Hümeze

1) Arkadan çekiştirenlerin, kaş-göz hareketleriyle alay edenlerin hepsinin vay hâline!
VEYL: ويل [veyl] sözcüğü, "kınama, öfke ve tehdit" ifade eden bir sözcük olup sözcüğün aslı وى لفلان [vey li-fülânın=vay falancaya] şeklindedir. Ne var ki, Araplar tarafından sıkça kullanılan وى [vey] sözcüğü, zamanla kendisinden sonra gelen ل [lam] ile birleştirilerek ويل [veyl] şeklinde kullanılmaya başlanmıştır.

Araplar, gördükleri ileri derecedeki çirkinlik için veyl, küçük görmek için veys, acımak için de veyh sözcüklerini kullanırlar. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Veyl sözcüğü, cehennemde bir dağın veya bir vâdinin adı olarak da rivâyet edilmiştir. Ama bu tarz rivâyetler kişisel yorum olmaktan öteye geçememişlerdir.

Rabbimiz
veyl kelimesini burada nekre [belirsiz] olarak ifade etmiştir. Bu kullanımdan, veyl'in ölçüsünü hiç kimsenin bilmediği, bilemeyeceği, ancak Allah'ın bilebileceği anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile Rabbimiz, cezasının sadece Kendisi tarafından bilinebilecek ölçüde büyük olduğunu bildirerek inançsız insanlarca ortaya konulan bu davranışların ne denli çirkin olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır.

HÜMEZE ve LÜMEZE: همزة [
hümeze] sözcüğü, همز [hemz] kökünden türemiş, mübalâğa [abartı] kalıbında bir ism-i fail [etken isim] olup "sıkan, kıran, men eden, ayıplayan, vuran, döven" anlamlarında kullanılır. Ama asıl anlamı, "sıkan" ve "sakındıran" demektir. Zaman içerisinde "arkadan kınayarak, ayıplayarak, kötüleyerek birini bir şeyden sakındıran, o kişiyi sıkıntıya sokanlar" anlamında kullanılır olmuştur. [Lisânü'l-Arab; c. 9, s. 133-134.]

لمزة [
lümeze] ise "yüze karşı gizli sözle; kaş, göz, dudak hareketleri ile can sıkma, manevîyat bozma" anlamındakiلمز [lemz] sözcüğünden türemiş bir sözcüktür. Lümeze de tıpkı hümeze gibi mübalâğa kalıbında çoğul anlamlı bir ism-i fail olup "yüze karşı mimiklerle [kaş, göz ve dudak hareketleriyle] sıkıntı verenler" anlamına gelir. [Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 125.]

Lemz sözcüğünün türevleri, Hucurât/11 ve Tevbe/58, 79'da görülebilir.

Hümeze ve lümeze sözcükleri فعلة [fu‘aletün] kalıbında olup Araplar ضحكة [duhaketün=çok gülen], لعنة [lu‘anetün=çok lânet eden] gibi sözcükleri de bu kalıpla kullanmışlardır. Sözcüklerin farklı kıraatleri söz konusu olmasına rağmen, kıraatlerin hiç birinde anlam farklılığı yoktur. Bu nedenle burada farklı kıraatlerin ayrıntısına girilmeyecektir.

Hümeze ve lümeze sözcüklerinin manaları ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu açıklamalar yer almıştır:

*
Hümeze, "gıybet eden", lümeze ise "ayıplayan ve eğlenen" demektir. [..... (İbn-i Abbâs'tan naklen]

*
Hümeze, el-kol hareketleriyle; lümeze de dille yapılan alaya almalardır. [..... (Ebû Zeyd'den naklen]

*
Hümeze, yüz yüze iken ayıplayıp alay eden, lümeze ise insanı arkasından ayıplayıp alay edendir. [..... (Ebu'l-Âliye'den naklen]

*
Hümeze, açıkça ayıplayıp alay eden; lümeze ise gizlice, kaş-göz işaretleriyle ayıplayandır da denilmiştir.

