Sûre, yukarıdaki 7 âyetten oluşan kasem cümlesiyle başlamış ve 1-6. âyetler, 7. âyetteki kesinlikle tehdit olunduğunuz şey elbette meydana gelecektir iddiasının kanıtları olarak ileri sürülmüştür. Başka bir ifade ile; 1-6. âyetlerdeki kanıtlar, 7. âyetteki iddianın isbatı olarak gösterilmiştir.
2. âyeti 1. âyete ve 4. âyeti de 3. âyete bağlayan ف [fe] edatının anlamını ifade edebilmek için, bu âyetlerin Türkçe çevirisi hakkında biraz açıklama yapmak gerekmektedir: 1. âyette bahsi geçen yığın yığın gönderilmişler, 2. âyette bildirilenleri yapmakta, yani önlerinde ne varsa hepsini devirmekte, fırtına koparmakta ve silip süpürmektedir. Aynı şekilde 3. âyette sözü edilen canlandırdıkça canlandıranlar da, 4. âyette bildirilenleri yapmakta, yani ayırdıkça ayırmaktadırlar.
Kasem cümlesinin kasem bölümünü teşkil eden 1-6. âyetlerdeki ifadeler dikkatle okunduğunda, burada farklı "şey"lerden değil, bir "şey"in farklı özelliklerinden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Bu da, gösterilen kanıtların, bir "şey"in beş ayrı özelliğini yansıtmakta olduğu anlamına gelmektedir.
Bu özelliklerin kaynağı hakkında geçmişte farklı düşünceler üretilmiştir. Kimileri, "Üzerine yemin edilen şeyler, bilgi alanımıza kapalı, evren ve insan hayatına sadece etkileri yansıyan gizemli güçlerdir" deyip işin içinden sıyrılmışlar, kimileri sözü edilen güçlerin kesinlikle "rüzgârlar", kimileri de "melekler" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu cümlelerden bir kısmıyla meleklerin, bir kısmıyla da rüzgârların kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur.
Klâsik kaynaklarda ortak bir metinmiş gibi yer alan bu görüşlerin bir kısmını, yanlışları daha iyi göstermek amacıyla aynen aktarıyoruz:
Ebû Hüreyre'ye göre (ki Mesruk, bir görüşlerinde Ebû Duhâ ve Mücâhid, Sudey, Rebî b. Enes ve Ebû Sâlih de aynı yoruma katılmıştı), âyette geçen salınanlar, gönderilenler, "melekler"dir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] O takdirde bu yemin cümlesi, "savaş atları gibi akın akın ve ardarda birlikler halinde gönderilen ardışık melek gruplarına andolsun" anlamına gelir.
Abdullah b. Mes‘ûd'a göre ise gönderilenler'den maksat, "rüzgârlar"dır. Buna göre yemin cümlesinin anlamı, "savaş atları gibi akın akın ve ardarda dalgalar hâlinde harekete geçirilen rüzgâr bulutlarına yemin ederim" olur. Abdullah b. Mes‘ûd, Kasırga gibi esip savuranlara ve Her yana dağıtanlara âyetlerinde "rüzgârlar"ın kasdedildiğini öne sürmektedir. Bir rivâyete göre onun bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Ebû Sâlih tarafından da paylaşılmaktadır. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
İbn-i Cerîr, 1. âyetteki mürselât sözcüğünün, "melekler" mi, yoksa "rüzgârlar" mı demek olduğu konusunda tereddüte düşer ve kesin hüküm vermekten kaçınırken, 2. âyetteki ‘âsıfât sözcüğünün kesinlikle "rüzgârlar" anlamına geldiği kanaatindedir. Ayrıca 3. âyetteki nâşirât sözcüğünün "bulutların gökteki dağıtıcıları" anlamında "rüzgârlar" demek olduğunu kuşkusuz bir dille ifade etmektedir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Abdullah b. Mes‘ûd'a göre 4-5. âyetlerde kullanılan fârikât ve mulkiyât sözcükleriyle "melekler" kasdedilmektedir. Bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mesruk, Mücâhid, Katâde, Rebî b. Enes, Suddey ve Sevrî de tartışmasız bir biçimde paylaşmaktadır. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Bu ortak görüşe göre; söz konusu melekler Yüce Allah'ın izni ile peygamberlere inerek gerçeği eğriden ayırt etmekte ve bu elçilere vahyin mesajını iletmektedirler. Bu mesaj hem insanların hesap gününde ileri sürebilecekleri bahaneleri çürütmekte, hem de onları uyarmaktadır.
