDİS’E MESCİD-İ AKSA ADINI KİM VERDİ?

Burada, muhtemel bir yanılgıyı önlemek için hemen belirtmek gerekir ki, " لاقصا Aksa" sözcüğü ile "
مُقدّسmukaddes" ve " مَقدِسmakdis" sözcükleri arasında anlam ve yapı yönünden herhangi bir bağ ve yakınlık yoktur.

Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin [Kudüs Tapınağı] M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına uzun yıllarca Yahudiler tarafından "İlya Mescidi", Araplar tarafından ise "Mescid-i Mukaddes" veya "Beytü’l-Makdis" denilmiştir:

Kudüs Tapınağı, ... Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. ... Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da ... yapıyı tümüyle yıktırdı. ... Babil fatihi II. Kyros [Büyük], İÖ 538’de ... Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. ... İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de ... Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. ... [Ana Britannica, c:19, s:420]

Görüldüğü gibi, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan tapınak 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün o duvardan başka 6. ve 7. yüzyıllarda tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde inşa edilmiş iki yapı da ayaktadır. Bunlardan biri, 527-565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan bir bazilikadır ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir. [Ana Britannica, c:22, s:304, 305] Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s-Sahra’dır. [Ana Britannica, c:19, s:411]

Bazı kaynaklara göre Abdülmelik b. Mervan, kendisine karşı Mekke’de halife ilân edilen Abdullah b. Zübeyr [Ana Britannica, c:1, s:32] ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak Halife Ömer tarafından camiye çevrilen yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye "Mescid-i Aksa" koymuştur. Abdülmelik b. Mervan’ın koyduğu isim meşhurlaşınca, geriye, konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa’nın bu mescit olduğunu kitaplara yazdırmak kalmıştır. Tahmin edileceği gibi, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.

Yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Beytü’l-Makdis hakkındaki bu tahlilimizden sonra, 1. ayetteki ifadelerle ilgili değerlendirmemize kaldığımız yerden devam edelim.

Ayetin orijinalinde yer alan " حولhavl" kelimesinin gerçek anlamı "bir yan, bir kenar, kıyı" demek olup, çevre demek değildir.

Ancak kısaca özetlemek gerekirse, "havl" sözcüğünün esas anlamı "bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi" demektir. Bir şeyin "havl"i, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı [dış yüzü, dış kenarı] o şeyin havlidir. "Hile" sözcüğü de "havl" sözcüğünden gelmektedir. [Tacü’l-Arus; c:14 s:179–186, Lisanü’l-Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138]

"Havl" sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikisi [Bakara/233, 240] "sene" anlamında, 15 tanesi de [Meryem/68, Zümer/75, Âl-i Imran/159, Tövbe/101, 120, Ahkaf/27, Bakara/17, İsra/1, Şuara/25, 34, Mümin/7, En’âm/92, Ankebut/67, Neml/8, Şura/7] "bir şeyin dış kenarlarından birisi" anlamında kullanılmıştır. "Havl" sözcüğü Türkçemize "havlu [avlu; yapının yanı başında duvarla çevrili yer]" olarak geçmiştir.

Bir kenarını mübarek kıldığımız

"Havl" sözcüğünün yukarıdaki açıklamaları çerçevesinde, ayette geçen "bir kenarını mübarek kıldığımız" ifadesinden, Mescid-i Aksa’nın coğrafî olarak mübarek kılınmış yerin dışında, bir kenarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda yapılması gereken, önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmak, sonra da bu yerin kenarının neresi olduğunu tespit etmektir.

Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir:

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i Imran/96, 97]

Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram, "Haram bölgenin mescidi" demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu haram/mübarek/bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin kenarlarının nereleri olduğu da tespit edilebilsin.

Mekke ve Kâbe’yi konu alan tüm belgelerde haram/mübarek/bereketli bölgenin sınırları şöyle belirlenmiştir:

- Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,

- Kâbe’den Yemen yolu istikametine altı mil,

- Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,

- Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,

- Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,

- Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil.

Bu durumda, konumuz ayette sözü edilen Mescid-i Aksa, yukarıda sınırları belirlenmiş olan bölgenin hemen dışında, kenarında olmalıdır. Yani, adı Abdülmelik b. Mervan tarafından bu ayetlerin inişinden en az 50 sene sonra Mescid-i Aksa olarak konulmuş Kudüs’teki mescidin ayette sözü edilen Mescid-i Aksa olması mümkün değildir.

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:

"Mescid-i Aksa", "en uzak mescit" demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin "Kitabü’l-Meğazî" ve el-Ezrakî’nin "Ahbâru’l-Mekke" adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı "Mescid-i Aksa/en uzak mescit" denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken salat etmişlerdir.

VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ

EZRAKİ Belge Orijinali

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre salat, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, salatın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki "bir kenarını mübarek kıldığımız" ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir.

PEYGAMBERİMİZİN YÜRÜTÜLÜŞ NEDENİ:

Ayetlerimizden gösterelim diye ...

Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu [Muhammed (as], kendisine birtakım ayetler gösterilmek üzere, bir gece, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin kenarındaki Mescid-i Aksa’ya yürütülmüştür.