* Hümeze ve lümeze, insanlara hoşlanmadıkları lâkaplar takarak öyle çağırandır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

*
Hümeze, beraberinde oturan kimseyi göz ucuyla işaret ederek ayıplayıp alay eden; lümeze ise din kardeşini gıyâbında kötü şeylerle anıp ayıplayandır. [..... (Hasan el-Basrî ve İbn-i Keysan'dan naklen]

* Bunlar [
hümeze ve lümeze] koğuculuk yapanlar; dostların arasını açanlar ve insanlara kusur bulanlardır. [..... (İbn-i Abbâs'tan naklen Ebu'l-Levzâ]

*
Hümeze dil ile, lümeze de göz ile yapılandır. [..... (Süfyân-ı Sevrî'den naklen]

Görüldüğü gibi, yukarıdaki açıklamaların hepsi de birbirine yakın anlamlar içermektedir. Ancak bize göre bunların içerisinde âyetin lâfzî yapısına ve Kur’ân'ın genel ilkelerine en uygun olanı, Lisânü'l-Arab'ın verdiği anlamlar doğrultusunda sözcüklerin orijinal anlamlarıyla yapılan açıklamadır.

Dikkat edilecek olursa, sözcükler hakkındaki açıklamaların tümü, "insanların şeref ve haysiyetiyle oynayıp onların kusurlarını ortaya koyma, onları sıkıntıya sokma, maneviyatlarını bozma" anlamlarında birleşmektedir. Bu demektir ki,
hümeze ve lümeze olarak adlandırılanlar, İslâm tebliğcilerini sıkıştırmak, sıkıntıya sokmak, başarılarını engellemek için arkalarından girişimlerde bulunmakta, kulis yapmakta, lobiler oluşturmakta hatta bunlarla da yetinmeyip yüzlerine karşı sinir bozucu mimik hareketlerinde bulunmaktadırlar.
2,3) O ki, malı toplayıp ve malının gerçekten kendisini sonsuzlaştırdığını sanarak onu çoğaltan/tekrar tekrar sayandır.
Âyetlerin başındaki الّذى [ellezî] ism-i mevsulü, cümlenin devamında açıklanan gerekçe ile yanlış yapan kişilerin kimler olduğunu işaret etmektedir. Bu kimseler, 1. âyette sözü edilen hümeze ve lümeze'dir. Başka bir ifade ile, 1. âyette hemz ve lemz yaparak müminleri sıkıntıya sokan bu kimselerin cüretleri, biriktirdikleri mal sayesinde kendilerini bu dünyada ebedî zannetmelerinden kaynaklanmaktadır.

Âyetteki مالا [
mâl] kelimesi, nekre [belirtisiz] getirilmiş ve böylelikle bu kelimenin anlamı geniş tutulmuştur. Çünkü nekrelik [belirtisizlik], çokluğa da azlığa da yorulabilir.

Nekrelik azlığa yorulur ise, bir insanın malı [sahip olduğu şeyler], bütün dünyanın malına nisbetle bir hiç değerinde olacağından, âyetteki vurgu, küçümseme ile malın azlığına yapılmış olur.

Nekrelik çokluğa yorulur ise, âyetteki vurgu, önemseme ile malın çokluğuna olur ve aynı zamanda bu küstahlığın da biriktirilen önemli miktardaki mala güven dolayısıyla yapıldığı kasdedilmiş olur.

MALI SAYMAK: عدّد [
‘addede] sözcüğü, "biriktirmek, hazırlamak" anlamına gelen ve sesteş bir sözcük olan ‘udde kökünden türemiştir. İnsanların belli bir amaçla (meselâ, olası kötü hâdiselere karşı güvence olarak) bir şeyi biriktirmesi ‘udde sözcüğü ile ifade edilir.

Addede sözcüğü, kökünün sesteş bir sözcük olması sebebiyle birden çok anlama gelir.

Sözcüğün ilk anlamı, عدة [
‘adet=sayı] demek olup cümledeki anlamı da, "tek tek saydı" manasına gelir. Sözcüğün tef‘îl babından [şeddeli] oluşu ise, sayılan şeyin çokluğunu anlatmaktadır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Addede sözcüğü, yine "sayı" anlamı ekseninde "çoğalttı" manasına da gelmektedir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Nitekim Arapça'da, "...'da [onda] oldukça adet, yani çokluk vardır" şeklinde kullanılır.

Âyetteki, عدّده [
‘addedehü=onu tekrar tekrar sayandır] ifadesi, bazı kıraatlerde ‘addede sözcüğünün şeddesiz şekli ile ‘adedehü olarak yer almıştır. Bu şekle göre ise, kökün sesteşliği sebebiyle ifadenin anlamları şöyle olur:

"Mal biriktirdi ve o malın sayısını belirledi."

