Beled

1,2,3,4) Düşündüğünüz gibi değil; bu kentte yaşayan insanların tümünü, ilk insandan bu yana üremiş gelmiş insanların tümünü kanıt gösteririm ki Biz, insanı gerçekten bir sıkıntı içinde oluşturduk. Sen de bu insanlardan birisin; sen de sıkıntı içinde olacaksın.[#78]
1-4.ayetlerin lafzi manası, "Hayır! Bu beldeye, –ki sen de bu beldeye girmektesin– babaya ve doğana yemin ederim ki, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık." Şeklinde olup biz mecazi anlamları meal olarak sunduk.

Hayır!

Sûrenin لا [
=hayır] edatı ile başlamasından anlaşılmaktadır ki, ortada tartışılmakta olan bir mesele ve bu meseleyi tartışan kimseler vardır. Kıyâmet sûresi'nin tahlilinde de söylediğimiz gibi, cümlenin başındaki [hayır] edatı, tartışılan konuda ileri sürülen yanlış düşüncenin reddine yöneliktir. Tartışılan konunun ne olduğu, sûrenin ikinci bölümü olan 5-20. âyetlerden anlaşılmaktadır. Buna göre, sahip oldukları fazlalıklar, mal-mülk, evlât ve benzeri sebeplerle dünyaya aşırı bağlanan insanlar, kimsenin kendilerine güç yetiremeyeceğine ve kendilerini hesaba çekemeyeceğine inanmakta ve inananlarla bu konuda tartışmaktadırlar. İşte bu yüzden sûre de inançsızların bu fikirlerini reddeden [hayır] edatı ile başlamıştır.

Bu beldeye, babaya ve doğana yemin ederim ki,

Bu kasem cümlesinin kasem bölümünü oluşturan
belde, baba ve doğan, kasem cümlesinin cevap bölümünde ileri sürülen, Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezine kanıt gösterilmiştir.

Kasem cümlesinin ilk öğesi olan bu cümle hakkında, "Mekke'nin veya bazı kimselerin faziletine dikkat çekilmiştir" deyip geçmek yerine, kasem cümlesinin temel özelliği göz önünde tutularak cümlenin daha iyi tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

BELED: بلد [beled] sözcüğü Arap dilinde "memleket, şehir, büyük köy [içinde toplanılan, yaşanılan bölge], göğüs, iki kaşın arasındaki kılsız bölge, arazi, kabir" gibi anlamlarda kullanılır. Sözcüğün bu cümlede, "yerleşim alanı" anlamında kullanıldığı tartışmasızdır. [Lisanü’l Arab, "b l d" mad.]

Klâsik kaynakların çoğunda cümlenin kasem cümlesi olduğu dikkate alınmadan,
el-beled sözcüğünün başındaki ال [el] edatı "ahd" anlamında kabul edilmiş ve söz konusu beldenin, "Mekke" şehri olduğu ileri sürülmüştür. Maalesef sonradan oluşturulan dirâyetsiz eserlerde de bu kabul aynen sürdürülmüştür. Oysa kasem cümlesinin tüm ögeleri ile kasem cümlesinin mesajı dikkate alındığında bu görüşün yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Doğru olanı, cümledeki el edatının istiğrak için olduğunun kabul edilmesi ve البلد [el-beled] sözcüğünün dünyadaki tüm yerleşim birimlerini sembolize ettiğinin anlaşılmasıdır. Zira kaseme cevap bölümünde ileri sürülen tez, yani Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık tezi, sadece Mekke'de değil, dünyanın her yerinde geçerlidir. Dolayısıyla, insanların sıkıntı içinde yaratılması sadece Mekke şehrine özgü değildir. İnsanların sıkıntı içinde oldukları o belde, dünyanın her tarafındaki beldelerdir, yani beldelerin tümüdür.

BABA ve DOĞAN [ÇOCUK]: Âyette geçen
baba ve doğan sözcükleri, klâsik eserlerde yine kasem cümlesinin esas özelliğine aykırı olarak açıklanmıştır:

Baba, "Âdem", doğan da "onun zürriyeti"dir. (Allah bunlara, yeryüzünde yarattığı en ilginç varlıklar olmaları nedeniyle kasem etmiştir.)