Bizim kanaatimize göre, Rasülüllah’a Fil suresinde konu edilen ve Fetih/27. Ayette ALAK suresinde konu edilen tartaklamaya karşı Mekke müşriklerinin, bedir, Uhud, Hendek zaferleri ve Mekke’nin fethi; yani müşriklerin. sonlarının getirilişi gösterilmiştir.

FİL SURESİ

1,2Rabbin, filli orduya nasıl etti görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Onların kötü plânlarını boşa çıkarmadı mı?

3-5Ve onların üzerlerine, onlara pişmiş taşlar ile birlikte iri taneli yağmur yağdıran öbek öbek bulutlar; boran gönderdi de onları bir yenik bitki yaprağı gibi yapıverdi.

/Rabbin, ahmaklar, geri zekalılar güruhuna nasıl etti görmedin mi? Onların üzerine necm necm ayetler/bela üstüne belalar gönderdi de onları hem vicdanen rahatsız etti hem de köklerini kazıyıp yok etti.

Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini "nerede" ve "nasıl" gösterdiğini Necm suresinde açıklamıştır. Konunun öneminden dolayı, Necm Suresi’nin ilgili bölümünün yeniden okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah`a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kur`an`ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Bu sıfatlar Yüce Allah’ın sıfatlarıdır. Halbuki rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, 10. ayette peygamberimizin Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca da işin içinden çıkamayarak bin bir safsata uydurmuşlardır. Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a tamamen terstir.

Tekrar konumuza dönersek; "Kulunu [Muhammed (as)’ı] ... Mescid-i Aksa’ya yürüten" ifadesinden, peygamberimizin yürümesinin ve mucizelerden en büyüğünü görmesinin geceleyin gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Yürüyüşün bir gece vakti vuku bulduğu, hem "leylen [geceleyin]" zarfıyla hem de "gece yolculuğu" anlamına gelen "esra" fiili ile vurgulanmaktadır

Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:

-Bu gece mübarek bir gecedir:

2-7Apaçık/açıklayan Kitab'a yemin olsun ki şüphesiz Biz, Kendi katımızdan bir iş olarak, onu, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler ile dolu/sağlam, her işin/oluşun kendisinde ayırt edildiği, her şeyin bol bol verildiği, kazancın bol olduğu bir gecede indirdik. Şüphesiz Biz uyarıcılarız. Şüphesiz Biz, Rabbinden, göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin Rabbinden –eğer kesin inanan kimseler iseniz– bir rahmet olarak elçi gönderenleriz. Şüphesiz O, en iyi duyanın, en iyi görenin ta kendisidir. [Duhan/2-7]

-Bu gece Kadir gecesidir:

1Şüphesiz Biz, değerli sayfalar içindeki Kur’ân'ı Kadr gecesinde indirdik. [Kadr/1]

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İsra suresinin 1’inci, Duhan suresinin 4’üncü ve Kadir suresinin 1’inci ayetlerinde geçen "gece" aynı gecedir.

Bakara/185’te ise bu gecenin Ramazan ayında olduğu açıklanmıştır. Ancak hangi yıldaki Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu Kur’an’da bildirilmemiştir. Rabbimizin bilgi vermediği birçok konuda olduğu gibi bu konuda da rivayetler ortaya çıkmış, bunların en sağlam kabul edilenlerinin birinde "Hicretten bir sene evvel olduğu" [Mükatil]; diğerinde ise Enes ve Hüseyin’den naklen "Muhammed (as) henüz peygamber olmazdan evvel" [Zemahşerî; Keşşaf] denmiştir. Pek tabiîdir ki, bu olay peygamberimizin elçilik görevi almasından 1-2 saat önce gerçekleşmiştir. Çünkü ayette bildirildiğine göre, peygamberimiz, Mescid-i Haram’dam Mescid-i Aksa’ya, kendisine bir takım ayetler gösterilmek, yani peygamber yapılmak, vahyedilmek için yürütülmüştür. Nitekim Necm suresinden öğrendiğimize göre, peygamberimiz, bu yürüyüşün sonunda, Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında ilk vahyi almış ve "Kul Muhammed" olarak geldiği "Cennetü’l-Meva"dan "Elçi Muhammed (as)" olarak ayrılmıştır.

Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Bu ayette Allah’ın " السّميعsemi’" ve " بصيرbasîr" sıfatlarıyla yer almasının sebebi, bize göre, Allah’ın toplumun cehaletinden ileri gelen sıkıntılarını görmesi ve mevcut düzenlerdeki zulümden kaynaklanan feryatları duymasıdır. Yüce Allah, bu sıkıntıları ve feryatları görmezlikten, duymazlıktan gelmemiş, toplumu aydınlatacak, insanları mutlu kılacak, onların Allah’ın rahmetine kavuşmalarını sağlayacak bir elçi görevlendirmek için o kişiyi Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya yürütmüştür.

Yüce Allah’ın elçi göndermesindeki bu gerekçeler, Musa peygamberin elçi yapılması ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te de varittir:

7- RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.

8- Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar'ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar'ın, Hititler'in, Amorlular'ın, Perizliler'in, Hivliler'in, Yevuslular'ın topraklarına götüreceğim.

9- İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.

10- Gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a göndereyim."

11- Musa, "Ben kimim ki Firavun'a gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.

12- Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız." [Çıkış, 3. Bab; 7-12:]