"Malının, adamlarının adedini çoğalttı."

Yukarıdaki âyetler, biriktirdiği mal-mülkle, yetiştirdiği evlâtla, elde ettiği makam-mevki ile övünüp böbürlenenlerin ve kendisini müstağni zannedenlerin neden böyle davrandıklarının gerçek sebebini açıklamak sûretiyle, bu zavallıların akılsızlığını ortaya çıkarmaktadır:
O, malının kendisini gerçekten ebedîleştirdiğini sanıyor!

Hâlbuki tüm dünya metaı, gelip geçici şeylerden ibarettir. Kendisi ebedî olmayan şeyin insana ebedîlik sağlaması mümkün değildir. Dünya çapında kurulacak hâkimiyetler bile, her şeyi ile fânî olan bu dünyada yok olup gitmeye mahkûmdur. Dolayısıyla fânî dünyada sahip olunanlarla insanın kendini ebedî hissetmesi ancak akılsızlık göstergesidir.

خلد [huld=ebedîleşmek] sözcüğü, âhirete has bir kavram olup bu nedenle âhiretin bir adı da Dârü'l-Huld [Ebedîlik Yurdu]dur. Zaten Kur’ân'da cennet ve cehennemin ebedîliği de huld sözcüğü ile ifade edilmiştir.

Âyette geçen, اخلده [ahledehu] sözcüğü, huld kökünden türemiş olup "dışarı çıkmadan sürekli evde kalmak" anlamına gelir. Bu sözcük, bulunulan hâlin kesintiye uğramadan devam ettiğini anlatır. [Lisanü’l Arab, "hld" mad.] Nitekim Vâkıa/17'de, cennet ehline bir lütuf olarak verilecek çocuklar için muhalledûn [ebedîleştirilmiş] sıfatı kullanılmıştır ki, bu ifade de, o çocukların hiç büyümeyeceği ve yaşlanmayacağı anlamına gelir.

Ahledehü fiili, geçmiş zaman kipinde olduğu için âyetin anlamının da, kendisini ebedîleştirdi olarak verilmesi gerekmektedir. Sözcüğün geniş zaman ya da gelecek zaman kipinde "kendisini ebedîleştireceği" şeklinde çevrilmesi hem yanlıştır, hem de âyetteki ince anlamı yok etmektedir. Çünkü âyetin metnine göre, "o akılsız, malının kendisini ölümsüzleştireceğini değil, ölümsüzleştirmiş olduğunu" sanmaktadır.

Hatırlanacak olursa, Tîn sûresi'nde,
ahsen-i takvîm üzere yaratılmış olan insanın, iman etmemesi ve sâlihâtı işlememesi sonucu, hayvandan beter edildiği, esfel-i sâfilîn'e itildiği bildirilmişti. 1-3. âyetlerde de bu inançsız insanın iğrençleşmiş, âdîleşmiş, küstahlaşmış portresi çizilmiştir. Bu portre, sadece âyetin indiği dönemdeki şu veya bu kişinin değil, her zaman ve her yerde görülen inançsız insanın portresidir: "Mala sahip olmakla insanlığın üstün ve ebedî değerlerine, onurlandırıcı her şeyine sahip olunacağını zanneden; şu veya bu şekilde elde ettiği malı hayattaki en büyük kazanç olarak değerlendiren; mala sahip olduğunda gönlünü tümüyle ona kaptıran; mal karşısında bütün kavramların önemini kaybettiğini, bütün değerlerin, bütün ölçülerin küçüldüğünü hisseden, onun karşısında kendine hâkim olamayan aşağılık bir tip..."

Bu patolojik kişilik, edindiği mal veya emtiayı her şeye gücü yeten, ölümü dahi baştan savıp ölümsüzlük sağlayan bir ilâh olarak görme eğilimindedir. Mal tutkusunun esiri olup iyice yozlaşan bu kişilik, elindeki ekonomik varlığı, hesaba çekilme ve yaptıklarının karşılığını verme zamanı olan âhirette Allah'ın vereceği cezayı bertaraf edebilecek bir güç zannedecek kadar da akılsızdır.