Baba, "İbrâhîm ve İsmâîl", doğan da "Peygamber"dir. (Çünkü Cenâb-ı Hakk, burada Mekke'ye yemin etmiştir. Mekke'nin banisi İbrâhîm, (en şerefli) sakinleri ise İsmâîl ve Hz. Muhammed'dir.)

Baba "Hz. İbrâhîm", evlad [doğan] ise "Hz. İbrâhîm'in bütün nesli"dir. (Çünkü o'nun nesli, Arabı da, Acemi de içine alır. Zira İbrâhîm'in tüm zürriyeti, Şam, Mısır, Beyt-i Makdis [Kudüs] ve Arap topraklarının faziletli bölgelerinde oturmuşlardır. Rûmlar da bunlardandır. Çünkü Rûmlar, İsâ b. İshâk'ın çocuklarıdır.) [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

İbn-i Abbâs gibi bazı Kur’ân bilimcileri ise âyetin orijinalindeki mâ edatını "nefy" için kabul etmişler ve ifadeyi "doğuran ve doğurmayan" şeklinde anlamışlardır.

Bize göre bu ifade ile Tağlib sanatıyla "bütün babalar-analar ve bütün çocuklar" kastedilmiştir. Çünkü kasem ve kasemin cevabı olan tez dikkate alındığında, sıkıntı içinde olan, istisnâsız herkestir; tüm babalar, doğanlar ve doğuranlardır.

Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık.

Hiçbir insanın tamamen güven ve mutluluk içinde olmadığı, insanın devamlı zahmet, meşakkat, tehlike dolu çetin aşamalardan geçtiği, çünkü insanın meşakkat içinde yaratıldığı anlamına gelen bu ifade, kasemin temel mesajıdır. Ancak âyetteki mesajın iyi anlaşılması, كبد [
kebed] sözcüğünün iyi anlaşılmasına bağlıdır.

كبد [KEBED]: Bu sözcük, ilk olarak bir kimsenin başkasının ciğerine vurmasını anlatan كبده [kebedehu] ifadesiyle ve bir kimsenin ciğerinin ağrımasını ya da şişip genişlemesini anlatmak için kullanılan كبد الرّجل كبدا فهو كابد [kebede'r-raculu, kebden fe huve kâbidun] fiil çekimleriyle kullanılmıştır. Ancak daha sonra her türlü sıkıntı ve yorgunluğu ifade etmek için kullanılır olmuştur. Nitekim Arapça'daki مكابدة [mukâbede=zahmet, sıkıntı] sözcüğü de buradan türemiştir. Mecâz ve istiare yönüyle birçok anlamlarda kullanılsa da كبد [kebed] sözcüğü genellikle, "bir şeyin dehşeti, şiddet ve kuvveti" anlamında kullanılır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Hatta sütün katılaşıp sertleşmesi [yoğurt olması] anlamına gelen تكبّد اللّبن [tekebbede'l-lebenu] ifadesinde de كبد [kebed] sözcüğü kullanılmıştır.

Sözcüğün aynı zamanda "istiva, istikâmet, dümdüz oluş, çetin ve güçlü yaratılışlı" anlamlarına geldiğini söyleyenler de vardır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb] Ancak bu anlamlar sözcüğün türetildiği kök anlamından değil de muhtemelen yöresel kullanımından ortaya çıkmış olabilirler. Zaten kasem cümlesinin ifade ettiği anlam ile tam bir çelişki oluşturacağından, bu anlamların bu âyet için uygun görülmesi mümkün değildir.

كبد [
kebed] sözcüğü ile ifade edilen sıkıntının ne olduğu konusunda aşağıdaki türde görüşler ileri sürülmüştür:

* İyi şeylere karşı şükretme, kötü şeylere karşı da sabretme sıkıntısı ile ibâdetleri yerine getirmedeki sıkıntılara göğüs germe gibi dinî sıkıntılar ve zor görevlerdir.

* Ölüm, kabir karanlığı, ölümden sonra diriliş, Allah'a arz olunma ve cennete veya cehenneme gidinceye kadar geçirilen sıkıntılar gibi âhiretteki sıkıntılardır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Ne var ki, bu görüşlerin kabul edilmesi mümkün değildir. Zira bu görüşlerde ileri sürülen sıkıntılar,
İnsan sıkıntı içinde yaratılmıştır tezine kanıt teşkil edemezler, referans gösterilemezler.