Bu konu insanların zihinlerine yukarıdaki farklı görüşler doğrultusunda yerleşmiş, gerekli tetkik ve tahliller yapılmadığından dolayı da birçok meal ve tefsirde maalesef bu görüşler hâkim olmuştur. Birçok düşünür ise eskilerin görüşlerini daha tutarlı hâle getirebilmek için kendilerini zorlamışlar, fakat başarılı olamamışlardır. Çünkü Kur’ân'ı anlamak kimsenin tekelinde olmadığı gibi, onu anlama konusunda kimsenin herhangi bir ayrıcalığı da yoktur. Dolayısıyla, geçmiş bilginlerin açıklamaları mutlak doğrular olarak kabul edilmemelidir. Gerçeğe ulaşmak için kişilerin nakilleri yerine sözcüklerin anlamları ön plânda tutulmalıdır.
Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, ardı ardına zikredilen beş niteliğin, henüz ortada bulunmayan "vaat edilmiş şey"in kesinlikle olacağının kanıtı olarak ileri sürülmüş olmasıdır. Bu durumda, sözü edilen nitelikleri taşıyan "şey"in herkes tarafından görülebilen bir "şey" olması gerekmektedir. Zira varlığı isbatlanmamış bir "şey"in, başka bir "şey"in isbatına kanıt olarak ileri sürülmesi akla uygun değildir.
1-6. âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için dikkat edilmesi gereken ikinci husus, âyetlerdeki sözcüklerin hem hakikat hem de mecâz anlamlarını hesaba katmaktır. Bu takdirde âyetler için ikiden çok anlam ortaya çıkmaktadır. Bu "çok anlamlılık", –eskilerin iddia ettiği gibi– anlamların belirsizliğini değil, birden çok ve güzel anlamların bir arada var olabileceğini ifade etmektedir. Kısaca bu âyetler, "müteşâbih âyetler"e iyi birer örnek oluşturmaktadır. Sanatsal ifadelerle sunulan kısa cümleler ve bu cümlelerdeki güçlü vurgular, normal ifadelere göre insanlar üzerinde daha fazla etki bırakmaktadır.
Burada bize düşen görev, birbiriyle benzeşen anlamların arasından birisini öne almak, yani te’vîl etmektir.
MÜRSELÂT: المرسلات [mürselât] sözcüğü, إرسالل [irsâl] kökünden türemiş olup "gönderilmişler" anlamındadır. Yine irsâl kökünden türemiş olan ارسل [ersele] fiili, öznesi Allah olmak üzere, "peygamber gönderdi/gönderir", "bulut gönderdi/gönderir", "rüzgâr gönderdi/gönderir" biçimlerinde Kur’ân'da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle el-mürselât sözcüğü klâsik kaynaklarda "bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler" olarak değerlendirilmiştir. Biz ise bu görüşte değiliz. Şöyle ki: Genelde, "bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse" olarak tanımlanan الرّسول [resûl=elçi] sözcüğü, mürselât sözcüğüyle aynı kökten türemiş olup bu sözcük de "gönderilmiş" demektir. Ancak, الرّسول [resûl=elçi] sözcüğü, sadece "insanlardan seçilmiş elçiler" olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah meleklerden de elçiler seçtiğini bildirmektedir:
75,76Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a döndürülür. [Hacc/75]
Şu hâlde, Tekvîr sûresi'nin tahlilinde sözcüğün türediği kökleri dikkate alarak ortaya koyduğumuz gibi, "kuvvet, yönetim gücü" anlamı yanında "elçi ve haber verici" anlamına da gelen melek sözcüğünü, mürselât sözcüğünün anlamı kapsamında değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan Rabbimiz açıkça bildirmiştir ki elçiler, "indirilmişler"lerden de olabilir:
10,11Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir. Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir. [Talâk/10-11]
Yukarıdaki âyetlerde altı çizilerek dikkat çekilen Allah'ın indirdiği öğüt [zikr]: elçi [resûl] sözcükleri ile, "Peygamber"in değil, "Kur’ân âyetleri"nin kasdedildiği kolayca anlaşılmaktadır. Bu durumda "Kur’ân âyetleri" de, Allah'ın evrensel, ölümsüz ve indirilmiş elçileridir. Bundan yola çıkarak âyetteki mürselât [gönderilmişler, elçiler] sözcüğü ile kasdedilenin, "Kur’ân âyetleri" olduğunu söyleyebiliriz.
‘URF: عرف [‘urf] sözcüğü, "bilgi" [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme özelliği] demektir ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim örf, ma‘rûf gibi sözcükler de bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak ‘urf sözcüğünün esas anlamı, "kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı" demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir. [Lisanü’l Arab, "a r f" mad.]
‘Urf sözcüğünün esas anlamı ile, yaygın olarak kullanılan anlamı arasındaki ilişki, "bilgi"nin de bir şeylerin "birikimi, yığını" olmasından kaynaklanmaktadır. Biz, bu âyetin çevirisinde ‘urfen sözcüğünün hem vazı’ [ilk], hem de isti’mal [yaygın kullanılan] anlamlarının birleştirilmesini öneriyoruz. Bu durumda âyetin çevirisi şu şekilde olmaktadır: "Bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri; necm necm] hâlinde gönderilmiş Kur’ân âyetlerine kasem olsun ki,..."
