Neml

221,222,223,6) Şeytanların kime inip durduğunu/kimlerin kafasına bir şeyler soktuğunu size haber vereyim mi? Şeytanlar, tüm iftiracı zaman kaybına uğrayan/hayırda ağırda alan/zarar veren/kusur oluşturan kimselere iner dururlar/onların kafasına bir şeyler sokarlar. Onlar, duyum bırakırlar, hâlbuki onların çoğu yalancıdır. -Şüphesiz bu Kur'ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.-[#167]
Görüldüğü gibi bu ayet grubunun içine Neml suresinin 6. ayetini de koymuş bulunuyoruz. Bizim kanaatimize göre, sahabe tarafından Neml suresinin 6. ayeti olarak tasnif edilen ayet aslında buraya aittir. Neml suresinde de değinileceği gibi, bu ayetin Neml suresindeki pasajla anlam ve teknik itibariyle uygunluğu söz konusu değildir.

Bu ayetlerde Kur’an ile ilgili açıklamalara devam edilerek kötü kişilerin [şeytanların] kimleri kandırıp vahiy olmayan şeyi vahiy imiş gibi söyletebilecekleri açıklanmakta, bu kötü kişilere ancak iftiracıların, yalancıların, günahkârların alet olacakları bildirilmektedir. Peygamberimiz ise bir yalancı değil, aksine büyük ahlâk sahibi, zihinsel yönden sağlıklı, emin birisidir. Ona ancak Allah indirmektedir.
1,2,3) Tâ/9, Sîn/60. Bunlar, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veren ve âhirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan mü'minler için doğru yol rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur'ân'ın ve apaçık/açıklayıcı bir kitabın âyetleridir.
Bu sure de daha evvel hakkında birçok kez açıklamada bulunduğumuz "kesik harfler" ile başlamaktadır. Ancak surenin başındaki " طta" ve " سsin" harfleri burada diğer surelerdeki "kesik harfler" gibi bağımsız bir ayet şeklinde değil, bir ayetin parçası olarak yer almaktadır. Henüz rakamların kullanılmadığı ve sayıların harflerle ifade edildiği dönemde, her harfin ifade ettiği sayıyı gösteren Ebcet tablosuna göre 9 ve 60 sayılarına tekabül eden "ta" ve "sin" harflerinin ne anlama geldiği konusunun çözümü ise, hep söylediğimiz gibi, kendilerini Kur’an’ın anlaşılmasına adamış kişilerin gayretlerini beklemektedir.

1. ayetteki "Bunlar ... Kur’an’ın ve apaçık /açıklayıcı bir kitabın ayetleridir" ifadesinde, Kur’an iki yönüyle tanıtılmış olmaktadır. Bunlardan biri, Kur’an’ın ezberden okunuş hâli, diğeri de yazılmış kitap hâlidir. Aslında her ikisi ile de aynı şey kastedilmiş olup bu ifadenin bir başka örneği de Hicr suresindedir:

1Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir. [Hicr/1]

Ancak, yukarıda görüldüğü gibi Hicr suresinde buradakinden farklı olarak önce "Kitap", sonra "Kur’an" zikredilmiştir.

3. ayette yer alan "zekât" sözcüğü, Mekkî ayetlerde geçen ilk "zekât" sözcüğüdür. Gerçi Mekkî surelerin üçüncü sırasında inmiş olan Müzzemmil suresinin 20. ayetinde de bu sözcük geçmektedir ama Müzzemmil suresinin 20. ayeti Medenî’dir ve bu ayetin orada yer alması sahabenin tertibi sonucudur.

"Zekât" emrinin Müslümanların henüz teşkilâtlanmamış bir yapıda oldukları dönemde verilmesi ve verilen emrin de dolaylı olarak verilmiş olması, "zekât" uygulamasının önceki toplumlarda da var olduğunu göstermektedir. Bazılarının yaptığı gibi, buradaki "zekât" sözcüğü ile ahlâkî temizliğin kastedildiğini ileri sürmek bize göre isabetli değildir. Çünkü Kur’an’da ahlâkî temizliğin kastedildiği yerlerde "tezkiye [arınma]" kavramı, cümle içinde yalın halde "zeka" fiili ve türevleriyle ifade edilmiş; "zekât"ın söz konusu olduğu yerlerde ise sözcüğün yanına "i’ta [vermek]" fiili getirilmek suretiyle "zekâtı verin" şeklinde ifade edilmiştir. Zaten içinde "zekât" sözcüğünün yer aldığı "salatı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için" ifadesinden de anlaşılacağı gibi, burada müminler, salatın ikamesine ve zekâtın verilmesine özendirilmektedirler.

Kur’an, aslında tüm insanlar için kılavuz olmasına rağmen bu kılavuzluk 2. ayette müminlere özgü kılınmış ve Kur’an "sadece müminlere kılavuz" olarak nitelenmiştir. Bunun sebebi, "kılavuz" ifadesinin ayette "müjde" ile beraber yer almasıdır. Çünkü Kur’an’ın içerdiği tüm müjdeler sadece müminlere özgüdür. Zaten Kur’an’dan da genellikle müminler yararlanmaktadır:

175Artık Allah'a inanan ve apaçık ışığa sımsıkı sarılan kimseler; Allah, onları, Kendisinden bir rahmete ve fazladan bir armağan olarak bol nimete sokacak ve dosdoğru yol olarak Kendisine kılavuzlayacaktır. [Nisa/175]

45Sen, ancak kıyâmetin kopuş zamanına, saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kişilerin uyarıcısısın. [Naziat/45]

76Ve Allah, kılavuzlandıkları doğru yola girenlere kılavuzu artırır. Ve kalıcı olandüzeltmeye yönelik işler, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, sonuç bakımından da daha iyidir." [Meryem/76]

Ve Ya Sin/11, Fussılet/44, Meryem/97, En’âm/110.

Müminlerin yararlandığı Kur’an [vahiy], kâfirlerin ise küfürlerini artırmaktadır:

22Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Artık âhirete inanmayan şu kimseler; onların kalpleri, tanıtmamaya çalışmaktadır ve onlar, kendilerinin büyük olduğuna inanan kimselerdir. [Nahl/22]

73,74Ve şüphesiz sen, kesinlikle onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun. Âhirete inanmayan şu kimseler ise, bu yoldan kesinlikle sapanlardır. [Müminun/73, 74]

Ve Furkan/60, Maide/64,Maide/68, İsra/41, İsra 60,82, Fatır/42, Hud/101, Nuh/6.
4) Şüphesiz Biz âhirete inanmayan şu kimselerin işlerini kendilerine süslü gösterdik de onlar şaşırıp kalmışlardır.
5) İşte bunlar, azabın kötüsü kendileri için olan kimselerdir ve bunlar, âhirette en çok ziyana uğrayacakların ta kendileridir.[#168]
4, 5. Ayetler:

Ahirete inanmanın mümin olmanın gereklerinden biri olduğu bir önceki ayette vurgulandıktan sonra, 4. ayette de insanların ahirete inanmama sebebi açıklanmakta ve insanların kendi yaptıkları işlerin kendilerine süslü görünmesi, yani yaptıklarını hoş, güzel ve doğru kabul etmeleri dolayısıyla ahirete inanmadıkları bildirilmektedir. İnsanoğlunun kendi yaptıklarını güzel ve doğru kabul etme yönündeki bu fıtrî özelliği Kur’an’da birçok kez yer almış, kullarını imtihan amaçlı olarak bu özellikle yaratan Rabbimiz de fıtrattan gelen bu eğilimi bildirmek suretiyle insanları birçok kez uyarmıştır.

Ancak bu özelliğin fıtrî olduğu konusunun doğru anlaşılması gerekir. Aşağıdaki ayette olduğu gibi, Rabbimiz "süsleme" işini kendisine izafe etmiştir:

108Ve onların Allah'ın astlarından yalvardıkları kimselere sövmeyin ki, onlar da bilgisizce, aşırı giderek Allah'a sövmesinler. Biz, her önderli topluma yaptıkları işi işte böyle süsledik. Sonra da onların dönüşü Rablerinedir. Sonra O, onlara ne yaptıklarını haber verir. [En’âm/108]

Hâlbuki bu işin şeytanlara izafe edildiği ayetler de vardır:

38Âd ve Semûd toplumlarını değişime/yıkıma uğrattık. Onların değişime/yıkıma uğramaları, onların yurtlarından size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan onlara, yaptıklarını süsledi de onları yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan kimselerdi. [Ankebut/38]

43Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta oldukları şeyleri çekici gösterdi. [En’âm/43]

63Allah'a yemin olsun ki Biz kesinlikle senden önce birtakım ümmetlere elçiler gönderdik de şeytan onlara amellerini bezeyip süslü gösterdi. İşte o şeytan, bu gün onların koruyucu, yol gösterici yakınıdır. Ve onlar için acı bir azap vardır. [Nahl/63]

Rabbimizin süsleme işini kendisine izafe etmesi aslında yaratma açısından olup bu eylemi yapan, işi gerçekleştiren ise kulun kendisidir. Kişilere amellerinin süslü gösterilmesi konusunun iyi anlaşılması için, Tin suresinin tahlilinde bulunan "Allah’ın kalpleri mühürlemesi ve damgalaması" başlıklı bölümün okunmasını tavsiye ediyoruz. [Tebyînü’l-Kur’an; c:????????]

Kur’an’ın bu ana kadar inmiş olan ayetlerinden anlaşılmaktadır ki, ahirete inanmak imanın "olmazsa olmaz" esasıdır ve Allaha inanan kişi mutlaka ahirete de inanır. 4. ayette vurgulanan nokta, ahirete inanmayan kimselerin Kur’an’ın öğrettiği yolu takip etmeyecekleridir. Çünkü ahirete inanmayan kimselerin ölçüleri bu dünyada görülenlerle sınırlıdır. Onlar, yapılan bir işin fayda ve zararını sadece bu dünyadaki sonuçları ile değerlendirirler ve bu değerlendirmeyi ahiretteki kazanç veya kayıpları hesap ederek yapmayı hedef alan herhangi bir nasihati veya hidayeti asla kabul etmezler.

5. ayette geçen "azabın kötüsü" ifadesi hakkında, azabın şekli, zamanı ve yeri bakımından herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Kur’an’daki yüzlerce ayetten anlaşılmaktadır ki, azap fizikî ve psikolojik yönleri olan bir olgudur ve hem ferdî hem de grup olarak uygulanabilmektedir. Bu fiziki veya psikolojik ceza hem dünyada, ölüm anında, hem de mahşerde ve cehennemde gerçekleşebilmektedir.



6. Ayet:

Şüphesiz bu Kur’an ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından bırakılmaktadır [senin içine işletilmektedir].

Hatırlanacak olursa, Şuara suresinin tahlilinde, bu ayetin ne anlam ne de teknik bakımdan, içinde bulunduğu pasajla bir bağlantısının olmadığını belirtmiş ve ayetin Şuara suresinin 221–223. ayetlerinin sonrasında yer alması gerektiğini söylemiştik. (Ayetin, önerdiğimiz yerdeki uygunluğunu görmek için Şuara suresinin 221–223. ayetleri ile ilgili tahlilimizi okuyabilirsiniz.)

7) Bir zaman Musa ehli için "Ben bir ateş; israiloğullarının perişan halini hissettim. Umarım ki size o sıkıntıdan bir haber getiririm veya İbranilere destek olmanız, onları ateşten kurtarmanız için o sıkıntıdan bir parçacık getiririm" demişti.
8,9,10,11,12) Sonra ona ateşe: sıkıntıya varınca; Bu sıkıntıyı gidermeye karar verdiğinde, sıkıntı içinde olan kişiler; ve sıkıntının dışında olan kişiler bolluklu kılınmıştır. Ve alemlerin rabbi Allah eksikliklerden arınıktır. Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah'ım! Ve birikimini ortaya koy!" -Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı.- Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.- Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz[#169] âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun'a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır." diye seslenildi.
13) Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, "Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır" dediler.
14) Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. -Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!-
7–14. âyetlerde, çok kısa olarak Mûsâ peygambere ilk vahyin verilişinden Firavun ve ordusunun helâkine kadarki olaylara değinilmektedir. Kısa bir hatırlatma şeklindeki bu anlatımla ibret aldırma amacı güdüldüğü açıkça belli olmaktadır. Mu'cizeler karşısında inanacakları yerde kibirlenen ve zulme yönelen Firavun ve avenesinin durumu pasajda özellikle göze çarpmaktadır. Onların bu hâlleri, 4. Âyette tanıtılmış olan yaptıkları işler kendilerine süslü görünen kişilerin ilk somut örneğini teşkil etmektedir:

* Sonra da Mûsâ ve kardeşi Hârûn'u âyetlerimizle/ alâmetlerimizle/ göstergelerimizle ve apaçık bir güç ile Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik/elçi yaptık. Bunun üzerine kendilerinin büyüklüğüne inandılar ve ululuk taslayan bir toplum oldular. [Müminûn/45,46]

Firavun ve avenesinin bu durumları, daha evvel Fâtır Sûresinde yer alan Âyetlerdeki ifadelere benzemektedir:

* Ve onlar, var güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah'ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah'ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın. [Fâtır/42,43]

Yedinci ayetteki "تَصْطَلُون tastalune" ifadesi ile ilgili Kasas/29’un tahlilinde bilgi verilmişti.

Burada vahyin canlılık verişine ve bereket getirişine değinilmektedir. Ki, Musa’ya yapılan vahiyler sayesinde israiloğulları ve diğer toplumlar kurtuluşa ermişlerdir.

8. Âyette geçen Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi; sıkıntı içinde olan kişiler; ve sıkıntının dışında olan kişiler nitelemesi ile merkezde Mûsâ peygamber olmak üzere, ona inanacak ve etrafında toplanacak insanlar kastedilmekte ve onların mübarek kılındığı bildirilmektedir.

Neml/10 ve Kasas/30 âyetlerinin orjinalindeki تهتزّ[tehtezzü] sözcüğü, genellikle yanlış olarak "hareket eder, kıvrılır" şeklinde çevrilmektedir. Sözcüğün esas anlamı, "hareket ettirmek"tir. [Lisânu'l-Arab, "Hzz" mad.] Buradaki hareket ise asânın hareketi değil, hareket ettirişi, çok çalıştırmasıdır. Burada asâ diye nitelenen birikimin, yani vahiylerin, Mûsâ'nın başına iş açtığı, o'nu çok çalışmak zorunda bıraktığı açıklanmaktadır. İşin çokluğu ve zorluğu sebebiyle Mûsâ işten kaçmaya çalışmıştır.

10. âyetteki, Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir görüverince dönüp, arkasına bakmadan kaçtı ifadesinden, Mûsâ'nın peygamberlik görevinden hoşlanmadığı, korktuğu, yapmak istemediği anlaşılmaktadır. Mûsâ'nın bu kaçışı Kalem sûresi'nde de zikredilmişti. Kalem sûresi'nde bahsedilen hut sahibi, Yûnus peygamber bilinse de Mûsâ peygamber de hut sahibidir. Mûsâ'nın hut sahibi olduğundan, Kehf/61-63'de bahsedilmiş, kaçışı da bu âyetlerde açıklanmıştır.

* Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti. Eğer Rabbinden o'na bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı. Ancak, Rabbi o'nu seçti, sonra da iyilerden kıldı. [Kalem 48-50]

11. Âyetteki istisna bir "istisna-i muttasıl" olup cümlenin anlamı şöyle olmaktadır: "Benim yanımda elçiler korkmazlar ama zulüm yapmış olan elçiler korkarlar."

Burada Mûsâ peygamberin gençliğinde işlemiş olduğu cinayete gönderme yapılmaktadır. Mûsâ peygamberin de evvelce işlediği suç yüzünden korkması gayet normaldir ama Rabbimiz zulüm işlemiş Mûsâ'yı affetmiştir:

* Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı Mûsâ'dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen ölüverdi. Mûsâ, "Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır" dedi. Mûsâ, "Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!" dedi de Allah o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. Mûsâ, "Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım" dedi. Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o'ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: "Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!" dedi. [Kasas/15–18]

Aslında Rabbimizin affı sadece elçilere değil, tüm tövbe eden kullarına yöneliktir:

* Ey İsrâîloğulları! Sizleri düşmanınızdan kurtardık ve Musa aranızda değilken; içinizde elçi yok iken size söz verdik üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın/bal indirdik. –Sizi rızıklandırdığımız şeylerin temizlerinden yiyin ve bunda aşırı gitmeyin, sonra üzerinize hoşnutsuzluğum iner. Kimin üzerine de hoşnutsuzluğum inerse, kesinlikle o iner [düşer, mahvolur]. Ve şüphe yok ki Ben, tevbe eden, iman edip sâlihi işleyen, sonra da kılavuzlandığı doğru yolu bulan kimse için çok bağışlayıcıyım.– [Tâ-Hâ/80–82]

* Kim bir kötülük işler yahut kendi kendine haksızlık eder, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhametli bulur. [Nisâ/110]


Rabbimizin insanları tövbeye davet etmesi, tövbe edenlerin tövbelerini kabul etmesi ve tövbe edenleri sevdiği hususu Kur'ân'da birçok Âyette açıklanmıştır.



MÛSÂ PEYGAMBERE VERİLEN DOKUZ MUCİZE:

12. âyette zikredilen dokuz âyet ifadesindeki "dokuz" sayısını iki şekilde anlamak mümkündür:

A) Çokluktan kinaye.

Zira İsrâîloğulları'na dokuzdan daha çok âyet/alâmet gösterilmiştir.

B) Burada kastedilen Tevrât'taki on emirin dokuz âyette yazılı olmasıdır.

Yahudi Tevrât'ında iki ayrı emir cümlesi hâlinde zikredilen, "Karşımda başka ilâhların olmayacak" ifadesi ile "Kendin için oyma put yapmayacaksın" ifadesini Samiri Tevrât'ı tek emir cümlesi hâlinde toplamıştır. Böylece, "Komşunun evine tamah etmeyeceksin" de dahil, emirlerin sayısı, Yahudi nüshasında on, Samiri nüshasında ise dokuzdur. [Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, s. 104-105; HHT, Noseah Şomroni, Şemot, 20:10.]

Kasas Sûresi'nin 30. Âyetinde, Mûsâ peygamberin ilk vahiy alışının ağaçtan yükselen bir ses ile olduğu bildirilmiştir. Mûsâ peygamber vadînin kenarında bir yerde bir çeşit ateşin yandığını görmüş, oraya gittiğinde ise şöyle bir manzara ile karşılaşmıştır:

Ortada yanan bir şey olmamasına ve bir duman çıkmamasına rağmen ateş yanmakta ve ateşin ortasında yemyeşil bir ağaç durmaktadır. Birden bu ağaçtan kendisini çağıran bir ses yükselmiş ve böylece Mûsâ peygamber ilk vahyini almıştır. Peygamberlerin hayatlarında bu tür olağanüstü hadiselerin vuku bulması normal karşılanmalıdır. Nitekim peygamberimize de nübüvvetle şereflendirildiği zaman benzer bir şekilde Mescid-i Aksa'da, Cennetü'l-Me'va denilen yerdeki son sidre ağacından vahyedilmiştir. Bu durum Necm Sûresinde ayrıntılı olarak bildirilmiştir.
15) Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a ve Süleymân'a bilgi verdik. O ikisi de: "Tüm övgüler, bizi mü'min kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah'adır!" dediler.
Ayette Davud ve Süleyman peygamberlerin "Bizi mümin kullarının birçoğuna fazlalıklı kılan Allah’a hamd olsun" sözleriyle verilen mesaj, üstün nimetlere sahip olanların bu nimetleri veren Allah’a hamd ve şükür etmelerinin gerektiğidir. Firavun ve avenesi kendilerine verilen nimetler ile şımarıp zorbalaşırlarken, Davud ve Süleyman peygamberler kendilerini fazlalıklı kılan Allah’a hamd ve şükür etmektedirler. Böylece surenin başında konu edilen inanan ve inanmayanların davranışlarındaki farklılık da örneklendirilmiş olmaktadır.

Bu ayet aynı zamanda bilginin ve bilgi sahiplerinin üstünlüklerine de işaret etmektedir:

11Ey iman etmiş kimseler! Size: "Meclislerde yer açın/başkalarına da katılım hakkı tanıyın" denilince hemen yer açıverin ki Allah da yer açsın/size genişlik versin. Ve size: "Kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin" denilince de kendinizi olduğunuzdan daha büyük gösterin. Böylece Allah, sizden inanmış olan kimseleri ve kendilerine bilgi verilenleri derecelerle yükseltsin. Ve Allah, yaptıklarınıza iyice haberi olandır. [Mücadile/11]

Daha önce birkaç yerde de belirttiğimiz gibi, Davud ve Süleyman peygamberler, haklarında en çok asılsız söylenti çıkarılmış olan peygamberlerdir. Maalesef bu asılsız söylentiler Müslümanlar tarafından da gerçekmiş gibi kabul görmüştür. Bize göre bu, Kur’an’ı iyi tanımamak, Kur’an’daki müteşabih [birbirine benzer birçok anlamla ifade edilen] anlatımları dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü kitaplara kadar giren bu asılsız efsanelerin tümü, ayetlerdeki mecazların hakikat yapılması sonucu uydurulmuştur. Sad suresinde bazı örneklerini nakletmiş olduğumuz bu uydurmalardan bazıları, yeri geldikçe ibret amacıyla burada da nakledilecektir.
16) Ve Süleymân Dâvûd'a vâris oldu. Ve Süleymân: "Ey insanlar! Bize kuşların mantığı [seslerinden, davranışlarından anlam çıkarma] öğretildi ve bize her şeyden verildi" dedi. -Doğrusu bu apaçık bir armağandır.-
Davud ve Süleyman peygamberlerin "hamd"leri ile başlayan kıssa, 16. ayetin ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bundan sonra Süleyman peygamber ağırlıklı olarak devam edecek ve ilerideki ayetlerde Sad suresinde verilen bilgilere ilâveten Süleyman peygambere ait yeni ve çarpıcı bilgiler verilecektir.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN DAVUD PEYGAMBERE MİRASÇILIĞI

15. ayetin delâletiyle anlaşılmaktadır ki, Süleyman peygamberin babası Davud peygambere mirasçılığı mal-mülk mirasçılığı değil, bilgi mirasçılığıdır. Bu, Davud peygamberin bütün bilgi birikimini oğlu Süleyman’a öğrettiği anlamına gelmektedir.

Meselenin daha iyi anlaşılması için Davud peygamberin hayatına ait bazı ayrıntıların bilinmesi gerekmektedir.

DAVUD PEYGAMBER

... İsrail’in ilk kralı Saul’un sarayında yaverlik yaptı. Saul’un oğlu ve vârisi Yonatan’la yakın dostluk kurdu ve Saul’un kızı Mikal’la evlendi. Filistinlilere karşı yapılan savaşlarda üstün yararlıklar göstererek büyük bir ün kazandı. Bu durumu çekemeyen Saul onu öldürmek isteyince, saraydan kaçarak Filistin’in kıyı ovasındaki Güney Yahuda’ya ve Filistin’e gitti; orada büyük bir beceri ve öngörüyle krallığın temelini atmaya koyuldu. ... [Ana Britannica, c:9, s:340]

Davud’un kral olmadan önce yaşamını çok zor şartlarda sürdürdüğüne, Allah’ın izniyle ordusunu en iyi şekilde donatıp yönetmeyi becerdiğine ve uzun savaşçılık yıllarında yaşadığı diğer bazı olaylara Kur’an’da Bakara suresinin 246-252. ayetlerinde ve Kitab-ı Mukaddes’in I. ve II. Samuel bölümlerinde değinilmiştir.

Davud’a verilen fazlalıkların anlatıldığı Kur’an ayetleri şunlardır:

10,11Ve andolsun ki Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; "Ey dağlar! Onunla beraber dönün!" Ve o'nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.– [Sebe’/10, 11]

17Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o, Rabbine çokça dönendi.

18Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah'ı noksanlıklardan arındırırlardı. 19Kuşları da toplu olarak o'na boyun eğdirmiştik/Dâvûd'un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi o'na dönücü idi. 20Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik. [Sad/17–20]

79Sonra da Biz, onu Süleymân'a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik. Dâvûd'la beraber Allah'ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız. [Enbiya/79]

Sebe’ suresinin yukarıdaki 10. ayetinde geçen "Ey dağlar!" seslenişi, bize göre Davud’un Kitab-ı Mukaddes’teki "Mezmurlar" içinde yer alan (94–98. mezmurlar) "Ey dağlar, taşlar, nehirler, ormanlar, kuşlar, ağaçlar! Coşun, tesbih edin. Çünkü O, yeryüzüne geliyor, hükmetmeye geliyor. Dünyaya adaletle ve kavimlere doğrulukla hükmedecek" şeklinde özetlenebilecek ifadesine atıfta bulunmaktadır. Mezmurlar arasında yer alan ve dağlarda yaşarken Davud’un Rabbine yönelik olarak terennüm ettiği bu ilâhîler, övgüler, dualar, yakarışlar Yüce Allah tarafından beğenilmiş olmalı ki, Kur’an’da da bunlara işaret edilmektedir.

Yine aynı ayette geçen "demirin yumuşatılması" eylemi, demirin eritilerek kalıplara dökülmesini ya da ateşte yumuşatılarak çeşitli alet yapımında kullanılmasını ifade etmektedir. Davud’un birçok güçlü düşmanla savaştığı ve bu savaşlarda başarılı olduğu dikkate alındığında, askerlerini günün şartlarına göre en iyi silâh ve teçhizatla donattığı ve bu donanımı da demirin yumuşatılması tekniği ile sağladığı söylenebilir. Ancak ayette zırhın ilk defa Davud tarafından yapılmış olduğuna dair herhangi bir işaret olmadığı gibi, demirin Davud’un elinde mum gibi eridiği ve onu istediği gibi kullandığı yönündeki söylentiler de birer uydurmadan ibarettir.

KUŞ MANTIĞI

"Mantık" "ses" demektir: ancak bu sözcükle genelde "meram ve maksatlar" kastedilir. [Lisanü’l-Arab, c.8, s. 601, 602, "ntk" mad.]

Her yaratık türü ise bir ümmettir:

38Ve yeryüzünde hiçbir irili-ufaklı kıpırdayan canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi önderli topluluklar olmasın. Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan/yetersiz bırakmadık. Sonra onlar Rablerine toplanacaklardır. [En’âm/38]

Bu duruma göre, her canlı gurubundaki yaratıkların, hayatlarını devam ettirebilmeleri için nasıl kendi türlerine has özellikleri varsa, aynı şekilde bunların kendi aralarında bir anlaşma ve haberleşme dilleri de olmalıdır. Nitekim insanlar uzun zamandan bu yana kedileri, köpekleri, çeşitli kuşları, yunus balıklarını ve diğer hayvanları gözlemleyerek, onların çıkardıkları seslerin, kuyruk hareketlerinin ne anlama geldiği hakkında bazı sonuçlara varmışlardır. Meselâ, yem aramak için eşinen bir horozun. yemi bulduğu zamanki tavukları çağıran sesi ile sabahları herkesi uyandıran ötüş sesinin farklı olduğu tespit edilmiş ve tavukların da yumurtladıklarını farklı bir ses çıkararak bildirdikleri görülmüştür. Ya da bir kedinin acıktığı, su istediği veya hapsedildiği zamanki miyavlama sesi ile çiftleşme anındaki sesinin birbirinden tamamen farklı olduğu gözlenmiştir. Diğer taraftan, farklı yaratıklardaki kuyruk hareketleri değişik anlamlara gelmekte, bugün artık insanlar kuşların, yunus balıklarının, kedi, köpek gibi hayvanların kuyruk hareketlerinden manalar çıkarabilmektedir.

Bu durum göstermektedir ki, yaratıkları iyi gözlemleyen herkes, ses ve kuyruk hareketlerine bakarak onların ihtiyaç ve arzularını anlayabilir, bazı manalar çıkarabilir. İşte bu duruma "o yaratığın mantığını bilmek" demek mümkündür.

Kur’an üzerinde emek vermiş kişilerden Zemahşeri, Keşşaf adlı eserinde bu konu için şöyle demiştir:

Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek tek kelimeleri ya da cümleleri söylemek, sesle ifade etmektir. Ya’kûb, kitabına, Islahu’l Mantık başlığını koymuştur. Hâlbuki o, o kitabında sadece müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: "Güvercin nutketti, seslendi." Süleyman’ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise, kuşların maksat ve gayelerinden bazısını bazısından ayırıp seçmesi, fark etmesidir. [Keşşaf, c:3, s:140]

Konumuz olan ayetteki "Bize kuşların mantığı öğretildi" ifadesini bu doğrultuda değerlendirdiğimizde, ifadeden Davud ve Süleyman peygamberlerin kuşların bir kısmına ait özellikleri bildikleri anlamı çıkmaktadır. Yani, Davud ve Süleyman peygamberler, meselâ "hüthüt"ün [çavuşkuşunun] yerüstü ve yeraltı sularını tespit yeteneğini, "güvercin"in uzun süreli uçma ve salındığı yere dönme yeteneğini, "şahin"in ve "doğan"ın avcılık yeteneğini, "akbaba"nın leş bulma yeteneğini öğrenmişler ve bu bilgilerden yararlanmışlardır. Ayetteki ifadenin Süleyman peygambere ait olduğuna bakarak bu bilgilerin sadece Süleyman peygambere özgü olduğu düşünülmemelidir. Çünkü ifadede "ben" yerine "biz" zamiri kullanılmış ve dolayısıyla konuya Davud peygamber de katılmıştır. İşin aslında bu bilgileri önce savaşlar yüzünden uzun yıllar dağda yaşamak zorunda kalan Davud peygamber öğrenmiş, sonra da o, oğlu Süleyman peygambere öğretmiştir.

Demek oluyor ki, Süleyman peygamber kuşlardan yararlanmayı ve demiri işlemeyi babası Davud peygamberden öğrenmiştir. Süleyman peygamberin babası Davud peygambere mirasçı olmasının anlamı da budur. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz Sebe’ suresinin 10. ve Enbiya suresinin 79. ayetlerinden de bu anlaşılmaktadır.

"Bize kuşların mantığı öğretildi" cümlesinde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, bu cümlenin tek taraflı bir olayı ifade ediyor olmasıdır. Yani, Davud ve Süleyman peygamberler, kuşların seslerinden, hâl ve hareketlerinden onların ne demek istediklerini ve diğer özelliklerini keşfetmişler, dolayısıyla kuşların mantığını öğrenmişlerdir. Buna karşılık kuşlar Davud ve Süleyman peygamberlerin mantığını, yani insan mantığını bilmemektedirler. Ayrıca buradaki "kuşlar" sözcüğünün yeryüzündeki tüm kuşları kapsadığını düşünmek de doğru değildir. Çünkü "üç-dört kuş" anlamı, sözcüğün yapısal anlamını karşılamaktadır.

KONU İLE İLGİLİ ABARTILAR

Mukatil bu ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Bir gün Süleyman (a.s) oturur iken yanında belli bir şeyin etrafında dönen bir kuş geçti. Yanında bulunanlara "Bu kuşun ne dediklerini biliyor musunuz? Bu kuş bana şunları söyledi: ‘Ey saltanat sahibi hükümdar ve ey Israiloğullarının peygamberi, selam sana! Yüce Allah sana ikramda bulunmuştur. Seni düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Ben şimdi yavrularımın yanına gideceğim, ikinci bir defa sana geleceğim.’ O biraz sonra bize ikinci defa gelecek" derken, kuş döndü, Süleyman (a.s) dedi ki: "Bu kuş şöyle diyor: ‘Ey saltanat sahibi hükümdar, selam sana! Eğer izin verirsen ben yavrularım için bir şeyler kazanayım; ta ki yetişsinler, sonra senin yanına geleyim, o vakit bana istediğini yap.’ Süleyman onlara kuşun söylediklerini bildirdi, ondan sonra da ona izin verdi, kuş da gitti.

Ferkad es-Sebehî dedi ki: Süleyman bir ağacın üzerinde kafasını oynatan, kuyruğunu hareket ettiren bir bülbülün yanından geçiyordu. Arkadaşlarına "Bu bülbülün ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır, ey Allah'ın peygamberi" dediler. Süleyman dedi ki: "Bu bülbül şöyle diyor: ‘Ben bir meyvenin yarısını yedim. Artık bundan sonra dünya umurumda değil.’ Yine bir ağacın üstünde bir hüdhüd kuşu gördü, küçük bir çocuk da ona bir tuzak kurmuştu. Süleyman: "Ey hüdhüd, dikkat et!" dedi, kuş: "Ey Allah'ın peygamberi, bu akılsız bir çocuktur, ben de onunla dalga geçiyorum" dedi.

Daha sonra Süleyman geri döndüğünde kuşun çocuğun tuzağına yakalanmış olduğunu ve çocuğun elinde bulunduğunu gördü. "Ey hüdhüd, bu da ne?" dedi. Hüdhüd: "Ey Allah'ın peygamberi, ben o tuzağı göremedim ve nihayet ona düştüm" dedi. Süleyman: "Yazık sana, sen yerin altındaki suyu görüyorsun da sana kurulan tuzağı görmüyor musun?" Hüdhüd dedi ki: "Ey Allah'ın peygamberi, tedbirin takdire karşı faydası yoktur."

Ka'b dedi ki: Süleyman b. Davud'un yanında bir yaban güvercini (ya da erkek kumru) öttü. Süleyman: "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler, dedi ki: "Bu kuş diyor ki, ‘ölmek için doğunuz, sonunda yıkılsın diye bina yapınız.’

Bir üveyik kuşu öttü; "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu kuş şöyle diyor: ‘Keşke bu mahlûkat yaratılmamış olsaydı, madem yaratıldılar keşke ne için yaratıldıklarını bilmiş olsalardı.’

Yine onun önünde bir tavus kuşu öttü. "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu, ne şekilde davranırsan sana öyle muamele yapılır demektedir." Yanında bir hüdhüd kuşu öttü, "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu, merhamet etmeyene merhamet olunmaz dedi."

Yine yanında bir göçeğen kuşu öttü. "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. "Dedi ki: ‘Ey günahkârlar, Allah'tan mağfiret dileyin." İşte bundan dolayı Rasûlullah (sav) o kuşun öldürülmesini yasaklamıştır.

Huzurunda bir bağırtlak kuşu öttü. "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu diyor ki, her yaşayan ölür, her yeni eskir."

Yanında dişi bir kırlangıç öttü. "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu kuş diyor ki, önden hayır gönderiniz, onu bulacaksınızdır." Bundan dolayı Rasûlullah (sav) kırlangıç kuşunun öldürülmesini yasaklamıştır.

Denildiğine göre, Âdem cennetten çıktı, Yüce Allah'a yalnızlıktan şikâyet etti. Yüce Allah ona kırlangıç kuşu ile teselli verdi ve bu kuşun evlerde barınmasını takdir buyurdu. O bakımdan bu kuşlar teselli vermek için Âdemoğullarından ayrılmazlar.

Bu kuş Yüce Allah'ın kitabından dört âyet-i kerimeyi de bilir: "Şayet Biz bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik..." buyruğundan sûrenin sonuna kadar bilir ve yüce Allah'ın "O Azîzdir, Hakîmdir." (el-Haşr, 59/21-24) buyruğunu da okurken sesini uzatır.

Süleyman (a.s)'ın huzurunda bir güvercin öttü. "Ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu. Onlar: Hayır dediler. Dedi ki: Bu güvercin diyor ki, semavât ve arzında mevcut olan varlıkların sayısınca subhane rabbiye'l-a'lâ..."

Yine Süleyman (a.s)'ın yanında bir kumru öttü. "Bunun ne dediğini biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu kuş, subhane rabbiye'l-aziym el-Müheymin [pek büyük ve her şeye mutlak egemen olan Rabbimin şanı ne yücedir!] demektedir.

Ka'b dedi ki: Yine Süleyman onlara anlatmaya devam etti. Dedi ki: "Karga şöyle diyor: ‘Allah'ım, gümrük ve vergi memurlarına lanet eyle!’ Çaylak da şöyle diyor: ‘O'nun zatı müstesna, her şey helak olacaktır.’ Keklik, ‘Susan esenliğe kavuşur’ der. Papağan, ‘Bütün çabası dünya için olanın vay haline!’; kurbağa, ‘Subhane Rabbiye'l-Kuddus’; kartal, ‘Subhane Rabbiy ve bi hamdihi’; yengeç, ‘Her mekanda her dil ile adı anılanın şanı ne yücedir!’ diyor dedi.

Mekhût dedi ki: Süleyman'ın yanında turaç kuşu öttü. "Bu ne diyor biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar "Hayır" dediler. Dedi ki: "Bu kuş, Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti, diyor."

el-Hasen dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Horoz öttüğü vakit ‘ey gafiller Allah'ı anın!’ der."

el-Hasen b. Ali b. Ebi Talib dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kerkenez öttüğünde der ki: ‘Ey Âdemoğlu, istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin.’ Tavşancıl kuşu da öttü mü der ki: ‘İnsanlardan uzak kalmak rahattır.’ Kamber kuşu öttü mü şöyle der: ‘Allah'ım, Muhammed soyundan gelenlere buğzedenlere lanet et!’ Kırlangıç kuşu öttü mü, ‘Elhamdu lillahi Rabbi'1-alemîn’i sonuna kadar okur ve ‘vele'd-dâlliyn’ diyerek Kur'ân okuyan kimsenin yaptığı gibi sesini uzatır."

Katâde ve eş-Şa'bî dedi ki: Bu husus sadece kuşlara mahsustur. Çünkü Süleyman (a.s) "Bize kuşların dili öğretildi" demiştir. Karınca da uçan bir varlıktır, çünkü bazılarının kanatları bulunabilir. eş-Şa'bî dedi ki: İşte bu karınca da iki kanatlı bir karınca idi.

Bir kesim de şöyle demiştir: Süleyman (a.s)'a bütün hayvanların dili öğretilmişti. Özellikle kuşların söz konusu edilmesi, Süleyman (a.s)'ın güneşe karşı gölgelenmek, bir takım işler için onları göndermek hususunda onları duyduğu ihtiyaç dolayısıyla zikredilmişlerdir. Kuşların bu şekilde çokça müdahaleleri olduğundan ötürü bilhassa anılmışlardır, Diğer taraftan; diğer hayvanların bu gibi özellikleri nadirdir ve kuşlarda görüldüğü gibi çokça tekrarlanmaz.

Ebu Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Mantık [dil] bazen söz söylemeksizin de anlaşılabilen şeyler hakkında kullanılır. Bununla birlikte neyi murad ettiğini en iyi bilen Yüce Allah'tır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Süleyman (a.s) için o sadece kuşların dilini biliyordu diyen kimselerin bu bilgileri büyük bir eksikliktir. Çünkü insanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir: O, konuşmayan varlıkların sözlerini anlardı. Hatta bitkilerde dahi onun için konuşma kabiliyeti halk edilirdi. Her bir bitki ona ‘Ben filan bitkiyim, filan ağacım, şu şu işe yararım ve şöyle şöyle zararlarım vardır’ derlerdi. Durum böyle olduğuna göre ya hayvanlar hakkında ne denilir!" [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Ayetteki "Bize her şeyden verildi" ifadesi, Süleyman peygambere verilen şeylerin çokluğunu anlatmaktadır. Çünkü "her şey" ile "her şeyin çoğu", çok olma bakımından müşterektirler. Bunun bir benzeri de 23. ayette "Ona [Melike’ye] her şey verildi" şekliyle gelecektir.

17) Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân için bir araya getirildi. -Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.-
Ayetten anlaşıldığına göre Süleyman peygamberin ordusu "ins", "cinn" ve "kuşlar"dan oluşmuş üç takımdan ibarettir:

a- İns takımı: Bu takım, Süleyman peygamberin kendi milletinden olan ve ordunun savaşçı gurubunu meydana getiren askerlerdir.

b-Cinn takımı: "Angaryacılar" da denilen ve yabancılardan oluşmuş bu takım, ordunun levazım ve ordu donatım işlerini görmekte, orduya lojistik destek sağlamaktadır. Bu takıma mensup kişiler, Sebe’/13’te anlatıldığı üzere, kaleler ve yüksek sağlam binalar yapmakta, ağacı, demiri, bakırı işlemektedirler. Bunlar, Davud peygamber döneminden beri ülkede bulunan, komşu ülkelerden getirilmiş zanaat sahibi kimselerdir. Süleyman peygamberin fethettiği yerlere sağlam bir alt yapı, sanat ve kültür götürmesinde büyük payları olan bu kişiler, iş bilir ve sanatçı özellikte olmalarına karşılık, Süleyman peygamber hakkında kötü plânlar yaptıkları ve plânlarını uygulamaya çalıştıkları için Kur’an’da bazı ayetlerde "şeytanlar" olarak nitelenmişlerdir.

"Cinn" kavramı ve "Süleyman peygamberin cinnleri" ile ilgili olarak daha evvel birçok açıklamada bulunduğumuz için fazla ayrıntıya girmiyor, sadece Kitab-ı Mukaddes’ten bu konunun yer aldığı ilgili bölümü nakletmekle yetiniyoruz:

1-Süleyman Yahve adına bir tapınak, kendisi için de bir saray yaptırmaya karar verdi.

2- Yük taşımak için yetmiş bin, dağlarda taş kesmek için seksen bin, bunlara gözcülük etmek için de üç bin altı yüz kişi görevlendirdi.

3- Sur Kralı Hiram'a da şu haberi gönderdi: "Babam Davut'un oturması için saray yapılırken kendisine gönderdiğin sedir tomruklarından bana da gönder.

4- Tanrım RAB'be adamak üzere, O'nun adına bir tapınak yapıyorum. Bu tapınakta hoş kokulu buhur yakıp adanan ekmekleri sürekli olarak masaya dizeceğiz. Sabah akşam, her Şabat Günü, her Yeni Ay ve Tanrımız RAB'bin belirlediği bayramlarda orada yakmalık sunular sunacağız. İsrail'e bunları sürekli yapması buyruldu.

5- "Yapacağım tapınak büyük olacak. Çünkü Tanrımız bütün tanrılardan büyüktür.

6- Ama O'na bir tapınak yapmaya kimin gücü yeter? Çünkü O göklere, göklerin enginliğine bile sığmaz. Ben kimim ki O'na bir tapınak yapayım! Ancak önünde buhur yakılabilecek bir yer yapabilirim.

7- "Bana bir adam gönder; Yahuda ve Yeruşalim'de babam Davut'un yetiştirdiği ustalarımla çalışsın. Altın, gümüş, tunç ve demiri işlemede; mor, kırmızı, lacivert kumaş dokumada, oymacılıkta usta olsun.

8- "Bana Lübnan'dan sedir, selvi, algum tomrukları da gönder. Adamlarının oradaki ağaçları kesmekte usta olduklarını biliyorum. Benim adamlarım da seninkilerle birlikte çalışsın.

9- Öyle ki, bana çok sayıda tomruk sağlayabilsinler. Çünkü yapacağım tapınak büyük ve görkemli olacak.

10- Ağaç kesen adamlarına yirmi bin kor bulgur, yirmi bin kor arpa, yirmi bin bat şarap, yirmi bin bat zeytinyağı vereceğim."

11- Sur Kralı Hiram Süleyman'a mektupla şu yanıtı gönderdi: "RAB halkını sevdiği için, seni onların kralı yaptı."

12- Hiram mektubunu şöyle sürdürdü: "Yeri göğü yaratan İsrail'in Tanrısı RAB'be övgüler olsun! Kral Davut'a bilge bir oğul verdi; RAB için bir tapınak, kendisi için de bir saray yapacak akıllı ve anlayışlı bir oğul.

13- "Sana Huram-Avi adında usta ve akıllı birini gönderiyorum.

14- Anası Danlı, babası Surlu'dur. Altın, gümüş, tunç, demir, taş ve tahta işlemekte; ince keten, mor, lacivert ve kırmızı kumaş dokumakta ustadır. Her türlü oymacılıkta usta olduğu gibi her tasarımı uygulayabilecek yetenektedir. Ustalarınla ve babanın, efendim Davut'un yetiştirdiği ustalarla çalışacak.

15- "Efendim, sözünü ettiğin buğday, arpa, zeytinyağı ve şarabı kullarına gönder.

16- Biz de sana gereken bütün tomrukları Lübnan'da keser, deniz yoluyla, sallarla Yafa'ya kadar yüzdürürüz. Sonra sen tomrukları alıp Yeruşalim'e götürürsün."

17- Babası Davut'un yaptığı sayımdan sonra, Süleyman da İsrail'de yaşayan bütün yabancılar arasında bir sayım yaptı. Yabancıların sayısı yüz elli üç bin altı yüz kişi olarak belirlendi.

18-Bunlardan yetmiş binine yük taşıma, seksen binine dağlarda taş kesme,üç bin altı yüzüne de işçileri çalıştırma görevi verildi. [(II. Tarihler bölümü, 11. Bab]

c-Kuşlar takımı: Muhabere /iletişim ve yol güzergâhında askerin su ihtiyacı için orduda bulundurulmakta olan kuşlardan ve onların bakıcılarından müteşekkildir. Süleyman peygamberin çok önem verdiği ve büyük çapta istifade ettiği bir takımdır.

Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan oluşması, işte budur.
Yoksa Süleyman peygamber dağdaki kuşları toplayıp onları asker olarak kullanmamıştır.

Rabbimiz Kur’an’da Süleyman (as)’ın da bir peygamber olduğunu ve vahiy aldığını bildirmiş fakat ona vahyettiklerinin neler olduğuna dair herhangi bir bilgi vermemiştir. Kitab-ı Mukaddes’te ise "Süleyman’ın Meselleri" adlı bir bölüm bulunmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’in bu bölümünde yazılı olanların Süleyman peygambere yapılmış vahiyler olarak kabul edilmesi belki İsrailoğulları için mümkündür ama Kur’an muhataplarının bunlara inanması söz konusu olmamalıdır. Çünkü Kur’an ile desteklenmemiş bu olayların Süleyman peygambere yapılan vahiyler olduğuna dair ne elde kesin bir delil vardır, ne de bu olaylar ve konuları vahiy özelliği taşımaktadır. Fakat ne yazık ki, orada yazılanların birçoğu Müslümanlar arasına "Hadis-i Kutsi" veya "hadis" diye sokulmuş durumdadır. Meselâ, iyi tanıdığımız, hadis diye bildiğimiz "Hikmetin başı Allah korkusudur" ifadesi, Süleyman’ın Meselleri Bölümü’nün 1. Bab’ın 7. cümlesidir.

Süleyman peygamber ile ilgili bilgiler, bu sureden başka Sad, Enbiya, Sebe’ ve Bakara surelerinde de yer almaktadır. Sad suresinin tahlilinde yeterli açıklamada bulunduğumuzu düşünüyor ve daha fazlası için o bölümün okunmasını öneriyoruz.
18) Sonunda Karınca Vadisi'ne geldikleri zaman, bir karınca: "Ey karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!" dedi.
Bu ayette, Karınca Vadisi’nde yaşayanlardan birisinin halkına yaptığı uyarı yer almaktadır. Ayetin ifadesinden, uyarıda bulunan kişinin sözü geçen birisi olduğu, muhtemelen de o yerleşim biriminin yöneticisi olduğu anlaşılmaktadır.

