Tevbe

1,2) Allah'tan ve Elçisi'nden ahitleştiğiniz ortak koşanlara bir ültümatom, kesin uyarı: "Artık yeryüzünde dört ay daha rahat dolaşın. Ve kesinlikle kendinizin, Allah'ı âciz bırakan olmadığını ve kesinlikle Allah'ın, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri rezil-rüsva eden olduğunu bilin."
3,4) Ve "en büyük hac" günü,[#404] ortak koşanlardan antlaşma yaptığınız, size hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiçbir kimseyle yardımlaşmamış kimseler hariç, şüphesiz Allah'ın ve O'nun Elçisi'nin ortak koşan kimselerden ilişiksiz olduğuna dair Allah'tan ve Elçisi'nden insanlara bir bildiri: "Artık eğer hatadan dönerseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ve eğer sırt çevirirseniz o zaman şüphesiz kendinizin, Allah'ı âcizleştiren olmadığını biliniz." Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilere de acıklı bir azabı müjdele! Artık siz de müddetlerine kadar kendilerine verdiğiniz sözlerinizi tamamlayın. Şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.
5) Şu dokunulmaz kılınmış aylar/hac ayları çıktığı zaman da o ortak koşanları nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, çevrelerini kuşatın ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikame ederlerse [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlarsa] ve zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.
6) Eğer ortak koşanlardan herhangi biri aman dilerse, Allah'ın kelâmını dinlemesi için ona aman ver. Sonra onu güvenli yerine ulaştır. Bu, şüphesiz onların bilmeyen bir toplum olmaları nedeniyledir.
7) Mescid-i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız hariç, o ortak koşan kimseler için Allah katında ve Elçisi katında herhangi bir antlaşma nasıl olabilir? Artık onlar size karşı doğru durdukça siz de onlara karşı doğru olun. Şüphesiz Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri sever.
8,9,10) Nasıl olabilir ki? Ve eğer onlar, size üstünlük sağlarlarsa, sizin hakkınızda bir yemin ve antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışırlar, kalpleri ise dayatır. Ve onların çoğu hak yoldan çıkmış kimselerdir: Onlar, Allah'ın âyetlerini çok az bir bedelle sattılar da Allah'ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yapmış oldukları kötü olanlardır. Onlar, herhangi bir mü'min hakkında yemin ve antlaşma gözetmezler. Ve işte bunlar, sınırı aşanların ta kendileridir.
11) Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikame ederlerse [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlarsa] ve zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdirler. Ve Biz âyetleri, bilen bir toplum için ayrıntılı olarak açıklıyoruz.
12) Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, vazgeçmeleri için o, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme öncüleriyle hemen savaşın. Şüphesiz onlar için sözleşmeler diye bir şey yoktur.
13) Yeminlerini bozan, Elçi'yi yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce size karşı savaşa kendileri başlayan bir toplumla savaşmaz mısınız? Yoksa onlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti mi duyuyorsunuz? Artık, eğer mü'min iseniz, Allah, Kendisine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymaya daha layık olandır.
14,15) Onlarla savaşın ki, Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsva etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü'min bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah, dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, çok iyi bilendir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
16) Sizden çaba harcayanları, Allah'ın, Elçisi'nin ve inananların astlarından sırdaş/can dostu edinmeyenleri Allah bildirmeden/işaretleyip göstermeden bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır.
17) Ortak koşanlar, kendilerinin küfrüne; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişlerine kendileri şâhit olup dururlarken Allah'ın mescitlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. İşte onlar, işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar, Ateş içinde sürekli kalacaklardır.
18) Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi veren ve sadece Allah'a saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimseler açar ve yaşatırlar. Artık işte onların, kılavuzlandıkları doğru yol üzere olan kimselerden olmaları beklenir.
19) Siz, hac yapanın sularının tedarik edilmesini ve Mescid-i Haram'ın imar edilmesini, Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda çaba gösteren kimse gibi mi yapıyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit olamazlar. Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuzluk etmez.
28) Ey iman eden kimseler! Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan/onların uzaklaşmasıyla kazanç kaybına uğramaktan korktuysanız da Allah sizi dilediğinde armağanlar ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır.
29) Kendilerine Kitap verilenlerden, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Elçisi'nin haram kıldığı şeyi haram kılmayan ve hak dini din edinmeyen kimseler ile, alçalmış oldukları hâlde, peşin, nakten, gecikmeden; kendi eliyle (vekil kullanmadan) veya "gücü yetenden; imkanı olandan" cizye verene kadar savaşın.
31) Onlar, Allah'ın astlarından bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsâ'yı kendilerine rabler edindiler. Oysa onlar sadece bir tek olan ilâha kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, ortak koşanların ortak koştuğu şeylerden de arınıktır.
32) Onlar, Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, sadece, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor.
Sûrenin ilk 35 âyeti, üç ayrı necmden oluşmaktadır. Birinci necm; 1-19, 28-29, 31-32. âyetlerden, ikinci necm 20-27. âyetlerden üçüncü necm de 30, 33-35 ve 24. âyetlerden oluşmaktadır. Âyetlerin doğru anlaşılması için necmleri resmî Mushaf'tan farklı tertip ettik.

Birinci necm olan 1-19, 28-29, 31-32. âyetler, Rasûlullah'ın sağlığında Müslümanların uyguladıkları hacc ibâdetinin kapanış bildirileridir. Bu bildiriler Allah'tan gelmiş ve Rasûlullah da bunları tebliğ etmiştir. Konuyu, Bakara sûresi'nde haccı ve haccın bitimini konu alan âyetlerde açıklamıştık.

Buradaki âyetler gâyet açıktır. Yalnız, Enfâl sûresindeki şu ilkeyi hatırlatmakta yarar vardır:

55,56Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedip de iman etmeyen kimseler; kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir. Onlar Allah'ın koruması altına girmezler.

57Artık onları harpte; bozuma uğratma işinde yakalarsan, ibret almaları için onlarla birlikte arkalarındaki kişileri dağıt.

58Eğer bir toplumdan; hâinlik yapmasından korkarsan, aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Şüphesiz Allah, hâin kimseleri sevmez.

59Kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan o kimseler, kendilerinin öne geçtiklerini de sanmasınlar. Şüphesiz onlar âciz bırakamazlar. [88/8, Enfâl/55-59]

Burada konu edilen ültimatomlar, işte bu ilâhî ilkeler kapsamında yapılmıştır. Aksi hâlde anlaşmanın sona erdiği açıkça ilan edilmeksizin, antlaşma yapılmış bir gruba savaş açmak ihanettir. Yaptıkları anlaşmaya rağmen İslâm aleyhine komplolar düzenlemekte olan müşriklere karşı, artık anlaşmaların tek taraflı olarak tanınmadığı bir deklarasyon yayınlanma gereği bundandır.

Pasajda yer alan 29. âyet liyakatsız çevirmenlerin hatalı çevirileri nedeniyle yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanabilmektedir. Bu yanlış çevirilerden,

a) Allah elçisinin de Allah gibi teşrî yetkisinin (burada, haramlaştırma) olduğu,

b) her inançsızın, hak dini din edinmeyenlerin cizye verinceye kadar öldürülmeleri gerektiği; dinde baskı yapılabileceği anlamı çıkarılmaktadır.

Halbuki bu âyetin bulunduğu sure, pasaj ve paragraf dikkate alındığında şu gerçekler açıkça görülecektir.

Birinci mesele:

Burada Allah’ın ve Elçisinin haram kılıp da inançsızların haram kılmadığı şey, tek bir şeydir ve o şey, aynı şeydir. Bu da "Yapılmış antlaşmanın tek taraflı bozulması"dır.

Bilindiği üzere Yüce Allah, Kur’an’da ahitlerin yerine getirilmesini emretmiş, ahitleri yerine getirmemeyi; ihaneti haram etmiştir. Bu konu ile ilgili olarak; Nahl/91, İsrâ/34, En’âm/152, Felak suresi, Meâric/22- 35, Bakara/177, Ahzâb/15, 23, Ra’d/20, Bakara/40 ve Âl-i Imrân/76’ya bakılmalıdır.

Konu bu olunca bu âyetteki "Rasülüllah’ın haram kılması, insanların da haram kılması gerektiği" ifadelerinin anlamı, "Allah’ın haram kıldıklarını haram kabul etmek" demek olur. Âyeti ve konuyu doğru anlamak için dikkate alınması gereken ifade, "İnançsızların da haram kılmaları" ifadesidir. Ki bu ifade, Allah ve elçisinde geçmiş zaman kalıbıyla ( حرَمharreme); inançsızlar da geniş zaman kalıbıyla ( يحرِم yüharrimü) gelmiştir. Eğer bu âyetten Rasülüllah’ın da haram koyma yetkisinin varlığı anlaşılırsa, "kendilerine Kitap verilenlerden, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve hak dini din edinmeyen; üstelik mü’minleri arkadan hançerlemeye çalışan kimseler"in de haram koyma yetkisinin olduğu anlaşılması gerekir.

İkinci mesele:

Âyette konu edilen "
Kendilerine Kitap verilenlerden, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Elçisi'nin haram kıldığı şeyi haram kılmayan ve hak dini din edinmeyen bu kimseler ifadesi de belirteçli bir ifadedir. Burada belirtilenler de "sözleşmelerini bozan ve savaş halinde bulunulan inançsızlar" olup kendi hallerine yaşayan tüm inançsızlar ve kitap verilenlenler değildir.

Yine bu ayetteki "an yedin (elden)" ifadesi, peşin, nakten, gecikmeden; kendi eliyle (vekil kullanmadan) veya "gücü yetenden; imkanı olandan" anlamlarını içerir.

HACC-I EKBER GÜNÜ

Âyetteki,
hacc-ı ekber [en büyük hacc] günü ifadesinin, "Arefe günü", "kurban bayramının birinci günü", "Minâ'da kalınan bütün günler", "hacc-ı kıran", "bütün hacc günleri", "o yıl Müslümanlarla müşriklerin birlikte haccetmeleri", "Yahûdi, Hristiyan ve Mecusîlerin bayramlarının da o güne denk düşmesi", bu güne, "ekber" sıfatının verilmesi, o günde Ebû Bekr'in haccetmesi ve antlaşmaların bozulduğunun ilan edilmesi sebebiyledir" gibi açıklamalar yapılmıştır. Bizce bu, Rasûlullah'ın katılımı ile yapılan hacc olması nedeniyle "en büyük hacc"dır. Zira, Rasûlullah'ın bulunmadığı hacc, Rasûlullah'ın da katılımıyla gerçekleşen hacc seviyesinde olamaz.

Onaltı ayetteki "ya’leme" ifadesinin tahlili ile ilgili ayrıntılı bilgi Sebe/21. ayetin tahlilinde verilmiştir.
20) İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda çaba gösterenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte bunlar, kurtulanların ta kendileridir.
21,22) Onların Rabbi, onları Kendi katından bir rahmet, bir rıza ve içinde sonsuz; ebedi olarak kalmak üzere, içinde tükenmez nimetler bulunan kendilerine ait cennetlerle müjdeler. Şüphesiz Allah, katında çok büyük ödül olandır.[#405]
23) Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi seviyorlarsa, onları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar edinmeyiniz. Sizden her kim de onları yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakınlar kabul ederse, artık işte onlar, yanlış davrananların; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.
25) Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü[#406] size yardım etti. Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir yararı olmamış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkanızı dönüp kaçmıştınız.
26) Sonra Allah, Elçisi'nin üzerine ve mü'minlerin üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygularını/morallerini içlerinde oluşturdu ve sizin görmediğiniz ordular indirdi. Kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimselerin cezasıdır.
27) Sonra, bütün bu olup bitenlerin arkasından Allah, dilediği kimseye dönüş nasip eder. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Ayrı bir necm olan bu âyetlerde durumları konu edilen mü’minler onore edilip nimetlerle müjdelenmektedir: İman eden, hicret eden ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında derece bakımından daha büyüktür. İşte bunlar, kurtulanların ta kendileridir. Onların Rabbi, onları Kendi katından bir rahmet, bir rıza ve içinde ebedî olarak kalmak üzere, içinde tükenmez nimetler bulunan kendilerine ait cennetlerle müjdeler. Şüphesiz Allah, katında çok büyük mükâfât olandır.

Daha sonra da mü’minlere dünya ve âhiret mutluluğunu yaşayabilmeleri için yol gösterilmektedir: Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfrü seviyorlarsa, onları velîler edinmeyiniz. Sizden her kim de onları velîleştirirse artık işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir.

Bu talimatlardan sonra mü’minlere geçmişte yaşadıkları bazı olaylar hatırlatılmıştır: Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti. Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası dönenler hâlinde kaçmıştınız. Sonra Allah, Elçisi'nin üzerine ve mü’minlerin üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygularını; morallerini indirdi ve sizin görmediğiniz ordular indirdi. Küfreden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra, bunun [bütün bu olup bitenlerin] arkasından Allah, dilediği kimseye dönüş nasip eder. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
30) Ve Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da, "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onlarla savaşmıştır. Nasıl da döndürülüyorlar!
33) Allah, ortak koşanlar hoşlanmasa da, Hak dini, batıl dinlerin hepsinin üzerine çıkarması için Elçisi'ni, doğru yol kılavuzu ve hak din ile gönderendir.
34) Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan/bilginlerden, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan/başta kendi yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!
35) O gün, biriktirdikleri altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi, şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!"
Bu âyet grubu da gâyet açıktır. Burada da Yahûdilerin yanlış inançları ve din bilginlerinin karakterleri ifşa edilmektedir.

Kur’ân'da sadece burada geçen Uzeyr (Kitab-ı Mukaddes'te Ezra şeklindedir) hakkında bilgi yer almaz. Biz Merhum Mevdûdî'nin tesbitine yer veriyoruz:

Uzeyr [Ezra], yaklaşık M.Ö 450 yıllarında yaşadı. Süleymân'ın vefatından sonra Bâbil'deki esaretleri döneminde kaybolmuş olan Tevrât metinlerini ihya edici olarak ona büyük bir kutsiyet atfettiler. O dereceye kadar ki, onlar şeriatları, adetleri ve dilleri [İbranice] hakkında bütün bildiklerini yitirmişlerdi. Daha sora dağınık rivâyetler hâlinde bulunan Tevrât'ı yeniden toparlayıp yazan ve şeriatlarını tekrar ihya eden Uzeyr (a.s) oldu. Bu hizmetlerinden dolayı Uzeyr [Ezra] İsrâîloğulları'nın aşırı takdir ve saygısını kazanmıştı. Bu saygı dolayısıyla hakkında kullanılan mübalağalı ifade, bazı Yahûdi mezheplerinin sapıtmasının ve onu "Allah'ın oğlu" sanmalarının sebebidir. [Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.]

34-35. âyetlerde, haham ve rahiplerin durumuna dair bilgi verilmekte, 34. âyette de bu uyarıya bağlı olarak,
Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler; hemen onlara acıklı bir azabı müjdele! O gün, onların [altın ve gümüşlerin] üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak: "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın şu biriktirmiş olduğunuz şeyleri!" ifadesiyle, kenz yapanlar kınanmaktadır. Onlar bâtıl yolla kazanıp biriktirdiklerini tedavüle de sokmamışlar, hatta bunları insanların sapmaları yönünde kullanmışlardır.

24) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda çaba harcamaktan daha sevimli ise, artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah, hak yoldan çıkmışlar toplumuna kılavuzluk etmez.
Bağımsız bir necm olan bu âyette, Allah yolunda cihad hususunda gevşek davranan mü’minler uyarılmaktadır.

* Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'a ve Elçisi'ne sınırı aşmaya uğraşanlarla karşılıklı sevgi bağı kurmuş hâlde bulamazsın. Bunlar, onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Onlar, Allah'ın, kalplerine imanı yazdığı ve kendilerini Kendisinden olan vahiy ile desteklediği kimselerdir. Ve Allah onları, sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah, onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Gözünüzü açın! Allah'ın taraftarları, başarıya ulaşanların ta kendileridir. [Mücâdele/22]
36) Şüphesiz Allah katında; gökleri ve yeri oluşturduğu günkü Allah'ın yazısında ayların sayısı, ay olarak on ikidir. Bunlardan dördü dokunulmaz kılınmıştır. İşte bu koruyan dindir. Bu nedenle dokunulmaz aylarda kendinize haksızlık etmeyiniz. Ve sizinle toptan savaşan ortak koşanlarla siz de toptan savaşın. Ve şüphesiz Allah'ın, Kendisinin koruması altına girmiş kişiler ile beraber olduğunu bilin.
37) O "Nesi",[#407] ancak küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedişte fazlalıktır ki, onunla kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler şaşırtılır; Allah'ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da Allah'ın haram kıldığını helâl kılsınlar diye, onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar. Kendilerine amellerin kötülüğü süslenip güzel gösterildi. Ve Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez.
Bu âyetlerde haccın [en üst düzeydeki uluslararası eğitim ve öğretimin] önemine dikkat çekilmekte ve hacc yapmamanın, ertelemenin zararları konu edilmekte ve evrenin yaratılışından bu yana ayların sayısının 12 olduğu, bunlardan 4'ünün haram [dokunulmaz/özerk eğitim-öğretim ayı] olduğu ve bu ilkenin sağlam bir din olduğu ifade edilmektedir. Öyleyse insanlar, özellikle de Müslümanlar senenin dört ayını, yüksek düzeyde uluslararası eğitim-öğretimle geçirmeli ve bu süre içinde barış, huzur ve sükunet sürdürülmelidir.

37. âyette, nesî’ ile haram ay ilkesini sulandırma, sulandıranların durumu ve bunların âkıbetleri bildirilmiştir.

"Erteleme, geciktirme" demek olan النسيئ [nesî’], Arapların haram aylara riâyet etmekten kaçınmalarını, yozlaştırma çabalarını ifade eder. Bu konuyu da Merhum Mevdûdî ve Kurtubî'nin tesbitleriyle sunuyoruz:

Putperest Araplar nesî’ uygulamasını iki şekilde yapıyorlardı. Ne zaman işlerine gelse bir haram ayı; kendi arzularına göre savaş ve intikam için adam öldürmenin helâl olduğu normal bir ay gibi kabul ediyorlardı. Daha sonra haram ayların sayısında oluşan eksikliği tamamlamak üzere, bu ayın yerine başka bir ayı haram ay ilan ediyorlardı.