‘Urf ve çoğulu olan اعراف [a‘râf] sözcükleri hakkında daha fazla ayrıntı A‘râf sûresi'nin tahlilinde yer alacaktır.
‘ÂSIFÂT: العاصفات [‘âsıfât] sözcüğü, عصف [‘asf] kökünden türemiş bir ism-i faildir. ‘Asf sözcüğü, –Fil sûresi'nin tahlilinde de belirtildiği gibi– "bitkilerin kuru yaprağı" demek olup bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması Arapça'da bu sözcükle ifade edilmiştir. Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu toprağı savuran kuvvetli rüzgâra [fırtınaya] da ‘asıf, ‘asıfet denir olmuş ve Arapça'da hızlı giden deve için kullanılan nâkatün ‘asûf [fırtına gibi deve] deyimi de sözcüğün bu anlamı ekseninde türetilmiştir. [Lisanü’l Arab, "asf" mad.]
Bir şeyin oldukça hızlı olduğu veya hızlı gerçekleştirildiği, Türkçe'de de "fırtına gibi" deyimiyle ifade edilmektedir.
‘Âsıfât sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle âyette "fırtına koparanlar, önüne gelen iğreti şeyleri önüne katıp sürükleyip gidenler, kökünden söküp atanlar, silip süpürenler, esip savuranlar" anlamında olup Yûnus/22, İbrâhîm/18 ve Enbiyâ/81'de de "fırtına" anlamıyla yer almıştır.
Normal olarak fizikî bir fırtınayı ifade eden sözcük, içinde bulunduğu cümlenin [âyetin], ف [fe] edatı ile bir önceki âyete bağlanması sebebiyle 1. âyetle birlikte düşünülmelidir. Yani, 1. âyette bahsedilen "öbek öbek, küme küme, yığın yığın gönderilmiş olanlar", fırtına koparmışlar ve ortalığı silip süpürmüşlerdir.
Bu durumda aynı kökten türemiş resûl [elçi] sözcüğü gibi, mürselât sözcüğünün de "elçi" anlamına geldiği ve bu elçinin "Kur’ân âyetleri" olduğu yolundaki Kur’ân destekli görüşlerimiz doğrultusunda; gerçekten de öbek öbek gelmiş, gönderilmiş Kur’ân âyetlerinin toplumda fırtınalar kopardığını; şirk, küfür ve bâtıl olarak ortada iğreti ne varsa hepsini silip süpürdüğünü, kökünden söküp attığını söylemek mümkündür. Çünkü Kur’ân ile hakk gelmiş, bâtıl zâil olmuştur; ışık gelmiş, karanlık yok olmuştur.
NÂŞİRÂT: النّاشرات [nâşirât] sözcüğü, نشر[neşr] sözcüğünden türemiştir. Neşr sözcüğü daha çok "yaymak" anlamıyla meşhur olmakla beraber bu anlamı yanında "açmak, açığa çıkarmak, kesmek" anlamlarıyla da kullanılmıştır. Nitekim Türkçe'de de "neşriyat" [gazete, kitap, dergi gibi yayınlar] ve "neşretmek" [yayınlamak] gibi kelimeler, sözcüğün "yaymak" anlamına uygun olarak kullanılmaktadır.
Neşr sözcüğünün esas [vazı’] anlamı ise, "güzel koku" demek olup kadim Arapça'da bunun pek çok örneği vardır. [Lisanü’l Arab, "n şr" mad.] Sözcüğün esas anlamı "güzel koku" ile, yaygın olarak kullanılan anlamı "yaymak" arasındaki ilişki, (‘urf sözcüğünde olduğu gibi,) güzel kokunun bir merkezden çıkıp çevreye yayılmasından ileri gelmektedir.
İşte, sözcüğün bu "merkezden çevreye yayılma" anlamı, kuru otların yağmur sebebiyle yeşermesi ve büyüyüp yayılmasının da neşr sözcüğüyle ifade edilmesine yol açmıştır. Neşr sözcüğü Kur’ân'da da bu anlam ekseninde, "ölmüş kişilerin canlanıp hayat bulması ve olduğu yerden sağa sola yayılması", yani "ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme" anlamında kullanılmıştır:
11Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. [Zuhruf/11]
21sonra onu öldürdü, kabre koydurdu, 22sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı. [Abese/22]
21Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de onlar, kendilerini mi canlandıracaklar/diriltecekler? [Enbiyâ/21]
9Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. [Fâtır/9]
Ve Mülk/15, Furkân/3, Furkân/40.