İyi düşünülürse, ana rahmine düştüğü andan itibaren meşakkat, sıkıntı ve risk içinde olan insanın çilesiz ânı yoktur; o çile çekerek büyür ve yaşar. İnsanın doğması, doğurması, okuması, okutması, sosyal ilişkileri, hayat mücâdelesi, biyolojik, fizyolojik ve zihinsel sorunları hep çiledir. Zengin insan da dertlidir, fakir insan da... Kral da dertlidir, köle de... Baba- ana da dertlidir, evlât da... Hasta da dertlidir, sıcaktan veya soğuktan şikâyet eden sağlam insan da... Bu zincir böyle uzar gider.

Mademki dünya meşakkat ve sıkıntıdır, hiç olmazsa âhiret hayatı bu sıkıntılardan uzak olmalı, insan orada huzurlu ve mutlu olmalıdır. Zaten dünyada meşakkat ve sıkıntı içinde yaşayanların, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bir de âhirette aynı meşakkat, sıkıntı, çile ve azapla karşılaşacaklarını düşünmemeleri akıllıca bir davranış olmasa gerektir. Diğer taraftan, dünyada çekilen sıkıntı ve çileler sonunda kısmî de olsa bazı rahatlamalar söz konusu olabilmektedir. Meselâ, gençliğinde çalışan ve çeşitli sıkıntılarla boğuşan insan belli bir yaşa geldiğinde emekli olur ve artık yaşlılığında aynı sıkıntılara katlanmak zorunda kalmaz. Öyleyse insanın ancak bir takım sıkıntı ve meşakkatlerden geçerek amaçlarına ulaşabilmesi, yaratıcının,
Biz insanı gerçekten bir sıkıntı içinde yarattık sözleriyle belirttiği ilâhî bir ilkedir ve kurduğu düzenin değişmez bir vasfıdır.

Bu ilâhî ilke aynı zamanda insanın öldükten sonra mutlaka diriltileceği anlamına da gelmektedir. Çünkü Allah'ın insanı sadece sıkıntılar içinde yaşaması ve çile çekmesi için yaratıp programlamış olması, O'nun rahmetine uygun düşmez. Şu hâlde meşakkat ve sıkıntı yurdu olan bu dünyadan sonra başka bir dünyanın daha olması gerekir. Hiç şüphesiz, bu ikinci dünya âhirettir.

–ki sen de bu beldeye girmektesin–

Kasem bölümünün içinde bir parantez içi cümle [cümle-i mu'terize] olarak yer alan bu ifadenin iyi anlaşılabilmesi için önce حلّ [
hıll] sözcüğünün iyi anlaşılması gerekmektedir. Hıll sözcüğünün çeşitli anlamlarına göre bu ifadenin ne manaya geldiği şu şekillerde sıralanabilir:

1) حلّ [
hıll] sözcüğünün "hulûl etme, girme" anlamına göre ifade, "Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın" demektir.

2)
Hıll sözcüğünün حلال[helâl] anlamına göre ifade; A) Kâfirlerin bu beldeye saygı duyup orada herhangi bir saygısız harekette bulunmamalarına rağmen, Allah'ın peygamberlik görevi vererek ikramda bulunduğu Peygamberimize eziyet etmeyi helâl saymaları, başkalarına gösterdikleri saygıyı o'na göstermemeleri ve hatta imkân bulsalar o'nu öldürmeyi bile düşünmeleri yüzünden "Sen onlara helâlsin" demektir. B) Peygamberimiz yönünden, "Sen bu beldede, Beytullah'a olan saygından ötürü, yapılması haram olan şeyleri hiç yapmadın" demektir.

Katâde ise âyete şu manayı vermiş ve meseleyi şöyle açıklamıştır:

"Sen günahkar değilsin, Mekke'de dilediğin kimseleri öldürmen sana helâldir": Çünkü Allah Teâlâ, Mekke'nin kapılarını Hz. Muhammed (s.a.s)'e açmış ve Mekke'yi o'na helâl kılmıştır. Böyle bir fetih, o'ndan önce hiç kimseye nasip olmamıştır. Böylece istediğini helâl, dilediğini haram kılmış ve istediği gibi hareket etmiştir. Böylece Kâbe'nin örtüsüne tutunmuş olan Abdullah b. Hatel ile Makîs b. Sababe ve diğerlerini öldürtürken, Ebû Süfyân'ın evine girenleri öldürmeyi haram saymıştır. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