Nesî’nin ikinci şekli ise, ay yılı ile güneş yılını dengeye getirmek için yıla bir ay daha eklemeleriydi. Böylece hacc, her yıl aynı mevsime denk geliyor ve haccı ay yılına göre tayin etme sırasında karşılaşılan tüm güçlük ve zahmetlerden kurtulmuş oluyorlardı. Bu şekilde hacc 33 yıl boyunca gerçek târihinden başka bir târihte yapılmış oluyordu. Ancak 34. yılda hacc olması gereken târihte Zi'l-Hicce'nin 9 ve 10'unda ifa edilebiliyordu. Hz. Peygamber'in (s.a) Veda haccı'nı yaptığı yıl, târihler bu şekilde dönerek, ay takvimine göre gerçek hacc mevsimine denk gelmişti. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) Arafat'taki târihî hutbesinde şöyle demişti: "Bu yıl hacc günleri, uzun müddet devir yaptıktan sonra gerçek ve tabii târihine rastladı." H. 9. yılda Veda haccı'ndan beri de hacc günleri, asıl târihine denk gelmekte, ay takvimine göre belirlenmektedir. [Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân]



ARAPLARIN NESÎ’ [AYLARI ERTELEME] UYGULAMASI

Araplar Muharrem ayında savaşı haram kabul ediyorlardı. Muharrem ayında savaşmak ihtiyacını duyacak olurlarsa, onun yerine Safer ayını haram ay kabul eder ve Muharrem ayında savaşırlardı. Buna sebep ise şudur: Araplar savaş ve talanla uğraşan kimselerdi. Ardı arkasına baskın ve talan yapmadan üç ay beklemek onlara ağır gelirdi ve şöyle derlerdi: "Eğer üç ay arka arkaya biz hiçbir baskın ve talan yapmaksızın (ve bunun sonucunda) bir şeyler elde etmeksizin geçirecek olursak, hiç şüphesiz telef olur gideriz." O bakımdan, Minâ'dan ayrıldıkları vakit Kinaneoğulları'ndan Fukaymoğulları'na mensup ve el-Kalemmes diye bilinen birisi kalkar ve, "Ben hükmüne karşı itiraz olunmayan birisiyim" derdi. Bunun üzerine onlar da, "Bize (haram ayı) bir ay ertele" derlerdi. Yani, "Bu Muharrem ayının haramlığını ertele ve bunu Safer ayına koy" derler, o da bunun üzerine Muharrem ayını kendilerine haram olmaktan çıkartır, helâl kılardı. Onlar böylelikle bir ay yerine başka bir ayı değiştiriyorlardı, nihâyet bu haram kılma işi yılın bütün aylarını dönüp dolaştı. İslâm hâkim olduğunda ise, Muharrem, yüce Allah'ın o ayı yerleşmiş olduğu asıl yerine dönmüş oluyordu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Âyette, Bunlardan dördü harâmlardır. İşte bu koruyan dindir. Bu sebeple onlarda [haram aylarda] kendinize zulmetmeyiniz uyarısıyla, bu aylarda savaştan kaçınmayanların ve hacca [ileri derecede eğitime] önem vermeyenlerin kendilerine zulmedecekleri; dinî, askerî, siyasî ve iktisadî yönden kendi sonlarını hazırlayacakları ihtar edilmektedir.

Burada verilen mesaj, on iki ayın dördünün mutlaka eğitim ve öğretim ayı yapılması, bunun sulandırılmamasıdır.
38) Ey iman etmiş kişiler! Ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere ağırlaşıp kaldınız/çakılıp kaldınız. Âhiretten cayıp basit dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama âhrettekine göre, bu basit dünya hayatının kazanımı pek azdır.
39) Eğer savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azap ile azaplandırır ve yerinize başka bir toplumu getirir ve siz O'na zarar diye bir şey veremezsiniz. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.
40) Eğer siz, Elçi'ye yardım etmezseniz, bilin ki Allah O'na kesinlikle yardım etmiştir. Hani o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kişiler, o'nu ikinin ikincisi olarak çıkarmışlardı. Hani ikisi mağarada idiler. Hani elçi, arkadaşına "Üzülme, şüphesiz Allah bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah, onun üzerine kalbi teskin eden güven ve yatışma duygularını indirmiş/morallerini yükseltmiş, O'nu sizin görmediğiniz askerlerle güçlendirmiş ve kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin sözünü en alçak yapmıştı. Allah'ın kelimesi de en yücenin ta kendisidir. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
41) Hafif teçhizatla ve ağırlıklı olarak savaşa çıkın ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda gayret gösterin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
42) Eğer sefer, yakın bir genişlik; kazanç ve sıradan bir sefer olsaydı, onlar kesinlikle seni izlerlerdi. Fakat o yapılması zor olan iş kendilerine uzak geldi. Bununla beraber, "Bizim de gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle beraber elbette çıkardık" diye Allah'a yemin edecekler -kendilerini yıkıma uğratıyorlar- ve Allah biliyor ki onlar, kesinlikle yalancı kimselerdir.
43) Allah, seni affetti. Doğru kimseler, sana iyice belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar, niçin onlara izin verdin?
44) Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler, mallarıyla ve canlarıyla çaba harcamaya senden izin istemezler. Ve Allah, o Kendi koruması altına girmiş kimseleri en iyi bilendir.
45) Senden izin isteyenler, sadece Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve kalpleri şüpheye düşüp de şüphelerinin içinde bocalayıp duran kişilerdir.
46) Ve eğer çıkışı isteselerdi, kesinlikle çıkış için birtakım hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların gönderilmelerini hoş görmedi de onları yoldan alıkoydu. -Ve "Oturun oturanlarla beraber!" denildi.-
47) Eğer sizin içinizde çıkmış olsalardı, sadece bozgunculuğu artıracaklardı ve kesinlikle aranıza sosyal yangın sokmak için koşacaklardı. İçinizde onlara kulak verecekler de vardı. Ve Allah, o yanlış davrananları; kendi zararlarına iş yapanları çok iyi bilendir.
48) Andolsun ki onlar, bundan önce de insanları dinden çıkarmak istediler ve sana türlü işler çevirdiler. Sonunda hak geldi ve onlar istemedikleri hâlde Allah'ın emri açığa çıktı.
49) Onlardan bazı kimseler, "Bana izin ver, beni sosyal yangına düşürme/başımı belaya sokma!" derler. Gözünüzü açın! Onlar sosyal yangının içine düştüler. Cehennem de kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseleri çepeçevre kuşatıcıdır.
50) Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet dokunursa, "Biz kesinlikle tedbirimizi önceden almıştık" derler. Ve onlar, sevinenler olarak yan çizip giderler.
51) De ki: "Hiçbir zaman bize Allah'ın bizim için yazdığından başkası dokunmaz. O, bizim mevlamızdır. Onun için mü'minler, yalnızca Allah'a işin sonucunu havale etsinler."
52) De ki: "Siz, bize iki güzelliğin birinden başkasını mı gözetirsiniz? Biz ise size, Allah'ın Kendi katından veya bizim elimizle bir azap indirmesini gözetiyoruz. Haydi, siz gözetedurun, şüphesiz biz de sizinle beraber gözetenleriz."
53) De ki: "İsteyerek veya istemeyerek Allah yolunda harcama yapın; sizden hiçbir zaman kabul edilmeyecektir. Şüphesiz siz, hak yoldan çıkanların toplumu oldunuz."
54) Ve onların yaptıkları harcamaların kendilerinden kabul olunmasına, sadece, onların küfretmesi; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri, O'nun Elçisi'nin gerçek elçi oluşunu bilerek reddetmeleri ve salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmaya; toplumu aydınlatmaya] sadece tembel tembel gitmeleri, Allah yolunda harcamalarını da ancak istemeyerek yapmaları engel oldu.
55) Öyleyse onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit dünya yaşamında cezalandırmak, onlar kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri iken canlarını çıkarmak istiyor.
56) Sizden olmadıkları hâlde, şüphesiz kendilerinin kesinlikle sizden olduğuna dair Allah'a yemin de ederler. Velâkin onlar, korkup duran bir topluluktur.
57) Eğer onlar, sığınacak bir yer veya barınacak mağaralar veyahut girilecek bir delik bulsalardı, kesinlikle başlarını dikerek o tarafa doğru yönelirlerdi.
58) Onlardan bazıları da, sadakalar hakkında sana dil uzatan kimselerdir. Ki, o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen öfkeleniverirler.
59) Ve keşke onlar, Allah ve Elçisi'nin kendilerine verdiğine razı olsalardı. Ve "Bize Allah yeter. Allah, yakında bize armağanlar verecektir, Elçisi de. Şüphesiz biz, sadece Allah'a rağbet edenleriz" deselerdi.
Bu âyetlerde mü’minlere sitem edilmekte, münâfıkların ve keyif düşkünü kimselerin davranışları kınanmakta ve Müslümanlara; herhangi bir özür beyân etmeden ağır ve hafif olarak her şartta Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad etmeleri emredilmektedir.

Mü’minler bu konularda daha evvel de uyarılmışlardı:

2,3Ey iman etmiş kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında cezayı gerektiren büyük bir suç/günah olarak belirlendi.

4Şüphesiz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf saf olarak savaşan kimseleri sever. [Saff/2-4]

Târihî bilgi ve belgelere göre burada Tebük seferine işaret edilmektedir. Âyetlerin iyi anlaşılması açısından Tebük seferiyle ilgili ansiklopedik düzeyde bilgi vermek istiyoruz:

TEBÜK SEFERİ

Tebük seferi, hicrî 9. yılda, Şam'da toplanan 40.000 kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medîne'den Şam'a doğru düzenlenen askerî bir harekettir.

Tebük, Medîne ile Şam'ın ortasında, suyu ve hurmalıkları bol olan bir yerin adıdır. Seferin son noktası orası olması nedeniyle bu sefer, "Tebük seferi" veya "Tebük gazası" diye isimlenmiştir.

SEFERİN NEDENİ

Sûriyeli Hristiyanlar, Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazar; Muhammed'in öldüğünü, Müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları dinden döndürmenin, kendi dinlerine katmanın, gerekirse yok etmenin tam zamanı olduğunu bildirirler.

Bunun üzerine Bizans kralı, Müslümanlara karşı 40.000 kişilik bir orduyu yola çıkarır. Bazı Arap kabileleri de Bizanslılarla iş birliği yaparlar.

Durum, Medîne'ye; Rasûlullah'a ulaşır. Mü’minler hazırlığa davet edilirler. Kadın-erkek, zengin-fakir herkes imkânları nisbetinde katkıya koşar.

İklim şartları; sıcaklık, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman bu seferin "güç ve zor bir sefer" olacağını göstermektedir. Nitekim bu sefer, sûrenin 117. âyetinde "saatu'l-usrat" [en zor saat] olarak nitelenmektedir.

Müslümanlar canlarıyla başlarıyla bu sefere katkıda bulunmaya çalışırken münâfıkların kimisi, "Muhammed, Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashâbıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum" diyerek Müslümanların moralini bozmaya çalışıyorlardı. Bunlardan bir kısmı da Rasûlullah'tan bu sefere katılmamak için izin istediler. Rasûlullah da onlara izin verdi. Kimi münâfıklar da ganimet umuduyla Tebük ordusuna katıldı. Bunlar, gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar.

Rasûlullah, yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu hazırladı ve Şam'a doğru yola çıktı. On sekiz yerde konaklandı, on dokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu.

Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Rasûlullah askerleriyle istişare etti. Rasûlullah'a, "Eğer gitmekle emrolunduysan git" dediler. Rasûlullah, "Eğer bu konuda Allah tarafından emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım" diyerek iyi bir ders verdi.

Hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş riskini göze alarak Bizans'ın üzerine; Tebük'e kadar gelmeleri, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirdi, düşman askerlerinin kalbine korku düşürdü. Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları Müslümanlarla savaşmayı göze alamadılar.

Artık amaca ulaşılmıştı. Daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Şam yöresini fethetme amacıyla da yola çıkılmamıştı.

Rasûlullah ve ordusu Tebük'te yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medîne'ye döndü. Çünkü Bizans ordusu saldırmaya cesaret edememiş ve amaca ulaşılmıştı.

Bu seferde, savaş olmamış fakat askerî ve siyasî açıdan önemli kazanımlar elde edilmiştir.

Bu sefer ile ilgili bir başka dikkat çeken nokta da, samimi mü’min olmasına rağmen ihmal nedeniyle bu sefere katılmamış olan Ka‘b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye isimli Müslümanların durumlarının bu sûrede; 102-118. âyetlerde yer almasıdır. Sûrenin "Tevbe" adı da, bu kişilerin tevbelerinin kabulünden gelmektedir.

Bu pasajda yer alan âyetlerle ilgili bazı noktalar üzerinde duracağız.

41. ayet

Zıt anlamlı sözcükler, beraber kullanıldığında öz anlamlarından farklı bir anlamı ifade ederler. Bu özellik dünyanın tüm dillerinde vardır. Bunun Kur’an’daki örnekleri:

- Mağrib [batı] ve meşrik [doğu] sözcükleri, "batı-doğu" şeklinde söylendiğinde anlam, sadece iki yönü kapsamaz, bütün yönleri kapsar. Örnek olarak Müzzemmil suresinin 9. ayetinde "Rabbu’l-Meşrikı ve’l-Mağribi [Doğunun, Batının Rabbi]" ifadesi, sadece doğu ile batıyı anlatmayıp tüm yönleri ve mekânları ifade etmektedir. Bu da "Allah her yerin Rabbidir" demektir. Bu iki sözcüklü birleşik ifade ile ilgili diğer örnekler şunlardır: Nur 35, Bakara 115, 142, 177, Şuara 28, Rahman 17.

- Dünya ve ahiret sözcükleri beraber söylendikleri zaman "her yer ve her zaman" anlamını ifade eder. Bu sözcükler ile ilgili Kur'an ayetleri şunlardır: Bakara 217, 220, Âl-i Imran 22, 45, 56, Nisa 134, Tövbe 69, 74, Yunus 64, Yusuf 101, Hacc 15, Nur 14, 19, 23 ve Ahzab 57.

- Yaş, kuru sözcükleri beraberce kullanıldıkları zaman "her şey, her ne varsa" anlamını içerir. Örneğin En'âm suresinin 59. ayetindeki "... Yaş ve kuru hiçbir şey yok ki, apaçık bir kitapta bulunmasın" ifadesi sadece yaşı ve kuruyu değil, canlı veya cansız her şeyi ifade etmektedir.

- Sabah, akşam sözcükleri de Kur'an'da farklı ifadeler içinde sıkça yer almakta ve "daima, her zaman" anlamına gelmektedir. Bu sözcükler ile ilgili ayetler de şunlardır: A'râf 205, Ra'd 15, Nur 36, Mümin 46, 55, En'âm 52, Kehf 28, Meryem 11, 62, Fetih 9, Furkan 5, Ahzab 42, İnsan 25, Âl-i Imran 41.

Görüldüğü gibi, birbirinin zıt anlamlısı olan sözcükler birlikte bir kalıp hâlinde kullanıldığında, kalıbın anlamı sözcüklerin özel anlamlarından farklılaşmakta, zenginleşmektedir.

Tevbe/41’deki iki zıt anlamlı "hıfafen ve sikalen (hafif ve ağırlıklı)" sözcükleri de öz anlamlarından farklı ve daha zengin bir anlamı ifade etmektedir. İfadenin, "Her türlü vaziyet ve her koşulda" diye geniş bir anlamı vardır. Ki bu geniş anlamı, "gönüllü- gönülsüz, ister tüm aile bireyleri- ister aileden bir kişi, ister çok maddi destek- ister az maddi destek, ister silahlı- ister silahsız, ister sıradan bir silah- ister mükemmel bir silah, ister yaya- ister atlı, ister genç- ister yaşlı" şeklinde açabiliriz. Nitekim bu ayetler indiğinde bazı yaşlı kişiler de savaş hazırlığına katıldılar. Kendilerine "Siz yaşlısınız buna gerek yok" diyenlere "bu ayeti okuyup, bunun Allah’ın emri olduğunu, bu sayede düşmanlarımız bizim sayıca kendilerinden daha çok olduğumuzu görürler ve korkarlar" diye cevap verdiler.

55. âyette, Öyleyse onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah, bunlarla, onları basit yaşamda cezalandırmak, onlar kâfir iken benliklerini çıkarmak istiyor buyurularak, Rasûlullah ve dolayısıyla da mü’minler uyarılmışlardır. Peygamberimizi destekleyen ve o'nu teselli eden bu âyetler, öncelikle Peygamberimizin eğitilmesine yöneliktir. Allah, Elçisi'nden, kendisine verilen nimetlerin daha hayırlı olması sebebiyle, başkalarında olan mala, mülke, makama, mevkiye özenmemesini istemekte, mü’minlere merhametli davranmasını ve kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu söylemesini emretmektedir, ki bu uyarı daha evvel de yapılmıştı:

131Ve kendilerini imtihan etmek için, basit dünya hayatının süsü olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız mal, mülk, evlat ve saltanata sakın gözlerini dikme/rağbetle bakma. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir.

132Ve ehline salâtı [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olmayı; toplumu aydınlatmayı] emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırıyoruz. Akıbet, "Allah'ın koruması altında olma" içindir. [Tâ-Hâ/131-132]

196,197Kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları, çok az bir kazanım, sakın seni aldatmasın. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o, ne kötü bir yataktır! [Âl-i İmrân/196-197]

Küfredenlere bu malın veriliş nedenleri de şöyle açıklanmaktadır:

54Sen, şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile başbaşa bırak!

55,56Onlar, kendilerini hayırlarda koşturalım diye, kendilerine maldan ve oğullardan bir şeyler vermekte olduğumuzu mu sanıyorlar? Tam tersi, işin farkına varamıyorlar. [Mü’minûn/54-56]

85Onların malları ve evlatları da seni imrendirmesin. Allah, ancak onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve onlar kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri iken canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. [Tevbe/85]

Konumuz olan âyet ve bu âyeti destekleyen diğer âyetlerden anlaşıldığına göre mal ve evlat nimet olmasının yanısıra azap sebebi de olabilmektedir. Bunun nasıl olduğuna gelince:

Müslüman, mal ve evlâtların kendisine Rabbi tarafından verilmiş emânetler olduğunu ve bunlarla imtihan edildiğini bilir ve bunların dünya hayatının süsü olduğuna, esas hayırlı olanların ise âhirette kendisine verileceğine inanır. Kısaca Müslüman emânetçidir. Bu nedenle onları kaybettiği zaman, "Allah verdi, Allah aldı" diyerek teslimiyet gösterir. Eğer bunlar, Rabbi ile kendi arasına girecekse, bunlar olmasın daha iyi diye düşünür.

Kâfir için ise mal-mülk her şeydir, nihâi gâyedir; zira o malı ve parası kadar adamdır, oğulları nisbetinde güçlüdür.

İnsan, çok sevdiği ve amaçladığı herhangi bir şey için çok gayret sarf eder. Amacına ulaştığında ise onu muhafaza etmeye çalışır, kaybetmek korkusuyla yaşar.

Amacı çok mal ve çocuk olan kimse de onları kaybetmekten korkar, kaybettiğinde onların acısıyla yanar tutuşur. Her iki hâlde de azap içinde olur.

Mal kazanmak ve evlât büyütmek çok meşakkatli olmasının yanı sıra, onları korumak da kolay değildir. Bu nedenle kimi insanlar, azalmasından korktukları için, yemek ve vermek şöyle dursun, koklamazlar bile. Kısacası malları onlara yük ve azaptır. Müslüman ise zekât, sadaka, infak yoluyla malını Allah yolunda harcar, Allah yolunda ölmesi için evladını cepheye gönderir.