Bu kişilik hastalığındaki inançsız insan, yukarıda sıralanan güdülerin yönlendirmesiyle malın peşine düşmekte, onu ikide bir saymakta ve saydıkça da zevk almaktadır. Bu güdülerin kişiliğine yerleştirdiği çirkin duygular ise onu insanların yüce değerlerini ve onurlarını aşağılamaya itmektedir. Sonunda âyetlerde çizilen tablo gerçekleşmekte ve inançsız insan hem dili, hem de hareketleriyle alaya başlamaktadır. Yani, alay ettiği insanların gerek seslerini ve sözlerini, gerekse hareketlerini veya fiziksel özelliklerini alaylı mimiklerle taklit ve karikatürize ederek aklı sıra onları küçük düşürmek amacıyla bir nevi tiyatro sahnelemektedir.

Ne var ki, bu davranışları kendilerine pek pahalıya mal olacak ağır bir sonuç içermektedir:
4) Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır.
İşin, bu inançsız kimsenin inandığı gibi olmadığı, Rabbimiz tarafından كلاّ [kellâ=hayır hayır] sözcüğü ile ifade edilmiştir. Çünkü mal-mülk ne kadar çok olursa olsun, insanı ölümsüzleştiremez, ebedîleştiremez. Bu yanlış inanç, azgınlaşmış dürtülerine esir olan inançsız insanın, gerçeği algılama yetisini kaybederek düştüğü pişmanlık verici bir yanılsamadır.

Kesin olan şu ki, malın-mülkün çokluğu bu kişiye hiçbir fayda vermeyecektir. İnançsızlığından kaynaklanan yanlış davranışları yüzünden Müslümanlara sıkıntı verdiği ve toplumda manevî yıpranma oluşturduğu için,
Kesinlikle o, Hutame'ye fırlatılıp atılacaktır.

Bu âyette, الرّدع [
red‘] edatı olan kellâ sözcüğünden başka üç ilginç vurgu daha mevcuttur:

1) Normalde ينبذ [
yünbezü] şeklinde olması gereken fiilin başına ل [lam] edatı ve sonuna da iki tane ن [nun] harfi getirilmek sûretiyle fiil لينبذنّ [le-yünbezenne] hâline getirilmiştir. Böylece cümleye, "kesinlik" vurgusu yüklenmiş ve bu işin şakasının olmadığı, söylenenin kesinlikle, mutlaka yapılacağı belirtilmiştir.

2) Âyette geçen نبذ [nebeze] fiili, sıradan bir sözcük olmayıp horlama, tahkir etme [aşağılama] vurgusu ile "önemsiz bir şeyin fırlatılıp atılması" için kullanılır. [Lisanü’l Arab, "nbz" mad.] Rabbimiz bu sözcükle, sahip oldukları sayesinde kendilerini itibarlı, onurlu, önemli sayanlara çok özel bir mesaj vermiş ve sanki demiştir ki: "Siz kendinizi çok ayrıcalıklı olarak görüyorsunuz ama Biz sizi aşağılayarak, horlayarak, önemsiz bir şey, bir paçavra gibi Hutame'ye fırlatıp atacağız."

3) حطمة [
hutame] sözcüğü, "kırıp dökmek" anlamındaki hatm sözcüğünün mübalâğa ismi-i fail kalıbı olup "aşırı kırıp döken" demektir. Araplar, şiddet içeren bu sözcüğü genellikle kemik gibi kuru ve sert şeylerin kırılması anlamında kullanırlar. Mecâzî olarak; önündeki sürüsüne sahip olamayan, sürüsündeki malları telef eden çobana; ne bulursa yiyip bitiren aşırı obur kimseye; tüm birikimleri tükettiren kıtlık senesine; ailesinin varlığını saçıp savurarak zarar veren kimseye; ekinleri, sebzeleri, meyveleri yiyen başıboş hayvana da hutame denilmiştir. [Lisânü'l-Arab; c. 2, s. 497-498.]

Sûrenin devamından,
hutame sözcüğüyle kasdedilenin, "cehennem" olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda cehennem'in yakıcı özelliğinin yanı sıra, azap üstüne azap veren, içine atılanları kırıp geçiren, yiyip bitiren özellikleri de olduğu ortaya çıkmaktadır.

Cehennemin tanıtılması için seçilmiş olan
hutame sözcüğü, başka ince mesajlar da içermektedir. Sanki şöyle denmektedir: "Siz hümezelik ve lümezelik yaparak Peygamber'i ve inananları sıkıntıya sokar, onların maneviyatlarını bozarsanız, Biz de sizi, sizin yaptıklarınızdan daha çetin azaplar veren hutame'ye [kırıp döken, yiyip bitiren cehenneme] fırlatıp atarız; kırılıp dökülürsünüz."