Neml [Karınca] Vadisi: Ayette geçen Karınca Vadisi, karıncaların bol olduğu bir vadi olmayıp özel bir isimdir. İmam Zebidi Araplarca bilinen vadileri eserinde toplamıştır. Buna göre, "Karınca vadisi", Jirben ile Askalân arasında bir bölgenin adıdır. [Tacu’l-Arus; "Vadiy" mad. 20/286]

Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre, bu, Şam topraklarında bir vadidir. Ka'b ise Taif’dedir demiştir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Nemle [karınca] sözcüğü tekil bir sözcük olup müzekker ve müennesi aynı sözcükle ifade edilir. Ancak konumuz olan bu ayette cümlenin fiili "kâlet [dedi]" şeklinde müennes olunca, fiilin öznesini de dişi olarak anlamak zorunludur. Yani, karınca vadisinde halkı uyaran kişi ister sıradan biri, isterse halkın yöneticisi olmuş olsun, erkek değil bir bayandır.

NEML VADİSİ HALKI

Karıncaya "nemle" adının verilmesi, "geliş gidişte çokça hareket edip az duraklamasından, hafif yürümesinden, toplayıcılığından" dolayıdır. [Tacü’l-Arus; c: 15, s: 755-757 "Nml" mad]

Söz konusu vadide yaşayan halkın yaşam biçimlerindeki benzerlikten dolayı karıncaya benzetildiği, bundan dolayı da bu isim ile adlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Bugün dünyanın değişik bölgelerinde hem Neml Vadisi halkı gibi yaşamlarındaki bir özelliği isim olarak taşıyan birçok kavim yaşamakta, hem de kuş, haşere, ağaç, kaya isimleriyle adlandırılmış değişik kavimler, kabile ve oymaklar bulunmaktadır. Meselâ Arabistan’da "karınca yumurtası" demek olan "mazîn" sözcüğü, aynı zamanda Temim boyundan bir kavmin babasının da [Mazin b. Malik b. Amr b. Temim] adıdır. [Tacü’l-Arus; c: 18, s: 534 "mzn" mad. Lisanü’l-Arab; c:8, s:275 "mzn" mad.]

Dünyanın her tarafında bu tip isimlendirmeler görülmektedir. Buna dünyadan şu örnekler de verilebilir:

Adını hayvanlardan alan şehirler

Jakar: Beyaz kuş

Mbuji-Mayi: Keçi suyu

Accra: Karıncalar

Bamako: Timsah nehri

Ngerulmud: Mayalanmış balık diyarı

Panama City: Çok balık şehri

Singapur: Aslan şehri

Hartum: Fil hortumunun ucu

Bern: Ayı

Kampala: Ceylan

Abu Dhabi: Ceylanın atası

Neml Vadisi’ndeki halkın bilinen karıncalar olmadığı, halkına seslenen karıncanın ayette kullandığı "meskenlerinize [evlerinize]" ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü "mesken [ev]" sözcüğü insanlar için kullanılan bir sözcük olup karınca, kertenkele türünden yaratıkların barınakları Arapçada "cuhr" sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca ayetteki ifadeye dikkat edildiğinde, sözcüğün "mesakineküm [evleriniz]" şeklinde çoğul olarak kullanıldığı görülür. Hâlbuki karıncalar komün hâlinde yaşarlar ve her birinin ayrı bir meskeninin olması söz konusu değildir.

Süleyman peygamberin Karınca Vadisi’nden geçişi ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te herhangi bir anlatım yoktur. Buna karşılık bazı Yahudi ansiklopedilerinde abartılı ve bir peygambere yakışmayacak olaylar nakledilmiştir. İşte bunlardan bir tanesi:

Süleyman, karıncası bol vadiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: "Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Süleyman'ın orduları sizi çiğneyecektir." Bu anda Hz. Süleyman karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, "Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk! " diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Süleyman, bu durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu. [Yahudi Ansiklopedisi, c:11, s:440]

BU KONUYA AİT MESNETSİZ SÖYLENTİLER

eş-Şa'bî dedi ki: Bu karıncanın iki kanadı vardı. Dolayısıyla bu da uçan kuşlardan sayılmıştır. Bundan dolayı Süleyman (a.s) bu karıncanın dilini bilmişti. Durum böyle olmasaydı, onun dilini anlayamazdı.

Ka'b dedi ki: Süleyman (a.s) Taif vadilerinden es-Sedîr vadisinden geçti ve bu arada yolu karıncalar vadisine uğradı. Bu arada kurt kadar büyük, topal bir karınca tek bir ayağı üzerinde yükselerek "Ey karıncalar!" diye [âyet-i kerimede belirtildiği şekilde] seslendi.

ez-Zemahşerî dedi ki: Süleyman bu karıncanın sözlerini üç millik mesafeden duydu. Bu karınca topal olduğu halde tek ayak üzerinde yürürdü. Denildiğine göre bu karıncanın adı Tâhiye imiş.

es-Süheylî dedi ki: Süleyman (a.s)'ın konuşmasını duyduğu karıncanın ismini zikretmişler ve Harmiyâ olduğunu söylemişlerdir.

Şöyle de söylenmiştir: Bu olayın cereyan ettiği vadi Yemen'de idi. Bu sözleri söyleyen karınca da alışılmış türden küçük bir karınca idi. Bu açıklama el-Kelbî'ye aittir.

Nevf eş-Şamî ile Şahik b. Seleme dedi ki: Bu vadideki karıncalar, kurt kadar büyüktüler. Bureyde el-Eslemi, "koyun kadardılar" demiştir. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Halkına uyarıda bulunan [yönetici] karıncanın konumuz olan 18. ayetteki ifadesinden, Süleyman (as) ve ordularının kendilerini farkında olmadan çiğneyebileceklerini, bunu kasten yapmayacaklarını dile getirdiği anlaşılmaktadır. Bu ifadesiyle karınca onların zulmeden kimseler olmadıklarını ima etmiş ve Süleyman peygamberi övmüş olmaktadır.

"Kuşların mantığı", "hüdhüd" ve "Karınca Vadisi’ndeki karıncalar" ile ilgili anlatımı "mucize" gözüyle görmek ve Allah’ın kudretiyle ifade etmeye yeltenmek yanlıştır.
19) Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek tebessüm etti. Ve "Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat" dedi.
"Tebessüm" sözcüğünün aslı "şimşeğin çakmasıyla bulutun parlaması" demektir. Sessiz olarak, dudakların arasından dişlerin görünecek şekle gelmesi de "tebessüm" sözcüğüyle ifade edilir ki, bu, mutluluğun dışa vurması, dıştan fark edilmesi anlamına gelir. [Lisanü’l-Arab; c:1, s: 423]

GÜLEREK TEBESSÜM

Ayette geçen "gülerek tebessüm etti" ifadesi, tebessümün en üst sınırını belirtmekte, yani Süleyman peygamberin memnuniyetini anlatmaktadır. Bilindiği gibi aşırı gülme ve kahkaha, toplumsal yaşamda pek hoş karşılanmayan bir davranıştır.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN GÜLME SEBEBİ

Süleyman peygamberin gülme sebebi, Karınca Vadisi’ndeki bayan yöneticinin kararından /kavlinden (hukuk dilinde " القولkavl", "karar, hüküm" demektir) kaynaklanmaktadır. Çünkü Karınca Vadisi halkı onlara engel olmaya kalkmamış, zorluk çıkarmamıştır. Süleyman peygamber, bu vadiden savaşarak, maddî ve manevî kayıplar vererek geçebileceğini sanıyor olmalıydı ki, yöneticinin kararı ile rahatça ve sorunsuz olarak geçme imkânının ortaya çıkması onu çok mutlu etmiştir. Bu mutlu sonuç karşısında "Rabbim, bana, anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni barışsever kullarının arasına sok" diye dua etmiştir.

BU OLAYA AKLÎ BİR YAKLAŞIM

Kıssada söz konusu edilen karıncaların gerçek karınca olduğunun ileri sürülmesi ve Süleyman peygamberin onlarla ilgili durumunun "mucize" ile açıklanmaya çalışılması karşısında bu yaklaşımın bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Bu durumda konunun akılcı bir yaklaşımla şöyle değerlendirilmesi gerekir:

Süleyman peygamberin karıncanın söylediklerini duymasının ve anlamasının peygamberliği sebebiyle gösterdiği bir mucizeyle mümkün olduğunun kabulü durumunda, karıncanın üzerlerine doğru gelenin "Süleyman ve ordusu" olduğunu bilmesinin ve kendilerini ezip perişan edeceklerini anlamasının da bir mucize olarak değerlendirilmesi gerekir.

Bizim görüşümüz şudur: Kıssada Süleyman peygamberin Karınca Vadisi halkının bayan yöneticisi ile neler görüşüp konuştuğu bize anlatılmamış, sadece görüşmelerden sonra Karınca Vadisinin bayan yöneticisinin halka duyurduğu, "Süleyman ve ordusuna karşı çıkılmayacağı, onlara geçip gitmeleri için yol verileceği" kararı aktarılmıştır.
20,21) Ve Süleymân kuşları gözden geçirdi de sonra, "Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplardan mı oldu? Onu kesinlikle çetin bir azap ile azaplandıracağım yahut onu boğazlayacağım/perişan edeceğim yahut da bana apaçık bir delil/güç getirecek" dedi.[#170]
KUŞLARIN TEFTİŞİ

Hatırlanacak olursa, 17. ayette Süleyman peygamberin ordusunun bir kısmının kuşlardan ve onların bakıcılarından oluştuğu açıklanmış idi. Dolayısıyla 20. ayette sözü edilen "gözden geçirme" işlemi, hem çeşitli konularda kendilerinden yaralanılan kuşların, hem de onlardan sorumlu bakıcıların teftişi anlamına gelmektedir. Ancak burada asıl teftiş edilenler, mecazî anlam itibariyle "kuşçular"dır. Süleyman peygamber seferdeki ordunun iletişimini sağlayan ve yol boyunca ordunun av ve su ihtiyacını karşılamakta kullanılan kuşları sevk ve idare eden görevlileri denetlemiş, kuşların ve kuşçuların sefere hazır olup olmadıklarını kontrol etmiştir.

HÜDHÜD

Bir kuş cinsinin ismi olmasına rağmen "Hüdhüd" sözcüğü burada o kuş için kullanılmamıştır. Bize göre, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediği Hüdhüd kuşun kendisi değil, müşebbeh ile müşebbehünbih arasında kurulan alâka sebebiyle o kuşun bakıcısıdır. Benzer şekilde, doğan, şahin, kartal gibi kuş cinslerinin isimleri de bugünkü toplumlarda insan ismi olarak kullanılır hâle gelmiş, bazı kuş cinslerinin isimleri ise sembolleşmiştir. Meselâ "sarı kanaryalar" denilince ülkemizde "sarı renkli kanarya kuşları" değil, bir futbol takımı anlaşılmaktadır. Bu tür isimlendirmelere her toplumda çokça rastlanmakta olup bunlar mecazî, müteşabih anlatımlardır. Dolayısıyla, Süleyman peygamberin teftiş sırasında göremediğini söylediği Hüdhüd’ün ordunun su ihtiyacını gidermekle, ordunun gideceği güzergâhtaki su ve su kaynaklarını araştırmakla görevli kişinin müstear adı olması ve bu ismi de görevini yaparken "Hüdhüd kuşundan [Çavuşkuşu /Upupa Epops]" yararlanması sebebiyle almış olması mümkündür. Nitekim bir kimseye yaptığı işe uygun ad koyma, lâkaplarla anma geleneği günümüz toplumlarında da hâlâ sürdürülmektedir. Örnek olarak, ordularda ordunun su ihtiyacını gidermekle görevli memurlara "Saka" (Aslı sakkâ’ olup su getirip götüren, su işleriyle uğraşan kimse demektir) adı verilir. Bu isim, aslında bir kuş cinsinin [carduelis carduelis] ismidir ve o kuşa bu ismin verilme sebebi de gagası ile çevreye su sıçratmasıdır.

Diğer taraftan, Hüdhüd’ün aşağıdaki 22–26. ayetlerdeki konuşmalarından, onun kuşların bilgi ve sorumluk sınırlarının ötesinde, iradeli, akıllı hatta din bilgisi kuvvetli biri olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Hüdhüd bu ayetlerde iman, küfür, tevhit, şirk gibi konularda ve ancak akıllı, bilinçli ve imanlı insanların harcı olacak şekilde konuşmaktadır. Bunlardan başka bir de Süleyman peygamberin Hüdhüd’ü cezalandırmak istemesi dikkate alınınca, Hüdhüd’ün bir kuş olmayıp bir insan olduğu kanaati kesinleşmektedir

Süleyman peygamberin 21. ayetteki "
onu muhakkak keseceğim" ifadesi ise, bakıcının kuş ismi taşımasındandır. Bugün de kızgınlık duyulan kişilere karşı yöneltilen tehditler, lâyık görülen cezalar ifade edilirken, onların meslekleriyle alâka kurulabilmektedir. Meselâ, bir kaptanın denizde boğulması, bir pilotun uçaktan atılması, bir kasabın satırla doğranması, bir berberin usturayla çentilmesi, bir fırıncının fırında pişirilmesi akla hemen geliveren ceza ve tehdit ifadeleridir. Süleyman peygamberin buradaki ifadesi de, kuşlara yönelik olarak söylenebilecek bir ifade olup yukarıda söylediğimiz gibi sırf bakıcının kuş ismi taşıması sebebiyledir.
22,23,24,25,26) Derken, Hüdhüd kabul edilmesi pek uzun olmayan bir beklenti de bulundu da, "Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den[#171] sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim. Şüphesiz ki, Sebelilere hükümdarlık eden, kendisine her şeyden verilmiş ve çok büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. Onu ve toplumunu, Allah'ın astlarından güneşe boyun eğip teslimiyet gösterirler/taparlar buldum. Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a boyun eğip teslimiyet göstermesinler/kulluk etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar kılavuzlanan doğru yolu bulamıyorlar. -Allah, Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayandır, büyük arşın sahibidir-" dedi.
SEBE

Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzeydoğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da Yemen ve Hadramut, Afrika'da Habeşiştan'ı idare etmiş olan Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan da Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhur olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur sularını toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. [ANSİKLOPEDİLER]

Hüdhüd’ün ayetteki "Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru ve önemli bir haber getirdim" ifadesinden, Süleyman peygamberin Sebe’ hakkında hiç bilgisi olmadığı değil, Sebeliler hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı anlaşılmalıdır. Zira Süleyman peygamberin babasının [Davud peygamberin] mezmurlarında (Mezmurlar; 72/1- 12) "Sebe’"den bahsedilmektedir.

SEBE’ HÜKÜMDARININ SAHİP OLDUĞU İMKÂNLAR

Hüdhüd’ün Sebe’ hükümdarı için kullandığı "Kendisine her şeyden verilmiş" ifadesi bir mübalağa olup bu ifadeden, krallığa ülkenin ihtiyacı olan her şeyden bir miktar verilmiş olduğu anlaşılmalıdır. Hatırlanacak olursa, böyle mübalâğalı bir ifade 16. ayette de Süleyman peygamber için kullanılmış idi.

SEBE’ MELİKESİNİN TAHTI

Hüdhüd, Sebe melikesinin tahtını " العظيمazîm [çok büyük]" olarak nitelemek suretiyle, ülkenin genişliğini, zenginliğini ve idarecisinin üstün seviyeli ve dirayetli birisi olduğunu anlatmak istemiştir. Ancak bazıları bu ifadeyi "fiziksel büyüklük" ve "güzellik" olarak anlamış ve ortaya bu anlayışa uygun abartılı nakiller çıkmıştır:

İbn Abbas dedi ki: Bu kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' idi. Yukarı doğru yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü idi.

Katâde dedi ki: Ayakları inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. Üzerinde de yedi tane kilit vardı.

Mukatil dedi ki: Tahtı seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi. Mücevherlerle süslenmişti,

İbn İshak dedi ki: Ona kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altı yüz kadın vardı. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Hüdhüd’ün Sebe’ hakkında verdiği bu bilgiler, yukarıda söylediğimiz gibi onun din ve siyaset yönünden donanımlı bir kimse olduğunu göstermektedir.
27,28) Süleymân dedi ki: "Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak, neye dönecekler."
Süleyman peygamberin ayetteki ifadesine dikkat edilecek olursa, onun Sebe’ ülkesinin zenginliğiyle ilgilenmediği, yalnızca şeytanın onları Allah’a secdeden engelleyerek güneşe taptırdığı ile ilgilendiği görülmektedir.

Süleyman peygamber, Sebe’ halkını saptırmış olan şeytana karşı bir girişim başlatmış ve yolladığı mektupla halkı şeytana karşı tavır almaya yöneltmiştir. Süleyman peygamberin mektubu götürecek olan görevliye verdiği talimat, "Onu kendilerine bırak, sonra onlardan biraz geri çekil de bak" şeklindedir. Bu ifadede kullanılan "kendileri" ve "onlardan" zamirlerinin çoğul olması, mektubun sadece Melike’ye değil, tüm Sebe’ halkına yönelik olduğunu anlatmaktadır.

Kur’an’da sadece bu kadar bilgi verilmişken bazıları Hüdhüd’ün mazgal deliğinden Melike’nin odasına girdiğini, mektubu onun yanına attığını, sonra da pencerede saklanıp neticeyi gözlediğini ileri sürmüşlerdir.
29,30,31) Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi: "Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o mektup, Süleymân'dandır ve 'Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek/Müslüman olarak bana gelin!' diye yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır" dedi.
Süleyman peygamberin mektubunda yer alan "Bana karşı büyüklük taslamayın" cümlesi, Allah’a karşı büyüklük taslamayı ifade etmektedir. Çünkü mektup, elçi tarafından Allah adına yazılmıştır. Zaten ayetin teknik yapısından çıkan gerçek anlam da budur. Rabbimiz bu mesaja benzer bir ifadeyi başka bir ayette şöyle bildirmiştir:

17-21Ve andolsun ki Biz onlardan önce Firavun toplumunu imtihan ettik. Ve onlara çok saygın bir elçi gelmişti: "Allah'ın kullarını bana geri verin. Şüphesiz ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'a karşı üstünlük taslamayın. Şüphesiz ki ben size apaçık bir güç getiriyorum. Ve Şüphesiz ben, beni taşlayarak öldürmenizden benim Rabbime, sizin Rabbinize sığındım. Ve eğer siz bana inanmazsanız hemen yanımdan uzaklaşın." [Duhan/17–21]

Burada mektubun içeriği kadar, niteliği ve Hüdhüd’ün bu mektubu nasıl taşıdığı da önemlidir ve üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü piyasada bu konuya dair birçok abartılı nakil mevcuttur:

ABARTILAR

Rivayet olunduğuna göre, Hüdhüd oraya ulaştığında bu kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gördü. Belkıs'ın güneşe ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu bir küçük boşluğa gitti. Rivayete göre Belkıs uykuda iken mektubu bıraktı. Belkıs, uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğrenmek üzere duvardaki boşluğa bakınca, Hüdhüd’ü gördü ve böylelikle durumu anladı.

Vehb ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu vardı, güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman (a.s)'ın mülkü mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve (âyette) daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitabetti.

Mukatil de dedi ki: Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanları bulunduğu sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu göğsünün üzerine bıraktı. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Yukarıda verilen nakillerdeki abartıların boyutlarını görmek için konuya akılcı yaklaşmak ve önce şu soruların cevaplarını aramak gerekmektedir: Bu mektup neyin üzerine, hangi yazı ile ve hangi yazı malzemesi ile yazılmıştır? Fazla araştırma yapmaya gerek kalmadan, bu soruların cevaplarını "yazı"nın tarihî gelişimi ile ilgili bilgiler arasında bulmak mümkündür.

Olayların geçtiği çağda kullanılan yazı çivi yazısı veya hiyeroglif, yazı malzemesi de taş levha, kil tablet, papirüs veya hayvan derisidir. Çinliler tarafından M.S. 1. yüzyılda icat edilecek olan kâğıt henüz o dönemde mevcut değildir. Bu faktörler yüzünden Süleyman peygamberin Melike’ye yazdığı mektup Hüdhüd kuşunun taşıyamayacağı bir hacimde olmak durumundadır. O çağdaki hangi yazı malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın, bu mektubu güvercin büyüklüğündeki bir kuşun Filistin’den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Arkeolojik araştırmalar sonucu bu mektup bulunup gerçek anlaşılıncaya kadar bizim ağırlıklı kanaatimiz şu yöndedir: O günkü yazı malzemelerinden birine yazılmış olan bu mektup muhtemelen Yemen’e at, eşek, deve gibi o zamanın ulaşım araçlarından biriyle ve Hüdhüd’ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır.

32) Melike dedi ki: "Ey ileri gelenler! Bu işimde bana fetva verin. Siz bana tanık olmadan hiçbir işi kestirip atmam."
Bu ayette "şûra" yönteminin güzel bir örneği anlatılmaktadır. Süleyman peygamberden Allah adına İslâm’a girme daveti içeren mektubu alan bayan yönetici, durumu derhal şûra üyelerine bildirmiştir. Ayetteki ifadesinden, kraliçenin şura üyelerine son derece itibar ettiği anlaşılmaktadır.

Ayette "ileri gelenler" olarak çevirdiğimiz "mele’" sözcüğü aslında "depo" demektir. İleri gelenler burada, yönetim bilgileriyle dolu olmaları sebebiyle mecazen "depo" sözcüğüyle adlandırılmışlardır. "Mele’" sözcüğü ile ilgili geniş açıklamamız Sad suresinin tahlilinde verilmiştir.

ŞÛRÂ

Kur’an’da Allah, mü’minlerle ilgili yönetimin (yasama-yürütme) "Şûrâ" ile olması gerektiğini bildirmektedir.

"Şûrâ" sözcüğünün kökü " ش و رşvr" sözcüğü olup ilk konuluş anlamı, "kovandan, taş ve ağaç oyuklarından balı çıkarıp ortaya koymak" demektir. (Lisan ve Tac)

" الشورى Şûrâ" formu ise, Müfâale (müşâvere) babından, "büşra, zikra, fütya" gibi mastar olup işteşlik yapısıyla, terimsel olarak, "
Bilgili, birikimli, deneyimli ehil kimseler tarafından ortaklaşa çalışma ile bir meselenin, bir problemin en tatlı, en iyi ve en güzel çözümünün üretilip ortaya konulması" demektir.

Şûrâ, İslâm öncesi, tarihte de aklın, deneyimin ürünü olarak benimsenmiş ve uygulanan bir sistemdi. Mekke site devletinde de Şura ilkesi vardı. Onlar da problemlerini "Darunnedve" denilen Şûrâ kurulu ile çözerlerdi.

Kur’an’da (Neml/29–35, 38–40,) da Süleyman peygamberin, Sebe melikesinin ve Firavun’un da Şûrâ meclislerinin olduğu; ciddi problemlerde onların çözüm ürettiği" bildirilmektedir. Yine Kur’an’dan (A’raf, Hud, Yusuf, Müminun, Şuara, Kasas sureleri) Yusuf peygamber ve Musa peygamber dönemlerinde Mısır’da firavunların, Şuayb peygamber döneminde Medyen yöneticilerinin de "Şûrâ meslisi"nin olduğunu bilmekteyiz.

Kur’an’da Şûrâ ile ilgili müminlere yönelik üç ayet bulunmaktadır.

1
36-39İşte, verilen herhangi bir şey basit dünya hayatının kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar [nimetler, ödüller] ise;

iman etmiş ve sadece Rablerine işin sonucunu havale eden kimseler için,

günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler için,

Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], işleri de
kendi aralarında Şûrâ; "işin en iyi yanını ortaklaşa bulup ortaya çıkarma" olan,kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcamada bulunan kimseler için

ve kendilerine bir haksızlık ve saldırı isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şûrâ/36–39)

Rabbimiz ayetinde övdüğü müminleri "-
İşleri de kendi aralarında Şûrâ olan kimseler" olarak nitelemiş ve "Şûrâ"nın önemine dikkat çekmiştir. Zira bir toplum kendi aralarında, karşı karşıya kaldıkları sorunlar ile ilgili istişare edecek olursa, mutlaka işlerinde en doğru, en sağlıklı, en tatlı karara ulaşırlar. Şûrâ problemleri çözme konusunda insanların birbirleriyle kaynaşmalarının, en ince noktalara kadar akıl yürütmelerinin ve doğruyu bulmalarının en ileri derecedeki sebebidir. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz toplumu ilgilendiren bütün işlerin toplumda danışma ile yürütülmesi gerektiği kuralını ayetle ortaya koymaktadır.