Konumuz olan âyette, Rasûlullah'tan imrenmemesi istenenler münâfıklardır. Mal ve evladın münâfıklara nasıl bir azap aracı olacağına gelince:

Mü’minler, dünya için değil âhiret için yaratıldıklarını bildikleri için dünyaya, dünya malına ve evlada sevgileri zayıftır. Mutluluğun sadece dünyada mal ve evlât ile olduğuna inanan münâfıkların ise bunlara sevgisi ve rağbeti çok; bunları kaybetmeleri hâlinde duyacakları elem ve acıları fazla olur. Ölüm yaklaştığında da bu elem ve acılar daha da artar. İşte azabın bu çeşidi, mala ve evlada olan sevgileri sebebiyle daha dünyada iken onların başına gelir.

Rasûlullah'a buğz etmelerine rağmen münâfıklar, o'na hizmet için mecburen mallarını, canlarını ve çocuklarını seferber ediyorlardı. Şüphe yok ki bu, onlar için bir azaptı.

Münâfıklar, rezil ve rüsvay edilmekten, nifak ve küfürlerinin ortaya çıkıp Rasûlullah'ın kendilerini öldürmeye, çoluk-çocuklarını esir etmeye ve mallarını ellerinden almaya yönelmesinden korkuyor, inen her âyetle rezilliklerinin ortaya çıkmasından endişe ediyorlardı. Yine, Hz. Peygamber onları her çağırdığında, yaptıkları hile ve kötülüklere O'nun vâkıf olmuş olacağından korkuyorlardı. Kısacası diken üstünde duruyorlar; her an yakalanma korkusu içinde olan bir hırsız, her an yalanı ortaya çıkacak olan bir yalancı gibi tedirgin yaşıyorlardı. İşte bütün bunlar, onların kalplerinin çok acı duymasına ve çok azap çekmelerine sebep oluyordu.

Bazı münâfıkların mü’min ve muttaki çocukları olmuştur; Hanzala b. Ebî Âmir ve Abdullah b. Ubey gibi. Çocukları mü’min ve muttaki olan münâfıkların duyacağı elem, sıkıntı ve kederi düşünün. İşte böylece evlât onlar için azap vesilesi olur.

Sahabenin yoksul ve güçsüzleri, savaşlara katılarak, Rasûlullah'ın hizmetine koşuyor; şerefli bir nam, büyük bir övgü elde ediyor, birçok da ganimete nail oluyorlardı. Münâfıklar ise, çok olan mallarına ve güçlü kuvvetli evlâtlarına rağmen, adeta yatalak, zayıf ve güçsüz kimseler gibi evlerinde kalakalıyor, herkes onlara hınç ve istihza ile bakıyordu. Böylece mal ve evlât çokluğu, onların itibarsız ve şerefsiz olmalarına sebep oluyordu. Dünyada bundan daha kötü bir azap ise düşünülemez.

51. ayette konu edilen Allah’ın yazdığı şey, Allah’ın zafer va’dıdır.

MÜCADELE 21Allah: "Elbette, Ben ve elçilerim galip geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır.

21. âyette de,
Allah, "Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz" yazmıştır. Şüphesiz Allah kavî'dir, azîz'dir buyurulmuştur. Allah'ın dediğinin olacağı, dininin ve Elçisi'nin önünde kimsenin duramayacağı birçok âyette vurgulanmıştır:

21Ve o'nu satın alan Mısırlı kişi, karısına: "Bunun yerini şerefli tut. Bize yararlı olabilir ya da o'nu evlat ediniriz" dedi. Ve Biz, Yûsuf'u böylece yeryüzünde yerleştirdik ... ve kendisine olayların/sözlerin ilk anlamlarının ne olduğuna dair bilgileri öğretelim diye... Ve Allah, emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler. [Yûsuf/21]

171-173Ve andolsun ki gönderilen kullarımız/elçilerimiz hakkında bizim sözümüz geçmiştir: "Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir." [Saffat/171-173]

51Şüphesiz Biz, elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit dünya yaşamında ve şâhitlerin kalktığı/şâhitlik edecekleri günde kesinlikle yardım ederiz.

52O gün şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapan kimselere özür dilemeleri yarar sağlamaz. Ve onlara dışlanarak mahrum bırakılma vardır, yurdun en kötüsü de onlar içindir. [Mü’min/51-52]

52-53

Mezkur ayet-i kerime Ced bin Kays isimli bir münafık hakkında nazil olmuştur. Bu münafık savaşa katılmamak için Hz. Peygamber'den (s.a) izin isteyip, O'na «Ben sana malımı vereceğim, kendim gelmeyeceğim» deyince Allah Teâlâ onun aleyhine olmak üzere bu ayeti nazil etmiştir.

Yani Ey Muhammed! Bu münafığa ve benzerlerine de ki: «İster gönüllü ister gönülsüz malınızı harcayın. Bu harcadığınız malın hiçbiri sizden kabul edilmeyecek. Çünkü bu harcama Allah için yapılmamıştır.»

İkinci Mesele

İbn Abbas (r.a), bu ayetin, Ced b. Kays'in, Hz. Peygamber (s.as)'e, "Bana müsaade et, savaşa katılmayayım. Sana şu malımla yardım ederim" dediği zaman, onun hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bil ki, ayetin nüzul sebebi hususî ise de, hükmü umumidir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sizden hiç bir şey kabul olunmayacak" buyurmuştur. Bu ifade ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlardan infak edecekleri mallan kabul etmemesi kastedilmiş olabileceği gibi, infâk edilen o malların Allah katında makbul olmayacakları manası da kastedilmiş olabilir.

58-59. âyetlerde,
Onlardan bazıları da, sadakalar hakkında sana dil uzatan kimselerdir. Ki, o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen öfkeleniverirler buyurularak, Rasûlullah'ı eleştirmeye kalkışanlar konu edilmişlerdir. Bunların kimliğiyle ilgili şu bilgiler ulaşmıştır:

Ebû Sa‘îd (r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a), mal taksim ediyordu. Derken o'nun yanına, Mikdâd ibn Zî'l-Huvaysıra, et-Temîmî denilen, Hurkûs ibn Züheyr –ki Hurkûs (daha sonra) Hâricîlerin reisi olmuştur– gelir, "Adil ol yâ Rasûlallah" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Yazıklar olsun sana, ben adalet yapmazsam kim yapar?" deyince, bu âyet nâzil olur. [Râzî,
Mefâtihu'l-Ğayb.]

Bu kimselerle ilgili olarak,
Ve keşke onlar, Allah ve Elçisi'nin kendilerine verdiğine razı olsalardı. Ve "Bize Allah yeter. Allah, yakında bize lütuf verecektir, Elçisi de. Şüphesiz biz, sadece Allah'a rağbet edenleriz" deselerdi buyurularak, bu kişilerin Allah ve Rasûlü'nü iyi tanıyamadıkları açıklanmıştır.

60) Kesinlikle, Allah tarafından bir taksim/zorunlu görev olarak sadakalar/kamunun gelirleri ancak fakirler, miskinler/yoksullar, işsizler, o iş üzerine çalışan görevliler/kamu görevlileri, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar, özgürlüğü olmayan köleler, ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah, her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır.
Daha önce, sadakalar konusunda Rasûlullah'ı eleştiren saygısız, bencil kişiler konu edilip onlara tavsiyelerde bulunulmuştu. Burada ise bu vesileyle, sadakaların kimlere verilmesi gerektiği bildirilmektedir.

SADAKA

الصدقة Sadaka, kamu hizmeti karşılığı (İstifade teorisi) veya duruma göre el koyarak (İktidar teorisi) kamuya gelir olarak alınan değerlerdir; vergilerdir.

Sadakaya, müminlerin Allah'ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için "sadaka" denilmiştir. Çoğulu الصدقاتsadakât'tır.

Sadaka; mümin, Müslüman, münafık, Yahudi vs. tüm vatandaşlardan alınır. Zekâtı ise sadece müminler verirler. Zira müminlerin devletinin varlığına, ayakta tutulmasına dış destek gelirse iğfâl gerçekleşip o devlet yozlaşmaya mahkûm olur, devleti varlığı ve bekası, fertlerin özgürlüğü tehlikeye girer.

Sadakanın mahiyeti ve meşruiyeti aşağıdaki ayetlerde açıkça beyan edilmiştir.

103Onların mallarından sadaka al ki, sadaka ile kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Tevbe/103)

12Ey iman etmiş kişiler! Elçi ile fısıldaşacağınız [baş başa konuşacağınız, özel hizmet alacağınız] zaman, bu fısıldaşmanızdan önce hemen bir sadaka veriniz. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Böyle olmasına rağmen eğer bir şey bulamazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

13Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin bilinçle hatadan dönüşünüzü kabul etti. Artık salâtı ikame edin [mali yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/verginizi verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ve Allah, yaptıklarınıza en çok haberi olandır. (Mücadele/12, 13)

Sadaka, –sadaka ayetlerinde görüleceği gibi– kamu hizmetleri için harcanan aynî ve nakdî değerlerdir. Burada konu edilen, Rasûlullah'ın şahsına verilecek bir yardım değildir. Zira tüm peygamberler gibi peygamberimizin de ücret, sadaka alması yasaklanmıştır.

Bu ayetlerde, kamu görevlileri ile ilişkiler konusunda belirli ilkeler öngörülmektedir. Kamudan özel bir talebi olanlar sadaka vermelidirler (şimdiki devlet dairelerindeki hizmete karşılık alınan harç örneği). Böylece, özel meselelerinin çözüme kavuşturulması ile birlikte ihtiyaç sahiplerine verilmek ve umumi maslahatlar için kullanılmak üzere gelir sağlanacaktır.

• Ayetin son bölümündeki,
Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bulamazsanız artık şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir ifadesinden, sadaka vermenin bir zorunluluk olmayıp henüz hazmetme sürecindeki müminlerin alıştırılmasına, eğitilmesine yönelik bir tavsiye olduğu anlaşılıyor.

Devletin idamesi ve bekası için kamuya mali destek şarttır.

HAVAİCİ ASLİYE (Kişinin Zorunlu Gereksinimleri)

Modern vergide olduğu gibi, Îslâm’da da vergileri devlet alır. Müminlerin devleti, fazla vergi alarak mükellefi, noksan vergi alarak devleti tehlikeye sokmamalıdır.

Allah, mallardan belirli bir miktarı "kişiyi ayakta tutan" olarak nitelemiş ve bu miktarı istemediğini bildirmiştir:

5Ve Allah'ın, ayakta kalmanız için size vermiş olduğu mallarınızı bu aklı ermezlere/henüz reşit olmamış yetimlere vermeyiniz. Ve onları o mallarda rızıklandırın ve onları giyindirin. Ve onlara örfe uygun/herkesçe iyi olduğu kabul edilen söz söyleyin. (Nisa/5)

36Şüphesiz şu dünyadaki basit hayat, ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, Allah size ödüllerinizi verir, sizden mallarınızı da istemez. (Muhammed/36)

Havaici asliye bu ayetler ışığında tespit edilecektir. Eskiden yapılan tespitlerin, bugün yeniden değerlendirilmesi bir zorunluluktur. Mesela mesken, nasıl bir mesken olacak? Gece kondu, apartman, vs. Ya da köydeki ev, kentteki ev. Bunların hiç birinin değeri diğeriyle denk değildir. Hatta kentteki evlerin değerleri sokağına caddesine, mahallesine göre birbirinden devamlı farklıdır. Binek hayvanı yerini otomobil tutacaksa, o otomobil nasıl bir şey olacak? Otomobillerde markasına ve modellerine göre hatta yaşına göre farklı farklı değerlerdedir. Ya kölenin cariyenin yerini ne alacak?

Ayrıca dikkat edilirse görülecek ki, bu tespit, o günkü bedevi/göçebe, hayvancılıkla geçinen kesim ve şehirde basit ticaret yapan kesim dikkate alınarak yapılmıştır. Bugünkü meslek guruplarının hiç biri yoktur.

Nisap/Zenginlik ölçüsü değişkendir. Bu sene zengin sayılan bir kişi belki seneye aynı servete sahip olmasına rağmen zengin sayılmayabilir. Bir ülkede zengin sayılan kişi, aynı mal varlığı ile başka bir ülkede zengin sayılmayabilir. Bir zamanlar Arabistan’da, zorunlu ihtiyaçlardan sonra iki yüz dirhem gümüş, ya da yaklaşık yüz gram altın, ya da beş deve veya kırk koyun zenginlik sayılırken bu gün bunların hiçbiri insanı zengin saydırmaz. Ayrıca o zamanlar yukarıda saydığımız maddelerin değerleri birbirine denk iken, bu gün onların arasında da hiç denklik söz konusu değildir. Yani yüz gram altın ne beş deve eder ne de kırk koyun. Gerisini siz kıyaslayın. Zenginlik izafi/göreceli bir kavramdır. Sürekli değişkendir.

Rasülüllah, yaşadığı dönemdeki ekonomik, sosyal, siyasal ve coğrafi koşulları dikkate alarak bir nisap/zenginlik ölçüsü belirlemiştir (fıkıh kitaplarında yeterli açıklamalar var. Bakıp öğrenebilinir) Ama o günkü zenginlik ölçüleri, bu gün hatta yüz yıllardır zenginlik değildir. O çağda, beş deve, kırk koyun, 200 dirhem=640 gram gümüş ya da 100 gram altına sahip olmak zenginlik sayılıyordu. Bugün ise zenginlik sayılmaz.

O nedenle bu çağda ve her çağda müminlerin yaşadığı bölgelere ve o bölgelerin kendi şartlarına göre nisap/zenginlik ölçüsü tespit etmeleri gerekir. Bu gün hâlâ bin beş yüz sene evvelki Arabistan’ın ekonomik, sosyal, siyasal ve coğrafi şartlarına göre yapılmış bir tespitle hareket etmek yanlıştır.

Sadaka KİMLERE VERİLİR?

İnfakın bir başka çeşidi de sadakadır. Sadakaların kimlere verilmesi gerektiği ise kulların içtihadına bırakılmayıp bizzat Allah tarafından Kur’ân’da açıklanmıştır.

271Sadakaları açıkça verirseniz, artık o, ne iyi olur; eğer onları gizlerseniz, fakirlere verirseniz de artık bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmını kapattırır. Ve Allah, işlemiş olduğunuz şeylere haberdardır. (Bakara/271)

37Onlar, şüphesiz Allah'ın dilediği kimseye rızkı serdiğini ve ölçülendirdiğini de mi görmediler? Şüphesiz bunda iman edecek bir toplum için alâmetler/göstergeler vardır.

38Öyleyse, yakınlık sahibine;yurtlarından çıkarılan fakirlere, miskine ve yolcuya hakkını ver. Bu, Allah'ın rızasını dileyenler için daha hayırlıdır. Ve bunlar durumunu koruyan, zafer kazanan kimselerin takendileridir. (Rum/37,38)

60Kesinlikle, Allah tarafından bir taksim/zorunlu görev olarak sadakalar/kamunun gelirleri ancak fakirler, miskinler/yoksullar, işsizler, o iş üzerine çalışan görevliler/kamu görevlileri, kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar, özgürlüğü olmayan köleler, ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci veöğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah, her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır. (Tevbe/60):

Sadakaların verilmesi gereken yerlerin, İlm-i hal ve fıkıh kitaplarına bakıldığı zaman, fakirler, miskinler, borçlular, yolcular, sözleşmeli köleler, mücahidler, âmiller diye yedi sınıf olarak zikredildiğini görürüz. Hâlbuki Tevbe/60. ayette bir de müellefe-i kulup sınıfının varlığını görürüz. Peki, kimlerdir bunlar? Ve bu sınıf fıkıh kitaplarında niçin yer almaz?

Müellefe-i kulup:

Bunlar, henüz mümin olmamış, İslâm’ı anlamaya ve benimsemeye yatkınlık gösteren ve İslâm’a gelebilmesi yönünde dolaylı, dolaysız yollarla, çaba sarf edilecek insanlardır. Para verilerek, zararları defedilecek, kısacası İslâm sevdirilip mümin olmaları sağlanacak insanlardır.

İslam’ın ilk dönemlerinde zararlarından emin olmak için onlara, Allah’ın buyruğu olarak zekâttan pay verilirdi. Ama Halife Ömer, hilâfeti döneminde "Bunlara zekât müminlerin zayıf olduğu dönemlerde verilirdi. Şimdi güçlüyüz, bundan sonra bu guruba sadaka verilmeyecek." diye karar almış ve o günden sonra da bu guruba sadakalardan vermek kitaplardan çıkarılmıştır.

Hâlbuki bu müellefe-i kulup sınıfı sadece şerlerinden zararlarından güvende olunacak belalı insanlar demek değildir. Belki Ömer döneminde yalnız onlar vardı. Ama bu çağda, kalpleri İslâm’a ısındırılacak o kadar insan sınıfı ve o kadar ısındırma yolları, onlara ulaşma yolları var ki saymakla bitmez.

Sadakalar, "Mülk Allah’ındır ve müminler kardeştirler" esası üzerinden tasarruf edilir. Bu tasarrufta eşit dağıtım dikkate alınmayıp refahın dağılımı, yaygınlaştırılması; herkesin eşit ölçüde müreffeh olması için hakkaniyet ölçüleri dikkate alınır.

7,8Allah'ın, o kent halkından, elçisine verdiği feyler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında devlet; gücün getirdiği refah olmasın diye Allah'a, elçiye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın armağan ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve elçisine yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'ın koruması altına da girin. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır. (Haşr /7,8)

Buna göre sadakalar; fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler], o iş üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar için harcanmalıdır.

FAKİR

Fakir, "ailesine yetecek kadar malı olmayan, hayatî ihtiyaçları için başkalarına bağımlı olan kimse"dir.

MİSKİN

Miskin, "hareket kabiliyetini kaybetmiş, iş yapma imkân ve fırsatları kalmamış kimse"dir.

Zekâttan köleleri özgürlüğe kavuşturmak için de harcama yapılmalıdır. Bu da, özgürlük sözleşmesi yapan köleye malî destek vermek ya da onu sahibinden satın alıp azat etmek sûretiyle olur.

Borçları nedeniyle kendisi ve ailesi sıkıntıya düşmüş kimselere de zekât fonundan yardım yapılır.

Âyetteki,
Allah yolu ifadesi, –Allah yolunda askerliğin, eğitim-öğretimin, tebyîn için yayının önceliği olsa da– "Allah'ı hoşnut eden tüm iyi ameller"i kapsayan genel bir ifadedir.

ÂMİLÎN

Âmilîn, "zekâtı toplamakla görevli kimseler"dir. Bunlar, bugün için "kamu personeli" olarak değerlendirilebilir.