FÂRİKÂT: الفارقات [fârikât] sözcüğü, "iki şeyi birbirinden ayırmak" anlamındaki فرق [fark] mastarından türemiş olup tefrik sözcüğü ile aynı anlamdadır. Ancak, fârikât sözcüğü, makulât [soyut şeyler] için, tefrik sözcüğü ise mahsusat [somut şeyler] için kullanılır. Bu nedenle fârikât sözcüğü, "soyut şeyleri birbirinden ayıranlar" demektir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Yine, fark kökünden türemiş ve bu anlama gelen bir sözcük daha vardır ki, aynı zamanda Kur’ân'ın da adıdır. Bu sözcük furkân'dır. Bakara/53 ve Enbiyâ/48'de Mûsâ peygambere de verildiği ifade edilen Furkân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü... birbirinden ayırdığı için, Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir:
1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ne bol bol nimet verendir! 2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır. [Furkân/1]
185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir. (Bakara/185)
2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].
3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır. [Âl-i İmrân/2-4]
Yukarıdaki âyetlerle konu kendiliğinden aydınlığa kavuşmaktadır: Dolayısıyla Mürselât sûresi'nde, Ayırdıkça ayıranlar [fârikât] ifadesi ile kasdedilenler, "Kur’ân âyetleri"dir. Çünkü Kur’ân âyetleri hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, helâl ile haramı birbirinden ayırmaktadır.
MÜLKIYÂT: الملقيات [mülkıyât] sözcüğü, "bırakmak, yere koymak, terk etmek" anlamlarına gelen إلقاء [ilkâ’] mastarının ism-i failidir. Farklı kalıplardaki türevleri Kur’ân'da birçok kez kullanılmıştır. Bununla birlikte ilkâ’ sözcüğünün Kur’ân'da "içe bırakma, zihne iyice yerleştirme" anlamında da kullanıldığı görülmektedir:
15O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır. [Mümin/15]
6Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.– [Neml/6]
37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/37-39]
Bu durumda, الملقيات [mülkıyât] sözcüğünün konumuz olan âyette de kesin olarak "zihne iyice yerleştirenler" anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Zaten bu özellik de yine Kur’ân âyetlerine has bir özelliktir.
ZİKR: ذكر [zikr] sözcüğünün; "anma, hatırda tutma, din kitabı [öğüt kitabı] ve öğüt" anlamlarında kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir.
5. âyetteki zikr sözcüğünün, "öğüt" anlamına geldiği, Arapça dilbilgisi kurallarına göre 6. âyette kendisinden bedel konumunda bulunan عذرا , نذرا [‘uzren, nüzren] ifadesinden de anlaşılmaktadır. Zira 6. âyette, mazeret hazırlayacağı, mazur kıldıracağı [‘uzren] ve uyarı yapacağı [nüzren] bildirilen etkiyi, 5. âyette bildirilen zikr yapmaktadır. Bu da zikr'in ancak "öğüt" işleviyle mümkündür. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insanı geçmişteki hatalarına tevbe ettirmeye yönelten ve geleceğe yönelik olarak ona uyarıda bulunan zikr ancak "öğüt" olarak anlamlandırılabilir. Dikkate alınan öğütlerin kesinlikle insanı bu iki işlemi yapmaya motive ettiği düşünülürse, 5. âyetteki zikr'in "öğüt" olarak anlaşılması gerektiği daha da iyi anlaşılır.
Kur’ân'ın (öbek öbek, necm necm gönderilmiş tüm âyetlerinin) zikr [öğüt] olduğu Kur’ân'da yüzlerce âyette bildirildiğine göre, öğütleri zihne iyice yerleştirenler'in de yine "Kur’ân âyetleri" olduğu kesinlik kazanmaktadır.
UYARI:
Allah, Kur’ân’ı tam 55 nitelikle tanıtmaktadır. Yukarıda sayılan özelliklerin hepsi de, "Resûl, Furkân, Rûh, Nûr, Zikr, Mübîn" gibi Kur’ân'ın vasıflarındandır. Âyetleri mucize yapan bu özellikler, beşer kurgusu olmayıp Allah tarafından lütfedilmiştir. Ayrıca bu özelliklerden hiçbiri Allah'ın kitabının dışındaki kitaplarda mevcut değildir.
Sûrenin 1-7 âyetlerinin oluşturduğu kasem cümlesinde Kur’ân'ın bu özelliklerinden bir kısmı vurgulanmış ve onu indiren Gücün [Allah'ın], tehdit edici âyetlerle bildirilen kıyâmet gününü de mutlaka gerçekleştireceği ifade edilmiştir. Böylelikle Kur’ân, kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair bir kanıt olarak gösterilmiştir.
Unutulmamalıdır ki, Kur’ân'daki mucize; dağlarda, taşlarda, meleklerde, rüzgârlarda olan mucizelerden daha yücedir. Hem öyle bir mucizedir ki, her an el altında ve göz önünde bulunmasına rağmen kıyâmete kadar mucizeleri tükenmeyecek bir kitaptır.