2
159İşte sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlarla müşavere et; işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever. (Âl-i Imrân/159)

Âyetteki, Rasûlullah'a yönelik olan, "İşlerde onlarla müşavere et; işin en güzelini ortaklaşa bulup ortaya çıkar" ifadesi, tabiî ki hakkında ilâhî emir ve açıklama olmayan konulara aittir. İstişare mü’minlerin vazgeçilmez bir davranışıdır.

Bu âyetlerde, başta yöneticiler olmak üzere herkese, bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları konularda; ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister askerî olsun; uzmanlarla istişare edilmesi emri verilmektedir. Ayrıca bu ifadeyle, müşaverenin önemi ortaya konulmuş; müminlerin bu ilkeden vazgeçmemeleri istenmiştir.

3 "Şûrâ" sözcüğünün geçtiği bir diğer ayet de Bakara/233’tür. Bu ayette ayrılan ana babanın çocuklarını emzirme- emzirtme konusunda istişare etmeleri gerektiği bildirilir.

Müşavere özellikle savaşta çok eskiden beri uygulana gelen bir usuldür. Çünkü şûradan güç doğar.
33) İleri gelenler dediler ki: "Biz, kuvvet sahibiyiz ve savaşmayı çok iyi bilen kimseleriz, buyruk ise senindir; artık ne emredeceğini düşün!"
İleri gelenlerin buradaki ifadeleri, onların beden güçlerine, alet edevatlarına, silâhlarına güvendiklerini göstermekte ve savaştaki yiğitliklerini, sebatlarını anlatmaktadır. Rivayetçiler bu konuyu da abartmışlardır:

İbn Abbas dedi ki: Onlardan herhangi birisi, gücünün bir göstergesi olarak atını koşturur, nihayet en hızlı koştuğu bir sırada bacaklarını kapatır ve gücü ile atını durdururdu. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

34,35) Melike: "Hiç şüphesiz ki krallar bir memlekete girdikleri zaman hemen orayı bozarlar ve halkının ulularını aşağılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım elçiler ne ile dönecekler!" dedi.
İleri gelenlerin savaş yanlısı fikirlerine karşı Melike’nin meseleye sulh ile bir çıkış yolu bulmak istemesi, tüm insanlığa ve tüm zamanlara ibret olacak niteliktedir.

Bu ayetler açık ifadelerle başka ülkelere giren zalim işgalci ve sömürgecilerin o ülke halkına karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti en mükemmel bir şekilde nakletmektedir. Bu anlayış tarih boyunca hiçbir zaman değişmemiştir. Beş bin sene evvelki emperyalist zihniyet ile bugünkü emperyalist zihniyet ve bunların kullandıkları yöntemler arasında fark gözükmemektedir. İşgaller hiçbir zaman müstemlekelerin yararına olmamış, işgal edilen ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ele geçirilmesi işgalcilerin değişmez amaçları olmuştur. Sömürgecilerin bu amaçlarına ulaşması ise sömürgelerdeki halkların yok olması anlamına gelmektedir. Şöyle ki:

Sömürgeler önce yerli işbirlikçilerin de yardımıyla kendi imkânlarından pay alamaz duruma getirilir. Bu yolla kuvvetsiz bırakılan, zayıflayan sömürge her türlü direncini kaybeder. Kendisine refah, güç sağlayacak kaynaklardan yoksun bırakılan sömürge için artık yok olma süreci başlamış demektir. İkinci aşamada ülkenin saygınlığını sağlayan bağımsızlık ilkeleri yok edilir. Bunlar yapılırken bir taraftan da ülke halkına kölelik, dalkavukluk, ihanet, jurnalcilik gibi aşağılık davranışlarla köşe dönme felsefesi benimsetilir. Böylece halkın iyice yozlaşıp soysuzlaşması sağlanır. Artık her türlü insanî değerini yitiren bir halkta sömürücü emperyalistlerin kültürlerine karşı hayranlık uyandırmak çok kolaydır. Hayranlıkla başlayan bu süreç zamanla asimilasyonu getirir, asimilasyon tamamlandığında ise o toplum artık ecelini tamamlamıştır; tarihten silinir, yok olur gider.
36,37) Elçi Süleymân'a gelince Süleymân, "Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? İşte, Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Tersine siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. Onlara geri dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, kesinlikle hor ve aşağılanmış olarak çıkarırız!" dedi.
Ayetlerden anlaşıldığına göre, Sebeliler Süleyman peygamberin karar değiştireceğini sanarak ona bir takım hediyeler göndermişlerdir. Ne var ki, Süleyman peygamber kendi adına değil de Allah adına hareket ettiği için, gönderilen bu hediyelerle ilgilenmemiştir. Onun amacı, Allah’ın astlarından güneşe tapan bu topluluğa doğru yolu göstermektir. Hiç bir Allah elçisinin tebliğine karşılık bir ücret alması mümkün olmadığı gibi, Süleyman peygamberin de Sebelilerden hediye kabul etmesi söz konusu değildir.

Kur’an’da Melike’nin gönderdiği hediyelerin neler olduğundan söz edilmemesine karşılık, rivayet mekanizması yine boş durmamış ve hediyelerin ne kadar altından, ne kadar gümüşten oluştuğu hakkında listeler üretilmiştir.

Bu olayda, "dinde zorlama yoktur" ilkesine göre dileyenin Allah’a, dileyenin de aya, güneşe tapabileceği; buna karşılık, Süleyman peygamberin ise gönderdiği mektupla dinde zorlama yaptığı düşünülebilir. Fakat bu düşünce doğru değildir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, 24,25. ayetteki "Şeytan da göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için de onlar hidayete eremiyorlar" ifadesidir. İfadeden kolayca anlaşıldığı gibi, orada bir şeytan vardır ve o şeytan halkın özgür iradesiyle davranmasını engelleyerek onları Allah’tan uzaklaştırmakta ve güneşe taptırmak için faaliyet göstermektedir. Allah’a savaş açmak anlamına gelen bu durum ise müdahale edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir fitnedir.

Ayette şeytan olarak nitelenen kişinin kimliğine ait henüz bir bilgimiz yoktur.
38) Süleymân dedi ki: "İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?"
39) Cinlerden bir ifrit, "Sen makamından[#172] kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim" dedi.
38, 39. Ayetler:

38Süleymân dedi ki: "İleri gelenler! Onlar teslim olanlar olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirir?"

39Cinlerden bir ifrit, "Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim" dedi.

Bu ayetlerde, gönderilen hediyeleri reddettikten sonra Süleyman peygamberin Melike’nin tahtını kimin getireceği hususunda kurmaylarıyla yaptığı görüşmeler nakledilmektedir.

39. ayette cinlerden bir ifritin "Sen makamından kalkmadan" şeklindeki ifadesi, klâsik kaynaklardaki ve bu kaynakları peşinen doğru kabul edenlerin eserlerindeki gibi "sen yerinden kalkmadan" anlamında olmayıp "sen iktidar koltuğundan kalkmadan", yani "sen iktidarda iken, sen iktidardan düşmeden, senin iktidarın döneminde" demektir.

" مقامMakam" sözcüğü, " قومkavm [oturur durumdan ayağa kalkma]" sözcüğünün ism-i mekân kalıbı olup sözcüğün esas şekli " مقومmakvem"dir. Dolayısıyla " مقامmakam" sözcüğünün anlamı "kalkılan, ayakta durulan yer" demektir. Bu sözcük tek başına kullanıldığında, verdiğimiz sözcük anlamına; izafetli kullanıldığında ise "mevki, konum" anlamına gelir. Sözcüğün Arapçadaki kullanımı aynen Türkçede de söz konusu olup "makam arabası", "makam odası", "başbakanlık makamı", "savcılık makamı", "şahitlik makamı", "adlî makamlar", "idarî makamlar"... gibi hep izafelidir.

" قومKavm" sözcüğünün karşıt anlamlısı " جلوسcülûs [ayakta duranın oturması]" sözcüğü olup "bir makama tayin olma, göreve başlama, makam koltuğuna oturma" anlamında kullanılır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde padişahların tahta çıkışlarına "cülûs-u hümayun" denmiş ve bu olaylar için "cülûs törenleri" düzenlenmiştir.

"Makam" sözcüğü Kur’an’da 14 yerde geçmektedir. Sözcük altı yerde yalın hâlde ve "yer" anlamında kullanılmıştır. Diğer sekiz yerde ise izafetli olarak "mevki, konum" anlamında kullanılmıştır. Konumuz olan 39. ayetten başka, sözcüğün "mevki, konum" anlamında kullanıldığı ayetler şunlardır: Bakara/125, Âl-i Imran/97, Rahman/46, Naziat/40, Maide/107, Yunus/71, İbrahim/14. Bunlardan iki tanesinin meali aşağıdadır:

96,97Şüphesiz, insanlar için bereketli ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Mekke'dekidir. Onda apaçık alâmetler/göstergeler; İbrâhîm'in görev yaptığı yer [eğitilip, yetiştirilip ortak koşmaya karşı ayaklandığı yer] vardır. Ve oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i/ilâhiyat eğitim merkezini kastetmesi, ilâhiyat eğitimi için oraya gitmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim de gerçeği örtbas ederse, bilsin ki, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. [Âl-i Imran/97]

46Ve Rabbinin makamından korkan kimseler için iki cennet vardır. [Rahman/46]

Sonuç olarak, 39. ayette izafetli kullanılmış olan "makam" sözcüğü de, yukarıda meallerini sunduğumuz ayetlerdeki "makam" sözcükleri gibi "mevki, konum" anlamındadır.

" عفريتİfrit" sözcüğü, özet bir ifadeyle, "akranlarını ezip geçen, onları zelil kılan kötü adam" demektir. [Lisanü’l-Arab, c.6, s.326-331, "afr" mad.] İsrail ülkesindeki yabancılardan olan bu kişinin ayetteki "Ve hiç şüphesiz ben onun üzerine güçlü ve güvenilirim" ifadesi, "Onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu gibi getirebilirim; alıp kaçmam, ihanet etmem" anlamına gelmektedir.
40) Kitap'tan yanında bilgi olan kimse: "Ben onu sana bakışın kendine dönmeden önce getiririm"[#173] dedi. Sonra Süleymân Melike'nin tahtını yanında durur bir hâlde görünce: "Bu, kendime verilen nimetlerin karşılığını ödeyecek miyim, yoksa iyilikbilmezlik mi edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim kendisine verilen nimetlerin karşılığını öderse hiç şüphesiz kendisi için karşılığını öder. Kim de iyilikbilmezlik ederse, hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve kerîm'dir." dedi.
Sonra Süleymân Melike'nin tahtını yanında durur bir hâlde görünce: "Bu, kendime verilen nimetlerin karşılığını ödeyecek miyim, yoksa iyilikbilmezlik mi edeceğim diye beni belâlandırmak için Rabbimin fazlındandır. Ve kim kendisine verilen nimetlerin karşılığını öderse hiç şüphesiz kendisi için karşılığını öder. Kim de iyilikbilmezlik ederse, hiç şüphesiz ki Rabbim çok zengin ve kerîm'dir."

"Kitaptan bilgisi olan kişi"nin ayette nakledilen " قبل ان يرتدّ اليك طرفك Kable enyertedde ileyke tarfuke" şeklindeki ifadesi, klâsik meal ve tefsirlerde görüldüğü gibi "gözünü açıp kapamadan" demek olmayıp "senin bakışın kendine dönmeden önce" demektir. Yani; "Sen bu işi kafandan silmeden önce; sen şimdi aklına Sebe’ melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor; başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm" demektir.

"İfrit" ve "bilgin kişi"nin özel kimlikleriyle ilgili olarak da mesnetsiz birçok rivayet üretilmiştir. Bunların şu ya da bu kişi olmalarının bir önemi yoktur. Asıl önemli olan ve dikkate alınması gereken, ayetlerin temel mesajlarıdır. Ayrıca bu ayetlerin keramet ve mucize gibi şeylerle hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bu ayetlerin kerametin varlığına delil gösterilmesi ve velâyetin nübüvvetten üstün olduğu iddiası yanlış ve abestir.

Kur’an’da olayların gelişimlerindeki zaman aralıkları belirtilmemiş ve tahtın ne zaman, nasıl ve kim tarafından getirildiği hususlarında bilgi verilmemiştir. Ancak tahtın Süleyman peygambere getirilişinin "bilgin kul"un konu edildiği ayette yer almasına bakılarak onun "bilgin kul" vasıtasıyla getirilmiş olduğu söylenebilirse de, "bilgin kul"un konuşması ile tahtın getirilişi arasında geçen zaman konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, tahtın getirilişi bir anda olmamış, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir.

Ayette "Kitap’tan yanında bilgi olan kimse" olarak nitelenen "bilgin kul" hakkında, onun:

-Meleklerden biri,

-Cebrail,

-Hızır,

-Süleyman peygamberin teyzesini oğlu ve veziri Asaf b. Berhiya,

-İsm-i Azamı bilen bir insan,

-Denizdeki bir adada yaşayan ve o gün Süleyman peygambere bakmak için gelmiş salih bir kimse,

-Yemliha adında, İsrailoğullarından ve Yüce Allah’ın ism-i azamını bilen birisi,

-İsrailoğulları arasında çok ibadet eden Ustum adında bir zat ve

-Süleyman peygamberin bizzat kendisi olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüştür. [Razi; el-Mefatihu’l-Gayb]

Süleyman peygamber ile Melike’nin mülâkatından anladığımıza göre, bizim görüşümüz bu kişinin kendisine vahyedilen bir elçi olduğu yönündedir. "Lut peygamberin kavmine giderken İbrahim peygambere uğrayan elçiler" örneğinden de hatırlanacağı gibi, o dönemlerde yeryüzünde birçok elçi bulunmaktadır. "Kitap’tan yanında bilgi olan" bu kişi de bir elçidir ve o sırada Süleyman peygamberin yanındadır. Ayette nakledilen sözlerinden sonra Sebe’ ülkesine gidip onların İslâm’la şereflenmesini sağlamış ve Sebe’ ülkesini Süleyman peygamberin ülkesine katarak Melike’yi ve tahtı Süleyman peygambere getirmiştir.

TAHT İLE İLGİLİ ABARTILAR

Rivayet edildiğine göre taht, kırmızı yakut ve mücevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Taht o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, iç içe yedi odanın içinde bulunuyordu.

"TAHTIN GETİRİLMESİ" NE DEMEKTİR?

" العرشArş [taht]", bir memleketin kudretini simgeleyen bir şeydir. Dolayısıyla tahtın getirilmesi, o ülkenin fethedilip topraklarının fethedenin ülkesine katılmış olmasını ifade etmektedir.

Bu konunun Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı farklıdır. Kur’an’da yer alan hususlar orada mevcut değildir:

1- Saba Kraliçesi, RABB'in adından ötürü Süleyman'ın artan ününü duyunca, onu çetin sorularla sınamaya geldi.

2- Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük bir kervan eşliğinde Yeruşalim'e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleyman'la konuştu.

3- Süleyman onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği hiçbir konu olmadı.

4, 5- Süleyman'ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini, görevlilerinin oturup kalkışını, özel giyimli hizmetkârlarını, sakilerini ve RABB'in Tapınağı'nda sunulan yakmalık sunuları gören Saba Kraliçesi hayranlık içinde kaldı.

6- Krala, "Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş" dedi,

7- "Ama gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı. Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla.

8- Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar.

9- Senden hoşnut kalan, seni İsrail tahtına oturtan Tanrın RABB'e övgüler olsun! RAB İsrail'e sonsuz sevgi duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı."

10- Saba Kraliçesi krala yüz yirmi talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli taşlar armağan etti. Saba Kraliçesi Kral Süleyman'a o kadar baharat armağan etti ki, bir daha hiçbir zaman bu kadar çok baharat görülmedi.

11- Bu arada Hiram'ın gemileri Ofir'den altın ve büyük miktarda almug kerestesiyle değerli taşlar getirdiler.

12- Kral, RABB'in Tapınağı'yla sarayın tırabzanlarını, çalgıcıların lirleriyle çenklerini bu almug kerestesinden yaptırdı. Bugüne dek o kadar almug ağacı ne gelmiş, ne de görülmüştür.

13- Kral Süleyman Saba Kraliçesi'nin her isteğini, her dileğini yerine getirdi. Ayrıca ona gönülden kopan birçok armağan verdi. Bundan sonra kraliçe adamlarıyla birlikte oradan ayrılıp kendi ülkesine döndü. [Krallar; Bab; 10:]
41) Süleymân dedi ki: "Onun için tahtını belirsizleştirin [ona sıradan bir kişi muamelesi yapın], bakalım o, kılavuzlanan yolu bulanlardan mı yoksa kılavuzlanan doğru yolu bulmayanlardan mı olacak [Müslümanlığında samimi mi değil mi görelim]!"
42) Melike geldiği zaman, "Senin tahtın böyle mi?" dendi. Melike: "Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz Müslümanlar olmuş idik." dedi.
43) Ve onu, Allah'ın astlarından taptığı şeyler alıkoymuştu. Şüphesiz ki o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumundandı.
44) Melike'ye, "Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/halis dine gir!" denildi. Sonra Melike, halis dini görünce tekrar tekrar, inceden inceye hesap yaptı, inceledi ve geçmiş yaşamındaki tüm sırlarını açıkladı. Süleymân; "Bu, Allah'ın vahylerinden özenle elde edilmiş halis dindir" dedi. Melike, "Rabbim! Ben gerçekten kendime haksızlık etmiştim. Süleymân ile beraber, âlemlerin Rabbi Allah için Müslüman oldum" dedi.
41–44. Ayetler:

TAHTIN GÖRÜNÜŞÜNÜN DEĞİŞTİRİLMESİNDEKİ AMAÇ

Süleyman peygamber, yanına getirilen Melike’nin tahtının tanınmayacak kadar değiştirilmesini istemesindeki sebebi 41. ayette "bakalım o, doğru yolu bulanlardan mı yoksa doğru yolu bulmayanlardan mı olacak?" diyerek açıklamıştır. Fakat genellikle Süleyman peygamberin bu ifadesiyle "Melike’nin kendi tahtını tanıyıp tanıyamayacağını" kastettiği ileri sürülmüştür. Bizim kanaatimize göre ise Süleyman peygamber burada Melike’nin "mülk ile imandan hangisini tercih edeceğini" kastetmiştir. Çünkü ayetin orijinalindeki gibi "hidayet" köklü sözcükler Kur’an’da hep "ciddî ve doğru yolu, sırat-ı müstakimi [Allah’ın yolunu] bulup bulmama" anlamlarında kullanılmıştır. Nitekim Melike de tahtı görünce pek umursamamış, "Sanki bu, odur. Ve bize ondan önce bilgi verilmiş ve biz teslim olanlar /Müslümanlar olmuş idik" diyerek Müslüman olduğunu haykırmıştır.

Süleyman peygamberin Melike’nin girmesini istediği köşkün ne zaman ve hangi amaçla yapıldığı bildirilmemiştir. Söylentilerde, bu köşkün özel olarak Melike’yi etkilemek için yapıldığı ileri sürülmüş olsa da bize göre bu doğru değildir. Çünkü Allah’ın elçileri böyle savurganlık yapmazlar, yapamazlar.

Melike’nin, köşke girerken zeminin şeffaf olması sebebiyle orayı su zannedip eteğini yukarı çekmesinin gayet normal olmasına karşılık rivayetçiler bu konuya da el atmış ve uzun senaryolar üretmişlerdir:

Cinler, Süleyman’ın melike ile evlenmesini istememişler. Bunun üzerine de, cinler, Süleyman’a Sebe' Kabilesi’nin sırlarını iletmişlerdir. Çünkü melike, cin taifesine mensup bir kız idi. Denildiğine göre, cinler, Süleyman’ın melikeden bir çocuk sahibi olmasından, böylece de o çocukta cin ve insan zekâsının bir araya gelmesi sebebiyle kendilerinin Süleyman’ın idaresinden daha sıkı bir idareye çatmalarından endişe ettiler. "Melikenin aklında bir noksanlığı var", "onun bacakları kıllı olup, ayakları da tıpkı eşek ayağı gibidir ..." şeklinde sözler yaydılar. İşte bu sebepten dolayı, Süleyman, o tahtın şeklini ve şemailini değiştirmek suretiyle onun aklını sınadı. O köşkü de bacaklarının durumunu öğrenmek için yaptırmıştır. Saf camın durumunun tıpkı bir su gibi olduğu malumdur. Binaenaleyh melike bunu görünce onu durgun bir su sandı da ona girmek için baldırlarını açtı. Bir de ne görsünler, o, baldır ve ayak cihetinden insanların en güzeli! Bu, Süleyman'ın o kadınla evlendiğini söyleyenlere göre, yapılan bir tuzaktır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bu kıssada bahsi geçen Melike’nin adı Kur’an’da bildirilmemiştir. Ne var ki, Melike’nin adı "Belkıs" olarak meşhurlaşmış ve ondan bahsedilirken genellikle "Belkıs" adı kullanılır olmuştur.

Yine Kur’an’da yer almamasına rağmen hikâyeciler Süleyman peygamberin Melike ile evlendiğini kesin bir şekilde iddia etmişler, fakat bu evliliğin Melike’nin bacaklarını sıvamasından önce mi yoksa sonra mı olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn-i Abbas’tan gelen rivayette ise daha farklı bir hikâye vardır:

Belkıs Müslüman olunca Süleyman ona, "Kavminden seni evlendireceğim birisini seç" demiş. Bunun üzerine kadın, "Böylesi bir saltanatı olan benim gibi bir kadınla sıradan adamlar evlenemez" demiş. Bunun üzerine Süleyman, "Nikah İslam’dandır" deyince, kadın da "Eğer durum böyleyse, beni Hemdan hükümdarı Tübbâ ile evlendir" demiş. Bunun üzerine Süleyman onu evlendirir. Sonra Yemen’e gönderir. O da, orada Kraliçeliğini sürdürür. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bu konu Kitabı Mukaddes’te I. Krallar, 10. Bab, 1–13. cümlelerde ve II. Tarihler, 9. Bab, 1–12. cümlelerde yukarıda 40. ayetin tahlilinde verdiğimiz metinle, Matta ve Luka İncillerinde ise aşağıdaki metinlerle geçmektedir:

42Güney
Kraliçesi, yargı günü bu kuşakla birlikte kalkıp bu kuşağı yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman'ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman'dan daha üstün olan buradadır. [Matta; 12/42]

31
Güney Kraliçesi, yargı günü bu kuşağın adamlarıyla birlikte kalkıp onları yargılayacak. Çünkü kraliçe, Süleyman'ın bilgece sözlerini dinlemek için dünyanın ta öbür ucundan gelmişti. Bakın, Süleyman'dan daha üstün olan buradadır [Luka, 11/31:]

Sonuç olarak, bütün bu teferruatın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan ve bizi ilgilendiren, Kur’an’da verilen bilgilerin doğru dürüst öğrenilip ona göre davranılması ve mecazların hakikatleştirilip sembollerin kişileştirilmesi sonucunda ortaya çıkan hurafelerin bertaraf edilmesidir.

44. ayet genellikle, mitolojik verilerin etkisiyle, "Melikeye saraya gir denmiş, o da saraya girince bastığı zemini derin bir su sanıp paçalarını sıvamış, Süleyman da ona bu, billurdan yapılmış bir saraydır" diye durumu izah etmiş diye meallendirilmiştir.

Bu yanılgının önlenmesi ve doğru meali tespit edebilmek için ayette yer alan sözcüklerin tahlilini yapmak, sözcüklerin öz anlamlarını ele almak zorundayız.