MÜELLEFE-İ KULUB

Müellefe-i kulûb, "İslâm'a ısındırılmak için –zengin dahi olsalar– kendilerine zekât verilecek kimseler"dir. Rasûlullah, zengin kabile reislerine bu amaçla zekâttan para aktarmıştır.

İBNÜ'S-SEBÎL [YOLCU]

İbnü's-sebîl, "elindeki tükenen, memleketinde zengin olsa bile bulunduğu yerde yardıma muhtaç olan yolcu"dur. Bu gibilere de zekât fonundan destek verilir.
61) Yine onlardan bazıları, Peygamber'i inciten ve "O, kendisine söylenen her şeyi dinleyip tasdik eden biridir!" diyen kimselerdir. De ki: "Sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a inanır, mü'minlere inanır ve sizden iman edenlere de bir rahmettir." Ve Allah'ın Elçisi'ni inciten kimseler, acıklı bir azap kendileri için olanlardır.
62) Sizi hoşnut etmek için, sizin için Allah'a yemin ederler. Bunlar, eğer mü'min iseler Allah'ı ve Elçisi'ni razı etmeleri daha doğrudur.
63) Şüphesiz kim Allah ve Elçisi'yle boy ölçüşmeye kalkarsa, şüphesiz onun için içinde sonsuza dek kalanlar olarak cehennem ateşi olduğunu bilmediler mi? İşte bu, en büyük rüsvalıktır.
Bu âyetlerde de münâfıkların portreleri çizilmektedir: Onlardan bazıları, Peygamber'i inciten ve "O, bir kulaktır [kendisine söylenen her şeyi dinleyip tasdik eden biridir]" diyen kimselerdir. Rasûlullah, herkesi dinlediği ve herkesin istediği şeyi söylemesine izin verdiği için onlar bunu bir hata olarak görür ve bu şekilde itham ederlerdi.

Bunlara, Sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a inanır, mü’minlere inanır ve sizden iman edenlere de bir rahmettir açıklaması yapılarak, Rasûlullah'ın kıymetini bilmeleri istenmekte, sonra da, Ve Allah'ın Elçisi'ni inciten kimseler, acıklı bir azap kendileri için olanlardır buyurularak uyarılmaktadırlar.

Rasûlullah'ın onlara rahmet olması, başta Rasûlullah içlerinde iken Allah'ın kendilerine azap etmeyeceği ilkesidir:

* Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. [Enfâl/33]

Sonra da Rasûlullah'ın, onların dünya ve âhiret hayatlarını kurtarmak için çalışmasıdır:

* Biz, seni de ancak, âlemler için bir rahmet olarak/rahmet için gönderdik. [Enbiyâ/107]

Bundan sonra da, Sizi hoşnut etmek için, sizin için Allah'a yemin ederler buyurularak, başka bir kesim tanıtılmakta ve onlar da, Bunlar eğer mü’min iseler Allah'ı ve Elçisi'ni razı etmeleri daha doğrudur denilerek uyarılmaktadırlar.

Bunların ardından da Allah ve Rasûlü'ne karşı tavır alanların tümü, Şüphesiz kim Allah ve Elçisi'yle boy ölçüşmeye kalkarsa, şüphesiz onun için içinde ebedî kalanlar olarak cehennem ateşi olduğunu bilmediler mi? İşte bu, en büyük rüsvaylıktır diye tehdit edilmektedir.
64) Münâfıklar, kalplerindeki şeyleri kendilerine haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler. De ki: "Siz alay edin! Şüphesiz Allah, sizin çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarandır.
65) Ve eğer onlara sorsaydın, kesinlikle, "Biz, sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk" diyecekler. De ki: "Allah, âyetleri ve Elçisi ile mi alay ediyordunuz?"
66) Özür dilemeyin, siz "İman ettik" dedikten sonra kesinlikle küfrettiniz; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddettiniz. Sizden bir kısmını affetsek bile, şüphesiz kendileri günah işleyen kimseler oldukları için diğer tayfayı azaplandıracağız.
Bu paragrafta da ilk önce münâfıkların davranışları; Rasûlullah ve mü’minler Tebük seferi için hazırlanırken gizli toplantılarında alaylı konuşmaları ifşa edilmekte ve rûh hâlleri; diken üstünde duruşları, gerçek yüzlerini ve gizli oturumlarını açığa vuran bir âyetin nâzil olmasından çekindikleri bildirilmektedir: Münâfıklar, kalplerindeki şeyleri kendilerine haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler.

Sonra da, Siz, alay edin! Şüphesiz Allah, sizin çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarandır buyurularak uyarılmaktadırlar. Münâfıklara sorulduğunda, "Biz sadece dalmıştık, oyun oynuyorduk" diyecekler. Allah'ın, âyetleri ve Elçisi ile alay edip etmedikleri sorulduğunda ise, birtakım mazeretler ileri sürerek özür dileme cihetine gidecekler. Bunların özürleri dikkate alınmayacak, zira "İman ettik" dedikten sonra küfretmişlerdir. Allah bir kısmını affetse bile, günah işleyen kimseler oldukları için onları azaplandıracaktır.
67) Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve ellerini sıkı tutarlar/cimrilik ederler. Allah'ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir. Gerçekten de münâfıklar, hak yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.
68) Allah, münâfık erkek ve münâfık kadınlara ve kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere/inanmayanlara, içinde temelli kalanlar olarak cehennem ateşini vaat etmiştir. O, onlara yeter. Ve Allah, onları dışlayıp rahmetinden mahrum bırakmıştır! Ve onlara kalıcı bir azap vardır.
69) Siz de tıpkı kendinizden önceki, sizden daha güçlü-kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı ve de paylarına düşen kadar yararlanan kimseler gibisiniz. İşte siz de, sizden öncekiler paylarına düşen kadarıyla nasıl yararlanmak istedilerse siz de onlar gibi payınıza düşen kadarıyla yararlanmak istediniz. Siz de dalanlar gibi daldınız; hep boşa çalıştınız. İşte bunların, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitti ve işte bunlar, kayba/zarara uğrayıp acı çeken kimselerin ta kendileridir.
70) Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nûh'un toplumunun, Âd'ın, Semûd'un, İbrâhîm'in toplumunun, Medyen ashâbı'nın ve alt-üst olmuş kentlerin haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara haksızlık eden biri değildi. Velâkin onlar, şirk koşmak sûretiyle kendilerine haksızlık ediyorlardı.
Bu âyetlerde münâfıklar tanıtılmakta; kadınıyla erkeğiyle birbirinin aynısı oldukları, kötülüğü emredip iyilikten sakındırdıkları, ellerini sıkı tuttukları [cimrilik ettikleri], Allah'ı terk ettikleri, buna mukabil Allah'ın da onları terk ettiği, fâsık oldukları, Allah'ın kadın ve erkeğiyle münâfık ve inkârcılara, içinde temelli kalacakları cehennem ateşini vaat ettiği, onun onlara yeteceği, Allah'ın onlara lânet ettiği ve onlar için kalıcı bir azap olduğu bildirilmektedir.

Onların dünyadaki durumları ve âhirette karşılaşacakları âkıbetleri açıklandıktan sonra, onlar doğrudan muhatap alınarak, Siz de tıpkı kendinizden önceki, sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı ve de paylarına düşen kadar yararlanan kimseler gibisiniz. İşte siz de sizden öncekiler paylarına düşen kadarıyla nasıl yararlanmak istedilerse siz de onlar gibi payınıza düşen kadarıyla yararlanmak istediniz. Siz de dalanlar gibi daldınız denilerek uyarılmış, sonra da ibret almaları için tüm insanlara, İşte bunların, dünyada ve âhirette amelleri boşa gitti ve işte bunlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. Onlara, kendilerinden önceki kişilerin; Nûh'un kavmi'nin, Âd'ın, Semûd'un, İbrâhîm'in kavmi'nin, Medyen ashâbı'nın ve mü’tefikelerin [alt-üst olmuş kentlerin] haberi gelmedi mi? Onlara elçileri açık delillerle gelmişlerdi. Ve sonra Allah, onlara zulmeden değildi. Velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı denilerek onlarla ilgili bilgi verilmiştir.
71) İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının koruyucu, yol gösterici yakınlarıdırlar. Bunlar herkesçe kabul gören iyi şeyleri emrederler, tüm kötü şeylerden vazgeçirirler, salâtı ikame ederler [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturur, ayakta tutarlar], zekat'ı; Allah'ın dininin yayılması, ayakta tutulması, salâtın ikame edilebilmesi için müminlerin iman borcu; kulluk görevi olarak içtenlikle verdiği vergiyi verirler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat ederler. İşte bunlar, Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.
72) Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir.
Münâfıkların durumunun beyân edilmesinden sonra karşıtlık metodu çerçevesinde gerçek mü’minlerle ilgili de açıklamalar yapılmaktadır: İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velîleridirler. Bunlar ma‘rûfu emrederler, münkerden vaz geçirirler, salâtı ikâme ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir.
73) Ey Peygamber! İnkârcılar ve münâfıklar ile cihat et; onlara karşı çaba göster. Ve onlara karşı sert ol. Onların barınma yerleri de cehennemdir. Ve o, ne kötü bir oluş yeri; son duraktır!
74) Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, küfrü; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetme sözünü kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri oldular. Ve ulaşamadıkları, sahip olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin mü'minleri Allah'ın armağanlarından zenginleştirmiş olmasından kinlendiler. Artık, eğer hatalarından dönerlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri dururlarsa da Allah, onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azap ile azaplandıracaktır. Yeryüzünde onlar için bir koruyucu, yol gösterici yakın ve iyi bir yardımcı da yoktur.
75) Ve onlardan bazıları, "Eğer Allah armağanlarından bize verirse, kesinlikle bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız" diye Allah'a söz veren kimselerdir.
76) Sonra, ne zaman ki Allah, onlara armağanlarından verir, onda cimrilik ederler ve mesafelenerek geri dururlar.
77) Sonunda Allah'a vaat ettikleri şeylerde sözlerini tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da Kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerinde sürüp gidecek bir münâfıklık yerleştirerek onları cezalandırdı.
78,79) Şüphesiz onlar; mü'minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan, sonra da onlarla alay eden kimseler, Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi? Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.
Bu âyetlerde Allah, Elçisi'ne, kâfir ve münâfıklarla cihad etmesini ve cihadı sürdürmesini emretmekte ve onların değişmez tutumları ile ilgili daha detaylı bilgiler vermektedir: Ey Peygamber! İnkârcılar ve münâfıklar ile cihad et. Ve onlara karşı sert ol. Onların barınma yerleri de cehennemdir. Ve o, ne kötü bir oluş yeridir. Onlar, söylemediklerine, Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar, o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâmlaşmalarından sonra da kâfir oldular. Ve nail olamadıkları şeyleri çok istediler. Onlar, sadece, Allah'ın ve Elçisi'nin onları [mü’minleri] O'nun [Allah'ın] lütfundan zenginleştirmiş olmasından kinlendiler. Artık, eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer geri dururlarsa da Allah onları dünyada ve âhirette çok acıklı bir azap ile azaplandıracaktır. Yeryüzünde onlar için bir velî ve iyi bir yardımcı da yoktur. Ve onlardan bazıları, "Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız" diye Allah'a söz veren kimselerdir. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. Sonunda Allah'a vaat ettikleri şeylerde sözlerini tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da Kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerinde sürüp gidecek bir münâfıklık yerleştirerek onları cezalandırdı. Şüphesiz onlar; mü’minlerden, sadakalardan kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara ve güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatan, sonra da onlarla alay eden kimseler, Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi? Allah, onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.

Bu paragrafın sebeb-i nüzûlüne dair kaynaklarda şu bilgiler nakledilmektedir:

Yüce Allah'ın, Söylemediler diye Allah'a yemin ederler diye başlayan âyet-i kerîmesinin, el-Culâs b. Suveyd b. es-Sâbit ile Vedia b. Sâbit hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar, Peygamber (s.a) hakkında ileri-geri konuşmuş ve, "Allah'a andolsun eğer Muhammed bizim efendilerimiz ve hayırlılarımız olan diğer kardeşlerimiz hakkında söylediklerinde doğru ise, hiç şüphesiz biz de eşeklerden daha kötüyüz" demişlerdi. Âmir b. Kays kendisine, "Evet, Allah'a yemin ederim Muhammed hem doğrudur, hem doğruluğu tasdik edilmiştir. Şüphe yok ki sen de eşekten daha kötü bir durumdasın" diyerek bunu Peygamber'e (s.a) bildirir. el-Culâs, gelip Peygamber'in (s.a) minberi yanı başında Âmir'in gerçekten yalancı olduğuna dair yemin etti, Âmir ise el Culâs'ın bu sözü gerçekten söylediğine yemin etti ve, "Allahım! Doğru söyleyen Peygamberi'ne (bu hususta) bir şeyler bildir" diye dua etmesi üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Yüce Allah'ın, İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti... ile ilgili olarak Katâde şöyle demektedir: Burada sözü edilen kişi Ensâr'dan birisidir. O şöyle demişti: "Allah bana rızık olarak bir şeyler verecek olursa, hiç şüphesiz ondaki Allah hakkını ödeyeceğim ve tasaddukta bulunacağım." Allah ona bu dediği şeyi verince, bu sefer Kitab-ı Kerîminde size okunan bu buyruklarda belirtilen işleri yaptı. O bakımdan yalan söylemekten kaçının. Çünkü yalan günahkârlığa götürür. Ali b. Yezîd, el-Kâsım'dan, o, Ebû Umâme el-Bâhilî'den rivâyet ettiğine göre Sa‘lebe b. Hatıb el-Ensârî Peygamber'e (s.a) dedi ki: "Allah'a dua et de bana mal rızık versin, ihsan etsin." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yapma ey Sa‘lebe! Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, (şükrünün) altından kalkamayacağın çok (mal)dan hayırlıdır." İkinci bir defa gelerek yine Peygamber'e isteğini tekrarlayınca, Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın Peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Ben, dağların benimle birlikte altın olup yol almasını isteyecek olsam, hiç şüphesiz öylece yol alırlardı." Sa‘lebe şöyle dedi: "Seni hakk ile gönderen adına yemin ederim ki, eğer sen Allah'a dua edip de O da rızık olarak bana mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesiz her hakk sahibine hakkını vereceğim." Bunun üzerine Peygamber (s.a) ona dua etti, O da koyun satın aldı. Solucan ve kurtların çoğalması gibi çoğaldılar. Medîne ona dar geldi. Bu sefer Medîne'nin dışına çıktı, Medîne vâdilerinden birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları daha bir artıp çoğaldı, bu sefer Peygamber ve cemaati –Cuma namazı müstesna– büsbütün terk etti. Koyunları artmaya devam etti, nihâyet Cuma'yı da terk etti. Bu sefer, Rasûlullah (s.a) üç defa, "Yazıklar sana ey Sa‘lebe" buyurdu. Daha sonra yüce Allah'ın, Matlarından bir sadaka al ki... (Tevbe/103) âyeti nâzil oldu. Peygamber (s.a) da zekât toplamak üzere iki kişiyi gönderdi. Onlara, "Sa‘lebe'ye ve –Süleymoğulları'ndan bir adamın adını vererek– filana uğrayın ve onların sadakalarını [zekâtlarını] alın" dedi. Bu iki görevli Sa‘lebe'ye gittiler. Ona, Rasûlullah'ın (s.a) gönderdiği mektubu okuttular. Bunun üzerine o, "Bu ancak cizyenin bir benzeridir. İşinizi gidin görün, bitirdikten sonra bana uğrayın" dedi... ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu ise bilinen ünlü bir olaydır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Bil ki bu âyet, bir grup münâfığın, birtakım yanlış ve hata olan şeyler söylediklerine ve fakat onlara, "Siz, şöyle şöyle söylemişsiniz" denildiğinde, korkup böyle söylemediklerine dair yemin ettiklerine delalet etmektedir. Müfessirler, bu âyetin nüzûl sebebi olarak şunları ileri sürmüşlerdir:

1) Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber, Tebük gazvesi'nde iki ay geçirdi. Bu arada kendisine Kur’ân âyetleri nâzil oluyor ve savaşa katılmayan münâfıkları ayıplıyordu. Bu sırada, Cülâs ibn Süveyd, "Allah'a yemin ederim ki, bizim en şereflilerimiz olan ve Medîne'de bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler şâyet doğru ise, biz eşekten daha adiyiz, kötüyüz, demektir" dedi. Bunun üzerine, Âmir ibn Kays el-Ensârî, Cülas'a, "Evet, Allah'a yemin ederim ki, Hz. Muhammed doğrudur. Sen, eşekten daha adisin" dedi. Bu söz, Hz. Peygamber'e (s.a) ulaştı. Bunun üzerine Cülas, Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarıldı. Ve o bunu söylemediğine dair Allah'a yemin etti. Bunun üzerine Âmir, ellerini yukarıya kaldırarak, "Allahım! Kuluna ve Peygamberi'ne, doğru olanı tasdik eden, yalancıyı da tekzip eden hükmünü/âyetini indir!" diye dua etti. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Bunun peşinden de Cülas, "Hiç şüphesiz Allah, bu âyette tevbeden bahsetmektedir. Ben bu sözü söyledim, Âmir doğrudur" dedi. Tevbe etti ve tevbesinde hep samimi kaldı.

2) Rivâyet olunduğuna göre bu âyet, Abdullah ibn Ubey hakkında nâzil olmuştur. Çünkü o, Hz. Peygamber'i kastederek, "Andolsun ki, şâyet Medîne'ye dönersek, aziz ve şerefli olanlar, zelil olanları Medîne'den çıkaracaktır" dedi. Zeyd ibn Erkam bunu duydu ve Hz. Peygamber'e haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Abdullah ibn Ubey'i öldürmeye niyetlendi. Bundan dolayı, Abdullah gelerek bunu söylemediğine yemin etti de, hemen bu âyet nâzil oldu.