2. âyeti 1. âyete ve 4. âyeti de 3. âyete bağlayan ف [fe] edatının anlamını ifade edebilmek için, bu âyetlerin Türkçe çevirisi hakkında biraz açıklama yapmak gerekmektedir: 1. âyette bahsi geçen yığın yığın gönderilmişler, 2. âyette bildirilenleri yapmakta, yani önlerinde ne varsa hepsini devirmekte, fırtına koparmakta ve silip süpürmektedir. Aynı şekilde 3. âyette sözü edilen canlandırdıkça canlandıranlar da, 4. âyette bildirilenleri yapmakta, yani ayırdıkça ayırmaktadırlar.
Kasem cümlesinin kasem bölümünü teşkil eden 1-6. âyetlerdeki ifadeler dikkatle okunduğunda, burada farklı "şey"lerden değil, bir "şey"in farklı özelliklerinden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Bu da, gösterilen kanıtların, bir "şey"in beş ayrı özelliğini yansıtmakta olduğu anlamına gelmektedir.
Bu özelliklerin kaynağı hakkında geçmişte farklı düşünceler üretilmiştir. Kimileri, "Üzerine yemin edilen şeyler, bilgi alanımıza kapalı, evren ve insan hayatına sadece etkileri yansıyan gizemli güçlerdir" deyip işin içinden sıyrılmışlar, kimileri sözü edilen güçlerin kesinlikle "rüzgârlar", kimileri de "melekler" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu cümlelerden bir kısmıyla meleklerin, bir kısmıyla da rüzgârların kasdedildiğini söyleyenler de olmuştur.
Klâsik kaynaklarda ortak bir metinmiş gibi yer alan bu görüşlerin bir kısmını, yanlışları daha iyi göstermek amacıyla aynen aktarıyoruz:
Ebû Hüreyre'ye göre (ki Mesruk, bir görüşlerinde Ebû Duhâ ve Mücâhid, Sudey, Rebî b. Enes ve Ebû Sâlih de aynı yoruma katılmıştı), âyette geçen salınanlar, gönderilenler, "melekler"dir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] O takdirde bu yemin cümlesi, "savaş atları gibi akın akın ve ardarda birlikler halinde gönderilen ardışık melek gruplarına andolsun" anlamına gelir.
Abdullah b. Mes‘ûd'a göre ise gönderilenler'den maksat, "rüzgârlar"dır. Buna göre yemin cümlesinin anlamı, "savaş atları gibi akın akın ve ardarda dalgalar hâlinde harekete geçirilen rüzgâr bulutlarına yemin ederim" olur. Abdullah b. Mes‘ûd, Kasırga gibi esip savuranlara ve Her yana dağıtanlara âyetlerinde "rüzgârlar"ın kasdedildiğini öne sürmektedir. Bir rivâyete göre onun bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Ebû Sâlih tarafından da paylaşılmaktadır. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
İbn-i Cerîr, 1. âyetteki mürselât sözcüğünün, "melekler" mi, yoksa "rüzgârlar" mı demek olduğu konusunda tereddüte düşer ve kesin hüküm vermekten kaçınırken, 2. âyetteki ‘âsıfât sözcüğünün kesinlikle "rüzgârlar" anlamına geldiği kanaatindedir. Ayrıca 3. âyetteki nâşirât sözcüğünün "bulutların gökteki dağıtıcıları" anlamında "rüzgârlar" demek olduğunu kuşkusuz bir dille ifade etmektedir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Abdullah b. Mes‘ûd'a göre 4-5. âyetlerde kullanılan fârikât ve mulkiyât sözcükleriyle "melekler" kasdedilmektedir. Bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mesruk, Mücâhid, Katâde, Rebî b. Enes, Suddey ve Sevrî de tartışmasız bir biçimde paylaşmaktadır. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Bu ortak görüşe göre; söz konusu melekler Yüce Allah'ın izni ile peygamberlere inerek gerçeği eğriden ayırt etmekte ve bu elçilere vahyin mesajını iletmektedirler. Bu mesaj hem insanların hesap gününde ileri sürebilecekleri bahaneleri çürütmekte, hem de onları uyarmaktadır.
Bu konu insanların zihinlerine yukarıdaki farklı görüşler doğrultusunda yerleşmiş, gerekli tetkik ve tahliller yapılmadığından dolayı da birçok meal ve tefsirde maalesef bu görüşler hâkim olmuştur. Birçok düşünür ise eskilerin görüşlerini daha tutarlı hâle getirebilmek için kendilerini zorlamışlar, fakat başarılı olamamışlardır. Çünkü Kur’ân'ı anlamak kimsenin tekelinde olmadığı gibi, onu anlama konusunda kimsenin herhangi bir ayrıcalığı da yoktur. Dolayısıyla, geçmiş bilginlerin açıklamaları mutlak doğrular olarak kabul edilmemelidir. Gerçeğe ulaşmak için kişilerin nakilleri yerine sözcüklerin anlamları ön plânda tutulmalıdır.
Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, ardı ardına zikredilen beş niteliğin, henüz ortada bulunmayan "vaat edilmiş şey"in kesinlikle olacağının kanıtı olarak ileri sürülmüş olmasıdır. Bu durumda, sözü edilen nitelikleri taşıyan "şey"in herkes tarafından görülebilen bir "şey" olması gerekmektedir. Zira varlığı isbatlanmamış bir "şey"in, başka bir "şey"in isbatına kanıt olarak ileri sürülmesi akla uygun değildir.
1-6. âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için dikkat edilmesi gereken ikinci husus, âyetlerdeki sözcüklerin hem hakikat hem de mecâz anlamlarını hesaba katmaktır. Bu takdirde âyetler için ikiden çok anlam ortaya çıkmaktadır. Bu "çok anlamlılık", –eskilerin iddia ettiği gibi– anlamların belirsizliğini değil, birden çok ve güzel anlamların bir arada var olabileceğini ifade etmektedir. Kısaca bu âyetler, "müteşâbih âyetler"e iyi birer örnek oluşturmaktadır. Sanatsal ifadelerle sunulan kısa cümleler ve bu cümlelerdeki güçlü vurgular, normal ifadelere göre insanlar üzerinde daha fazla etki bırakmaktadır.
Burada bize düşen görev, birbiriyle benzeşen anlamların arasından birisini öne almak, yani te’vîl etmektir.
MÜRSELÂT: المرسلات [mürselât] sözcüğü, إرسالل [irsâl] kökünden türemiş olup "gönderilmişler" anlamındadır. Yine irsâl kökünden türemiş olan ارسل [ersele] fiili, öznesi Allah olmak üzere, "peygamber gönderdi/gönderir", "bulut gönderdi/gönderir", "rüzgâr gönderdi/gönderir" biçimlerinde Kur’ân'da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle el-mürselât sözcüğü klâsik kaynaklarda "bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler" olarak değerlendirilmiştir. Biz ise bu görüşte değiliz. Şöyle ki: Genelde, "bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse" olarak tanımlanan الرّسول [resûl=elçi] sözcüğü, mürselât sözcüğüyle aynı kökten türemiş olup bu sözcük de "gönderilmiş" demektir. Ancak, الرّسول [resûl=elçi] sözcüğü, sadece "insanlardan seçilmiş elçiler" olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah meleklerden de elçiler seçtiğini bildirmektedir:
75,76Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a döndürülür. [Hacc/75]
Şu hâlde, Tekvîr sûresi'nin tahlilinde sözcüğün türediği kökleri dikkate alarak ortaya koyduğumuz gibi, "kuvvet, yönetim gücü" anlamı yanında "elçi ve haber verici" anlamına da gelen melek sözcüğünü, mürselât sözcüğünün anlamı kapsamında değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan Rabbimiz açıkça bildirmiştir ki elçiler, "indirilmişler"lerden de olabilir:
10,11Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini/alâmetlerini/göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir. Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir. [Talâk/10-11]
Yukarıdaki âyetlerde altı çizilerek dikkat çekilen Allah'ın indirdiği öğüt [zikr]: elçi [resûl] sözcükleri ile, "Peygamber"in değil, "Kur’ân âyetleri"nin kasdedildiği kolayca anlaşılmaktadır. Bu durumda "Kur’ân âyetleri" de, Allah'ın evrensel, ölümsüz ve indirilmiş elçileridir. Bundan yola çıkarak âyetteki mürselât [gönderilmişler, elçiler] sözcüğü ile kasdedilenin, "Kur’ân âyetleri" olduğunu söyleyebiliriz.
‘URF: عرف [‘urf] sözcüğü, "bilgi" [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme özelliği] demektir ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim örf, ma‘rûf gibi sözcükler de bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak ‘urf sözcüğünün esas anlamı, "kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı" demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine ‘urf demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir. [Lisanü’l Arab, "a r f" mad.]
‘Urf sözcüğünün esas anlamı ile, yaygın olarak kullanılan anlamı arasındaki ilişki, "bilgi"nin de bir şeylerin "birikimi, yığını" olmasından kaynaklanmaktadır. Biz, bu âyetin çevirisinde ‘urfen sözcüğünün hem vazı’ [ilk], hem de isti’mal [yaygın kullanılan] anlamlarının birleştirilmesini öneriyoruz. Bu durumda âyetin çevirisi şu şekilde olmaktadır: "Bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri; necm necm] hâlinde gönderilmiş Kur’ân âyetlerine kasem olsun ki,..."