5) Hutame'nin ne olduğunu sana ne bildirdi?
Yani, sen hutame'yi bilmezsin, bilemezsin. Aklın onu alamaz, onun dünyada örneği yoktur. Onu ancak Biz açıklarız.
6,7) O, Allah'ın, gönüllerin üzerine tırmanıp çıkan, tutuşturulmuş bir ateşidir.
Kur’ân'da "cehennem ateşi" için, نار اللّه [Allah'ın ateşi] ifadesinin kullanıldığı tek âyet budur. Bunun sebebi, sadece o ateşin korkunçluğunu anlatmaktır. Zımnen, "O, sizin bildiğiniz ateşlerden değildir, o Allah'a aittir; sönmez, bitmez, tükenmez. Ona hiç kimse müdahale edemez. Onun dehşet ve şiddetini de bilemezsiniz, o Allah'a ait ölçülerdedir" denilmektedir.

6. âyet, aynı zamanda, dünyada mal varlığı sebebiyle şımaranların Allah katında ne kadar büyük nefretle karşılandıklarına da işaret etmektedir.

Onları öyle bir karşılama beklemektedir ki:

NEDEN FUAD [GÖNÜLLER]: الافئدة [ef’ideh] sözcüğü, fevad sözcüğünün çoğulu olup "kalp" demektir. Ancak bu sözcük "insanın göğsündeki kalp" için değil, "insandaki şuur, idrak, hissiyat, heves, ilke, düşünce, niyet ve irâde merkezi" için kullanılır. [Lisanü’l Arab, "f e d" mad.]

Ateşin kalbe kadar ulaşması birden fazla anlama gelebilir:

A) Bu ateş, sadece insanın cezalandırılmasına yol açan yanlış düşüncelerini, çirkin heveslerini, bozuk ilkelerini, kötü niyet ve irâdesini sarmakla kalmayıp bu pisliklerin üretildiği merkeze kadar ulaşmaktadır.

B) Bu ateş, dünyadaki ateş gibi kör, müstahak olanı da olmayanı da birlikte yakan bir ateş olmayıp ancak suçuna göre ve hak edilen kadar yakan, suçluların kalbine kadar ulaşarak onlara vaat edilen azabı tattıran bir ateştir.

C) İnsanın en duyarlı ve kırılgan noktasının kalp olması dolayısıyla cehennem ateşinin gönüllere ulaşması, azabın en fazla acıyan yere ulaşması ve azabın bütün şiddetiyle hissedilmesi anlamına gelir. Hissedilen acının ne kadar dokunaklı olduğunu ifade etmek üzere Türkçe'de kullanılan "Ciğerime işledi", "Kalbim kırıldı", "Ciğerim parçalandı", "İçim acıdı" deyimleri ile Arapça'daki ıttılaun alel ef’ideh [gönüllerin üzerine tırmanıp çıkma] deyimi aynı anlamı ifade etmektedir.

D) Şirkin, küfrün, kötü inançların, bozuk niyetlerin üretildiği yer kalptir. İnsan gönlüyle inanır veya gönlüyle inkâr eder. Cehennem ateşinin bu merkeze, kalbe ulaşması cezalandırmada, "hedefin on ikiden vurulması" anlamına gelir ki, bu da "dokunursan elini kırarım" veya "adımını atarsan ayağını kırarım" tehditleri sonrasında ceza olarak gerçekten elin veya ayağın kırılmasına benzemektedir.
8,9) O, uzatılmış direkler/bitmeyen sıkıntılar/sırtında hiç iyi olmayacak yaralar içinde, onların üzerine kilitlenmiştir/kapatılmıştır.
Bu âyetler, cehennemi bir zindan olarak tasvir etmektedir: Kapıları hiç açılmamak üzere kapatılmış, kendisinden kaçılamayan bir zindan... Demir parmaklıklar yerine uzun sütunları olan bir zindan... Âdeta bir kafes gibi, her yerin görülebildiği ve her yerden görülebilen ama dışına çıkılamayan bir zindan...