3) Katâde şunu rivâyet etmiştir: Biri Cüheyne, biri de Gıfâr kabilesi'nden olmak üzere iki adam birbiriyle dövüştüler. Gıfâr kabilesi'nden olan, Cüheyne kabilesi'nden olana üstün geldi. Bunun üzerine Abdullah ibn Ubey, "Ey Evsoğulları! Kardeşinize yardım edin. Allah'a yemin olsun ki, bizim ve Muhammed'in misali, tıpkı ‘Köpeğini besle, seni yesin’ darb-ı meselinde olduğu gibidir" diye bağırdı. Bunun, üzerine, orada bulunanlar, bunu Hz. Peygamber'e söylediler. Abdullah, bu sözü söylemediğini ileri sürerek, yemin etmeye başladı. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]



SA‘LEBE'NİN KISSASI

Bu âyetin en meşhur nüzûl sebebi olarak şu hâdise anlatılmıştır: Sa‘lebe ibn Hâtıb, "Yâ Rasûlallah! Allah'a dua et de, bana mal-mülk versin" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ey Sa‘lebe! Şükrünü eda edebileceğin az mal, takat getiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır" dedi. Sa‘lebe, Hz. Peygamber'e tekrar müracaat ederek, "Seni hakk olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şâyet Allah bana mal verirse, her hakk sahibine hakkını vereceğim..." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber de onun için dua etti. Derken o, bir koyun edindi. Bu koyun, tıpkı kurtların üreyip çoğalması gibi çoğaldı. Öyle ki, koyun sürüleri Medîne'ye sığmaz oldu. Bunun üzerine Sa‘lebe, koyun sürülerini bir vâdiye götürdü. Ve, öğlen ve ikindi namazlarını kılmaya, diğerlerini ise kılmamaya başladı. Sürü iyice üreyip çoğalınca da, Cuma namazları hariç, bütün namazları kılmaz oldu. Daha sonra, Cumayı da terk etti. Derken kervancılarla karşılaştığında, "Ne var, ne yok?" diye soruyordu. Hz. Peygamber (s.a) Sa‘lebe'nin durumunu sorduğunda, o'na onun durumu anlatıldı. Bunun üzerine, Hz. Peygamber, "Yazıklar olsun sana Sa‘lebe!" dedi. İşte bunun üzerine, Onların mallarından sadaka al... (Tevbe/103) âyeti nâzil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber Sa‘lebe'ye iki adam yollayarak, "Sa‘lebe'ye gidin ve zekâtını alın..." dedi. Bu adamlar Sa‘lebe'nin yanına varıp da ona Hz. Peygamber'in emrini ilettiklerinde o, "Bu, bir cizyedir; ya da cizyenin benzeridir" dedi ve zekâtını vermedi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, âyetini indirdi. Hakkında, bu âyetin inzâl buyurulduğu haber verildiğinde, Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, kendisinden zekâtını kabul etmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Allah beni, bunu kabul etmekten men etti " buyurdu. O, yüzüne-gözüne toprak saçmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Ben sana söyledim, ama sen beni dinlemedin"' buyurdu. Hz. Peygamber'in evine vardığında, Hz. Peygamber ona kapısını açmadı. Sonra, zekâtını Ebû Bekr'e getirdi, Hz. Peygamber kabul etmediği için Ebû Bekr de onu kabul etmedi. Daha sonra Hz. Ömer de, Ebû Bekr'e uyarak onun zekâtını kabul etmedi. Hz. Osman da kabul etmedi. Ve Sa‘lebe, Hz. Osman'ın hilafeti zamanında ölüp helâk oldu.

İmdi şâyet, "Allah Teâlâ, Sa‘lebe ibn Hâtıb'a zekâtını vermesini emretmişti. O hâlde, Peygamber'in, onun zekâtını kabul etmemesi nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Allah Teâlâ Hz. Peygamber'i (s.a), başkaları bundan ibret alsın ve böylece de zekâtlarını vermekten imtina etmesinler diye, Sa‘lebe'yi hor ve hakîr kılmak için zekâtını kabul etmekten men etmişti.

Şöyle de denilebilir: O, zekâtını ihlâslı bir biçimde değil, riya maksadıyla getirmişti: Allah Teâlâ, bunu Hz. Peygamber'e bildirdi, o da bundan dolayı o zekâtı kabul etmedi.

Şu da muhtemeldir: Allah, Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş (...) olasın (Tevbe/103) buyurup, böyle bir maksat da, münâfıklığı sebebiyle Sa‘lebe'de mevcut olmayınca, Hz. Peygamber (s.a), onun zekâtını almaktan geri durmuştur. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb]
80) Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de yine Allah, onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah'ı ve Rasûlü'nü kabul etmemeleri nedeniyledir. Allah, hak yoldan çıkmışlar toplumuna kılavuzluk etmez.
81) O geri bırakılanlar/savaşa katılmayanlar, Allah'ın Elçisi'ne karşıt olarak oturmalarıyla ferahladılar ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda çaba harcamaktan hoşlanmadılar, bir de "Bu sıcakta savaşa çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır." Keşke iyice kavrayıp anlayabilselerdi.
82) Artık kazandıkları günahın cezası olarak, çok az gülsünler, çok çok ağlasınlar.
83) Eğer Allah seni onlardan bir taifenin yanına döndürür de onlar çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: "Artık siz, hiçbir zaman benimle beraber asla çıkmayacaksınız. Ve hiçbir zaman benimle birlikte düşmanla savaşmayacaksınız. Şüphesiz siz, ilkinde oturup kalmaktan hoşlanıyordunuz. Artık geride kalanlarla beraber oturup kalın!"
84) Ve onlardan ölen biri için hiçbir zaman destek olma, onun kabrinin üzerine dikilme. Şüphesiz onlar, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, O'nun Elçisi'nin gerçek elçi olduğunu bilerek reddedenlerdir. Ve onlar, hak yoldan çıkmış olarak ölmüşlerdir.
85) Onların malları ve evlatları da seni imrendirmesin. Allah, ancak onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve onlar kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden biri iken canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.
86,87) Ve "Allah'a iman edin ve Elçisi ile birlikte cihat edin; çaba harcayın" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan güç [mal, mülk, evlat] sahibi olanlar senden izin istediler ve "Bırak bizi oturanlarla beraber olalım" dediler. Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri de damgalandı/mühürlendi. Artık onlar iyice kavrayıp anlamazlar.
88) Fakat Elçi ve O'nunla beraber olan inanmış kimseler mallarıyla, canlarıyla çaba harcadılar. Ve işte onlar, bütün hayırlar kendilerinin olanlardır. Ve işte onlar, durumu bozulmayan, kazançlı çıkanların ta kendileridir.
89) Allah, onlar için, içinde sürekli kalanlar olarak, altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, o çok büyük kurtuluştur.
90) Bedevi Araplardan özür beyan edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah'a ve Elçisi'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Bunlardan kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, yakında çok acıklı bir azap dokunacaktır.
91,92) Allah ve Elçisi için samimi oldukları takdirde, zayıflara, hastalara ve de harcamada bulunacak bir şey bulamayan kimselere, bir de kendilerini bindiresin diye sana geldiklerinde, "Sizi üzerine bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin zaman, Allah yolunda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözlerinden yaş döke döke geri dönüp giden kimselere bir vebal, sıkıntı yoktur. İyilik-güzellik üretenler aleyhine bir yol yoktur. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
93) Yol, ancak zengin oldukları hâlde senden izin isteyen o kimselerin aleyhinedir. Bunlar, geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların kalpleri üzerine damga/mühür bastı. Bundan dolayı onlar bilmezler.
94) Kendilerine döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: "Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin haberlerinizden önemli haberler verdi." Bundan sonra da Allah ve Elçisi işinizi görecektir. Daha sonra da görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra da O, size yapmış olduklarınızı haber verecektir.
95) Kendilerine döndüğünüz zaman, onlardan mesafelenmeniz için, size Allah'a yemin edecekler. Siz de onlardan hemen mesafelenin. Şüphesiz onlar kirlidir, pislenmiştir. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.
96) Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz, onlardan razı olursanız da, bilin ki Allah şüphesiz hak yoldan çıkmış o kimseler toplumundan razı olmaz.
Bu âyet grubunda da münâfıklarla ilgili bilgiler, yaptıkları ve yapacakları işler açıklanmakta ve Rasûlullah'ın bu kesime nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir.

Burada ilk önce münâfıkların Allah ve Rasûlü'nü inkâr etmeleri ve fâsık bir kavim olmaları nedeniyle Allah'ın onları bağışlamayacağı, o yüzden de Peygamber'in onlar için yalvarmasının faydası olmayacağı bildirilmiştir. Münâfıkların bu kötü âkıbeti, Nisâ sûresi'nde de konu edilmişti:

* Mü’minlerin astlarından, küfre; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeye sapanları yol gösterici, koruyucu yakın edinen şu münâfıklara, şüphesiz, çok acıklı bir azabın kendileri için olduğunu müjdele! Onların yanında şan ve şeref mi arıyorlar? Oysa şan ve şerefin tümü Allah'ındır. [Nisâ/138-139]

* Şüphesiz ki münâfıklar –tevbe edenler, düzeltenler, Allah'a sıkıca sarılanlar ve dinlerini Allah için arıtan kimseler müstesna; artık bunlar, mü’minlerle beraberdirler ve Allah, mü’minlere büyük bir ecir verecektir –, Ateş'ten, en aşağı tabakadadırlar. Sen de onlara bir yardım edici bulamazsın. [Nisâ/145-146]

Daha sonra bu münâfıkların bir grubunun, Allah'ın Elçisi'ne karşıt olarak oturmalarıyla ferahlandıkları ve mallarıyla-canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmadıkları ve "Bu sıcakta savaşa çıkmayın" dedikleri bildirilip onlara şöyle denilmiştir: "Cehennem ateşi daha sıcaktır." Keşke iyice kavrayıp anlayabilselerdi. Artık kazandıkları günahın cezası olarak, çok az gülsünler, çok çok ağlasınlar.

Bu teşhir ve uyarıdan sonra da Rasûlullah'a şu emirler verilmiştir:
Eğer Allah, seni onlardan bir tâifenin yanına döndürür de onlar çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: "Artık siz hiçbir zaman benimle beraber asla çıkmayacaksınız. Ve hiçbir zaman benimle birlikte düşmanla savaşmayacaksınız. Şüphesiz siz ilkinden oturup kalmaktan hoşlanıyordunuz. Artık geride kalanlarla beraber oturup kalın!" Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine durma. Şüphesiz onlar, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne küfredenlerdir. Ve onlar, fâsık olarak ölmüşlerdir. Onların malları ve evlatları da seni imrendirmesin. Allah, ancak onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve onlar kâfir iken canlarının güçlükle çıkmasını istiyor. Ve "Allah'a iman edin ve Elçisi ile birlikte cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan güç [mal, mülk, evlat] sahibi olanlar senden izin istediler ve "Bırak bizi oturanlarla beraber olalım" dediler. Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri de damgalandı/mühürlendi. Artık onlar iyice kavrayıp anlamazlar.

Münâfıklarla ilgili açıklamalardan sonra, bunların karşıtı olan mü’minlerle ilgili bilgiler verilmiştir: Fakat Elçi ve o'nunla beraber olan inanmış kimseler mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Ve işte onlar, bütün hayırlar kendilerinin olanlardır. Ve işte onlar, felâh bulanların ta kendisidir. Allah onlar için içinde sürekli kalanlar olarak, altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, o çok büyük kurtuluştur.

Bu açıklamalardan sonra Rasûlullah'a, gelişecek bazı olaylar önceden haber verilmekte ve bunlar karşısında nasıl davranması gerektiği bildirilmektedir: Bedevî Araplardan özür beyân edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah'a ve Elçisi'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Bunlardan kâfir olan kimselere yakında çok acıklı bir azap dokunacaktır. Allah ve Elçisi için samimi oldukları takdirde, zayıflara, hastalara ve de infak edecek bir şey bulamayan kimselere, bir de kendilerini bindiresin diye sana geldiklerinde, "Sizi üzerine bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğin zaman, infak edecekleri bir şey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözlerinden yaş döke döke geri dönüp giden kimselere bir günah yoktur. Muhsinler [iyilik, güzellik üretenler] aleyhine bir yol yoktur. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Yol, ancak o, zengin oldukları hâlde senden izin isteyen kimselerin aleyhinedir. Bunlar geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların kalpleri üzerine damga/mühür bastı. Bundan dolayı onlar, bilmezler. Kendilerine döndüğünüz zaman size özür beyân edecekler. De ki: "Özür beyân etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin haberlerinizden önemli haberler verdi." Bundan sonra da Allah ve Elçisi işinizi görecektir. Daha sonra da görünmeyeni ve görüneni bilene [Allah'a] döndürüleceksiniz. Sonra da O, size yapmış olduklarınızı haber verecektir. Kendilerine döndüğünüz zaman, onlardan mesafelenmeniz için, size Allah'a yemin edecekler. Siz de onlardan hemen mesafelenin. Şüphesiz onlar pisliklidir. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Artık eğer siz onlardan razı olursanız da bilin ki Allah, şüphesiz o fâsıklar toplumundan razı olmaz.

Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine dikilme. Şüphesiz onlar, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne küfredenlerdir. Ve onlar, fâsık olarak ölmüşlerdir âyeti [84. âyet], târihî bilgilere göre Tebük seferi'nden kısa bir süre sonra ölen münâfıkların lideri Abdullah ibn Ubey'in ölümü üzerine nâzil olmuş ve ona ölüm desteği (bugünkü cenaze namazının aslı) verilmemesi istenmiştir. Târihî belgelerde yer aldığına göre samimi bir Müslüman olan Abdullah ibn Ubey'in oğlu Abdullah, Rasûlullah'tan babasına kefen yapmak üzere gömleğini istedi. Rasûlullah bu isteği cömertçe yerine getirdi. Daha sonra Abdullah, O'ndan babasının cenazesini kaldırmasını istedi. Rasûlullah bunu da kabul etti. İşte bu sırada bu âyet indi ve Rasûlullah o münâfığın cenazesiyle ilgilenmedi.

Bu âyet, tüm zamanların mü’minlerine de kâfirlerin cenazeleriyle ilgilenmeme yükümlülüğü getirmiştir.
97) Bedevi Araplar, Allah'ın ilâhlığına ve rabliğine inanmama ve münâfıklık bakımından daha çetin; Allah'ın, Elçisi'ne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye/öğrenmemeye daha yatkındırlar. Allah da, en iyi bilen, en iyi ilke koyandır.
98) Bedevi Araplardan kimi de var ki, kamu yararına harcadığını zorla ödenmiş borç sayar ve size belalar gelmesini bekler. -O çirkin bela kendi üzerlerine!- Ve Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
99) Yine bedevi Araplardan kimi de vardır ki onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri sayar. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah, onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.
Bu paragrafta bedevî Arapların bir kısmının, yerleşik Araplara göre daha kaba, daha anlayışsız, daha dikbaşlı [vahşi, yabani] oldukları bildiriliyor. Bunlar yasa tanımayan, her istediğini yapan kimselerdir. Bunlardan kimisi, Allah'ın, Elçisi'ne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye daha yatkındır; kimisi de, infak ettiğini zorla ödenmiş borç sayar ve Müslümanlar için belâlar bekler; kimisi de, Allah'a ve âhiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri edinir [sayar].
100) Muhacir ve Ensar'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve Allah onlara, içlerinde temelli; ebedi kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.
Müşrik ve münâfıkların durumlarına ait bilgilerden sonra onların karşıtı olan mü’minler [Allah yolunda malını-canını feda etmiş örnek öncüler ve iyileştirme-güzelleştirme faaliyeti kapsamında onları izleyenler] konu edilmiş ve övülmüşlerdir.

Burada övülenlerin, sadece ilk Muhâcirler ve onları izleyenler [Muhâcirler ve Hudeybiye günü'nde Rıdvan Biati'nde bulunan Ensâr] olarak kabul edilmesi yanlış olur. Zira bu övgü, İslâmî faaliyeti sürdüren, İslâm'ın yayılmasına zemin hazırlayan fedakâr ve vefakâr kimselerin hepsine şamildir.
101) Ve yanınızda bedevi Araplardan münâfıklar var. Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin. Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba döndürüleceklerdir.
102) Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Sâlih bir amelle diğer kötüyü karıştırdılar. Olur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.
103) Onların mallarından sadaka al ki, sadaka ile kendilerini temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.
104) Onlar Allah'ın, kullarından tevbeyi kabul ettiğini, sadakaları aldığını ve Allah'ın tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhamet edenin ta kendisi olduğunu bilmediler mi?
105) Ve de ki: "Elinizden geleni yapın! Artık Allah, Elçisi ve mü'minler işlerinizi görecektir. Ve siz, görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra O, işlemiş olduklarınızı size haber verecektir."
106) Ve diğerleri, Allah'ın emrine bırakılmış olanlardır. O, ya kendilerini azaplandırır ya da tevbelerini kabul eder. Ve Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.
Örnek ve öncü mü’minlerle ilgili açıklamalardan sonra konu yine münâfıklara getirilmiş, ardından da Rasûlullah ve mü’minlerin onlarla ilişkilerinin nasıl olması gerektiği bildirilmiştir.

Mü’minlerin yanında Medînelilerden ve bedevî Araplardan –Allah'ın bilip de Rasûlullah ve mü’minlerin bilmediği– katmerli münâfıklar vardır. Onlar iki kez azap çekecekler, sonra da çok büyük bir azaba döndürüleceklerdir. Bunlara nasıl iki kez azap edileceğini 55. âyetin tahlilinde açıklamıştık.

Rasûlullah'ın yanında bir de günahlarını itiraf edenler [sâlih bir amelle diğer kötüyü karıştıranlar] vardır. Allah, onların tevbelerini kabul edebilir.

Bunların mallarından sadaka alınmalı ki, onunla [sadaka ile] onlar temizlensinler. Bir de onlara destek olunmalı. Şüphesiz Elçi'nin desteği onlar için bir huzurdur.

Konuyu anlamak için daha önce inmiş ayetlerden birikime sahip olmalıyız. Burada dikkat edeceğimiz noktalar:

Bu ayetlerde "onlar" diye söz edilenler kimler?

Sadaka ne demek? Sadaka kimden alınır?

Sadakayı kim alır? Ne için alır?

Temiz olmak, temizlemek ne demek? (Çamaşır, bulaşık değil herhalde)

Arınmak, arındırmak ne demek? Arındırma malzemesi nedir?

Bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında şu nakledilmiştir:

Bu âyet-i kerîme Tebük gazvesi'nden geri kalan 10 kişi hakkında inmiştir. Bunların yedisi kendilerini mescidin direklerine bağlamışlardı. Katâde de buna yakın bir görüş ifade etmiş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın, Mallarından bir sadaka al... (Tevbe/103) âyeti de bunlar hakkında inmiştir." Bunu da el Mehdevî nakletmektedir. Zeyd b. Eslem, "Bunlar 8 kişi idi" der. 6 kişi oldukları, 5 kişi oldukları da söylenmiştir. Mücâhid ise der ki: "Âyet-i kerîme yalnızca Ensâr'dan Ebû Lübâbe hakkında, onun Kurayzaoğulları ile başından geçen olay ile ilgili olarak inmiştir. Şöyle ki: Kurayzaoğulları Ebû Lübâbe ile Allah ve Rasûlü'nün hükmünü kabul ederek kalelerinden inmeleri hususunda konuşmuşlar, o da inip bu hükmü kabul ettikleri takdirde, Peygamber'in (s.a) kendilerini keseceğini anlatmak kastı ile boğazına işaret etmişti. Bu durumu açığa çıkınca, tevbe edip pişman olmuş, kendisini mescidin direklerinden birisine bağlamış ve Allah kendisini affedinceye yahut bu hâlde ölünceye kadar yemek yememek, bir şey içmemek üzere yemin etmişti. Yüce Allah onu affedinceye kadar bu şekilde devam etti ve bu âyet-i kerîme indi. Rasûlullah (s.a) da çözülmesi için emir verdi." Bunu Taberî Mücâhid'den naklettiği gibi İbn İshâk da Sîret'inde daha kapsamlı olarak nakletmiştir. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Onlarla ilgili Rasûlullah'a bilgi ve emirler verildikten sonra onlara sitemkâr mesajlar verilmektedir:
Onlar, Allah'ın, kullarından tevbeyi kabul ettiğini, sadakaları aldığını ve Allah'ın, tevbeleri çok kabul edenin ve çok merhamet edenin ta kendisi olduğunu bilmediler mi?" İşleyin! Artık Allah, Elçisi ve mü’minler işlerinizi görecektir. Ve siz görünmeyeni ve görüneni bilene [Allah'a] döndürüleceksiniz. Sonra O, işlemiş olduklarınızı size haber verecektir.