الصَّرْحَۚ
Sarh

Türkçemize, صراحةsarahaten, صريحsarih gibi bazı türevleri girmiş olan bu sözcüğün öz anlamı, "her şeyi, halis su katılmamış süt gibi olanı" demektir. Bu sözcüğün türevlerinden " صرَحsarah", her şeyin bembeyaz, katışıksız beyaz olanı demektir. صرحSarh, müstekıl, münferit, yüksek, yoğunluklu olarak yapılmış ev" demektir. Ki saray ve her yüksek yüce ev için kullanılır. (Tac, Lisan)

Bu sözcük, Kur’an’da Neml/44, Kasas/38 ve Mü’min/36’da yer alır.

لُجَّةً
Lücceten

" لجةLücceten" sözcüğü " لجاجLİCAC" kökünden gelme olup öz anlamı, "bir işi, ısrarla, yılmadan, bıkmadan yapmaya çalışmak, vazgeçmemek" demektir. Bir işte ısrar edip, ondan başkasının hayırlı olmadığını kabullenmektir.

لجة لأمرLüccetül emr, "işin en muazzamı" demektir.

لجة البحرLüccetül bahr, "denizin en derini, en genişi demektir.

لجة الماءLüccetül mai, "derin su" demektir.

لجة الجماعةLüccetül cemaaat, toplumun pek çokluğu demektir. (Tac, Lisan)

Sözcüğün türevleri, Kur’an’da Mü’min/75, Mülk/21, Neml/44, Nur/40’ta yer alır.

Bu durumda," لجةLücceten" ifadesi, su ile tamlama yapılmadan direkt "derin su" anlamı vermek yanlıştır.

الكشف عن الساقEl keşfü ani s sâg

كشفKeşf, herkesin bildiği gibi "açmak, kapalı olan bir şeyi ortaya çıkarmak" demektir.

ساقSâg, ise "Baldır" demektir. Kur’an’da Kalem/42, Neml/44 ve Kıyamet/29’da yer lalır.

"Baldırdan keşif" bir deyim olup, Kalem/42’de de yer almıştır. Anlamı "her şeyin; iyi yada kötü açıkça meydana çıkarılması" demektir.

ممردMümerred

Bir şeyi sıkıca tutmak, tesviye etmek, düzlemek, cilalamak" demektir. (Tac- Lisan) Bu sözcüğün farklı formları Kur’an’da Nahl/44, Tevbe/101, Saffat/17, Hacc/3 ve Nisa/117’de yer alır.

قواريرGavarir

Bu sözcük, "cam kap" anlamındaki " قارورةGarure" sözcüğünün çoğuludur. Cama benzemesinden dolayı da göz bebeği için de aynı sözcük kullanılır. (Tac, Lisan) Bu sözcük, Kur’an’da Neml/44 ve İnsan/15, 16’da yer alır.

O zaman burada konu edilen قوارير gavarir (camlar), Allah’ın nurudur; Vahylerdir. İslam dini işte bu nurdan meydana gelmiştir.

Konumuz olan ayette sözcük çoğul olarak geliştir. Halis dinin elde edildiği, öğrenilip yaşandığı camlar/göz bebekleri nelerdir? Bu soruya Nur/33 cevap olur kanaatindeyiz:

35Allah, gökleri ve yeryüzünü; evreni aydınlatan tek zattır, başkasının aydınlatması mümkün değildir. O'nun nûrunun; Kur’an’ın örneği, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen; dünyanın her yerinde var olan bereketli bir zeytin ağacındandır. –O ağacın yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir.– Nûr üstüne nûrdur. Allah, dileyen kimseyi nûruna kılavuzluk eder. Allah, insanlar için örnekler verir ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Açıkça anlaşılıyor ki, bu ayetteki الصَّرْحَۚ sarh sözcüğü, Halis Din’den kinaye olarak kullanılmıştır.

Bu ayetlerde konu edilen nitelikler, fiziksel bir saray niteliği değildir. Zaten bir peygamberin, Muâviyevâri böyle lüks, şatafatlı, haram edilmiş israf ölçülerinde bir saray yapması da düşünülemez. Davut peygamber ve oğlu Süleyman peygamberden böyle bir kalıntı da tespit edilmemiştir. Onların yaptığı, Beytü-l Makdis’in kalıntıları bugün ortadadır.

Bu pasaj, zaten Süleyman peygamberin saltanatını; devlet gücünü, zenginliğini değil şirk ile mücadelesini, tevhid için verdiği gayreti konu etmektedir.

Bu doğrultuda ayetin en uygun meali şöyledir:

44Melike’ye, "Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/halis dine gir!" denildi. Sonra Melike, halis dini görünce tekrar tekrar, inceden inceye hesap yaptı, inceledi ve geçmiş yaşamındaki tüm sırlarını açıkladı. Süleymân; "Bu, Allah’ın vahylerinden özenle elde edilmiş halis dindir" dedi. Melike, "Rabbim! Ben gerçekten kendime haksızlık etmiştim. Süleymân ile beraber, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" dedi.

Ayette, "Melike’ye, "Gizli kapaklı hiçbir şeyin bulunmadığı, her şeyin açık açık gösterildiği köşke/halis dine gir!" denildi" buyurulmaktadır. Burada "Melike’ye böyle diyen kimdir? Sorusu akla gelmektedir.

Bizim kanaatimize göre bu, Melike hakkında Rabbimizin iradesi ve kararıdır. Yani onun imanında ve Müslümanlığında samimi olduğunun beyan ve kabulüdür. ("Gavl" sözcüğü, hukukta görüş ve karar ifade eder.) Bunun bir örneğini de Yâ Sîn/26, 27. âyetlerde görmekteyiz:

26,27Denildi ki: "Haydi gir cennete!" O da dedi ki: "Ne olurdu! Toplumum, Rabbimin beni bağışladığını ve beni onurlandırılanlardan yaptığını bir bilselerdi."
45) Andolsun ki 'Allah'a kulluk edin' diye Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki grup oluverdiler.
46) Sâlih dedi ki: "Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan bağışlanma dileseniz ne olur!"
47) Onlar, "Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz" dediler. Sâlih, "Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz" dedi.
48,49,50) Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. Allah'a yeminleşerek, "Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, 'Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız' diyeceğiz" dediler. Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık.
51,52) İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan yerle bir ettik. İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır.
53) İman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık.
45–53. Ayetler:

Bu surede örnek gösterilen toplumların üçüncüsü Semud kavmidir. Yukarıdaki ayetlerde, Salih peygamberin kavmini uyarmak için gösterdiği çaba ile kavminin ona büyüklenerek karşılık vermesi ve bu yüzden de belâsını bulması anlatılmaktadır. Ayrıntıları A’râf suresinde geçmiş olan kıssanın eski anlatımlara ek olarak buradaki anlatımında, Salih peygambere karşı olan grup içinden dokuz kişilik bir çetenin ona suikast düzenlemek üzere yeminleştikleri bildirilmiştir.

Dikkat edilirse, Salih peygamber ile kavmi arasında geçen olaylar ile peygamberimiz ve Mekkeliler arasında geçen olaylar bire bir benzerlik arz etmektedir. Salih peygamberin kavmi de tıpkı Mekke halkı gibi iki gruba ayrılmış ve aralarında çekişmişlerdir.

75Toplumundan büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: "Siz, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?" Onlar, "Kesinlikle biz o'nunla gönderilene inanıyoruz!" dediler.

76Büyüklük taslayan o kimseler, "Biz, sizin inandığınızı kesinlikle bilerek reddeden kimseleriz!" dediler. 77Hemencecik de o sosyal yardım ve destek kurumlarını ayakta tutan gelir kaynaklarını kuruttular ve büyüklenerek Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar ve "Ey Sâlih! Eğer gerçekten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit ettiğini getir bize!" dediler. [A’râf/75, 76]

47. ayette geçen " تطيّرtatayyür" sözcüğü, " طيرtayr [kuş]" sözcüğünün türevlerindendir ve "uğursuzluk" anlamında kullanılır. Bu anlayış, hurafeler ve kuruntular peşinde sürüklendikleri için imanın netliğine kavuşamamış cahil toplumların geleneklerinden biri hâline gelmiş ve bu anlayışın pençesine düşmüş bilinçsiz insanlar, bir iş yapmak istediklerinde bir kuşa sığınmayı alışkanlık edinmişlerdir. Araplar ise uğursuzluğa en düşkün toplum olup bir yolculuğa çıkacaklarında bile özel olarak ürküttükleri kuşun sola doğru uçması hâlinde bunu uğursuzluk sayarak yolculuğa çıkmazlar, ancak kuş sağa doğru uçarsa bunu uğur sayar ve yollarına koyulurlardı.

Salih peygamber karşıtlarının 47. ayetteki sözleri, peygamberlerini uğursuz kimseler olarak telâkki eden müşrik kavimlerin sözleri ile aşağı-yukarı aynıdır:

18O kentin halkı dediler ki: "Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, andolsun ki sizi taşlayarak öldürürüz ve kesinlikle bizden size çok acıklı bir azap dokunur." [Ya Sin/18]

130Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. 131Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, "İşte bu bize aittir" dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler. [A’râf/131]

48. ayette geçen "
yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuzlu bir grup" ifadesinden Arap örfüne göre anlaşılmaktadır ki, Salih peygamberi yok etme işine dokuz sülaleden dokuz kişi kalkışmıştır. Rivayetlerde bu dokuz kişiye farklı adlar bulunmuştur:

el-Kaznevi dedi ki: Bunların isimleri şöyledir: Kudar b. Salif, Misda', Eşlem, Desmâ, Züheym, Za'mâ, Zuaym, Kattal ve Saddâk.

İbn İshak dedi ki: Bunların başı Kudar b, Salif île Misda' b. Mehra' idi, bunların arkasından da yedi kişi gelirdi ki, bunlar da Bel' b. Meylâ, Duayr b. Ğunm, Züâb b. Mehrec ile isimleri bilinmeyen dört kişi daha vardı.

ez-Zemahşerî, Vehb b. Münebbih'den naklen onların isimlerini şöylece zikretmektedir: el-Hüzeyl b. Abdi Rabb, Gunm b. Gunn, Riyâb b. Mehrec, Misda' b. Mehrec, Umeyr b. Kerdube, Âsim b. Mahreme, Sübeyt b. Sadaka, Sem'an b. Safî, Kudar b. Salif. Dişi devenin öldürülmesi için çalışanlar da bunlardı. Bunlar Salih kavminin azgınları idiler. Bunlar kavmin en soylularının oğullanndandılar.

es-Süheylî dedi ki: en-Nekkaş yeryüzünde bozgunculuk çıkartıp ıslah etmeyen dokuz kişiyi zikretmiş ve onların isimlerini tek tek saymıştır. Ancak bunun bir rivayet ile tesbiti söz konusu değildir. Şu kadar var ki ben bu isimleri içtihad ve tahmine binaen kaydediyorum. Şu kadar var ki bizler Muham-med b. Habib'in kitabında bulduğumuz şekilde bu isimleri veriyoruz. Bunlar: Misda' b. Dehr -ki Dehm de denilir-, Kudar b. Salif, Hureym, Savab, Ri-yab, Dabb, Da'ma, Herma, Duayn b. Umeyr'dir.

Derim ki; el-Maverdî, İbn Abbas'tan rivayetle onların isimlerini şöylece zikretmektedir: Bunlar Da'ma, Duayn, Herma, Hureym, Dâbb, Savab, Riyab, Mistah ve Kudar idiler. [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

49. ayette geçen "velisine" ifadesi ile Salih peygamberin mensup olduğu kabilenin reisi kastedilmiştir. Çünkü eski kabile geleneğine göre kabile reisi, kabilenin fertlerinin kan davalarını güdebilen kişidir.

Bu ayetlerin vahyedildiği tarihlerde Mekke’de de benzer bir durumun ortaya çıkmış olması dikkate değer bir durumdur. Peygamberimiz görevini sürdürürken Mekke ahalisi de Semud kavmi gibi iki ayrı fırkaya ayrılmış ve bunlar arasında bir mücadele başlamıştır. Salih peygamber gibi peygamberimizin de karşı fırka içinden oluşturulan bir çete güruhunun toplu saldırısı ile öldürülmesi plânlanmıştır. Plân gerçekleştiği takdirde, Salih peygamber gibi, peygamberimizin de cinayetin arkasını arayacak bir "velisi" vardır ve bu "veli" amcası Ebutalib’tir. Yani, eğer Mekke müşrikleri tasarladıkları saldırıyı gerçekleştirip emellerine ulaşabilirlerse, peygamberimizin mensup olduğu Beni Haşim kabilesinin reisi Ebutalib, kabilesi adına bu cinayeti işlemiş olanlara karşı bir kan davası iddiası ile ortaya çıkabilecektir. Ama cinayet, çeşitli kabilelerden müteşekkil bir çete tarafından işlenirse fail bulunamayacak, dolayısıyla Haşimoğulları’nın da olaya karışan kabilelerin hepsiyle birden savaşması mümkün olmayacağından olay kapanacaktır. Mekke ileri gelenlerinin düzenledikleri ama başarısızlıkla sonuçlanan bu komplo, benzer şekilde peygamberimizin hicreti sırasında da düzenlenmiştir.

Görüldüğü gibi, Salih peygamberin kıssası, bu ayetlerin nazil olduğu zamandaki peygamberimizin şartlarına mükemmel bir şekilde işaret etmiş olmaktadır.

Semud kavminin helâkine dair daha evvel birçok surede ayrıntı verildiği için burada onları tekrarlamıyor ve bu konuda rivayetçilerin ürettikleri senaryoları da nakletmiyoruz.
54,55) Lût'u da elçi olarak toplumuna gönderdik. Hani o, toplumuna, "Göz göre göre hâlâ o aşırılığı/hayâsızlığı yapacak mısınız? Şehvet yönünden kadınlardan aşağı olan erkeklere yaklaşacak mısınız? Aslında siz cahillikte devam edegelen bir toplumsunuz!" demişti.
Lut peygamber ve kavmi ile ilgili detaylar daha evvel Kamer, A’râf ve Şuara surelerinde yer aldığından, burada gayet kısa bir açıklama ile yetinilecektir. Ayrıca bu kıssa ileride Hicr suresinde tekrar gündeme gelecektir.

Yüce Rabbimizin bildirdiğine göre, Lut kavminin "kadınlardan aşağı olan erkeklere şehvetle yaklaşma" eylemi, onlardan önce hiçbir toplumun yapmamış olduğu bir hayâsızlıktı. Bu sapkın toplum, söz konusu hayâsızlığı grup hâlinde yapıyorlardı:

* Lût'u da gönderdik. Hani o toplumuna: "Şüphesiz siz, kesinlikle âlemlerden sizden önce geçmiş olanların yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz! Siz şüphesiz, kesinlikle erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?" demişti. Bunun üzerine toplumunun cevabı, sadece, "Doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!" demeleri oldu. [Ankebut/28,29]

Ayette geçen "cehalet" sözcüğünün burada "ahmaklık, budalalık" olarak anlaşılması bize göre daha isabetlidir. Ama anlam "cahillik, ilimden yoksunluk" olarak kabul edilse bile, sözcüğün içinde yer aldığı ifade şu manaya gelir: "Siz bu aşırı eğlenmenin, cinsel sapkınlığın kötü sonuçlarını bilmiyorsunuz."
56) Sonra da toplumunun cevabı sadece, "Lût ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış!" demeleri oldu.
57,58) Bunun üzerine o'nu ve geride kalmasını ayarladığımız kadını dışındaki yakınlarını kurtardık. Ve onların üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Ne kötü idi uyarılanların yağmuru!
56–58. Ayetler:

Bu ayet grubunda, Lut peygamberin tebliğine alaylı ifadelerle karşı koyan kavminin onu ve yakınlarını anayurtlarından kovma niyetinde olduğu bildirilmiş ve bu davranışları sonrasında kavmin başına gelen felâket açıklanmıştır.

58. ayette sözü edilen yağmurun volkanik patlamaya bağlı bir taş yağmuru olduğu daha önce de ifade edilmişti. Bu dehşetli olayın ayrıntıları A’râf, Kamer ve Hicr surelerindedir.

Bu olay Kitab-ı Mukaddes’te şöyle geçmektedir:

RAB Sodom ve Gomora'nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı.

Bu kentleri, bütün ovayı, oradaki insanların hepsini ve bütün bitkileri yok etti.

Ancak Lut'un peşi sıra gelen karısı dönüp geriye bakınca tuz kesildi.

İbrahim sabah erkenden kalkıp önceki gün RABB'in huzurunda durduğu yere gitti.

Sodom ve Gomora'ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu. [Tekvin, 19. Bab, 24–28. Cümleler]
59) De ki: "Tüm övgüler, Allah'a mahsustur; başkası övülemez. Esenlik, güvenlik de seçip arı-duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?"
Azabın kötüsüne lâyık olan inkârcılardan örnekler verildikten sonra, bu ayette de Mekkelilerin şahsında bütün insanlığa mesaj verilmektedir. Bu mesaj, tüm övgülerin Allah’a mahsus olduğu ve selâmın da başta elçiler olmak üzere Allah’ın seçtiği kullara olacağıdır. Bu mesajla Allah dışında hiç kimsenin, hiçbir şeyin övülmeye değer bir yanının bulunmadığı; Allah’ın seçtiği ve güvenliğini sağladığı elçiye Allah dışında hiçbir şeyin zarar veremeyeceği vurgulanmıştır. "Hamd"in Allah’a özgü olduğu ve elçilerin selâmette olduğu başka ayetlerde de belirtilmiştir:

181Ve selâm, gönderilen elçileredir! [Saffat/181]

Ayrıca Saffat/79, 109, 120 ve 130. ayetler.

Bu mesaj verildikten sonra da ayetin son bölümünde insanlara akıllarını kullanarak Allah mı, yoksa müşriklerin Allah’a ortak koştukları mı daha yararlıdır diye mukayese etmeleri emredilmektedir. Bu soru cümlesinin asıl muhatabı müşrikler olup Allah’ın mı yoksa taptıkları tanrıların mı daha hayırlı olduğu hususunda düşünmeye sevk edilmeleri amaçlanmaktadır. Çünkü hiç kimsenin az da olsa hayır görmediği bir işi yapmayacağında şüphe yoktur. Müşriklerin Allah yerine kendi tanrılarına yalvarmaları ve adaklar sunmaları, o tanrılarda hayır bulunduğuna boş yere inanmalarından kaynaklanmaktadır. Buna inanmamış olsalardı, yaptıkları işler kendilerine de manasız ve saçma gelirdi.

Ayrıca Allah ile kendi tanrıları arasında bir mukayese yapmalarının istenmesi, söz konusu müşriklerin Allah’ı tanıyıp bildiklerini de göstermektedir:

9Ve hiç kuşkusuz eğer sen onlara: "Gökleri ve yeri kim oluşturdu?" diye sorsan, kesinlikle: "Onları en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, çok iyi bilen oluşturdu" diyeceklerdir. [Zühruf/9]

87Yine andolsun ki, onlara kendilerini kimin oluşturduğunu sorsan, kesinlikle: "Allah" derler. O hâlde nasıl çevriliyorlar! [Zühruf/87]

63Ve andolsun, eğer onlara sorsan: "Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?" Kesinlikle, "Allah" diyeceklerdir. De ki: "Tüm övgüler, Allah'a özgüdür; başkası övülemez." Tersine onların çoğu akıllarını kullanmazlar. [Ankebut/63]
60) Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da gökleri ve yeryüzünü oluşturan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah'la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına işte devam eden bir toplumdur.
61) Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da yeryüzünü barınak yapan, aralarında nehirler oluşturan, onun için sabit dağlar koyan ve iki deniz arasına engel koyan mı? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Tam tersi onların çoğu bilmiyorlar.
62) Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da Kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var? Çok az düşünüyorsunuz!
63) Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilâh mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir.
64) Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır ya da önce oluşturmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? De ki: "Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz!"
60–64. Ayetler:

Bir önceki ayette müşriklerden mukayese yapmasını isteyen Rabbimiz, bu ayet grubunda da afak ve enfüsteki [dış ve iç dünyadaki] birçok mucizesine işaret etmiş ve her biri bin mucize içeren bu ayetlerle sanki müşriklere mukayesenin nasıl yapılacağı konusunda yol göstermiştir.

Bu ayet grubuyla ilgili olarak Merhum Mevdudi’nin Rabbimizin afak ve enfüsteki mucizeleri hakkında yaptığı yol gösterici nitelikteki tespitlerini aşağıda naklediyoruz:

Sayısız ve çeşitli mahlûkat türünün yerküresi üzerinde bulunması ve yaşaması basit bir olay değildir. İnsan, yerkürede tesis edilmiş olan bu hakîmâne uyum ve koordinasyonu tetkik ederse, sadece hayrette kalır ve bu fevkalâde uyum, ilişki ve oranların ancak Alîm, Hakîm ve Kadir-i Mutlak olan bir Tanrı'nın yaratıp düzenleyebileceği hissini duyar ve kabul eder. Üzerinde yaşadığımız yerküre, uzay boşluğunda çok hassas bir hareketle seyrediyor. Hareketinde henüz herhangi bir sarsıntı ve sapma görülmemiştir. Dünyanın bu hareketinde şayet depremler esnasında gördüğümüz cinsten en ufak bir sarsıntı olmuş olsaydı, gezegenimizde hayat olamazdı. Son derece hassas bir biçimde bu küre hem kendi hem de güneş etrafında düzenli olarak dönüyor. Kendi etrafında dönmesi ve dolayısıyla her yüzünün düzenli olarak güneşi görmesi veya görmemesi, gece ve gündüzün oluşmasına sebep olur. Dünyanın bir yüzü sürekli olarak güneşe bakmış olsa, diğer cephesi de hiç güneş almamış olsaydı, bu ikinci yüzünde hiç hayat bulunmaz ve yaşamak mümkün olmazdı. Çünkü devamlı güneş alan kısmı, hiçbir canlının yaşamasına elverişli olmayacak şekilde kururdu. Bunun aksine sürekli karanlıkta kalan yüzünde ise, canlı denecek bir şeyin yaşamasına imkân vermeyecek derecede dondurucu soğuk hüküm sürmüş olurdu. Üstünde yaşadığımız yerküresini, milyonlarca meteorun sürekli bombardımanına karşı koruyan beş yüz mil kalınlığında bir atmosfer tabakası çevreler. Aksi halde, saniyede otuz mil hızla dünyaya doğru fırlamakta olan ortalama yirmi milyon meteor, dünyayı, üzerinde insan, hayvan ve bitki türünden hiçbir canlının yaşamasına müsait olmayacak derecede tahrip etmiş olurdu. Yine aynı atmosfer tabakası hava ısısını ayarlar, okyanuslardaki suların buharlaşmasından meydana gelen yağmur bulutlarının yukarılara doğru yükselmesini temin eder, dünyanın çeşitli yerlerine bu yağmur bulutlarını taşır ve insan, hayvan ve bitki hayatı için lüzumlu çeşitli gazları sağlar

Atmosfersiz dünya hiçbir canlı varlık için yaşamaya uygun bir yer değildir. Aynı şekilde, bu tabiî kaynakların bulunmadığı yerlerde toprak hiçbir canlıyı besleyemez. Yeryüzünde okyanus, nehir, kaynak, yeraltı su rezervleri ve eriyip çaylar şeklinde akan dağlar üzerindeki karlar halinde bol miktarda su depolanmış bulunuyor. Bu şekilde bir su düzenlemesi olmasaydı yeryüzünde hayat olmazdı.

Yerküresine, üstünde bulunan su, hava ve çevresindeki şeyleri kendisine doğru cezbeden uygun bir çekim gücü ihsan edilmiştir. Bu çekim gücü şayet normalden biraz daha az olsaydı, hava ve suyun yer küresinden ayrılıp uzay boşluğuna doğru akışı durdurulamazdı. Yine yer küresindeki ısı şimdikinden fazla olmuş olsaydı, hayatın devamı oldukça zorlaşmış olurdu. Diğer yandan, yerçekimi kuvveti normalden biraz daha fazla olsaydı, atmosfer daha yoğun olmuş olacak, neticede basınç yükselmiş, buharlaşma zorlaşmış ve dolayısıyla yağmur yağması imkansız hale gelmiş olacaktı; soğuklar artmış ve yeryüzünün oturulabilir yerleri daha da azalmış olacaktı; insan ve hayvanlar hacim bakımından daha küçük, buna mukabil daha ağır hale gelmiş olacaklardı. Bu durumda hareket kabiliyetleri de iyice azalmış olacaktı.