‘Urf ve çoğulu olan اعراف [a‘râf] sözcükleri hakkında daha fazla ayrıntı A‘râf sûresi'nin tahlilinde yer alacaktır.
‘ÂSIFÂT: العاصفات [‘âsıfât] sözcüğü, عصف [‘asf] kökünden türemiş bir ism-i faildir. ‘Asf sözcüğü, –Fil sûresi'nin tahlilinde de belirtildiği gibi– "bitkilerin kuru yaprağı" demek olup bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması Arapça'da bu sözcükle ifade edilmiştir. Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu toprağı savuran kuvvetli rüzgâra [fırtınaya] da ‘asıf, ‘asıfet denir olmuş ve Arapça'da hızlı giden deve için kullanılan nâkatün ‘asûf [fırtına gibi deve] deyimi de sözcüğün bu anlamı ekseninde türetilmiştir. [Lisanü’l Arab, "asf" mad.]
Bir şeyin oldukça hızlı olduğu veya hızlı gerçekleştirildiği, Türkçe'de de "fırtına gibi" deyimiyle ifade edilmektedir.
‘Âsıfât sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle âyette "fırtına koparanlar, önüne gelen iğreti şeyleri önüne katıp sürükleyip gidenler, kökünden söküp atanlar, silip süpürenler, esip savuranlar" anlamında olup Yûnus/22, İbrâhîm/18 ve Enbiyâ/81'de de "fırtına" anlamıyla yer almıştır.
Normal olarak fizikî bir fırtınayı ifade eden sözcük, içinde bulunduğu cümlenin [âyetin], ف [fe] edatı ile bir önceki âyete bağlanması sebebiyle 1. âyetle birlikte düşünülmelidir. Yani, 1. âyette bahsedilen "öbek öbek, küme küme, yığın yığın gönderilmiş olanlar", fırtına koparmışlar ve ortalığı silip süpürmüşlerdir.
Bu durumda aynı kökten türemiş resûl [elçi] sözcüğü gibi, mürselât sözcüğünün de "elçi" anlamına geldiği ve bu elçinin "Kur’ân âyetleri" olduğu yolundaki Kur’ân destekli görüşlerimiz doğrultusunda; gerçekten de öbek öbek gelmiş, gönderilmiş Kur’ân âyetlerinin toplumda fırtınalar kopardığını; şirk, küfür ve bâtıl olarak ortada iğreti ne varsa hepsini silip süpürdüğünü, kökünden söküp attığını söylemek mümkündür. Çünkü Kur’ân ile hakk gelmiş, bâtıl zâil olmuştur; ışık gelmiş, karanlık yok olmuştur.
NÂŞİRÂT: النّاشرات [nâşirât] sözcüğü, نشر[neşr] sözcüğünden türemiştir. Neşr sözcüğü daha çok "yaymak" anlamıyla meşhur olmakla beraber bu anlamı yanında "açmak, açığa çıkarmak, kesmek" anlamlarıyla da kullanılmıştır. Nitekim Türkçe'de de "neşriyat" [gazete, kitap, dergi gibi yayınlar] ve "neşretmek" [yayınlamak] gibi kelimeler, sözcüğün "yaymak" anlamına uygun olarak kullanılmaktadır.
Neşr sözcüğünün esas [vazı’] anlamı ise, "güzel koku" demek olup kadim Arapça'da bunun pek çok örneği vardır. [Lisanü’l Arab, "n şr" mad.] Sözcüğün esas anlamı "güzel koku" ile, yaygın olarak kullanılan anlamı "yaymak" arasındaki ilişki, (‘urf sözcüğünde olduğu gibi,) güzel kokunun bir merkezden çıkıp çevreye yayılmasından ileri gelmektedir.
İşte, sözcüğün bu "merkezden çevreye yayılma" anlamı, kuru otların yağmur sebebiyle yeşermesi ve büyüyüp yayılmasının da neşr sözcüğüyle ifade edilmesine yol açmıştır. Neşr sözcüğü Kur’ân'da da bu anlam ekseninde, "ölmüş kişilerin canlanıp hayat bulması ve olduğu yerden sağa sola yayılması", yani "ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme" anlamında kullanılmıştır:
11Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. [Zuhruf/11]
21sonra onu öldürdü, kabre koydurdu, 22sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı. [Abese/22]
21Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de onlar, kendilerini mi canlandıracaklar/diriltecekler? [Enbiyâ/21]
9Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. [Fâtır/9]
Ve Mülk/15, Furkân/3, Furkân/40.