Bu grubun dışında bir de Rasûlullah'ın hiç ilgilenmeyeceği, bütünüyle Allah'a havale edeceği bir grup daha vardır: Ve diğerleri, Allah'ın emrine bırakılmış olanlardır. O, ya kendilerini azaplandırır ya da tevbelerini kabul eder. Ve Allah en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

Bu grupla ilgili de kaynaklarda şu olay nakledilir:

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir: Bu âyet, Ka‘b ibn Mâlik, Mürare ibnu'r-Rebî ve Hilal ibn Ümeyye hakkında nâzil olmuştur. Ka‘b, "Medîne'deki en hızlı deve benimdir; bu sebeple, dilediğimde Hz. Peygamber'e ulaşırım" der ve günlerce gecikir. Daha sonra da, Hz. Peygamber'e ulaşmaktan ümidini keser ve yaptığı şeye pişman olur; aynı şekilde arkadaşları da. Hz. Peygamber (s.a), Medîne'ye geri döndüğünde Ka‘b'a, Hz. Peygamber'e git ve yaptığından dolayı o'ndan özür dile" denildiğindeyse o, "Hayır, tevbenin kabulüne dair bir hüküm, âyet nâzil olmadıkça gitmeyeceğim vallahi" der. Diğer iki arkadaşı ise, Hz. Peygamber'e giderek özür beyânında bulunurlar. Hz. Peygamber onlara, "Sizin, bana katılmayarak geride kalmanızın sebebi nedir?" dediğinde onlar, "Hatadan başka bir mazeretimiz, hakklı gerekçemiz yoktur" cevabını verirler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, Savaşa gitmeyenlerden diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren hakklarındaki hüküm ertelenmiştir âyeti nâzil olur. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb]

Bunun üzerine, bu âyetin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber onları (hakklarında hüküm ininceye kadar bir yerde) durdurtur. İnsanları, onlarla oturup kalkmaktan men eder; onlara, hanımlarından ayrılmalarını ve onları, ana-babalarının yanına yollamalarını emreder. Derken, kendisine yiyecek getirmek arzusuyla, Hilâl'in hanımı gelir; çünkü Hilâl, son derece yaşlı bir kimsedir. Sadece ona izin verilir. Şam'dan ise bir elçi gelmiş, Ka‘b'ı kendilerine [Bizans'a] katılmaya teşvik etmektedir. Bunun üzerine Ka‘b, "Yaptığım hata öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, müşrikler bile benden bir şey umar hale geldiler. Onca genişliğine rağmen. yeryüzü bana dar geldi" der. Hilâl ibn Ümeyye ise öylesine ağladı ki, gözlerinin kör olacağından korkuldu. Elli gün geçtikten sonra, onların tevbelerinin kabul edildiğine dair, Allah, Peygamberi'nin tevbesini kabul buyurdu (Tevbe/117) ve, Savaştan geri bırakılan üç kişinin (tevbelerini de kabul etti) (Tevbe/118) âyetleri nâzil oldu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]
107) Ve zarar vermek, küfür; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmek, Mü'minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış; bozum yapmaya teşebbüs etmiş olanlara gözcülük etmek için mescit yapan şu kimseler, "Biz, en güzelden başka bir şey istemedik" diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır.
108) Sen, o mescidin içinde sonsuza dek dikilme/görev yapma! İlk gününde Allah'ın koruması altına girme üzerine kurulan mescit, elbette içinde görev yapmana daha layıktır. Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınan kimseleri sever.
109) Peki, temelini Allah'ın koruması altına girme ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, şirk koşarak, küfrederek yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar toplumuna kılavuz olmaz.
110) Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalıp kaybolmayacaktır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.
Bu paragrafta da münâfıklar, onların faaliyetleri ve onlara karşı nasıl tavır alınması gerektiği açıklanmıştır. Buna göre, münâfıklardan bir grup, zarar vermek, kâfirlik etmek, Müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış olanlara gözcülük etmek için mescit yapmışlar; bu amaçla sürdürdükleri faaliyetlerini de, "Biz en güzelden başka bir şey istemedik" diye yeminler ederek örtmeye yeltenmişlerdir. Bunlar, yalancı kimselerdir, Allah bunun şâhididir. Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalıp kaybolmayacaktır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.

Bu ifşadan sonra Rasûlullah, onların oyununa gelmemesi hususunda uyarılıyor:
Sen onun içinde ebediyen dikilme [görev yapma]! İlk gününde takvâ üzerine kurulan mescit, elbette içinde dikilmene [görev yapmana] daha layıktır. Onun içinde arınmayı seven er kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever. Peki, temelini Allah'tan takvâ ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, zâlimler toplumuna kılavuz olmaz.

Âyet-i kerîme, rivâyet edildiğine göre, Ebû Âmir er-Râhip hakkında inmiştir. Çünkü sözü geçen bu kişi, Bizans Kayserinin yanına gitmiş, orada Hristiyanlığı kabul etmiş, Kayser de, kendilerine pek yakında yanlarına geleceğine dair söz vermişti. Bunun üzerine onlar da orada Kayser'in gelişini gözetleyip beklemek üzere Mescid-i Dırar'ı inşa ettiler. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Tefsir âlimleri derler ki: Amr b. Avfoğulları Kubâ mescidi'ni inşa ettiler ve Hz. Peygamber'den yanlarına gelmesi ricasında bulundular. O da onlara gelip Kuba'da namaz kıldı. Kardeşleri Ğunm b. Avfoğulları onları kıskanarak, "Biz de bir mescit yapacağız ve Peygamber'e (s.a) haber gönderip, kardeşlerimizin mescidinde namaz kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kılmak üzere gelmesini rica edeceğiz. Daha sonra da Ebû Âmir, Şam'dan geldiği takdirde bu mescitte namaz kıldırır" diyerek Peygamber'e (s.a) gittiler. O sırada Hz. Peygamber Tebük'e çıkmak üzere hazırlık yapıyordu. Hz. Peygamber'e, "Ey Allah'ın Rasûlü!" dediler, "Biz, ihtiyacı olan hastalar ve yağmurlu geceler için bir mescit inşa ettik. Bizim için gelip orada namaz kılmanı ve mübarek olması için dua etmeni arzuluyoruz." Bunun üzerine Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Şimdi ben yola çıkmak üzereyim ve meşgul bir hâldeyim. Dönecek olursak, size gelir ve sizin için orada namaz kılarız."

Peygamber (s.a) Tebuk'ten döndüğünde yanına geldiler. Kendileri de mescidi bitirmiş bulunuyorlardı. Orada Cuma, Cumartesi ve Pazar günü de namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber yanlarına gitmek maksadıyla giymek üzere gömleğinin getirilmesini istedi. Bu sefer Mescid-i Dırar'ın durumunu bildiren Kur’ânî buyruklar nâzil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Mâlik b. ed-Duhşum, Ma’n b. Adiy, Âmir b. es-Seken ile Hz. Hamza'yı öldürmüş olan Vahşi'yi çağırarak şöyle dedi: "Halkı zâlim olan şu mescide gidin; onu yıkın ve yakın." Onlar da hemen yola koyuldular. Mâlik b. ed-Duhşum evinden bir miktar alevli ateş aldı. Hep birlikte gidip mescidi yaktılar, yıktılar. Bu mescidi inşa edenler 12 kişi idiler: Amr b. Avfoğulları'ndan birisi olan Ubeyd b. Zeydoğulları'ndan Hizam b. Hâlid –ki, Dırar Mescidi onun evine ait arsada yapılmıştı–, Muattib b. Kuşeyr, Ebû Hubeybe b. el-Ezar, Amr b. Avfoğulları'ndan Sehl b. Huneyf'in kardeşi Abbâd b. Huneyf, Câriye b. Âmir, onun iki oğlu Mucemmi ve Zeyd, Nebtel b. el-Hâris, Bahzec, Becâd b. Osman ve Vedia b. Sâbit. Salebe b. Hâtıb da aralarında zikrolunmaktadır. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Bu pasajda, târihe "Mescid-i Dırar" diye geçen hâdise nakledilmiştir. Bu konuya dair İbn Kesîr ve Mevdûdî'nin derlemelerini naklediyoruz:

...Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan... Medîne'de Hazrec kabilesine mensup Ebû Âmir'dir. O Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden önce câhiliye döneminde Hristiyan bir râhip olmuştu. Kutsal metinler hakkındaki bilgisinden dolayı meşhur bir âlim ve dindar bir râhip olarak çok saygı görüyordu. Fakat âlim olması ve zâhitliği onu gerçeğe götüreceği yerde bilakis buna engel olmaktaydı. Bundan dolayı, İslâm'ı inkâr etmekle kalmayıp aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a) ve o'nun davetinin de amansız düşmanı olmuştu. Zira o, Hz. Peygamber'i (s.a) papazlığın "mukaddes vazifesi"ne rakip olarak görüyordu. Kureyş'in gücünün Hz. Peygamber (s.a) ve davetini ezip yok etmeye kafi geleceği ümidi ile Ebû Âmir önceleri Hz. Peygamber'i önemsemedi. Fakat Kureyş ordusunun Bedir harbi'nde tam bir hezimete uğradığını gördüğü zaman artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemezdi. Bundan dolayı da İslâmî harekete karşı şiddetli bir fesat kampanyası başlattı.

Böylece Medîne'den ayrılarak, İslâm'a karşı teşvik ve tahriklerde bulunmak üzere çeşitli kabileleri ziyaret etti. Uhud savaşı'nın meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi de bu Ebû Âmir'dir. Uhud savaşı'nın yapıldığı yerde bazı çukurlar kazdırdığı ve Hz. Peygamber'in (s.a) bu çukurlardan birinin içine düşüp yaralandığı da rivâyet edilir. Daha sonra Ahzâb savaşı'nda Medîne'yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca, bu Hristiyan râhip Huneyn harbi'ne kadar meydana gelen bütün savaşlarda, İslâm'a karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faaliyette bulunmuştu. En sonunda Arabistan'da, İslâm'ın hamlesini durdurulabilecek hiçbir güç kalmadığını anlayınca Arabistan Yarımadası'nı terk etti ve Medîne'den yükselmekte olan "tehlike" konusunda Roma Kayserini uyarmaya gitti. Roma Kayserinin, Hz. Peygamber'in (s.a) Tebük seferine mukabil Arabistan'ı istila etmek için hazırlıklara başlaması, Ebû Âmir'in gösterdiği çabaların bir sonucudur.

Şimdi, Hakk Davet'e zarar vermek üzere inşa edilmiş olan "caminin" yapılmasının gerisinde yatan gerçeği bir düşünelim: Medîne'de bulunan münâfıkların bir bölümü İslâm'a karşı çirkin faaliyetlerin hepsinde Ebû Âmir'le yakından işbirliği yapmışlardı. Ayrıca, Roma Kayseri ve diğer Kuzey Arabistan Hristiyan devletlerinden askerî yardım koparılması için "manevî" nüfuzunu kullanması hususunda da onunla anlaşmışlardı. Binaenaleyh Ebû Âmir, Arabistan'a saldırması konusunda Kayser'i ikna etmek için gitmeye hazırlandığı sırada, onlar da kendilerini ayrı bir hizip olarak örgütleyebilmeleri için emin bir toplanma yeri olarak işlev görecek bir "cami" yapma plânı tasarladılar. Çünkü bu sayede, din maskesi altında şeytânca faaliyetler yürüttüklerini kimse fark etmeyecekti. Ayrıca, bu mescit Ebû Âmir'in ajanlarının yolcu ve dilenci gibi gözükerek hiçbir şüphe uyandırmadan kalabilecekleri bir karargâh olarak da hizmet görecekti.

Aslında, biri Kuba'daki Kuba Mescidi ve diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere Medîne'de hâlen iki mescit zaten bulunmaktaydı. Şehirde üçüncü bir mescide ihtiyaç olmadığı gün gibi aşikârdı. Bunu münâfıkların kendileri de biliyorlardı, bundan dolayı üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğunu göstermek üzere birtakım nedenler uydurmaya başladılar. Bu maksada binaen, Hz. Peygamber'e (s.a) gittiler ve "Bu bölgenin halkı ve bilhassa yaşlı, hasta, sakat olanlarımız için, kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescitten birisine, günde beş defa gidip gelmelerinin çok zor olduğu için bir başka mescide ihtiyacımız vardır. Bundan dolayı, Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî'den uzak bir mahallede oturan ve namazlarını cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescit yapmayı arzu ediyoruz" dediler.

Böylece bu fitne-fesat odakları, güya temiz niyetlerinden kaynaklanan söz konusu istekleri neticesinde yeni bir cami yaptılar. Daha sonra Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, "Efendimiz! Yeni mescidimize gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz" dediler. Fakat Rasûlullah (s.a), "Şu an, Tebük'e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm. Konuyu sefer dönüşünde düşünürüm" diyerek teklifin yerine getirilmesini bir süre erteledi. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) Tebük'e sefere çıkınca bu münâfıklar da, haince seri faaliyetlerine başladılar. Bu yeni mescitle kendilerini teşkilatlandırmaya ve İslâm'a karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Hararetle bekledikleri Müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettikleri haberini alır-almaz Abdullah b. Ubey'i kendilerine kral yapmayı kararlaştırdılar. Fakat Tebük'te olanlar ise bunların bütün umutlarını boşa çıkarmıştı. Daha sonra seferden dönüş esnasında, Medîne'ye yakın Zi-Evan denilen yerde bu âyetin inmesiyle Hz. Peygamber (s.a) şehre girmeden önce bu "mescidi" yerle bir etmek üzere birkaç kişiyi bulunduğu mahalle gönderdi. [Mevdûdî, Tefhîmu'l Kur’ân.]

Dırâr Mescidi Bu âyetlerin nüzûl sebebi şöyledir: Allah Rasûlü'nün (s.a) Medîne'ye gelmesinden önce orada Hazrec kabilesinden Ebû Âmir er-Râhip isminde birisi vardı. Câhiliye devrinde Hristiyan olmuş, Kitab Ehlinin ilmini okumuş ve câhiliye devrinde ibâdet etmiş olup Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi. Allah Rasûlü (s.a) Medîne'ye muhâcir olarak gelip Müslümanlar o'nun etrafında toplanınca, îslâm kelimesi en yüce olunca, Allah Teâlâ Bedir günü onları üstün kılınca, lanetli Ebû Âmir hiddetinden dilini gösterdi ve düşmanlığını ızhâr etti, düşmanlara yardımcı oldu ve Kureyşli müşriklere, Mekke kâfirlerine kaçıp gitti. Onları Allah Rasûlü'ne (s.a) karşı harbe teşvik etti. Arap kabilelerinden onlara muvafakat edenler toplanıp da Uhud senesinde Müslümanlara karşı çıktıkları zaman Müslümanların başına gelenler gelmiş, Allah onları imtihan etmiş ve sonuçta güzel âkıbet muttakilerin olmuştu. Bu fâsık, her iki saf arasına çukurlar kazmıştı. Allah Rasûlü (s.a) o gün bunlardan birine düşmüş ve yaralanmıştı. Yüzü yaralanmış, sağ alt çenesinin ön dişi kırılmış, başı yarılmıştı. Bu Ebû Âmir savaşın başlangıcında kendi kavmi olan Ensâr'a doğru ilerlemiş, onlara hitap ederek onları kendine yardıma ve muvâfakata meylettirmek istemişti. Onun sözünü [sesini] tanıdıklarında, "Ey fâsık, ey Allah'ın düşmanı! Allah senin gözünü aydın etmesin" demişler, üzerine yürüyüp dövmeye kalkışmışlardı. O, "Benden sonra andolsun kavmime bir kötülük isabet etmiş" diyerek dönmüştü. Mekke'ye firarından önce Allah Rasûlü (s.a) onu Allah yoluna çağırıp, ona Kur’ân okurdu. O ise Müslüman olmamakta diretir inat ederdi. (Firarından sonra) Hz. Peygamber, (onun imandan) uzak, kovulmuş olarak ölmesi için ona beddua etti de bedduası tuttu. Uhud'da iş bitip de Allah Rasûlü'nün (s.a) durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce; Ebû Âmir, Hz. Peygamber'e karşı yardım istemek üzere Rûm kralı Hirakl'e gitti. Hirakl, ona vaatte bulunup ümit verdi. O da Hirakl'in yanında (bir süre) ikâmet etti. Orada iken kavmi olan Ensâr içinde nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba yazıp onlara vaatlerde bulundu. Allah Rasûlü (s.a) ile savaşacak bir ordu ile birlikte onların yanına geleceği, ona gâlip geleceğini bildirdi ve durumu tersine çevireceği konusunda ümit verdi. Mektuplarını iletmek üzere kendisinin yanından gelecek kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını emretti. Burası daha sonra onların yanına geldiğinde onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Kuba mescidi civarında bir mescit inşâsına başladılar. Yapılarını kurup tahkim ettiler. Bu işi Hz. Peygamber'in (s.a) Tebük'e çıkışından önce bitirdiler ve Allah Rasûlü'nün gelerek mescitlerinde kılacağı namazla bu mescidi makbul saydığına delil olarak kullanmak üzere gelmesini ve mescitlerinde namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıf ve hastalıklıların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarım söylediler. Allah Teâlâ Peygamberini orada namaz kılmaktan korudu da, "Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Fakat Allah dilerse döndüğümüzde" buyurdu. Allah Rasûlü (s.a) Tebük'den Medîne'ye dönmek üzere yola çıktığında, onlarla arasında bir gün ya da bir günün bir bölümü kadar zaman kalmışken Mescid-i Dırâr'la ilgili vahiy geldi ve bu mescidi bina edenlerin, bu mescitleriyle ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki mü’minler cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıkları bildirildi. Allah Rasûlü Medîne'ye gelişinden önce bu mescidi yıkmak üzere adam gönderdi. İbn Abbâs'tan rivâyetle, Zarar vermek, küfretmek... üzere bir mescit edinenler... âyeti hakkında Ali ibn Ebî Talha der ki: Bunlar Ensâr'dan bir gruptur. Bir mescit kurmak istediler. Ebû Âmir onlara, "Bir mescit bina edin. Gücünüz yettiğince kuvvet ve silâh hazırlayın. Ben Rûm kralı Kayser'e gidiyorum. Rûm diyarından bir ordu getireceğim, Muhammed ve ashâbını (Medîne'den) çıkaracağım" dedi. Mescitlerini bitirdiklerinde Hz. Peygamber'e gelip "Mescidimizin inşâsını bitirdik, senin orada namaz kılmanı ve bize bereketle dua etmeni isteriz" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Orada asla (namaza) durma. İlk gününden takvâ üzerine kurulmuş olan mescit, içinde namaza durmana daha uygundur... Allah zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez âyetlerini indirdi. Sa‘îd ibn Cübeyr, Mücâhid, Urve ibn Zübeyr, Katâde ve âlimlerden bir çoğundan bu şekilde rivâyet edilmiştir. Muhammed ibn İshâk ibn Ye’sâr'ın Zührî kanalıyla... Âsım ibn Ömer ibn Katâde ve başkalarından rivâyetine göre; onlar, şöyle demiştir: Allah Rasûlü Tebük'ten gelişinde Medîne'ye bir günden az bir mesafede bulunan Zû Evân'da konakladı. Daha önce o, Tebük için hazırlanırken Mescid-i Dırâr'ın sahipleri o'na gelmişler ve, "Ey Allah'ın Elçisi! Biz hastalıklı ve ihtiyaçlı kimseler için yağmurlu ve soğuk gecelerde (namaz kılmaları için) bir mescit inşâ ettik. Gelip orada bize namaz kıldırmanı isterdik" dediler. Hz. Peygamber, "Ben şimdi yola çıkmak üzereyim ve meşgulüm –veya buna benzer bir söz söyledi– Allah diler de gelirsek [dönersek] size gelir ve orada size namaz kıldırırım" buyurdu. (Dönüşünde) Zû Evân'da konakladığında bu mescidin haberi [Mescid-i Dırâr olduğu] nâzil olunca Allah Rasûlü (s.a) Sâlim ibn Avf oğulları'ndan Mâlik ibn ed-Duhşum ve Ma’n ibn Adiyy'i –veya Bil’aclân kabilesinden olan kardeşi Âmir ibn Adiyy'i– çağırdı ve, "Gidin, halkı zâlim olan şu mescidi yıkın ve yakın" buyurdu. Süratle çıkıp Mâlik ibn ed-Duhşum'un topluluğu olan Sâlim ibn Avfoğulları'na geldiler. Mâlik, Ma’n'a, "Beni bekle, ailemden sana ateş getireyim" dedi. Ailesinin yanına girip yapraklı bir hurma dalı aldı, onu yaktı, sonra çıkıp hızla gittiler ve mescide girdiler. Mescit halkı mescidin içindeydi. Mescidi yaktılar, yıktılar. İçindekiler kaçıp dağıldı. İşte onlar hakkında Kur’ân'dan, Zarar vermek, küfretmek üzere bir mescit edinenler... âyetleri nâzil oldu. Ve râvî kıssanın devamını sonuna kadar zikretti. Bu mescidi inşâ edenler 12 kişidir: Ubeyd ibn Zeyd oğulları'ndan Hazam ibn Hâlid, Amr ibn Avf oğulları'ndan birisi, –bu, şekavet mescidi fikri onun evinde çıkarılmıştı–. Ubeyd oğulları'ndan ve Ümeyye ibn Zeyd oğulları'nın dostu Sa‘lebe ibn Hâtib. Dubey’a İbn Zeyd'den Muattib ibn Kuşeyr. Dubey’a ibn Zeyd oğulları'ndan Ebû Habîbe ibn Ez’ar, Amr ibn Avf oğulları'ndan ve Sehl ibn Huneyf'in kardeşi Abbâd ibn Huneyf, Câriye ibn Âmir ve iki oğlu Mücemmi ibn Câriye ve Zeyd ibn Câriye, Nebtel el-Hâris –bunlar Dubey’a oğulları'ndandır– Dubey’a oğulları'ndan Bahzec, Dubey’a oğulları'ndan Bicâd ibn Osman, Ümeyye oğulları'nın dostu olan Vedîa ibn Sâbit. Bunlar Ebû Lübâbe ibn Abdulmünzir'in topluluğudur. [İbn Kesîr.]