Ayrıca yerküresi güneşten, üzerinde insan ve canlıların yaşamasına elverecek uygun bir uzaklıkta yer almış bulunuyor. Bu mesafe biraz daha uzun olsaydı, yerküresi daha az ısı alacak, iklim daha soğuk, mevsimler daha uzun olacak, yeryüzü yaşanmaz bir yer haline dönüşecekti. Diğer taraftan, bu mesafe daha kısa olmuş olsaydı, diğer faktörlerle beraber yüksek ısı, üzerinde halen yaşamakta olan insan hayatına imkân vermeyecek dereceye ulaşacaktı.

Bunlar, yerküresini insanların yaşadığı bir mekân haline getiren tabiî kaynaklar arasında mevcut olan uyum ve ahenkten sadece birkaçıdır. Bu olaylara dikkatle bakan insaf sahibi her insan, bunlar arasındaki uyumun hakîm bir yaratıcının bir planı olmaksızın sadece bir tesadüfün eseri olarak meydana gelmiş olduğunu bir an bile düşünemez. Ayrıca Allah’tan başka bir tanrı veya tanrıçanın, bir cin veya peygamberin, bir veli veya meleğin bu var oluşa müdahil olduğunu ve bu muazzam nizamı işler hale soktuğunu da asla kabul edemez.

Yeryüzünde tatlı ve tuzlu su kütleleri vardır ve bunlar birbirine karışmazlar. Yeraltı su rezervleri, tatlı ve tuzlu su halinde yan yana bir arada bulunur ve fakat çoğunlukla ayrı ayrı akarlar. Hatta tam denizin ortasında, tatlı su kaynaklarının bulunduğu bazı yerler vardır; bunların akıntıları deniz suyundan ayrı olarak, ona karışmadan kalır ve denizde seyahat edenler, içme suyu ihtiyacını buralardan temin ederler.

Arap müşrikleri, bela ve felaketleri sadece Allah'ın kaldırıp uzaklaştırdığını bizatihi biliyor ve anlıyorlardı. Bundan dolayı bir musibetle karşılaştıkları zaman yardım için yalnız Allah'a yalvardıklarını, Kur'an-Kerîm onlara tekrar tekrar hatırlatır. Ama kötülük üzerlerinden kaldırılıp uzaklaştırıldığında, Allah'ın yanında daha başka tanrılara dua ve yakarmaya başladıklarını da ifade eder. Bu durum sadece Arap putperestler için değil, aynı zamanda diğer bütün putperestler hakkında da doğrudur. Hatta o kadar ki, dine karşı düzenli bir propaganda sürdüren dinsiz sosyalist Ruslar bile İkinci Dünya Savaşı'nda Alman kuvvetleri tarafından sarıldıkları zaman Tanrı'ya yalvarmak mecburiyetinde kaldılar.

......

Bir cümle şeklinde ifade edilen bu basit gerçek, mânâ ve detay olarak çok geniştir. Bunun üzerinde iyice düşünen bir kimse, Allah'ın varlığı ve birliği hakkında yeni ve hiç eskimeyen deliller elde eder. Görüldüğü gibi, ilk merhalede, yaratma işinin bizatihi kendisi bile başlı başına cevaplanması gereken bir sorudur. Hayatın ne olduğunu, nasıl ve nereden geldiğini insan kendi bilgisi ile keşfedemez. Şu ana kadar gelip dayanılan bilimsel gerçek şudur: Cansız maddenin sadece bir araya getirilip düzenlenmesiyle bizatihi hayat denilen gerçek ortaya konamaz. Bilimsel olmamasına rağmen tanrıtanımazlar, varlık için gerekli temel maddelerin, rasgele uygun oranlarda bir araya geldiği zaman, hayat denilen olgunun varlık olarak ortaya çıkacağını sanırlar, yeter ki, şansın matematiksel kanunu buna el vermiş olsun. Yine de böyle bir şeyin meydana geliş imkânı sıfırdır. Laboratuarlarda cansız bir maddeden deneme yolu ile canlı bir varlık meydana getirmek üzere şu ana kadar yapılan bütün teşebbüsler, mümkün olan her türlü ihtimamın da gösterilmesine rağmen tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Neticede meydana getirilen şey, sadece canlı hücrenin temel yapısını teşkil eden DNA'dır.

Bu ise hayatın özü ve fakat hayatın bizatihi kendisi değildir. Hayat olayı bugün bile bilimsel olarak izah edilemeyen bir mucizedir. Bu noktada yaratılışın ancak Yaratıcı'nın iradesi, emri ve tasvirinin bir sonucu olduğunu söylemekten öte bir şey yapılamaz.

Bir de hayat, sadece bir şekilde değil, sayısız farklı şekillerde bulunur. İnsanoğlu şu ana kadar yeryüzünde aşağı-yukarı bir milyon hayvan ve iki yüz bin bitki türü keşfetmiş bulunuyor. Bunların tümü, yapısı ve özel karakterleri bakımından, son derece açık ve kesin olarak birbirinden tamamen farklıdır. Ayrıca sahip oldukları farklı yapılarını, bilinen ilk zamandan beri öyle ısrarla sürdürmektedirler ki, hiçbir Darwinci buna, bir olan tanrının yaratıcı planının bir neticesi olduğu şeklindeki itiraf dışında herhangi bir aklî izah getiremez. Bir türün yapısı ve şeklini değiştiren ve başka bir türün yapı ve özelliklerini ona kazandırmış olan bir bağ, şu ana kadar keşfedilmemiştir. Var olan hiçbir türün hiçbir mensubu, kendi türünden farklı özellikler taşımaz. Gözden kaçan bir bağın keşfine dair zaman zaman uydurulan ve yaygarası koparılan hikâyeyi, bizzat olayların kendileri yalanlıyor. Dolayısıyla kaçınılmaz gerçek şudur ki, bu yaratma işini yapan, sayısız farklı şekilleri ile hayatı ihsan eden hakîmâne düzenleyici yaratma eylemini planlayıcı, üstün ve musavvir bir varlık vardır.

Yukarıda verilen malumat, yaratılışın başlangıcı hakkındadır. Şimdi biz, mahlûkatın birbirinden üremesi, Allah'ın onları birbirinden yaratması üzerinde biraz düşünelim. Halik, her çeşit hayvan ve bitki türünün yapısı ve düzeninde mükemmel bir mekanizmayı yerleştirmiştir. Hayvan ve bitki türleri bu özellikleriyle tamamen kendi türünün yapı, şekil ve karakterine sahip fertlerini sonsuz bir akış ile üretmeye devam ederler. Türlerin hayatiyetini sürdürmesini ve üremelerini sağlamak için gerekli olan bu element, her canlı ve bitki hücrelerinin bir parçasında ayrı ayrı mevcuttur. (Bu harika görevi üstlenen genler, son derece güçlü mikroskopla ancak görülebilir.) Modern genetik bilimcilerin bu konudaki gözlemleri, önümüze harika gerçekler sunuyor. Bunlara göre, her bitkiye sadece kendi türünü üretme yeteneği lütfedilmiştir. Öyle ki, her nesil kendi türünün tüm farklı özelliklerine sahip olur. Özel yapıları bakımından her türün fertleri, diğer bütün fertlerden ayrılır, farklı olur. Türlerin bekası için gerekli olan bu unsur ve üreticilik, bütün canlı ve bitkilerin her hücresinde ayrı ayrı vardır. Harikalara vesile olan bu genler ancak çok güçlü mikroskoplarla görülebilir. Bu ufacık harika mühendis, bitkinin gelişmesini özellikle de kendi farklı türü istikametinde olmasını temin eder. Dünyanın her yanında, buğday tanesinden elde edilenin yine buğday tanesi olması bundandır. Nitekim dünyanın hiçbir yerinde ve ikliminde bir buğday tohumunun cinsinden bir tane bile olsa arpa elde edildiği görülmemiştir. Hayvan ve insan türleri için de aynı şey söz konusudur.

Türlerin hiçbiri bir defada yaratılmış değildir. Aksine büyüklüğü tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir üretim fabrikası her yerde çalışmakta ve aynı türün sayısız fertleri arasından bazılarını varlık âlemine çıkarmaktadır. Canlı dediğimiz varlıkların en küçük parçasının bir bölümünde yer alan ve kendi türünün tüm farklı yapısını ve kalıtım özelliklerini de beraberinde taşıyan mikroskobik geni bir kimse düşürür ve sonra da son derece hassas, aynı zamanda kompleks psikolojik sistem ve her türün her bir ferdinin, aynı türün bir ferdini meydana getiren üretici genin geçtiği çok derin ve girift sürecine bakacak olursa, böyle mükemmel ve dakik bir nizamın kendi kendine (tesadüfen) olabileceğini ve daha sonra çalışmaya devam ederek çeşitli türlerin milyarlarca fertlerini kendiliğinden üretebileceğini bir an bile kabul edemez. Bu mükemmel nizamın, sadece başlangıçta değil, aynı zamanda bu sistemin muntazam ve daimî çalışması için de Hakîm, Ebedî ve bu tezgâhlardaki işleri gözeten ve sevk eden Kayyûm bir Müdebbir'e ihtiyacı vardır.

Bu gerçekler, şirk inancını yıktığı gibi, ateistlerin Tanrı’yı inkâr etmekte hareket noktası olarak kabul ettikleri temelleri de yok eder. Melek, cin, peygamber veya bir velinin, Allah'ın bu işinde dahli olduğuna ancak aptal bir insan inanabilir. Fakat biraz vicdan sahibi ve tarafsız hiçbir kimse, temelinde tümüyle hikmet ve intizam bulunan bu kocaman yaratma ve üretme fabrikasının sadece bir tesadüf eseri olarak çalışmaya başladığını ve o andan itibaren aynı şekilde otomatik olarak çalışmakta olduğunu asla söyleyemez.

Bu kısa cümlenin gelişigüzel incelenmesinden, kişi, beslenme için gerekli gıda maddelerinin tedariki meselesinin pek basit bir iş olmadığını anlayabilir. Yerküremiz üstünde milyonlarca hayvan ve bitki türü vardır. Her tür milyonlarca ferdi ihtiva eder ve bunların çeşitli gıda maddelerine ihtiyacı vardır. Halik ve Rezzak, hiçbir türün mensubunun gıdasız kalmayacağı beslenme imkânlarını bol ve kolayca ulaşılabilir şekilde ayarlamıştır. Böylece can taşıyan hiç bir varlık gıdasız kalmaz. Sonra bu sistem içinde birleşip birlikte çalışan, yer ve gökteki koordineli faaliyetler, çeşitli ve sayısızdır. Isı, ışık, hava, su ve yeryüzündeki maddeler arasında gerekli koordinasyon ve uyum olmadıkça, gıda maddelerinin bir teki dahi üretilemez.

Hakîm bir yaratıcının hakîmâne bir plan ve programı olmaksızın, fevkalade mükemmel olan bu sistemin sadece bir tesadüf eseri olarak meydana geldiğini bir kimse düşünebilir ve kabul edebilir mi? Yine bir insan, bu sistemin işleyişinde cin, melek veya bir velinin elinin bulunduğunu tahayyül edebilir mi?" [Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an]

Rabbimiz, mukayese isteğini başka ayetlerde de dile getirmiştir:

17Öyleyse yaratan/Allah, yaratamayan sözde ilâhlar gibi olur mu? Hâlâ düşünmeyecek misiniz? [Nahl/17]

9Ya da gece saatlerinde kalkan, boyun eğip teslimiyet göstererek, dikelerek, ahretten çekinerek daima saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman o kimse, öyle yapmayan gibi midir? De ki: "Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?" Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/gereği gibi düşünürler. [Zümer/9]

22Peki, Allah kimin göğsünü İslâm'a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah'ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. [Zümer/22]

33Peki, o, kazandığı şeyler ile birlikte her bir kişinin üzerinde dikilen/görüp gözeten kimdir? Onlar ise Allah'a ortaklar edindiler. De ki: "Onları isimlendirin! Yoksa siz, O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi ya da sözden açık olanı mı haber vereceksiniz? Aslında kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilere plânları güzel gösterildi de Yol'dan saptırıldılar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. [Ra’d/33]

62. ayette Rabbimiz, kendi zatı hakkında haber vermekte ve kendisine dua etmesi hâlinde bunalmış olanın duasını kabul edeceğini taahhüt etmektedir. Çünkü bunalmış, zorda kalmış bir kimsenin Allah’a sığınması "ihlâs"ın bir neticesidir ve kalbinin O’ndan başka her şeyle ilişkisini kopardığının bir belirtisidir.

Rabbimiz rahmeti gereği sıkıntıda olanı sıkıntıdan kurtarmaktadır. Ama insan, genel karakteri ve fıtrî özelliği itibariyle nankör olduğu için rahata erdiğinde Rabbini hemen unutuvermektedir:



9-11Ve eğer, sabreden ve düzeltmeye yönelik işleri yapan kişilerin –işte bunlar, bağışlanma ve büyük ödül kendileri için olanlardır– dışındaki insanlara, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür. Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, "Kötülükler benden gitti" der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. [Hud/9, 10]

75Ve onlardan bazıları, "Eğer Allah armağanlarından bize verirse, kesinlikle bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız" diye Allah'a söz veren kimselerdir.

76Sonra, ne zaman ki Allah, onlara armağanlarından verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. [Tövbe/75, 76]

22Allah, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Yolcular neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her yerden gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındıranlar olarak O'na yalvarırlar: "Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, karşılığını ödeyenlerden oluruz."

23Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. –Ey insanlar, taşkınlığınız şu basit dünya hayatının kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz, yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.– [Yunus/22, 23]

Ve Nahl/53, 54, Lokman/31, 32, Rum/33, Ankebut/65,İsra/67ve Hacc/15.
65) De ki: "Gaybi; göklerde ve yerde görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği Allah'tan başka kimse bilmez. Ve onlar, ne zaman diriltileceklerinin bilincine varmazlar.
Bu ayette bildirilen "göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmediği" gerçeği, aynı zamanda, ilâhlıkta ortak kabul edilen kişi ve nesnelerin bizzat kendi geleceklerinden haberlerinin olmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim bu anlam, ayetin son cümlesinde, onların ne zaman diriltileceklerinin bilincine varamayacaklarının ifade edilmesi suretiyle somut bir örnekle pekiştirilmiş olmaktadır.

Aşağıdaki alıntı, gaybın sınırlarının ne olduğunu göstermesi bakımından açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır:

Anlatıldığına göre, zamanın Emiri Haccac, tutuklatıp huzuruna getirttiği müneccime [astrolog, falcı], avucunda tuttuğu ve sayısını bildiği çakıl taşlarının kaç tene olduğunu sormuş. Müneccimin bilmesi üzerine onu tekrar denemek istemiş ve sayısını kendisinin de bilmediği kadar çakıl taşını avuçlayarak müneccimden avucundaki taşların sayısını tekrar söylemesini istemiş. Bu kez Müneccim tahmininde yanılmış ve Emire: "Ey Emir, zannederim sen de bunların kaç tane olduklarını bilmiyorsun" demiş. Haccac’ın "Evet bilmiyorum" cevabı üzerine, müneccim şunları söylemiş: "Birinci seferde avucunda kaç taş olduğunu saymıştın. Dolayısıyla bu bilgi gaybın sınırları dışına çıkmış oldu. İkinci seferde ise saymadın ve bu bilgi gayb bilgisi hâline geldi. Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez." [Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]
66) Aslında onların âhiret hakkında bilgileri artarda gelmektedir. Fakat onlar bundan bir kesin olmayan, eksik bilgi içindedirler. Daha doğrusu onlar bundan kördürler.
67,68) Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kimseler de, "Biz ve atalarımız toprak olduktan sonra mı gerçekten biz mi dirilip çıkartılacağız. Andolsun, bu azap ve dirilme tehdidi, bize ve daha önce atalarımıza tehdit olarak söz verilmişti. Bu, ancak geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" dediler.
66–68. Ayetler:

66. ayette, müşriklere ve inançsızlara ahiret hakkında sürekli bilgiler verilip inanmaları için deliller, örnekler getirildiği, fakat onların bu delilleri incelemedikleri, verilen haberlere şüpheyle yaklaştıkları, ahiretin geleceğine inanmadıkları bildirilmiş, bütün bunlardan dolayı da gerçeklerden gafil kaldıkları, körce hareket ettikleri ifade edilmiştir.

67, 68. ayetlerde ise söz konusu körlüklerinden dolayı inkârcıların ahireti nasıl inkâr ettikleri kendi sözleriyle aktarılmıştır.

İnkârcıların buradaki inkârları başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

* Onlar: "Biz, ölüp de bir toprak ve kemikler olunca mı, kesinlikle diriltileceğiz? Andolsun ki biz ve atalarımız bundan önce bununla korkutulmuştuk. Bu, evvelkilerin masallarından başka bir şey değildir!" dediler. [Müminun/82,83]
69) De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!"
Bu ayet de körce davranan kimselere bir uyarı ve yol gösterme mahiyetindedir. Onlara "Atalarınızın körü körüne inkârlarına bağlanıp kalacağınıza, ahireti inkâr edenlerin akıbetlerini, ölümden sonraki hayat gerçeğini ve dolayısıyla bilerek yapıp-ettiklerinin sonunda hesaba çekileceklerini inkâr edenlerin sonunu görün!" denilmiştir.
70) -Sen onlara karşı hüzne de kapılma ve onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da sıkıntı içinde olma!-
Bu ayette, Şuara/3’te "Onlar iman edenler olmuyorlar diye sen kendini helâk edeceksin!" denilmek suretiyle teselli edilen peygamberimize, aleyhinde kurulan tuzaklar sebebiyle sıkılmaması buyrulmaktadır. Bu ifadeden, 49. ayette Salih peygamber için kurulduğu bildirilen tuzağın benzerlerinin peygamberimiz için de kurulmakta olduğu anlaşılmaktadır.

Peygamberimize üzülmemesini telkin eden başka ayetler de vardır:

* Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere; mal ve servete heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını mü’minler için indir. Ve: "Şüphesiz ben, apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim" de. [Hicr/88,89]

Not: 71, 72. âyetler teknik ve semantik gerekçelerle 90. Ayetin sonunda gösterilmiştir.
73,74) Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, insanlara karşı büyük armağan sahibidir, velâkin onların çoğu sahip olduklarının karşılığını ödemiyorlar. Ve şüphesiz ki, senin Rabbin, onların göğüslerinin gizli tutmakta olduklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir.
75) Ve gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın.
73–75. Ayetler:

Bu ayet grubunda Rabbimiz, inansın inanmasın, tüm insanlara lütufkâr davrandığına dikkat çekmekte ve çoğu insanın bu lütfa gereği gibi karşılık vermediğini bildirmektedir. Rabbimiz, insanın bu konudaki duyarsızlığının Rabbini gereği gibi tanımamasından kaynaklandığını ima edercesine kendini alîm sıfatıyla tanıtmakta ve nankörleri [kafirleri] uyarmaktadır. Bu uyarıya göre, onların her yaptıkları bilinmekte ve kaydı tutulmaktadır. Zamanı gelince mahşerde bu kayıtlar ortaya konulacak ve hesabı sorulacaktır.

75. ayette konu edilen kitap, "levh-ı mahfuz" denilen Allah’ın bilgisidir:

* Gökte ve yeryüzünde olan şeyleri Allah'ın kesinlikle bildiğini bilmez misin? Şüphesiz bu, bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allah'a çok kolaydır. [Hacc/70]

* Sen sesini yükseltirsen, Rahmân şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. [Ta Ha/7]

* Haberiniz olsun! Şüphesiz onlar, Elçi'den/vahiyden gizlenmek için göğüslerini dürüp bükerler. Haberiniz olsun! Onlar örtülerine bürünürlerken, gizledikleri şeyleri, açığa vurdukları şeyleri Allah biliyor. Şüphesiz Allah, göğüslerdekileri en iyi bilendir. [Hud/5]
76) Hiç şüphesiz ki, bu Kur'ân İsrâîloğulları'na, hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu aktarıp anlatmaktadır.
77) Ve hiç şüphesiz gerçekten Kur'ân, kesinlikle mü'minler için bir kılavuz ve bir rahmettir.
76, 77. ayetlerde surenin başındaki ana konuya dönülerek Kur’an’ın iki özelliği tekrar hatırlatılmıştır:

Kur’an’ın 76. ayette belirtilen birinci özelliği, İsrailoğullarının hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin aktarılması ve anlatılmasıdır ki, bunları iki temel başlık altında değerlendirmek mümkündür. Ayrılığa düşülen konulardan biri "Kitap" hakkında, diğeri de Meryem suresinin 34. ayetinde "İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları Meryem oğlu İsa’dır" ifadesiyle doğrusu bildirilmiş olan, İsa peygamber ve annesi hakkındadır:

"KİTAP" HAKKINDAKİ AYRILIK

15,16Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vazgeçen Bizim Elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, o Kitabla kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. [Maide/15]

19Ey Kitap Ehli! Elçilerin arasının kesildiği bir sırada, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyiniz diye, size tebyîn yapan/açıkça ortaya koyan Elçimiz geldi. İşte kesinlikle müjdeleyici ve uyarıcı size geldi. Allah, her şeye en çok gücü yetendir. [Maide/19]

48Sana da Tevrât'ın bir bölümünden kendisinin içinde konu edilenleri doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hak ile Kitab'ı/Kur’ân'ı indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir yol haritası/toplu yaşam ilkeleri ve yol belirledik. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir önderli toplum yapardı, fakat size verdiklerinde sizi yıpratmak/denemek için böyle yapmadı. Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. [Maide/48]

Bu konu ile ilgili olarak Bakara/79, 85, 213, Âl-i Imran/79, Fatır/31 ayetlerine de bakılabilir.

İSA PEYGAMBER VE ANNESİ MERYEM HAKKINDAKİ AYRILIK

Onlardan bir grup, "İsa, sadece normal bir insandır" derler.

Bir başka grup da şöyle demiştir: "Baba, oğul ve Kutsal Ruh ayrı ayrı üç şekilden ibarettir. Bunlarla Yüce Allah kendisini insanlara tanıtmıştır."

Bunların inançlarına göre; Allah ekanim-i selaseden [üç temel unsurdan] oluşmaktadır. Bunlar; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tur. Oğul ise İsa'dır. Baba olan Yüce Tanrı, Kutsal Ruh kılığında yere inmiş, Meryem'de bir insan şeklinde bürünmüş ve Meryem'den Yesri [İsa] şeklinde doğmuştur.

Bir başka grup ise şöyle demektedir: "Oğul, Baba gibi ezeli değildir. Yalnız O, varlık âleminden önce yaratılmıştır. Bu nedenle O, Baba'dan daha geridedir. Ve O'na boyun eğer." Bir grup da Kutsal Ruh'un bir unsur olmasını reddetmiştir.

M. 325 yılında İznik’te toplanan Konsül ile 381’de İstanbul’da toplanan Konsül, Oğul ve Kutsal Ruh’un lâhûtî bütünlük içinde Baba’ya eşit olduğunu, Oğul’un ezelden beri Baba’dan kaynaklanarak oluştuğunu kararlaştırmıştır. Tulaytula’da 589’da yapılan Konsülde ise Kutsal Ruh’un Oğul’dan da kaynaklanarak oluştuğuna karar verilmiştir. Doğu ile Batı Kilisesi bu konularda ayrılığa düşmüş ve bu ayrılıklar hala devam etmektedir. .. [Seyyid Kutub; Fi Zılali’l Kur’an]

Kur'an-ı Kerim, bu grupların hepsini, sorunlarını çözecek apaçık bir söze çağırmıştır.