FÂRİKÂT: الفارقات [fârikât] sözcüğü, "iki şeyi birbirinden ayırmak" anlamındaki فرق [fark] mastarından türemiş olup tefrik sözcüğü ile aynı anlamdadır. Ancak, fârikât sözcüğü, makulât [soyut şeyler] için, tefrik sözcüğü ise mahsusat [somut şeyler] için kullanılır. Bu nedenle fârikât sözcüğü, "soyut şeyleri birbirinden ayıranlar" demektir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb, Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
Yine, fark kökünden türemiş ve bu anlama gelen bir sözcük daha vardır ki, aynı zamanda Kur’ân'ın da adıdır. Bu sözcük furkân'dır. Bakara/53 ve Enbiyâ/48'de Mûsâ peygambere de verildiği ifade edilen Furkân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü... birbirinden ayırdığı için, Kur’ân'a da isim olarak verilmiştir:
1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ne bol bol nimet verendir! 2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır. [Furkân/1]
185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir. (Bakara/185)
2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].
3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır. [Âl-i İmrân/2-4]
Yukarıdaki âyetlerle konu kendiliğinden aydınlığa kavuşmaktadır: Dolayısıyla Mürselât sûresi'nde, Ayırdıkça ayıranlar [fârikât] ifadesi ile kasdedilenler, "Kur’ân âyetleri"dir. Çünkü Kur’ân âyetleri hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, helâl ile haramı birbirinden ayırmaktadır.
MÜLKIYÂT: الملقيات [mülkıyât] sözcüğü, "bırakmak, yere koymak, terk etmek" anlamlarına gelen إلقاء [ilkâ’] mastarının ism-i failidir. Farklı kalıplardaki türevleri Kur’ân'da birçok kez kullanılmıştır. Bununla birlikte ilkâ’ sözcüğünün Kur’ân'da "içe bırakma, zihne iyice yerleştirme" anlamında da kullanıldığı görülmektedir:
15O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır. [Mümin/15]
6Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.– [Neml/6]
37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar." Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. [Bakara/37-39]
Bu durumda, الملقيات [mülkıyât] sözcüğünün konumuz olan âyette de kesin olarak "zihne iyice yerleştirenler" anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Zaten bu özellik de yine Kur’ân âyetlerine has bir özelliktir.
ZİKR: ذكر [zikr] sözcüğünün; "anma, hatırda tutma, din kitabı [öğüt kitabı] ve öğüt" anlamlarında kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir.
5. âyetteki zikr sözcüğünün, "öğüt" anlamına geldiği, Arapça dilbilgisi kurallarına göre 6. âyette kendisinden bedel konumunda bulunan عذرا , نذرا [‘uzren, nüzren] ifadesinden de anlaşılmaktadır. Zira 6. âyette, mazeret hazırlayacağı, mazur kıldıracağı [‘uzren] ve uyarı yapacağı [nüzren] bildirilen etkiyi, 5. âyette bildirilen zikr yapmaktadır. Bu da zikr'in ancak "öğüt" işleviyle mümkündür. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insanı geçmişteki hatalarına tevbe ettirmeye yönelten ve geleceğe yönelik olarak ona uyarıda bulunan zikr ancak "öğüt" olarak anlamlandırılabilir. Dikkate alınan öğütlerin kesinlikle insanı bu iki işlemi yapmaya motive ettiği düşünülürse, 5. âyetteki zikr'in "öğüt" olarak anlaşılması gerektiği daha da iyi anlaşılır.
Kur’ân'ın (öbek öbek, necm necm gönderilmiş tüm âyetlerinin) zikr [öğüt] olduğu Kur’ân'da yüzlerce âyette bildirildiğine göre, öğütleri zihne iyice yerleştirenler'in de yine "Kur’ân âyetleri" olduğu kesinlik kazanmaktadır.
UYARI:
Allah, Kur’ân’ı tam 55 nitelikle tanıtmaktadır. Yukarıda sayılan özelliklerin hepsi de, "Resûl, Furkân, Rûh, Nûr, Zikr, Mübîn" gibi Kur’ân'ın vasıflarındandır. Âyetleri mucize yapan bu özellikler, beşer kurgusu olmayıp Allah tarafından lütfedilmiştir. Ayrıca bu özelliklerden hiçbiri Allah'ın kitabının dışındaki kitaplarda mevcut değildir.
Sûrenin 1-7 âyetlerinin oluşturduğu kasem cümlesinde Kur’ân'ın bu özelliklerinden bir kısmı vurgulanmış ve onu indiren Gücün [Allah'ın], tehdit edici âyetlerle bildirilen kıyâmet gününü de mutlaka gerçekleştireceği ifade edilmiştir. Böylelikle Kur’ân, kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair bir kanıt olarak gösterilmiştir.
Unutulmamalıdır ki, Kur’ân'daki mucize; dağlarda, taşlarda, meleklerde, rüzgârlarda olan mucizelerden daha yücedir. Hem öyle bir mucizedir ki, her an el altında ve göz önünde bulunmasına rağmen kıyâmete kadar mucizeleri tükenmeyecek bir kitaptır.