Âyette, Mescid-i Dırâr'ın karşıtı olarak zikredilen takvâ üzerine kurulan mescit ile, "Kuba mescidi" veya Medîne'deki "Rasûlullah'ın mescidi" kastedilmiş olabileceği gibi, "dünyanın neresinde olursa olsun iyi niyetle temeli atılan her mescit" de kastedilmiş olabilir.

Yüz onuncu ayetteki "Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalıp kaybolmayacaktır." ifadesi, münafıkların inanç ve eylemlerinin kendilerini sürekli rahatsız edeceği; ölünceye kadar beyinlerini kemireceğinin açıklamasıdır. Bilindiği gibi küfrün her türlüsü sahibini rahat bırakmaz. Hele Kur’an onların kalplerine hançer gibi saplanmışsa!

* Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler. İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir. Sonra da onlar, "Biz süre tanınanlardan mıyız?" diyeceklerdir. Onlar, Bizim azabımızı oldukça çabuklaştırmak mı istiyorlar? Gördün mü/hiç düşündün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir yararı olmayacaktır. Ve Biz, sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti değişime/yıkıma uğrattık. Öğüt! Ve Biz, haksızlık edenler değiliz. [Şuara/200–209]

* Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir. Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar. Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız. [Hıcr/1,2,12]

111,112) Şüphesiz Allah, tevbe eden, kulluk eden, övgüde bulunan, seyahat eden, Allah'ı birleyen, boyun eğip teslimiyet gösteren, herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden, kötü olan her şeyden vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan, canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın Tevrât, İncîl ve Kur'ân'daki gerçek bir vaadidir Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü'minlere müjde ver!
Bu âyetlerde, Allah yolunda yapılan gayretler, mücâdeleler ve savaşlar özetlenmekte, samimi mü’minlerin sıfatları sayılmaktadır. Münâfıklar bu savaştan kaçarken mü’minler gönüllü olarak bu savaşa koşmaktadırlar. Bu, onlar için sanki çok kârlı bir alış-veriştir: Canları ve malları karşılığında cenneti satın almışlardır.

Âyetteki, es-sâihûn kelimesi, genellikle mecazî olarak değerlendirilip "oruç tutanlar" anlamında kabul edilir. Bizce kelime gerçek anlamında, "Allah'ın rızasını aramak [İslâm'ı yaymak, cihada çıkmak, kâfirlerin iktidarda oldukları yerlerden hicret etmek, insanları ıslah etmek, gerçek bilgiyi aramak, helâlinden geçim sağlamak] için seyahat edenler" anlamında kullanılmıştır.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler aktarılmıştır:

Sayıları 70 olan bir Ensâr grubu, Akabe Gecesi'nde Mekke'de Hz. Peygamber'e (s.a) biat edince, Abdullah b. Revâha (r.a), "Yâ Rasûlallah! Bize, hem Rabbin için, hem de kendin için istediğin şartı koş" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ben Rabbim hakkında, sadece O'na ibâdet etmenizi ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı; kendi hakkımda da, kendinizi ve mallarınızı tehlikeden koruduğunuz gibi beni de korumanızı şart koşuyorum" deyince, Ensâr, "Bunu yaptığımız takdirde, bizim için ne var?" dediler. Hz. Peygamber (s.a), "Cennet" cevabını verdi. Biat eden bu kimseler, "Alış-verişimiz kârlı oldu. Biz bu alış-verişimizi ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz" dediler. İşte bunun üzerine, bu âyet nâzil oldu. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]

Âyet-i kerîme büyük Akabe Biati diye de bilinen II. Akabe Biati hakkında inmiştir. Ensâr'dan bu biate katılan erkeklerin sayısının 70 dolaylarında olduğu biat budur. Aralarında yaşça en küçükleri Ukbe b. Amr idi. Bunlar, Rasûlullah'ın (s.a) yanında Akabe denilen yerde bir araya gelmişlerdi. Abdullah b. Revaha'nın, Peygamber'e (s.a), "Rabbin için de, kendin için de dilediğin şartı koş" demesi üzerine, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu: "Rabbim için, O'na ibâdet etmenizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı neye karşı ve nasıl koruyor iseniz öylece korumanızı şart koşuyorum." Bunun üzerine biate katılanlar, "Bunu yerine getirecek olursak bize ne var?" diye sordular, Hz. Peygamber, "Cennet" buyurunca da, "Böyle bir alış-veriş kârlıdır. Biz ne bu alış-verişten döneriz, ne de dönme teklifini kabul ederiz" dediler. Bunun üzerine, Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını –onlara cenneti vermek karşılığında– satın almıştır âyeti nâzil oldu. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
113,114) Cehennem ashâbı oldukları kendilerine iyice belli olduktan sonra Peygamber'e ve iman etmiş kişilere, akrabaları bile olsalar, ortak koşanlar için bağışlanma dilemek yoktur. İbrâhîm'in babası için bağışlanma dilemesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun, Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halim birisi idi.
115) Allah, bir topluma doğru yolu gösterdikten sonra, Kendisinin koruması altına girdirecek şeyleri kendilerine ortaya koymadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir.
116) Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yeryüzünün mülkü yalnızca Kendisinin olandır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için O'nun astlarından bir yol gösterici, koruyucu yakın ve bir yardımcı yoktur.
Bağımsız bir necm olan ve genel bir beyânname niteliğinde bulunan bu âyetlerde şu gerçekler açıklanmaktadır: Peygamber ve iman etmiş kişiler, kendilerine cehennem ashâbı oldukları iyice belli olduktan sonra, akraba; ana-baba ve kardeş vs. bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmemelidirler. Allah, bir kavme hidâyet ettikten sonra, takvâlı davranacakları şeyleri kendilerine ortaya koymadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. Kuşkusuz, göklerin ve yeryüzünün mülkü yalnızca Allah'a aittir. O, diriltir ve öldürür. O'nun astlarından bir velî ve bir yardımcı yoktur.

Burada,
İbrâhîm'in müşrik babası için istiğfar edişinin gerekçesi de, İbrâhîm'in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşman olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm, çok içli, çok halîm birisi idi buyurularak açıklamıştır.

İbrâhîm'in babası için istiğfarı daha önce şu âyetlerde konu edilmişti: Şu‘arâ/83-86, İbrâhîm/35-41, Meryem/47-48, Mümtehine/4-5.

Bu âyette, kâfir ve müşrik olarak öldükleri kabul edilen kimselerin cenazelerine katılıp onlar için bağışlanma talebinde bulunmak da yasaklanmaktadır.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:

Nesâî'nin rivâyetine göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a) şöyle demiştir: "Ben, birisinin –müşrik oldukları hâlde– anne-babasına mağfiret dilemekte olduğunu duyunca ona, ‘Her ikisi de müşrik oldukları hâlde onlara mağfiret mi diliyorsun?’ diye sordum. O bana, ‘İbrâhîm (a.s) babasına mağfiret dilememiş miydi?’ dedi. Bunun üzerine ben, Peygamber'in (s.a) yanına gittim ve o'na bunu sordum. İbrâhîm'in babasına mağfiret dilemesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi buyruğu indi." [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân]

Taberî bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili çeşitli rivâyetler zikretmiştir. Bir rivâyete göre Hz. Peygamber, atalarının dininde ısrar eden ölüm döşeğindeki amcasına mağfiret dileyeceğini vaat etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah o'nu bundan nehyetmiştir.

Bir rivâyete göre bir Mekke yolculuğu esnasında annesinin kabrini ziyaret etmiş ve ona mağfiret dilemek istemiş, Allah da o'nu bundan nehyetmiştir.

Bir rivâyete göre de ashâbından bazıları kendisine, "Ey Allah'ın Peygamberi! Muhakkak ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalığa önem veren, esirleri kurtaran ve zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret dilemeyelim mi" diye sormuşlar. Hz. Peygamber de, "Evet, Allah'a yemin olsun ki, ben de İbrâhîm'in babası için mağfiret dilediği gibi babama mağfiret diliyorum" buyurdu. Bunun üzerine Allah, birinci ve ikinci âyeti indirdi. [İbn Kesîr.]

Başka bir rivâyete göre; bir kişi, başka birinin müşrik olan anne ve babası için mağfiret dilediğini duymuş ve "Kişi, müşrik olan ebeveyni için mağfiret dileyebilir mi?" diye sorunca o kişi, "İbrâhîm, babası için mağfiret dilemedi mi?" diye cevap verdi. O adam Hz. Peygamber'e gelip bu durumu bildirince iki âyet nâzil oldu. Ayrıca, babaları için mağfiret dileyenler, bu iki ayetin nüzûlünden sonra günah işlediklerini düşündüler, Allah da 3. âyeti indirdi. Beğavî 3. âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak şu rivâyeti zikretmiştir: Bir grup, Hz. Peygamber'e gelerek Müslüman oldu. Onlar Müslüman olduklarında daha içki yasaklanmamıştı ve kıble de Ka‘be'ye doğru değişmemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra bu grup tekrar Hz. Peygamber'e geldiklerinde içkinin haram kılındığını ve kıblenin değiştiğini gördüler. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın Peygamberi! Sen bir din üzeresin, biz başka bir din üzereyiz, bizler dalalet içerisindeyiz" dediler. Bunun üzerine Allah, 115. âyeti indirdi. [İbn Kesîr.]
117) Andolsun ki Allah, Peygamber'e ve en zor saatinde O'na uyan Muhacirlere ve Ensar'a, kendilerinden bir kısmının kalpleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
118) Geri bırakılanlardan o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, benlikleri de kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah'tan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğuna da iyice inanmışlardı. Sonra Allah, onlara dönmeleri için tevbe nasip etti de tevbelerini kabul etti. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.
Bu âyetler, hatalı davranan mü’minlere bir müjde mahiyetindedir. Burada, şefkat ve merhameti sebebiyle Allah, Peygamber'e ve en zor gününde O'na uyan Muhâcirlerlere, Ensâr'a ve geri bırakılanlardan o üç kişiye –kendilerinden bir kısmının kalpleri az kalsın kayacak gibi olmuşken– tevbe nasip ettiğini, sonra da onların tevbelerini kabul ettiğini bildirerek müjde vermektedir.

O günün dehşetini de,
Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, benlikleri de kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah'tan kurtuluşun, ancak Allah'a sığınmakta olduğuna da iyice inanmışlardı diye bizzat açıklamaktadır.

Târih kaynaklarına göre geri bırakılan üç kişi, Ensâr'dan Ka‘b b. Mâlik, Âmiroğulları'ndan Murâre b. Rebî ve Vakıfoğufları'ndan Hilâl b. Umeyye'dir.

Târih kitaplarında bu hâdise –genellikle de hâdisenin kahramanlarından Ka‘b'ın ağzından– uzun uzun nakledilmiştir. Biz, olayı Kurtubî'nin nakliyle veriyoruz:

Peygamber'in yaptığı savaşlardan, Tebük savaşı hariç hiç birine iştirak etmekten geri kalmamıştım. Gerçi Bedir savaşı'na da katılmamıştım ama Peygamber, Bedir savaşı'na katılmayanlardan hiç kimseyi azarlamamıştı. Bedir savaşı'nda, Hz. Peygamber ve Müslümanlar, Kureyş'in ticaret kervanına karşı koymak için çıkmışlardı. Allah, belirtilmemiş bir anda Müslümanlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi.

Akabe gecesi'nde İslâm üzere Hz. Peygamber'e biat ettiğimizde o'nunla beraberdim. Bedir'in, insanlar arasında Akabe'den daha fazla bir üne sahip olduğu gibi ben de Akabe'de bulunmayı, Bedir'de bulunmaya tercih etmem. Tebük savaşı'na katılmaktan geri kaldığımda her zamankinden daha kuvvetli ve daha varlıklı olduğumu biliyordum. Vallahi, bu savaştan önce asla iki bineğim bir arada olmamıştı. Bu savaşta tam teçhizatlı iki binek sahibiydim.

Hz. Peygamber, bu savaşa sıcakların şiddetli olduğu bir zamanda çıkmıştı. Uzun ve tehlikeli yolları kat etmek zorunda kaldı. Sayısı çok olan bir düşmanla karşılaştı. Başka savaşların aksine hedefini gizlemedi. Tüm hazırlıklarını yapmaları için Müslümanlara meseleyi açıkça anlattı. Peygamber'le birlikle bu savaşa katılan Müslümanların sayısı o kadar çoktu ki isimleri bir kitaba zor sığar. Bir vahiy nâzil olmadığı sürece anlaşılmayacağını sanarak gizlenmek isteyenler azdı. Bu savaş, meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamana denk gelmişti. Geride kalıp meyveleri toplamayı daha çok istiyordum.

Peygamber, hazırlığını tamamladı. Müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben de onlarla birlikle hazırlanmak için sabah evden çıkıyordum. Fakat bir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime, "İstersem bu işi yapabilirim" diyordum. Ben böyle düşünüp dururken, insanlar ciddiyetle işlerine sarılıyorlardı. Kuşluk vakti Peygamber'le birlikte Müslümanlar da hazırlıklarını tamamladılar. Ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Böylece, durum sürüp gitti. Nihâyet onlar savaş yerine doğru hareket ettiler ve savaş başladı. Bunu görünce ben de bineğime atlayıp onlara yetişmek istedim. Keşke yapsaydım. Fakat bunu yapmak mukadder olmadı. Peygamber savaşa gittikten sonra insanlar arasına çıkınca üzüntü duymaya başladım. Çünkü, münâfıklıkla itham edilenlerden ve zayıflardan Allah'ın mazur gördüğü kimseden başka bana örnek olacak hiç kimse yoktu. Tebük'e varıncaya kadar, Peygamber beni anmamış. Tebük'e gelip insanlarla beraber oturunca, "Ka‘b b. Mâlik ne yaptı?" diye sormuş. Selemeoğulları'ndan biri, "Yâ Rasûlallah! Onun kendisine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alıkoydu" demiş. Fakat Mu‘az b. Cebel, bu adama, "Ne kötü konuşuyorsun. Vallahi ey Allah'ın Rasûlü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber susup bir şey söylememiş. Derken Hz. Peygamber, uzaktan önündeki serabı hareket ettiren bir adamın geldiğini görmüş ve "Herhâlde bu gelen Ebû Hayseme'dir" buyurmuş. Baktıklarında, gerçekten de gelenin sadaka olarak bir sa‘ hurma verdiğinden dolayı münâfıkların kendisiyle alay ettiği Ebû Hayseme el-Ensârî olduğunu görmüşler.

Peygamber'in Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini haber aldığımda içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan uydurmayı düşünüyor ve "Yarın o'nun gazabından nasıl kurtulurum?" diyordum. Bu konuda tüm aile ferilerine danışıyordum. Fakat Rasûlullah'ın iyice yaklaştığını duyunca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihâyet hiçbir yalanla yakayı kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.