59Îsâ, sadece Bizim kendisine nimet verdiğimiz ve kendisini İsrâîloğulları'na örnek yaptığımız bir kuldur. [Zühruf/59]

Hıristiyanlar, İsa'nın (as) asılması konusunda da buna benzer bir ayrılığa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları şöyle demiştir. "İsa Allah'ın sözüdür. Onu Meryem'e vermiştir." Diğer bir grup ise şöyle demiştir: "Havarisi olan Simon ona benzetilmiş ve O'nun yerine cezalandırılmıştır."

Kur'an-ı Kerim ise bu konuda kesin haberi bildirmiştir:

154-158Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/en değerlilerini/Mûsâ'yı Tûr'a yükselttik. Ve onlara: "O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin" dedik. Yine onlara: "Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın" dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir" demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O'nu öldürmediler ve O'nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O'nu, Kendine yükseltti/derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır. [Nisa/154-158]

55-57Hani Allah: "Ey Îsâ! Şüphesiz ki Ben seni geçmişte yaptıklarını ve yapman gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırıcıyım/öldürücüyüm, seni Kendime yükselticiyim ve seni kâfirlerden; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden kimselerden temizleyiciyim. Ve de sana uyan kimseleri, kıyâmete kadar kâfirlerin; Benim ilâhlığımı, rabliğimi bilerek reddeden o kişilerin üstünde tutucuyum. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana'dır. Sonra da ayrılığa düştüğünüz şeylerde aranızda hükmedeceğim. Kâfirlere; Benim ilâhlığımı ve rabliğimi bilerek reddeden şu kimselere gelince de, onlara dünyada ve âhirette şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onlar için yardımcılardan bir şey de olmayacaktır. İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere gelince de, Allah, onların ödüllerini tastamam ödeyecektir. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez" demişti. [Âl-i Imran/55-57]

Kur’an, Meryem oğlu İsa’ya ilişkin efsanevî kabulleri düzelttiği gibi, Yahudi kültürünün ve mitolojisinin Allah tarafından gönderilmiş olan Tevrat’a ilâve ettiği pislikleri de temizlemiştir.

45Ve Biz, Tevrât'ta onlara, zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için kefaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir. [Maide/45]

Yukarıdakilere benzer şekilde, Yüce Allah insanların vahiy, nübüvvet ve din alanlarında uydurduğu pek çok konuyu Kur’an’da düzeltmiş, buna bağlı olarak bir kısım peygamberlerini de üzerlerine çalınmaya çalışılan karalardan arındırmıştır. Pek tabiîdir ki, burada konu edilen ayrılıklar ve sapmalar, Kur’an’ın indiği dönemdeki ayrılıklar ve sapmalardır. Bugünkü ehlikitabın o dönemden farklı olarak birçok yeni mezhep ve meşrebe daha bölündüğü bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bugün Kur’an’a hizmet etmek isteyenlerin, onlara Kur’an’ı [İslâm’ı] tanıtmak için, bu mezhepler ve meşrepler bazında çalışma yapmaları gerekmektedir.

Kur’an’ın indiği dönemden itibaren insanlar, önceki toplumlara verilmiş kitaplara hâkim olan ve bu kitaplar üzerinde ayrılığa düşülmüş konularda, bu ayrılıkları sona erdirici hükümler getiren Kur’an’a karşı hep mücadele içinde olmuşlar ve onu tartışmışlardır. Hâlbuki Kur’an, tartışılan bütün bu konularda kesin hükmü belirleyen kitabın kendisidir.

Kur’an’ın konumuz olan 77. ayette belirtilen ikinci özelliği ise müminler için bir kılavuz ve rahmet oluşudur. Gerçekten de Arabistan çölünün bir köşesinde yaşayan başıbozuk, yağmacı insanlar, Kur’an’a inanıp ona sarılmaları sayesinde, toplum hayatında kısa sayılabilecek bir süre içinde, bütün dünyaya yol gösterici rehberler, insanlık medeniyetinin mimarları, dünyanın büyük bir kısmının hâkimleri ve özetle tüm dünyanın gıpta ettiği insanlar olup çıkmışlardır.
78) Şüphesiz ki senin Rabbin, onların arasında Kendi hükmünü gerçekleştirir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, çok iyi bilendir.
79) Öyleyse sen, Allah'a işin sonucunu havale et, şüphesiz ki sen apaçık olan hak üzerindesin.
80) Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.
81) Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip doğru yolu gösterici de değilsin; sen ancak, âyetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin.
78–81. Ayetler:

Bu ayet grubunda peygamberimize dönülerek ona görevleri hatırlatılmakta ve haklarında Allah’ın hükmü gerçekleşecek olan inkârcılardan kendisinin sorumlu olmadığı bildirilmektedir.

Hatırlanacağı üzere, Neml suresi "Ta, Sin. Bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren ve ahirete de kesin olarak inanan kişilerin ta kendileri olan müminler için hidayet rehberi ve müjdeci olmak üzere Kur’an’ın ve apaçık /açıklayıcı bir kitabın ayetleridir" ifadeleriyle başlamıştı. Şimdi aynı konuya dönülerek "Öyleyse sen, Allah’a tevekkül et; Şüphesiz ki sen apaçık olan hak üzerindesin. Şüphesiz ki sen, ölülere dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçtıkları zaman sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici de değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere -ki onlar teslim olanlardır- dinletebilirsin" denilmek suretiyle konu pekiştirilmektedir.

Yani peygamberimize zımnen şöyle denilmektedir: "Onları zorla doğru yola getirmek ve bu yolda yürümelerini sağlamak senin işin değildir. Sen onlara sadece tebliğ edebilir ve bu yolun doğru, kendilerinin takip etmekte oldukları yolun ise yanlış olduğunu örneklerle anlatabilirsin. Ama gözlerini kapamış ve kesinlikle hiçbir şey görme arzusunda olmayan birine sen nasıl doğru yolu gösterebilirsin?"

80. ayette geçen "ölüler" ifadesiyle gerçek ölüler değil, vicdanları dumura uğramış ve inatçılıkları, dik kafalılıkları, geleneklerine körü körüne bağlılıkları kendilerini Hakk ile bâtılı birbirinden ayırma duygusundan mahrum bırakmış kimseler kast dilmiştir. "Sağırlar" ifadesiyle kast edilenler de söylenenlere kulaklarını tıkayanlar değil, aynı zamanda, davetini duyarız korkusuyla arkalarını dönüp bulundukları yerden uzaklaşanlardır. Sözü edilen "körler" ve "sağırlar" sadece peygamberimiz döneminde değil, ayetlerde belirtilen genel karakterleriyle her devirde mevcut olan vahye karşı duyarsız kimselerdir.
82) Ve Söz[#174] üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık[#175] çıkardık.
Bu ayette geçen " دابة من لأرضdâbbetün min el arz" ifadesi çarpıtılmış ve ortaya birçok hurafe inanç çıkarılmış olduğu için, konunun daha iyi anlaşılmasına yardım edeceği düşüncesiyle, bu konudaki özel çalışmamızı aynen naklediyoruz:

DÂBBETÜN MİNE’L-ARZ



Kur’an’da yer alan bu ifade, izlenme oranlarını arttırma peşinde olan görsel medya tarafından ele alınarak zaman zaman gündeme getirilmektedir. Bu konu hakkında bilir bilmez birçok kişi ahkâm yürütmüş, ancak görülmüştür ki, taşıdıkları unvan itibariyle bilgi sahibi olması gereken bu kişiler ilgili ayet üzerinde herhangi bir çalışma ve araştırma yapmadan konuya yaklaşmışlar, sadece gelenekçiliğin ve kulaktan dolma, mesnetsiz bilgilerin üzerlerinde bıraktığı sağlamasız bilgi ve anlayışlarını ortaya koymuşlardır. Başka bir ifade ile; bu işe karışan kişilerin, bu konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi oldukları ve ayetlerdeki gerçekleri fark edemedikleri kendi sözleriyle açığa çıkmıştır. Bu durumda, konunun doğru bir şekilde ortaya konması ve hurafelerden temizlenmesi hususunda, bilgi sahibi her Müslüman gibi bu fakire de işe karışmak görevi düşmüştür.

Konunun açıklığa kavuşturulması için harcayacağımız çabada Yüce Allah’tan, yardım ve tevfikini esirgememek suretiyle bizi desteklemesini diliyor ve Rabbimizin bize nasip ettiği bilgileri herkesle paylaşıyoruz.



"
دابّةDABBEH" NEDİR?



1- Sözcük Anlamı:



" دابّةDabbeh" sözcüğü, " دبّdebb" mastarından türemiş ism-i fail kalıbında bir sözcüktür. Kök sözcük olan "debb"; "hafif yürüme, debelenme" anlamındadır. [Lisanü’l-Arab, c.3, s. 281-284,"dbb" mad., el İsfehani; el Müfredat, "dbb" mad.]

Bu sözcük genellikle vücuttaki bir çürüğün büyümesi, alkol veya uyuşturucunun bedene yayılması, manyetik yayılma, ışınım [radyasyon; bir kaynaktan çevreye parçacık akışı ya da dalga biçiminde enerji salınımı] gibi gözle takibi zor veya imkânsız olan hareketler ile haşerelerin, böceklerin hareketleri için kullanılır.

"Debb" kökünden türemiş olan "dabbeh" sözcüğü de "hafif hafif yürüyen, kıpırdayan [debelenen], gözle takip edilemeyecek kadar yavaş hareket eden veya hareketi gözle izlenemeyen şey" anlamına gelmektedir.



2- Kur’an’da "Dabbeh":



Bu sözcük Kur’an’da (En’âm/38, Hud/6, 56, Nahl/49, 61, Nur/45, Ankebut/60, Lokman/10, Fatır/45, Şûra/29, Casiye/4 ve Enfal/22: ) tekil ve çoğul olarak birçok kez yer almıştır:



Görüldüğü gibi, bu ayetlerin hepsinde de "dabbeh" sözcüğü irili ufaklı tüm canlı yaratıklar için kullanılmıştır.



14Ne zaman ki Biz o'nun ölümünü gerçekleştirdik; o'nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: "O yabancılar Süleymân'ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı." [Sebe’/14]



Bu ayette ise "dabbeh" sözcüğü, diğerlerinden farklı olarak " دابّة لآرض dabbetü’l-arz" tamlaması hâlinde geçmektedir. Bu, farklı bir kullanım olup "yer canlısı" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu ayetin de "dabbeh" sözcüğünün farklı bir tamlama içinde kullanıldığı Neml/82. ayeti gibi, bağımsız olarak ele alınması ve incelenip açıklanması gerekir.



3- Hadislerde "Dabbeh":



Başta Buharî olmak üzere, "sahih [sağlam]" kabul edilen hadis kitabı musanniflerinin birçoğu "dabbeh" rivayetlerine itibar etmemiştir. Bunlar içinden Tirmizi ise, kitabının "Tefsir" bölümünde "dabbeh" hakkında Ebu Hüreyre’den şu rivayeti nakletmiştir:



Ebu Hüreyre’den nakledildi ki: O şöyle dedi: "Dabbeh, beraberinde Musa’nın asası ve Süleyman’ın mührü olduğu halde çıkar. Asa ile mü’minlerin yüzünü cilalar, mührü ile de kâfirlerin burnuna basar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine "Ey mü’min!" der, diğeri de "Ey kâfir!" der."

İmam Tirmizi bu rivayeti Neml suresinin 82. ayetinin tefsiri ile ilgili olarak açıklamaya çalışsa da, ayet incelendiğinde bu rivayetin ayetle uzaktan yakından bir münasebetinin olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan bu rivayet, İmam Ahmed, Tayalisî, Nâım İbn Hammad, Abd İbn Hâmid, Hasen, İbn Mâce, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatım, İbn Mevdüye ve Beyhakî tarafından hep kıyamet alâmetleri bahsinde konu edilmiştir.

İbni Cerir’in Huzeyfe İbn Esid’den yaptığı rivayette ise söz konusu "dabbeh"in üç kere çıkacağı, çıkacağı yerler, ne zamanlar çıkacağı gibi kesin delilsiz, mesnetsiz açıklamalar da bulunmaktadır.

Bu konudaki bir diğer rivayet de şudur:

"İbn-ü Amr İbn-ül-As anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: "Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinden ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbehin çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir." [Müslim, Fitneler, 118; Ebu Davud, Melahim, 12]

Görüldüğü gibi, bu rivayet de kıyamet alâmetlerini konu almaktadır ve Neml/82. ayeti ile hiçbir alâkası yoktur.

Birçok hadisçinin itibar etmediği bu rivayetler, cahil zümrelerce allanıp pullanıp çeşitli şekillere sokulmuştur. Allama pullama işlemlerinin ilki, rivayetlerin asıllarında olmamasına rağmen "dabbeh" sözcüğünün hep "
el-arz" eklenerek "dabbet-ül-arz" şeklinde tercüme edilmiş olmasıdır. Daha sonraki allayıp pullamaların tümü de bu uydurulmuş "dabbet-ül-arz" ifadesi üzerinden yapılmıştır. Dolayısıyla bu açıklamaların tamamı mesnetsizdir ve yapanların kişisel anlayışını yansıtmaktadır; dinî değeri yoktur, olamaz.



"DABBEH" KIYAMET ALÂMETLERİNDEN MİDİR?



Bu sözcük tamamen kıyamet alâmetlerinden biri olarak bahse konu edilmiş ve hakkında uydurulan asılsız açıklamalar hep bu yönde olmuştur. Bu sebeple sözcük bu anlam ekseninde kabul edilmiştir.

Aslında Neml/82 ayetinin yanlış anlaşılmasında "dabbeh" sözcüğünün yanlış anlamda kabulü kadar, yabancı kültürlerin de payı vardır. Meselâ Yuhanna İncili’nin Vahiy bölümünün 18. kısmı ve devamı böyle bir yaratıktan [yerden çıkan canavardan] bahsetmektedir. Diğer taraftan Yahudilikte de buna benzer bir inanç mevcuttur. Nitekim yukarıda örneklerini verdiğimiz türdeki rivayetleri Müslümanlar arasına sokanlar, Ebu Hüreyre ve Vehb b. Münebbih gibi İsrailiyat etkisinde kalan kimselerdir.

Sebebi ne olursa olsun, sonuç olarak "dabbeh" sözcüğü gerçek anlamı dışında zorlama ve uydurma anlamlar kazanmış, hatta kişileştirilmiştir.



Ancak asıl konumuz Neml/82 ayetidir.



82Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık. [Neml/82]



Dikkat edilirse, bu ayet bağımsız bir cümle olmayıp bir paragrafın cümlelerinden birisidir. Yani ayetteki konunun bu ayetten evvel ve sonra başka cümleleri de vardır. Bu ayet, konuyla ilgili diğer ayetler dikkate alınmadan tek başına değerlendirmeye alınırsa, ne zamirler mercilerine gönderilebilir, ne de ayetin ilk sözcüğü olan " وvav-ı atıfe [ve bağlacı]" ilgili yere bağlanabilir. Bize göre, şimdiye kadar yapılmış olan hatalar hep bu yüzden meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ayetin ve içinde geçen " دابّة من لأرضdabbetün-mine’l-arz" ifadesinin iyi anlaşılabilmesi için, ayetin içinde bulunduğu paragrafın tümünün [Neml/67–85. ayetler] ele alınması gerekir.



Bu paragrafta Yüce Allah bizleri uyarmak için mahşer ile ilgili ayrıntılar bildirmekte ve konumuz olan ayet de bu uyarı pasajının bir cümlesini teşkil etmektedir. Ancak ayetin ve konunun anlaşılabilmesi için önceden öğrenilmesi lâzım gelen bir ifade vardır ki, o da "Söz" ifadesidir. Bu ifade Kur’an’ın başka ayetlerinde de geçmektedir:



7Andolsun, onların çoğu üzerine Söz hak olmuştur. Artık onlar inanmazlar. [Ya Sin/7]

69,70Ve Biz o'na şiir öğretmedik. Bu o'nun için yaraşmaz da. O, sadece diri olanları uyarmak ve kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin üzerine Söz'ün hak olması için bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân'dır. [Ya Sin/70]

Neml suresinin 82. ve 85. ayetlerinde "gerçekleşmiş olan Söz" olarak vurgulanan "Söz"ün ne olduğunu ise yine Kur’an açıklamıştır:



13Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: "Bütün bilinen, bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım" sözü hak olmuştur. [Secde/13]

118,119Eğer Rabbin dileseydi, insanları elbette tek bir önderli topluluk yapardı. Oysa Rabbinin rahmet ettiği kişiler hariç onlar anlaşmazlığı sürdürmektedirler. Onları işte bunun için oluşturdu. Ve Rabbinin, "Andolsun, cehennemi bildiğiniz-bilmediğiniz, tanıdığınız-tanımadığınız insanlardan; onların tümünden dolduracağım" Söz'ü tamamlanmıştır. [Hud/118–119]



Ayetlerden açıkça görülüyor ki, Yüce Allah bir karar vermiş, bir takdirde bulunmuştur. Buna göre
Rabbimizkâfirleri cezalandıracak, cehennemi ins ve cinnden [herkesten] dolduracaktır. Bunun için de insanları mahşerde toplayıp onlardan hesap soracaktır.İşte ayette konu edilen "Söz" budur, yoksa birçok mealdeki gibi kıyamet değildir.



"NEML/82" AYETİNİN TAHLİLİ



Ayet " وve" bağlacıyla başlamaktadır. Bu, yukarıda vurguladığımız gibi, ayetin bir başlangıç kelâmı olmayıp işlenmekte olan bir konunun devamı olduğunu gösterir. Mevcut tefsir ve meallerde bu hususun maalesef dikkate alınmadığı görülmektedir.

Ayetteki "vaka’a" sözcüğü "geçmiş zaman [mazi]" kipinde bir fiildir. Demek ki, kıyamet kopmuş, yeryüzü yok olmuştur. Zaman "haşr" zamanı, gün hesap verme günüdür. Suçlular, cehennemi doldurmak üzere hesaba çekilmektedir. Ayetteki ifadelerin kıyametle veya kıyametin yaklaştığı bir zaman dilimiyle hiç mi hiç alâkası yoktur. Mevcut meal ve tefsirlerin "vaka’a" fiiliyle kurulan bu cümleyi "gelecek zaman [istikbal]" anlamıyla çevirmiş olanları kesinlikle yanlıştır. Zaten "dabbeh"i kıyamet alâmetlerinden sayan kabul de bu yanlıştan kaynaklanmaktadır.

Kur’an’da "dabbeh"in kıyamet alâmeti olduğuna dair hiçbir veri olmadığı gibi, "dabbeh"i kıyamet alâmeti olarak gösteren ilmî nitelikten yoksun eserler de bu asılsız iddialarına "sahih sünnet" denilen rivayetlerden tek bir destek bile bulamamışlardır. Bu nedenle bu tür iddiaların hepsi de mesnetsizdir. Kıyametin kopması sürecindeki olaylar, yani kıyamet alâmetleri, Kur’an’ın Kamer, Kıyamet, Tekvir, İnfitar, İnşikak, Ğaşiye ve Kaariah surelerinde bizzat Allah tarafından açıklanmıştır.

Neml suresinin 67–85. ayetlerinden oluşan paragrafta ise "mahşerdeki hesap sorma ve hesap verme"den bahsedilmektedir. Bu ayetlerde uygulanan anlatım tekniği şudur: Mahşer anındaki olaylardan bir safha, insanlarca iyi anlaşılsın diye sanki bir tiyatro sahnesi gibi gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi, bir konuyu temsilî bir anlatımla iyice anlaşılır hale getirmek Kur’an’da sık başvurulan bir metottur. Yüce Allah, bizleri inzar etmek [uyarmak] için mahşer sahnelerini oyuncularıyla, dekorlarıyla, aksesuarlarıyla ve replikleriyle Kur’an’ın birçok yerinde tekrarlamıştır. İşte iki örnek:

19Ve Allah'ın düşmanlarının bir araya getirilip toplandıkları gün, artık onlar, ateşe dağıtılırlar.

20Sonunda oraya geldiklerinde, onların işitme, görme duyuları ve derileri yaptıkları şeyler ile ilgili kendi aleyhlerinde şâhitlik ederler.

21-23Ve onlar kendi derilerine, "Niye aleyhimize şâhitlik ettiniz?" dediler. Onlar dediler ki. "Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O oluşturdu ve O'na döndürülmektesiniz. Siz, işitme, görme duyularınız ve derileriniz aleyhinize şâhitlik eder diye gizlenmiyordunuz. Velâkin yapmakta olduklarınızdan birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğine inandınız. İşte sizin bu inancınız; Rabbiniz hakkında beslediğiniz inancınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerden oldunuz."

24Şimdi eğer onlar direterek ortak koşma inancını, yalanlamayı sürdürürlerse, artık onlar için konaklama yeri ateştir. Ve eğer özür bildirmeye çalışsalar, onlar, özrü kabul edilecek kimseler değildirler.

25Ve Biz onlara birtakım yaşdaşlarını/İblislerini kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Gelmiş geçmiş herkesten, kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan "Söz" onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler idiler. [Fussılet/19–25]

60-62Ben; "Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı" diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir.

64Bilerek reddettiğiniz/inanmadığınız şeyler nedeniyle hadi bugün yaslanın ona! 65Bugün Biz, onların ağızlarının üzerine mühür vururuz; Bize elleri konuşur, ayakları da kazandıkları şeylere şâhitlik eder. [Ya Sin/60–65]



" من ا لارض MİNE’L-ARZ [YERYÜZÜNDEN]" İFADESİ



Ayetteki bu ifadede geçen " منmin" edatı [harf-i cerri] için gelenekçiler "çıkardık" fiilini müteallek olarak kabul etmişler ve ifadeyi "Yeryüzünden bir dabbeh çıkardık" şeklinde anlamışlardır. Bize göre, ayeti anlamaya engel olan yanlışlardan biri de budur. Çünkü mahşer gününde bildiğimiz bu yeryüzü olmayacaktır ki ondan "dabbeh" denilen şey çıkarılsın. Arapça dilbilgisi kuralları gereği, her "harf-i cerr"e mutlaka bir müteallek gerektiğine göre, bizim düşüncemiz, ifadedeki "min" "harf-i cerr"ine müteallek olarak " كائنةkâineten" veya " معمولة ma’muleten" mana fiillerinden birininin takdir edilmesi gerektiği yönündedir. Bu durumda ifadenin anlamı "yeryüzünden yapılmış bir dabbeh" şeklinde olur. Yani "dabbeh" denen varlık Arz [Yeryüzü] maddelerinden yapılmıştır; canlı değildir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi "melek" cinsinden de değildir.



"İnsanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarını" konuşur



Dikkat edilecek olursa, "dabbeh" insanlar ile değil, insanlara konuşacaktır. Bunun anlamı, söz konusu konuşmanın insanlarla yapılacak karşılıklı bir konuşma olarak değil, "dabbeh" tarafından tek taraflı olarak yapılacak bir konuşma şeklinde gerçekleşeceğidir. Konuşmanın içeriği sadece insanlara Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıklarının duyurulmasından ibarettir.

"Dabbeh" olarak isimlendirilen bu konuşmacının ne olduğuna gelince: Gerek sözcüğün hareketliliği içeren kök anlamı, gerekse söz konusu varlığın yeryüzü kökenli oluşu gibi nedenler zihne bazı ihtimalleri çağrıştırmaktadır. Cansız maddelerden yapılmış, hareket eden, konuşan bir şey? Sanki bir teyp, televizyon, video, bilgisayar, robot ya da günümüzden kıyamete kadar olan zamanda geliştirilecek başka bir cihaz?

Tefsirciler arasında "dabbeh" üzerinde en fazla duran ve meseleyi önemseyen kişi İbn-i Kesir’dir. Ne var ki, o da "dabbeh" sözcüğünü kıyamet alâmetleri sadedinde açıklamış ve bu konudaki mesnetsiz söylentilere geniş yer vermiştir. Neticede o da söylenti niteliğindeki bu rivayetleri aşamamış, konunun sonunu da "Bütün bunlar tartışma götürür" diye bitirmiştir.