8. âyetteki, مؤصدة [mu’sade] sözcüğü, "kapıyı kapattım, kilitledim" ifadesinden gelmiştir ve "tıpalanmış, sımsıkı kapatılmış" demektir. Sözcüğün bu anlamları, cehennem kapılarının açılmayacağını, oradan çıkışın söz konusu olmayacağını ifade etmektedir. [Lisanü’l Arab, "e s d" mad.] Cehennem hakkındaki bu ifade, Kur’ân'da bir yerde daha aynen geçmektedir:

19Âyetlerimizi örtbas edenler de uğursuzluk-şomluk yâranının ta kendileridir. 20Üzerlerinde kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır. [Beled/19-20]

Yukarıdaki anlatımlardan, cehennemlikleri fizikî azapların yanında manevî azapların da beklediği anlaşılmaktadır. Çünkü âyetlerde kapıların kilitli olduğu ve direklerin uzatılmış olduğu vurgulanmak sûretiyle kapıların açılmak, direklerin aşılmak istendiği, ama bu çabaların sonuçsuz kaldığı imaları vardır. Yaşanan bütün bu rezilliğin çevreden görülüyor olması, kaçış teşebbüslerinin boşa çıkmasının verdiği sıkıntı azabına –tabir yerinde ise– bir de tuz-biber mâhiyetindeki mahcûbiyet duygusunu eklemektedir.

Bugüne kadar Kur’ân ile ilgili çalışma yapanların hepsi, âyetteki عمد [
‘amed] sözcüğünün; "direk, sütun, temel direk, baston" gibi anlamları ile sözcüğün kıraat farklılıkları üzerinde durmuşlar ve bu çerçevede ayrıntılara girmişlerdir. Türkçe'deki "amuda kalkmak" [tepe üstü çivi gibi dik durmak] deyimi de, ‘amed sözcüğünün bu anlamlarına uygun manada dilimize girmiştir.

Hâlbuki kadim Arap dilinde
‘amed sözcüğünün başka anlamları da vardır ve âyetin bu anlamlara göre yapılacak çevirisi de gâyet uygun olmaktadır.

Amed sözcüğü, yukarıdakilerden başka şu anlamlara da gelmektedir: A) Yerinden desteksiz, yardımsız kalkamayan hastaya el-‘amîd denir. B) Çok şiddetli üzüntüye el-‘amîd denir. C) Sırttaki yaraya ve ura ‘amed denir. [Lisânü'l-Arab; c. 6, s. 433-434.]

Sözcüğün bu anlamları dikkate alınırsa, 9. âyetin şu şekillerde çevrilmesi mümkündür: A) "Uzun hastalıklar içinde." B) "Bitmeyen sıkıntılar içinde." C) "Sırtında hiç iyi olmayacak, şifa bulmayacak yaralar içinde."

UYARI 1: Bu konuda asıl yapılması gereken şey, İslâm düşmanlarının eline Müslümanları karikatürize edecekleri malzeme vermemektir. Ne var ki, hümeze ve lümeze takımı, tarihte her zaman görüldüğü gibi, malzemelerini kendileri yaratarak sahneye çıkmaktadırlar. Bu takdirde yapılması gereken, onları Allah'a havale etmektir. Meselâ Peygamberimizin çevresindeki hümeze ve lümeze grubundan Mekkeli Hakem b. el-Âs adındaki müşrik, eldeki bilgilere göre, yürüyüşünü taklit etmek sûretiyle Peygamberimizle alay etmiştir. Kur’ân, hümeze ve lümeze takımının bu yaptıkları için Peygamberimizi ve inananları teselli etmiştir:

10Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi. [En‘âm/10]

10Ve andolsun ki Biz, senden önce geçmiş topluluklara da elçiler gönderdik.

11Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, kesinlikle onunla alay ederlerdi. [Hicr/10-11]

41Ve hiç kuşkusuz senden önce birçok elçiyle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alay ettikleri şey kuşatıverdi. [Enbiyâ/41]

6-8Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar, kendilerine gelen her peygamberi kesinlikle alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olanları değişime/yıkıma uğratıverdik. Öncekilerin örneği de geçti. [Zuhruf/6-8]

Müslümanlar bu mesajlar doğrultusunda uyanık olmalı, bu beyinsizlerin tahriklerine kapılmamalı, oyunlarına gelmemeli, onları bu dünyada cezalandırmak uğruna kendilerine de zarar veren eylemlerde bulunmamalıdırlar. Ayrıca onların Allah'a havale edilmelerinin bu dünyada cezalandırılmayacakları anlamına gelmediği de iyi bilinmelidir.