Rasûlullah sabahleyin geldi. Bir seferden döndüğü zaman önce mescide giderdi. Yine böyle yapıp mescide gitti. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra halkla görüşmek için oturdu. Savaşa katılmayanlar geldi, her biri özrünü yemin-billah arzetmeye başladı. Bunlar 80 küsur kişiydi. Hz. Peygamber onların beyân ettikleri mazeretleri zâhiren kabul edip, onlar için istiğfarda bulundu. İşin gerçek yüzünü Allah'a havale etti. Sonra ben geldim. Selâm verdiğimde Peygamber kızgın bir adamın gülümsemesi gibi gülümsedi ve bana "Gel" dedi. Gittim, önüne oturunca bana, "Savaşa katılmaktan seni alıkoyan neydi, hayvanlarını cihad için satın almamış mıydın?" diye sordu. Ben de, "Yâ Rasûlallah! Eğer dünyada senden başka biriyle oturup konuşsam bir özür beyân ederek kendimi onun öfkesinden kurtarırım. Çünkü bende karşı tarafı ikna kabiliyeti vardır. Fakat, şunu kesin olarak biliyorum ki, bugün sana mazeret diye seni kandıracak bir yalan uydursam, korkarım ki yakında Allah, gerçeği sana bildirir, yine öfkeni üzerime çekmiş olurum. Seni bana karşı kızdıracak işin doğrusunu söylersem, yine bu hususla Allah'ın bana hayır veya avf ile mukabele edeceğini ümit ediyorum. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin olsun ki Tebük savaşı'na katılmayışımın bir mazereti yoktur. Aksine bu sırada her zamankinden daha varlıklı ve kuvvetliydim" dedim.

Bunun üzerine Rasûlullah, "Buna gelince, işte bu doğruyu konuştu" dedi ve bana, "Kalk git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle" dedi. Hemen kalktım, arkamdan Selemeoğulları'ndan bazıları beni takip etti ve "Vallahi, bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz, fakat savaşa iştirak etmeyen diğerlerinin yaptığı gibi bir özür beyân etmeyi beceremedin. Hâlbuki Peygamber'in senin için olan istiğfarı bu günahının affedilmesine yeterli olurdu" dediler. Bu sözlerinde o kadar ısrar ettiler ki, nerdeyse dönüp Peygamber'e yalandan bir mazeret arz edecektim. Fakat onlara dönüp, "Benden başka, benim davrandığım gibi davranan oldu mu?" diye sordum. "Evet, iki kişi aynen senin gibi konuştu, Rasûlullah, sana söylediğinin aynısını onlara da söyledi" dediler. "O iki kişi kimdir?" diye sorduğumda, "Mürare b. Rebia el-Âmirî ile Hilal b. Ümeyye el-Vakifî" dediler. Böylece, bana örnek olan ve Bedir savaşı'na katılan iki iyi kişiyi zikrettiler. Bu iki kişinin isimlerini bana söyleyince yürüyüp gittim. Hz. Peygamber, insanların, Tebük savaşı'na katılmayanlar arasında yalnızca biz üçümüzle konuşmasını yasakladı. Bundan dolayı insanlar, bizimle konuşmaktan kaçınmaya ve bize karşı davranışlarını değiştirmeye başladılar. Öyle ki memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o tanıdığım memleket olmaktan çıktı. Tam 50 gece bu vaziyette sürüp gitti. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayıp duruyorlardı. Ben, içlerinde en atak ve hareketli olanıydım. Bundan dolayı evden çıkar namaza katılırdım. Kimse benimle konuşmadığı hâlde sokaklarda dolaşırdım. Peygamber'e gelir, o namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve kendi kendime, "Acaba dudaklarını kımıldatıp selâmımı aldı mı?" derdim. Ona yakın bir yerde namaz kılardım ve gözlerimi o'ndan ayırmazdım. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazı bitirince yüzünü benden çevirirdi. Müslümanların bana karşı olan bu boykotları uzayıp gitti. Bir defasında Ebû Katâde'ye ait bir bahçenin duvarından atladım. Ebû Katâde, amcamın oğlu ve çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim. Vallahi selâmımı almadı. Kendisine, "Ey Ebû Katâde! Allah için söyle! Sen benim Allah ve Rasûlü'nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?" diye sordum. Cevap vermedi. Tekrar Allah'a yemin ederek sordum, yine sustu. Yine yemin ederek aynı soruyu tekrar sordum. Bu sefer, "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedi. Bunun üzerine gözlerim yaşardı, döndüm ve duvarı atlayarak çıktım.

Bir gün Medîne çarşısında dolaşırken, Şam halkından satmak için Medîne'ye yiyecek getirmiş olan bir çiftçi, "Bana Ka‘b b. Mâlik'i kim gösterebilir" diye konuşuyordu. Halk beni kendisine gösterdi. O da yanıma gelip, Gassan Kralı'ndan getirdiği bir mektubu bana verdi. Ben okur-yazardım. Mektubu okumaya başladım. Şöyle yazıyordu: "Arkadaşının seni yalnız bıraktığı haberini aldık. Onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel. Bolluk ve rahatlık içinde hayatını sürdürürsün."

Mektubu bitirdikten sonra, "Bu da ayrı bir bela ve imtihan" dedim. Derhal ateşin bulunduğu bir yere gittim ve mektubu ateşe attım.

Bu hâl üzere geçirdiğimiz 50 günün kırkıncı günü tamamlandığında ve herhangi bir vahiy gelmeyince, Hz. Peygamber tarafından gönderilen biri geldi ve "Peygamber hanımından uzak durmanı emrediyor" dedi. Ben de, "Hanımımı boşayayım mı, yani ne yapayım" diye sordum. Adam, "Hayır boşama, ancak ondan ayrı yaşa ve onunla ilişkiye girme" dedi. Peygamber diğer iki suç arkadaşıma da aynı emri göndermişti. Bunun üzerine hanımıma, "Ailenin yanına git ve bu konuda Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal" dedim.

Bu arada Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelip "Ey Allah'ın Rasûlü, Hilâl yaşlı bir adamdır, hizmetçisi de yoktur, ona hizmet etmeme izin vermez misin?" dedi. Hz. Peygamber, "Ona hizmet edebilirsin, ama seninle cinsî ilişkide bulunmasın" buyurdu. Hilâl'in hanımı, "Vallahi o hiçbir hareket yapacak güçte değildir. Başına bu iş geldiği günden bu yana ağlayıp durmaktadır" dedi. Aile halkımdan bazıları, "Hanımının sana hizmet etmesi için Rasûlullah'tan izin istesen, çünkü Rasûlullah Hilâl'in hanımına ona hizmet etmesi için izin verdi" dediler. Ben ise, "Hayır! Böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım, kim bilir Rasûlullah sonra bana ne der?" dedim.

On gece daha böyle kaldım. Bizimle konuşma yasağının başladığından bu yana 50 gün tamamlandı. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. İşte böyle, Allah'ın tasvir ettiği gibi, vicdanımın beni sıkıştırdığı, tüm genişlik ve rahatlığına rağmen yeryüzünün bana dar geldiği bir hâlde oturuyorken Sel Dağı'na çıkmış birinin sesini duydum. Alabildiğine yüksek sesle, "Müjde ey Ka‘b b. Mâlik" diye bağırıyordu. Bu sesi işitince yere kapanıp secde ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anladım. Peygamber, sabah namazından sonra halka, Allah'ın bizim tevbemizi kabul ettiğini haber vermişti. İnsanlar da bizi müjdelemeye gelmişlerdi. İki suç arkadaşıma da müjdeciler gitmişti. Biri de atına atlayıp bana geldi. Selem kabilesinden biri koşarak Sel Dağı'na çıktı. Bunun sesi, atına atlayıp gelenin atından daha erken geldi. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma gelince, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdeki elbisemden başka elbisem yoktu. Birinden ödünç bir elbise aldım, Rasûlullah'ı aramaya başladım. İnsanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor, "Allah'ın seni affetmesi mübarek olsun" diyorlardı. Nihâyet mescide girdim. Peygamber mescitte oturuyordu, etrafında da insanlar vardı. Ben girince Talha b. Ubeydullah hemen kalktı, koşarak gelip elimi sıktı ve beni tebrik elti. Ondan başka kimse yerinden kımıldamadı. Onun bana karşı olan bu sıcak davranışını hiçbir zaman unutmadım. Peygamber'e selâm verdiğimde sevinçten yüzü parlıyordu. Bana, "Müjdeler olsun, ananın doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin en hayırlısıdır bugün" dedi. Ben, "Yâ Rasûlallah! Bu lütuf senden mi yoksa Allah'tan mı?" diye sordum. Rasûlullah, "Allah tarafından" buyurdu. Peygamber sevindiği zaman yüzü ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.

Peygamber'in huzurunda oturunca, "Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemin kabulü vesilesiyle Allah ve Rasûlü uğrunda sadaka olmak üzere malımın tamamını dağıtmak istiyorum" dedim. Rasûlullah, "Malının tamamını dağıtma, bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlıdır" buyurdu. Ben de, "Hayber'deki hissemi kendime ayırıyorum, yâ Rasûlallah, Allah beni doğruluğum yüzünden kurtardı, ben de bundan sonra hayatta olduğum sürece hep doğruyu söylemeye söz verdim" dedim. Ve Allah'a yemin olsun ki, bu sözümü Hz. Peygamber'e aktardığım günden beri Müslümanlardan, doğru söyleme konusunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi güzel imtihan olan birini bilmiyorum. Ve yine yemin ederim ki, bu ahdimi Rasûlullah'a söylediğim andan bugüne kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs etmedim. Allah'ın beni hayatımın kalan kısmında da yalan söylemekten korumasını dilerim."

Ka‘b der ki: İşte bu hâdise üzerine yüce Allah, Andolsun ki, Allah, Peygamber'le birlikte bir kısmının kalpleri kısmen sarsıldıktan sonra kendisine güçlük zamanında tâbi olan Muhâcirlerle Ensâr'ı tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, çok esirgeyen ve çok bağışlayandır. Savaştan geri bırakılan üç kişinin tevbelerini de kabul etli. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanlarını sıkıştırmıştı ve onlar Allah'tan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hâllerine dönsünler diye Allah, onların tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz Allah tevbeyi en çok kabul eden ve gerçekten esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğru olanlarla beraber olun (Tevbe/117-119) âyetlerini indirdi. [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.]
119) Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin ve doğru kimselerle birlikte olun.
120,121) Medîne halkı ve bedevi Araplardan civardakiler için, Allah'ın Elçisi'nden geri kalmaları ve O'nun canından evvel kendi canlarını düşünmeleri olacak şey değildir. İşte bu, Allah yolunda isabet eden her susuz kalış, her yorgunluk ve her açlık, kâfirleri; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri öfkelendirecek olması, ayak bastıkları her yer ve düşmana karşı elde ettikleri her başarı karşılığında kendilerine kesinlikle sâlih bir amel yazılmış olması, Allah yolunda yaptıkları küçük ve büyük her harcama ve geçtikleri her vadi karşılığında, kesinlikle kendileri için, yaptıkları işin daha güzeliyle Allah'ın kendilerini ödüllendirmesi yazılmış olması sebebiyledir. Şüphesiz Allah, iyilik-güzellik üretenlerin ödülünü kaybetmez.
122) Mü'minlerin, önlem almaları için, hepsinin birden topyekün ayrılmaları/seferber olmaları da olmazdı. Öyleyse, dinde derin bilgi elde etmeleri, toplumları kendilerine döndükleri zaman onları uyarmaları için onların her kesiminden bir grubun ayrılmaması gerekmez miydi?
123) Ey iman etmiş kimseler! İnkârcılardan tehlike oluşturan kişiler ile savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar. Ve şüphesiz Allah'ın, Kendi koruması altına girmiş kimseler ile birlikte olduğunu biliniz.
124) Ve bir sûre indirildiği zaman, içlerinden bir kimse, "O indirilmiş sûre hanginizi iman açısından güçlendirdi?" der. Fakat iman etmiş kimselere gelince, o inen sûre, onları iman açısından ziyadeleştirmiştir; güçlendirmiştir ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.
125) Kalplerinde bir hastalık olanlara; zihniyeti bozuk kimselere gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden birileri olarak ölmüşlerdir.
126) Onlar, her yıl bir veya iki kere şüphesiz kendilerinin acı olaylar ile denendiklerini görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyor ve öğüt almıyorlar.
127) Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar: "Sizi bir kimse görüyor mu?" Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, iyice anlayıp kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.
128) Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok şefkatli, kolaylık sağlayan, çok merhametli bir elçi gelmiştir.
Bu pasajda, mü’minlere birtakım emirler verilmiş, uyarılarda bulunulmuş ve verilen nimetler sayılmış ve onlardan bu nimetlerin kadrini bilmeleri istenmiştir. Bu nimetler şunlardır:

• Mü’minler, Allah'a takvâlı davranmalı ve doğru kimselerle birlikte olmalıdırlar.

• Medîne halkı ve bedevî Araplardan civardakiler (bunlar, Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Eslem ve Gıfâr kabileleridir), Allah'ın Elçisi'nden geri kalmamalı ve O'nu kendi canlarından önde tutmalılar. Çünkü Allah, küçük-büyük onların her gayretini ödüllendirmeyi Kendisine borç bilmektedir. Şüphesiz Allah muhsinlerin [iyilik-güzellik üretenlerin] ödülünü zayi etmez.

• Mü’minler, hep birden topyekun yola koyulmamalı, onlardan her kesimden bir tâife, dinde derin bilgi elde etmek ve önlem almaları umuduyla toplumlarına döndükleri zaman onları uyarmak için yola koyulmalıdır.

• Mü’minler, inkârcılardan tehlike oluşturan kişilerle savaşmalı ve kâfirler mü’minlerde bir sertlik bulmalılar ve Allah'ın, takvâ sahipleri ile birlikte olduğunu bilmeliler.

Mü’minlere bu talimatlar verildikten sonra münâfıklar ile samimi mü’minlerin durumu hakkında bilgiler verilmektedir: Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden bir kimse, "O [indirilmiş sûre] hanginizin imanını arttırdı?" der. Fakat iman etmiş kimselere gelince, o [inen sûre], onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar. Kalplerinde bir hastalık olanlara gelince de; onların da pisliklerinin içine pislik ilave etmiştir. Ve onlar kâfir olarak ölmüşlerdir. Onlar her yıl bir veya iki kere şüphesiz kendilerinin fitnelendirildiklerini [denendiklerini] görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyor ve öğüt almıyorlar. Bir sûre indirildiğinde, bazısı bazısına bakar, "Sizi bir kimse görüyor mu?" Sonra sırt çevirir giderler. Gerçekten onlar, iyice anlayıp kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini çevirmiştir.

Tüm bu açıklamalardan sonra insanlara şöyle sesleniliyor: Andolsun, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok sevecen ve çok merhametli bir elçi gelmiştir.

122. âyetteki, Mü’minlerin, önlem almaları için, hepsinin birden topyekun ayrılmaları da olmazdı. Öyleyse, dinde derin bilgi elde etmeleri, toplumları kendilerine döndükleri zaman onları uyarmaları için onlardan her kesimden bir tâifenin, ayrılmaması gerekmez miydi? ifadesiyle, mü’minlerin hepsinin savaş veya ticaret maksadıyla Rasûlullah'ın yanından ayrılmalarının uygun olmadığı, her kesimden bir grubun mutlaka Rasûlullah'ın yanında kalıp, ilim öğrenmesi ve seferden dönenlere öğrendiklerini öğretmesi gerektiği bildirilmektedir. Bu âyet, bilgi edinmenin zorunlu bir görev oluşuna, öğretmen ve öğrencilerin savaşa götürülmemesi gerektiğine delâlet eder.

Rasûlullah için رئوف[raûf] ve رحيم [rahîm] sıfatlarının kullanıldığı 128. âyette, kasr vardır. Buna göre anlam, "sadece inananlara çok sevecen ve çok merhametli bir elçi" şeklinde olur. Bu durumda, bu mübalağa fail isimlerin Allah'a ait nitelikte olmadığı anlaşılır.
129) Buna rağmen eğer uzaklaşırlarsa hemen de ki: "Bana Allah yeter. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben, sadece O'na işin sonucunu havale ettim O, çok büyük tahtın Rabbidir."
Bir meydan okuma âyeti ile biten sûrenin sonunda Allah, Elçisi'ne, Buna rağmen eğer uzaklaşırlarsa hemen de ki: "Bana Allah yeter. O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben, sadece O'na tevekkül ettim O, büyük Arş'ın Rabbidir" demesini emretmektedir.

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi tevekkül; "kişinin, âcizliğini ortaya koyarak ‘vekil’ olan Allah'ı kendisine vekil tutması, yani inanç olarak varlığını ve varlığının devamını rızık, terbiye ve koruma bakımından Allah'a bırakması, her türlü sonucun kendisi için en iyisi olacağını kabullenmesi ve sonuca razı olması" demektir. Diğer bir ifadeyle tevekkül; "kişinin, azimden [her türlü hazırlığı yapıp kesin karar verdikten] sonra sonucu ‘vekil’e [varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan ve rızık veren Allah'a] bırakması" demektir.

Buradaki yüz çevirme ifadesi, "Rasûlullah'tan yüz çevirme", "Allah'a itaatten ve Peygamber'i tasdikten yüz çevirme", "bu sûrede bahsedilen güç teklifleri kabul etmekten yüz çevirme", "cihadda Rasûlullah'a yardım etmekten yüz çevirme" şeklinde geniş kapsamlı olarak ele alınabilir.

Bu anlamda Rasûlullah başka âyetlerle de destek görmekteydi:

* O, doğunun ve batının; tüm yönlerin Rabbidir. O'ndan başka, tanrı diye bir şey yoktur. Bu nedenle O'nu vekil et; "tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan" olarak tanı! [Müzzemmil/9]

Tevekkül tüm elçilerin aslî görevlerindendir:

* Bir de onlara Nûh'un önemli haberlerini oku: Hani o toplumuna: "Ey toplumum! Eğer benim makamım; görevli oluşum, size karşı çıkışım ve Allah'ın âyetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben, işin sonucunu yalnızca Allah'a bırakmışımdır. Artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp bütün gücünüzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana gerçekleştirin, bana süre de tanımayın. Sonra da eğer yüz çevirirseniz; zaten ben sizden bir ücret istemedim! Benim ücretim sadece Allah'ın üzerinedir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum" demişti. [Yûnus/71-72]

* Onlar dediler ki: "Ey Hûd! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz, senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz, sana inananlar da değiliz. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz." Hûd dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki, ben, Allah'ın astlarından O'na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a işin sonucunu havale ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir irili-ufaklı hareket eden canlı yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmiş isem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, başka bir toplumu sizin yerinize getirir. Ve siz O'na hiçbir şekil ve yolla zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir." [Hûd/53-57]

Ve Hûd/88-90, Yûsuf/67, Ra‘d/30, İbrâhîm/11-12.