İbn-i-Abbas ise ayette geçen " تكلّمهمtükellimühüm [onlara konuşur; anlatır]" ifadesini iyi anlayamadığından olsa gerek, işin içinden çıkamamış ve ifadeyi " تَكَلّمهم tekellimühüm [onları yaralar]" şeklinde okumuştur. İbn-i-Abbas’ın söz konusu ifadeyi bu şekilde okuması, muhtemeldir ki, yaşadığı çağda cansız maddelerden yapılmış bir aletin, bir makinenin konuşmasının, hareket etmesinin hayal bile edilememesinden kaynaklanmaktadır.

Bugünkü bilgimizle yukarıda saydığımız duyuru cihazları da mutlaka ilerideki çağlarda "ilkel" olarak nitelenecek, "
dabbeh" sözcüğü o çağda yine cansız maddelerden yapılmış ve insanlara duyuru yapan, o günün modern araçları olarak ifade edilecektir.



Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:

"Dabbeh", mahşerde ortaya çıkarılacak yeryüzü maddelerinden mamul bir çeşit yayın aracı olup kendisine yüklenmiş olan "insanların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıkları" duyurusunu anons edecektir. Bu anons, Rasüllüllah’ın ümmetinden şikâyetinin bir başka ifadesidir:

30Elçi de: "Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân'ı mehcur/terk edilmiş bir şey edindiler" dedi. (Furkân/30)
83) Ve her önderli topluluktan âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi yalan sayanlardan bir grup topladığımız gün, artık onlar tutuklanıp dağıtılırlar.
84) Ve geldikleri zaman, Allah der ki: "Siz Benim âyetlerimi/alâmetlerimi/göstergelerimi, bilgi bakımından onları kavramadığınız hâlde yalanladınız mı? Ya da ne yapıyordunuz?
83, 84. Ayetler:

Bu ayetlerde mahşere ait sahneler yer almakta ve duyarsızları uyarmak için kendilerine sayısızca bilgi ve kanıt gösterilmiş olan inkârcıların akılsızlık ederek, temelsizce, herhangi bir bilgi ve kanıta dayanmadan, ayetleri yalanlamalarının yüzlerine vurulacağı bildirilmektedir. Aynı zamanda ahireti de inkâr etmiş olan inkârcılar bu akılsızlıklarını ahiret gerçekleştiğinde artık kendileri de anlamış olacaklardır. 82. ayette bildirildiği gibi, bu inkârcıların Allah’ın ayetlerine gerektiği gibi inanmadıkları "Dabbeh" aracılığıyla mahşer halkına ilân edilecek olması, onların bir de rezillik azabı tadacaklarını göstermektedir.

* Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. [Saffat/22,23]
85) Ve şirk koşarak, inanmayarak yanlış yapmalarına karşılık, Söz[#176] kendi aleyhlerine gerçekleşmiş bulunmaktadır, artık onlar konuşmazlar.
Artık olan olmuş, Söz onların aleyhine gerçekleşmiştir. "Dabbetün mine’l-arz" ifadesiyle ilgili açıklamamızda ve Kaf suresinin 29. ayetinin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, ayette geçen "Söz", Rabbimizin insanlarla ilgili olan bir ilke kararıdır ve O’nun kesinlikle cehennemi dolduracağı anlamına gelmektedir.

* Bu, onların konuşmayacakları gündür. Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. O gün, yalanlayanların vay hâline! [Mürselat/35–37]
86) Onlar görmediler mi ki, dinlensinler diye geceyi yarattık, gündüzü de düşünce geliştirici olarak aydınlık yarattık. Şüphesiz ki bunda iman eden bir toplum için kesinlikle alâmetler/göstergeler vardır.
Bu ayette Yüce Rabbimiz, insanların sadece her gün yaşamakta oldukları gece ve gündüzü incelemeleri hâlinde bile bu düzende birçok ayet bulacaklarını bildirerek uyarıda bulunmaktadır.

Gerçekten de gece ve gündüzün bu düzeni yeryüzündeki o kadar çok şeyle ilişkilidir ki, bu düzen ile yeryüzündeki yaşamlar arasında var olan uyumu "tesadüf" olarak açıklamak mümkün değildir. Çünkü bu uyumu sağlayacak düzen mutlaka bir tasarımı gerektirmektedir. Bu tasarım ise öyle muhteşem bir tasarımdır ki, hesaplamalardaki herhangi bir değişme, meselâ gece ve gündüzün sürelerinin şimdikinden birkaç kat daha uzun olması veya yeryüzünün bir kısmında devamlı gündüz diğer kısmında gece olması, şu anda yeryüzündeki yaşamın tümüyle değişmesi anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile, Güneş ışınlarının çok uzun süreli veya sürekli olması sebebiyle her şeyin kavrulduğu bir gündüz veya Güneş ışınlarının hiç olmaması sebebiyle her şeyin donduğu bir gece, şu andaki yaşamın tamamen bitmesi demektir.

İnkârcılar ise bir körün bile görmezden gelemeyeceği bu ayetleri görmezler ve bütün ihtiyaçlarını Güneş ile yeryüzü arasında ancak hâkim bir varlık tarafından plânlanabilecek bu sistem sayesinde karşıladıklarını hiç düşünmezler.

Gece ile gündüzün mucizevî niteliğine Kur’an’da birçok kez değinilmiş ve konu hakkında başka detaylar da verilmiştir:

45,46Rabbinin o gölgeyi nasıl uzatmış olduğuna bakmadın mı? Dileseydi onu elbet hareketsiz de yapardı. Sonra Biz güneşi, ona delil yaptık. Sonra da onu kolay bir çekişle Kendimize doğru çektik.

47Ve O, sizin için geceyi elbise, uykuyu da rahatlık yapandır. Ve O, gündüzü yayılış yapandır. [Furkan/45–47]

87) Ve Sûr'a üflendiği[#177] gün, artık Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere göklerde ve yerde kimler varsa hepsi dehşete kapılırlar. Ve hepsi değerlerini yitirmiş olarak O'na gelirler.
88) Ve sen dağları görürsün; sen onları donuk, durgun sanırsın. Oysa onlar her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın yapımı olarak bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Şüphesiz ki O, yaptıklarınıza tamamıyla haberdardır.
87, 88. Bu iki ayette inkârcılar, yalanlayıcılar ahirete ait ürkütücü sahnelerle uyarılmaktadır. Daha sonra da Saat’e [kıyametin kopuş anına] ait sahneler getirilmekte ve evrenin mevcut düzeninin mutlaka bozulacağı, herkesin hor ve hakir olarak Allah’ın huzuruna varacağı; akıl verilmiş, birçok nimetlerle donatılmış, peygamberler gönderilmiş ve kitap verilmiş olanların davranışlarının görmezlikten gelinemeyeceği bildirilmektedir.

Sur’un üflenmesi olayı ile ilgili olarak Kaf suresinin 20. ayetinin tahlilindeki açıklamalarımıza ve ayrıca şu ayetlere bakılabilir: Ta Ha/102, Kehf/99, Nebe’/18, Hakkah/13, Zümer/68, Ya Sin/51.

Konumuz olan ayetteki üfleme, insanların dehşete kapılacakları birinci üflemedir. Bundan sonraki üflemede her şey yıkılacak ve bütün canlılar ölecektir. Son üfleme ise âlemlerin Rabbine kalkış üfürmesi olup bu üfleme ile diriliş gerçekleşecek ve bütün yaratıklar kabirlerinden çıkacaklardır.

50-52De ki: "İster taş olun, ister demir. Veyahut gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun." Sonra onlar; "Bizi kim geri döndürecek?" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yoktan yaratmış olan." Bunun üzerine sana başlarını sallayacaklar ve "Ne zamandır bu?" diyecekler. De ki: "Çok yakın olması umulur! Sizi çağıracağı/diriltileceğiniz gün, O'nu överek O'nun çağrısına uyacaksınız ve sadece pek az kaldığınızı zannedeceksiniz." [İsra/50–52]

25Göğün ve yeryüzünün Kendi emriyle durması yine O'nun alâmetlerinden/göstergelerindendir. Sonra sizi yeryüzünden bir tek çağırışla çağırdığı zaman bir de bakarsınız ki siz çıkarılıyorsunuz. [Rum/25]

42Sen onları hemen bırak da, vaat edilen günlerine kavuşuncaya dek boşa uğraşsınlar ve oynayadursunlar.

43O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi.

44Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri aşağılığa bürünmüş bir hâlde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür! [Mearic/42–44]

Kıyamet anında dağların durumları ile ilgili olarak da birçok yerde bilgi verilmiştir:

9,10O gün gök, sarsıldıkça sarsılır, dağlar da yürüdükçe yürür. [Tur/9, 10]

105-107Sana dağlardan soruyorlar, de ki: "Rabbim onları savurdukça savuracaktır. Böylece onları dümdüz boş bir hâlde bırakacak. Orada bir çukur ve bir tümsek görmeyeceksin." [Ta Ha/105–107]

47Ve Bizim dağları yürüttüğümüz gün; ve sen yeryüzünü çırılçıplak/dümdüz göreceksin. Ve Biz onları bir araya topladık. Böylece onlardan hiçbir kimseyi bırakmadık. [Kehf/47]

DAĞLARIN YÜRÜMESİ

Günümüzde dağların, volkanik aktivitelerin, depremlerin oluşması "levha tektoniği" kuramı ile açıklanmaktadır .Levha Tektoniği’ne göre yerkürenin en dıştaki katmanı kalınlığı değişen bir dizi sert ve katı levhaya bölünmüştür. Bu levhalar sadece yer kabuğunu değil, üst manto tabakasının bir bölümünü içerir. Okyanus tabanlarında levhaların kalınlığı 6 km, tabanın en yaşlı kesimlerinde 130 km arasında değişir. Kıta levhaları ise genelde çok daha kalındır ve derinlikleri 30 km ile 280 km arasında değişir. Bu levhalar topluluğu, yani yerin en dış katmanı, "litosfer"olarak bilinir. Litosfer, alt manto tabakasının yumuşak bir katmanı(astenosfer) üzerinde yavaş bir hareketle yüzmektedirler. Bu hareketler kimi zaman yılda 1 santimetre kadar küçük olabildiği gibi, kimi zaman yılda 10 santimetre kadar hızlı olabilir(1). Plakaların hareketleri sonucu, komşu plakalar birbirinden uzaklaşabilir birbirine yaklaşabilir, birbirleriyle çarpışabilir ve birbirlerine sürtünerek paralel ama zıt yönlerde ilerleyebilirler. Çarpışmalar dağları, volkanik aktiviteyi ve depremleri oluşturmaktadır(2).

Kıtaların hareket ettiğine ilişkin ilk düşünceler, 16. yüzyılın sonlarında ortaya atılmıştır(3). Tam anlamıyla ayrıntılı, kapsayıcı olarak "kıta kayma kuramı" ise ilk kez Alfred Wegener tarafından ileri sürülmüştür(4). A.Wegener 1 Kasım 1880’de Berlin’de doğdu. Eğitiminde önce gök bilimine, daha sonra meteoroloji ve iklim bilimine yoğunlaştı. 1906'dan 1908'e kadar kutupların hava durumunu incelemek için Grönland'a ilk keşif gezisine çıktı. Gezi hazırlıkları sırasında Grönland haritalarındaki boylam değişiklikleri dikkatini çekmişti. Büyük bir merakla bunun sebebini araştırmaya başladı, uzun çalışmalar sonunda "kıta kayma" kuramını ortaya attı. Wegener kuramını 1912 yılında Marburg Üniversitesi’nde yapılan bir toplantıda açıkladı. Kuramının özü şuydu: Çok eskiden, yeryüzünde şimdi var olan kıtalar,"Pangea" adını verdiği tek ve büyük bir kara parçası halinde bütündü. Bugün gördüğümüz parçalar yaklaşık 200 milyon yıl önce bu bütünden ayrıldılar ve yerin yüzeyinde daha yoğun bir alt tabakanın üzerinde dev buz dağları gibi yüzmekteler(4).

O zamanlar bilim çevreleri yerkürenin soğumakta ve büzüşmekte olduğuna inanıyor, büzüşen bir Dünya’nın tıpkı çürüyen ve buruşan bir domates gibi, kabuğu üzerinde tepeler ve vadiler oluşturduğunu düşünüyorlardı. Buna karşılık Wegener, radyumun keşfine dikkat çekerek Dünya’nın soğumakta olduğu fikrinin artık anlamsız olduğunu, kıta kütlelerinin hareket ederek geçmiş bir zamanda çarpışmalarının dağların oluşumunu daha iyi açıkladığını savunuyordu. Ancak çok sert ve ağır eleştiriler aldı, bilim çevrelerinden dışlandı. 1928 yılında Chicago Üniversitesi’den R.T.Chamberlin, kıta kayma kuramına: "Eğer Wegener’in hipotezini doğru varsayarsak son 70 yılda öğrenilmiş her şeyi unutmamız ve baştan başlamamız gerekir." sözleriyle karşı çıkarak akademik çevrelerin bakışını dile getiriyordu(5).

Ancak İkinci Dünya Savaş’ından sonra haritacılıkta kullanılan malzeme ve tekniklerin gelişmesi, okyanuslarla ilgili artan gözlemler çok sayıda buluşu beraberinde getirmeye başladı. Ayrıca 1960’lı yılların sonunda, gemilerin çektiği manyetometreler; Dünya üzerindeki manyetik alanın, yerkürenin uzun tarihi boyunca birçok kez yön değiştirdiği gösterdi. Bütün bunlar kıtaların kayması kuramını yeniden gündeme getirdi ve "Levha Tektoniği" kuramının gelişmesini sağladı. 1989 yılında NASA tarafından uzaya gönderilen ilk GPS (küresel konumlama sistemi) uydusu ile levha hareketlerinin gözlenmesi kuramın doğruluğunu kanıtladı. Günümüzde NASA Jet İtim Laboratuvarı, Dünya yörüngesine 30 GPS uydusu ve Dünya'ya 2000'den fazla alıcı yerleştirdi. Bunların her biri, Dünya'nın belirli bölgelerini ve o bölgelerdeki değişimleri takip etmektedir(6).

Kaynaklar: 1-https://www.britannica.com: plate tectonics | Definition, Theory, Facts, & Evidence

2-https://www.mta.gov.tr: Japonya depremi bilgi notu: 11 Mart 2011 günü Japonya’nın kuzeydoğu kıyısında, okyanusta meydana gelen depremin sebebi bu levha blokların hareketidir. Dünyada meydana gelen en büyük depremler içinde beşinci sıradadır. Bu depremin oluşturduğu tsunami nedeniyle Japonya tarihinde görülmemiş boyutta ekonomik zarara ve 10000’den fazla can kaybına sebep olmuştur. Aletsel büyüklüğü "9" olarak ölçülen bu deprem Pasifik levhası ile Kuzey Amerika levhası arasındaki Japon hendeği olarak adlandırılan dalma-batma bölgesinde meydana gelmiştir. Bu dalma-batma bölgesinde, Pasifik levhası yaklaşık 8 cm/yıllık bir hızla Kuzey Amerika levhası altına dalmaktadır. Deprem bu dalma-batma alanındaki "büyük bindirme" niteliğindeki bir faydan k aynaklanmıştır.

3-https://www.britannica.com: plate tectonics |development of tectonic theory Kıtaların 'sürüklenmiş' olabileceği yönündeki spekülasyonlar ilk olarak Abraham Ortelius tarafından 1596'da öne sürüldü.18. yüzyılın sonlarında Güney Amerika'nın doğusundaki çıkıntının Afrika'nın batı kıyılarındaki girintiye tam oturduğuna dikkati çeken Alman doğa bilimcisi Alexander Von Humboldt, Atlas Okyanusu'nun iki yakasının çok önceleri bitişik olduğu tezini geliştirdi. Bundan 50 yıl kadar sonra Fransız bilim adamı Antonio Snider-Pellegrini, Kuzey Amerika ve Avrupa'daki kömür yataklarında belirlenen benzer bitki fosillerin varlığının bir zamanlar her iki kıtanın bağlantılı olması ile açıklanabileceğini ileri sürerek; Humboldt’un görüşlerini destekledi. 1908'de ABD'li Frank B. Taylor, Dünya'daki bazı sıradağların oluşumunu kıtaların çarpışması düşüncesine dayalı olarak açıklamaya çalışmıştı.

4-https://www.britannica.com: Alfred Wegener/Biography,Theory and Facts

5-HELLMAN HALL, Büyük Çekişmeler, TÜBİTAK Yayınları (2003) Ankara: 1943 yılında Amerikalı fosil bilimci Gaylord Simpson, bilim çevrelerinde bu kuramın yanlışlığı konusunda tam bir görüş birliği olduğundan söz ediyordu. Ve şöyle diyordu: "Karada yaşayan memeli hayvanların bildiğimiz kadarıyla geçmişte ve şimdiki dağılımı kıtaların kayması kuramıyla açıklanamaz... Memelilerin dağılımı, bu canlıların tarihi boyunca kıtaların değişmeden kaldığı varsayımını desteklemektedir." 6-https://evrimagaci.org: Kıtaların Hareket Ettiğini Nereden Biliyoruz.
89) Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır.
90) Ve kim kötülükle gelirse, artık yüzleri ateşte sürtülür. -Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılık göreceksiniz?-
89, 90. ayetlerde bir genelleme yapılarak inananların korkudan güvende olacakları, inanmayanların da yaptıkları kötülüğün karşılığını kötülük olarak bulacakları bildirilmektedir. Buradaki genelleme başka ayetlerde de yapılmıştır:

103O en büyük korku onları üzmez ve kendilerine haberciler: "İşte bu, size söz verilmiş olan gününüzdür" diye akıllarına getirirler. [Enbiya/103]

40Şüphesiz alâmetlerimiz/göstergelerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapan kimseler Bize gizli kalmazlar. O hâlde ateşe atılacak olan kişi mi daha hayırlıdır, yoksa kıyâmet günü güven içinde gelecek kişi mi? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri en iyi görendir. [Fussilet/40]

89. ayette konu edilen "iyilik, güzellik getirenlerin getirdiklerinden daha hayırlısını bulacakları" hususu, En’am suresinin 160. ayetinde "her bir hasene için on misli" şeklinde, Sebe’ suresinde ise aşağıdaki şekilde ifade edilmiştir:

37Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlatlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve düzeltmeye yönelik işleri yaparsa, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar, yüksek köşklerinde güven içindedirler. [Sebe’/37]

İnkârcıların hâline gelince; onlar da yaptıklarının karşılığını ceza olarak mutlaka göreceklerdir.

94,95Sonra da putlar ve azgınlar ve İblisin/düşünce yetisinin askerleri; iyiden iyiye düşünmeden hareket edenler toptan cehennemin içine fırlatılmışlardır. [Şuara/94, 95]

90. ayetin son cümlesi olan "
Siz yaptığınız amellerden başkasıyla mı karşılıklandırılacaksınız?" ifadesine gelince; burada iltifat sanatı yapılarak sanki cehennemliklere cehenneme girdikleri anda dönülüp "Ne var yani, yoksa siz, yaptıklarınızdan başkasıyla mukabele edileceğini mi sanıyordunuz?" denilmektedir.
71) Ve onlar, "Eğer doğru kimseler iseniz, bu tehdit olarak söylenen söz/azap ne zaman?" diyorlar.
72,91,92,93) De ki: "Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile. Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı dokunulmaz kılan Mekke'nin Rabbine[#178] kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur'ân'ı okuyup izlememle emrolundum. Artık kim kılavuzlanan doğru yola düşerse, yalnız kendisi için kılavuzlanan doğru yola düşmüş olur. Kim de saparsa hemen "Ben sadece uyarıcılardanım". Ve de, "Bütün övgüler Allah'a mahsustur; başkası övülemez. O, âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini size gösterecek de siz onları tanıyacaksınız" de! -Ve Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.-
71, 72, 91–93. Ayetler:

Not:

71, 72. Âyetler, teknik ve semantik gerekçelerle burada düzenlenmiştir.

71. Ayet:

71Ve onlar, "Eğer doğru kimseler iseniz, bu tehdit olarak söylenen söz/azap ne zaman?" diyorlar.

İnkârcıların bu ayetteki sözleri zımnen şu anlama gelmektedir: "
Kendisiyle korkuttuğun felâket başımıza ne zaman gelecek? Seni sadece reddetmekle kalmayıp vazifene engel olmak üzere elimizden gelen her şeyi yaptığımız hâlde neden hala cezalandırılmıyoruz?"

İnkârcıların bu alaylı ifadeleri Kur’an’da harfi harfine birçok kez (Ya Sin/48, Yunus/48, Enbiya/38, Sebe’/29, Mülk/25) yer almıştır.

72. Ayet:

72De ki: "Belki de çabuklaştırmakta olduğunuzun bir kısmı size yetişmiştir bile. ...

Bu ayet, Allah’ın vaat ettiği azabın ne zaman geleceğini soran inkârcılara, Rabbimizin elçisi aracılığı ile verdiği cevaptır. Zira vaat edilenlerin bir kısmı, ölmeden, hayatta iken "vicdan azabı, bela, musibet, bir takım acabalar, keşkeler" olarak insanın beynini kemirirken bir kısmı da ölüm anında yaşanmaktadır:

Kıyamet 7–30:

2Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar. [Hicr/2]

7-10İşte, göz şimşek gibi çaktığı, ay tutulduğu ve güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan, "Kaçış nereye/kaçacak yer neresi?" der.

11Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Sığınak diye bir şey yoktur. 12O gün varıp durmak sadece Rabbinedir/o gün varılıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur.

13O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir.

14,15Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine iyi bir gözetmendir: "16Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme!17Kuşkusuz yaptıklarının-yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir.18O hâlde Biz yaptıklarını-yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle!19Sonra, yaptıklarının-yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir."

20,21Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! İşin aslında siz, dünyayı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.

22Yüzler var ki, o gün apaydınlıktır; 23Rablerine nazar edicidirler; Rabblerinden nimet beklemektedirler.

24Ve yüzler de var ki, o gün asıktırlar; 25zannederler ki kendilerine "Belkıran" yapılıyor.

26-30Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Köprücük kemiklerine dayandığı, "Çare bulan kimdir!" denildiği ve can çekişen kişi bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı ve bacak bacağa dolaştığı zaman; işte o gün sürülüp götürülmek, sadece Rabbinedir. [Kıyamet/5-30]

Peygamberimize bu ayetlerde verilen talimat ve bilgiler, başka ayetlerde (Âl-i Imran/58, Kasas/3, Ra’d/40, Hud/12, Fussilet/53, Zariyat/20, 21) değişik üslûplarla da tekrarlanmıştır:

Dikkat edilecek olursa, 91, 92. ayetlerde geçen "Ben ancak her şeyin sahibi olan ve burayı haram [dokunulmaz] kılan bu şehrin [Mekke’nin] Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Ve ben Müslüman olmamla ve Kur’an’ı okumamla emrolundum" ibaresinde Rabbimiz kendisini "Bu şehrin [Mekke’nin] Rabbi" olarak nitelemiş ve Mekke şehrini dokunulmaz kılışını da kendisinin bir özelliği olarak ifade etmiştir. Bu husus değerlendirilirken, bu surenin İslâm davetinin henüz Mekke şehrinin sınırları içinde yapıldığı ve muhatapların da Mekke ahalisiyle mahdut kaldığı bir dönemde indiği unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken bir diğer husus da, Rabbimizin kendisi için Kureyş suresinde "Bu Ev’in Rabbi [Rabbü’l-Beyt]" ifadesini kullanmış olmasıdır. "Bu şehrin [Mekke’nin] Rabbi" ifadesinin ne anlama geldiğinin daha iyi anlaşılması için Kureyş suresindeki "Rabbü’l-Beyt" ifadesi ile ilgili tahlilimizin yeniden okunmasının yararlı olacağına inanıyoruz.