Rabbimizin sûrede kullandığı sözcükler dikkatle incelendiğinde, verilen mesajın aynı zamanda bu dünyaya da yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Rabbimiz sanki şöyle demektedir: "Malını güç kaynağı yapıp çokluğu ile kendisinin ebedîleştiğini zanneden, inananlara sıkıntı veren, kaş-göz hareketleriyle sinirlerini bozan o inançsızın başına öyle birini musallat ederiz ki, mala-mülke önem vermeden onun bütün malını kırıp döker, yiyip bitirir, kaybeder. İnançsız da ta ciğerlerinden yanıp tutuşur, sürekli dermansız hastalıklar, bitmeyen sıkıntılar, üzüntüler, iyi olmayan, şifa bulmayan yaralar içinde Allah'ın ateşini çeker durur. İnkâr edişine sebep olan o malını Biz onun azap kaynağına dönüştürürüz."

Nitekim toplumda bu şekilde cezalandırılmış olan birçok insana her zaman rastlamak mümkündür.

UYARI 2: Bu tehdit herkese şâmil olmayıp sadece "malına güvenerek, malından aldığı güçle Müslümanları tehdit eden, sıkıntıya sokan, onların maneviyatını bozan, hevesini kıran ve âhireti inkâr eden tüm kâfirlere, inançsız İslâm düşmanlarına" yöneliktir. Dolayısıyla, dedikodu ve gıybet gibi kusurlarına rağmen imanlı insanlar kendilerini bu tehdidin muhatabı olarak görmemelidirler.

Fakat ne yazık ki, geçmişte Müslümanları daha takvâlı bir hayata yöneltmek adına, kusurlu Müslümanların da cehenneme girip yanacağına dair rivâyetler uydurulmuştur. Kur’ân âyetleriyle çelişen yüzlerce rivâyetten biri olmasına rağmen yukarıdaki âyetle ilgili olarak klâsik tefsirlerin çoğunda yer almış bulunan Ebû Hüreyre kaynaklı bir rivâyeti ibret nazarlarına sunmakta yarar görüyoruz:

Allah Teâlâ isyankâr müminleri ateşten çıkardıktan sonra –ki en uzun duran yedi bin sene duracaktır– Allah Teâlâ cehenneme ateşten kapaklar, ateşten egserler, ateşten amudlarla bir kısım melekler gönderecek, o kapakları onların üzerine kapayacaklar, o çivilerle sıkıştıracaklar, o amudları uzatıp bastıracaklar, ne bir ruh girecek, ne bir gam çıkacak bir boşluk kalmayacak. Azîz, celîl, cebbâr olan Allah, arş'ı üzerinde, onları unutmuş gibi bırakacak. Cennet ehli nimetleriyle meşgul olacaklar, artık ondan sonra o cehennem ehli hiçbir yardım dileyemeyecekler, söz kesilecek, artık onların sözleri bir nefes alıp vermekten ibaret kalacak. Ve işte,
Cehennemlikler dikilmiş direklere bağlı bulundukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine kapatılacaktır âyetinin anlamı budur. [Hakim-i Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl (Ebû Hüreyre'den naklen).]

Rivâyet bir yana, pek tabiîdir ki, dedikodu, gıybet, alay gibi çirkin davranışlar bir Müslümana asla yakışmaz. Zaten hepsi de mümine yasaklanmış davranışlardır. Onlardan herhangi birini işleyen bir Müslümanın bu kusurlu davranıştan dolayı mutlaka tevbe etmesi gerekmektedir:

11Ey iman etmiş kimseler! Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın. Olabilir ki alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın. Belki de alay ettikleri kadınlar, kendilerinden hayırlıdır. Kendinizi de fırlatıp atmayın; ayıplamayın, küçük düşürmeyin; birbirlerinizi lakaplar ile fırlatıp atmayın; küçük düşürmeyin, küçümsemeyin. İmandan sonra hak yoldan çıkış ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim hatadan dönmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir. [Hucurât/11]

Bu konuların gerek bu sûrede ve gerekse farklı sözcükler kullanılarak Müddessir sûresi'nde dile getirilmesi, bir taraftan kendilerini savunmak, diğer taraftan da inançsızların iğrençliklerine karşı direnmek durumunda olan Müslümanları hem memnun etmekte, hem de Allah'a olan iman ve güvenlerini pekiştirmektedir.