Bize göre bu âyet için yukarıdaki anlamlardan tercih edilmesi gerekeni,
Sen bu beldedesin, oraya girmiş [hulûl etmiş] ve orada konaklamışsın anlamıdır ki, bu takdirde verilen mesaj şöyle olmaktadır: "Sen de bu ortamda yaşayan babasın, oğulsun; bir insansın. Sen de sıkıntılar içinde yaratıldın, bu konuda senin de bir ayrıcalığın yok, yani bu sıkıntıları sen de çekeceksin." Bu takdire göre, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın yaradılışından gelen bir özellik olduğu, peygamberlik makamında bile olsa her insanın bu ilkeye tâbi olduğu bildirilmiş olmaktadır.

Görüldüğü gibi, bu âyetle Rabbimiz câhiller ve kötü niyetliler tarafından Peygamberimize yüklenebilecek "olağanüstü nitelikleri olan insan" anlayışının önüne adeta set çekmiştir. Ne var ki, âyetin bu mesajı tam ters yöndeki yorumlarla mecrasından çıkarılmış ve Peygamberimiz neredeyse olağanüstü niteliklerle donatılmış ikinci bir ilâh konumuna getirilmiştir.
5) O, kendisine karşı kimse asla güç yetiremez mi sanıyor;
Peygamberimizi muhatap alan kasem cümlesinden sonra, bu âyetle beraber, âhiret konusunu işleyen yeni bir pasaj başlamıştır. Alak sûresi'nden beri adı verilmeden karakterize edilen yalanlayıcı insan tipi yine karşımızdadır. İnançsızlara uyarı, müminlere de müjde içeren mesajlar devam etmektedir. Bu konunun bu kadar çok tekrarlanmasından, meselenin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. Bu pasajın, geçmiş sûrelerdeki aynı içerikli pasajlar ile birlikte okunması, sûrenin daha iyi anlaşılmasına kolaylık sağlayacaktır.

İnkârcının kendisine hangi konuda karşı gelinemeyeceğine inandığı âyette açıklanmamıştır. Acaba inkârcı, A) "Kendisinin bütün işlerin üstesinden geldiğini ve yapmak istediği bir şey hususunda hiç kimsenin kendisine karşı gelemeyeceğini düşünüp hiç kimsenin kendisinin durumunu değiştiremeyeceğini mi sanıyor?" B) "Yoksa öldükten sonra onu diriltmeye ve yaptıklarına karşılık vermeye hiç kimsenin kadir olamayacağını mı sanıyor?"

Her iki manaya göre de âyetin başındaki soru, "istifham-ı inkâri" denilen "cevabı beklenmeyen soru" kategorisine girer. Bu durumda cümlenin anlamı şöyle takdir edilebilir: "Sakın öyle sanmasın! Allah onu diriltmeye, yaptıklarının hesabını sormaya ve dünyada da onu rezil etmeye güç yetirendir. O nedenle kendisinin üstünde başka bir güç olmadığına inanmazlık etmesin!"

Âyette
o diye bahsedilen kimse, inançsız insandır. Her ne kadar o zamiri, tüm insan cinsi için kullanılıyor olsa da, konu akışı dikkate alındığında bu zamirle başka âyetlerde de sürekli karakterize edilmiş olan mağrur ve kibirli bazı insanların kasdedildiği anlaşılmaktadır.

Çeşitli kaynaklar bu âyetlerin iniş sebebi olarak Ebu'l-Eşedd, Üseyd b. Keledete'l-Cümahî, Amr b. Abdivedd, Velîd b. Muğîre, Ebû Cehl b. Hişâm, Hâris b. Âmir b. Nevfel b. Abdimenaf gibi değişik kişileri göstermiştir. Kaynaklara göre adları değişen bu kişilerin değişmeyen ortak özellikleri "mağrurluk"larıdır.
6,7) "Ben, yığın yığın mal heder ettim" diyor! O, kimsenin kendisini asla görmediğini mi sanıyor?
6"Ben, yığın yığın mal heder ettim" diyor!

لبد [LÜBED]: لبد [lübed] sözcüğü, "üst üste yığılmış, istif edilmiş, keçe gibi birbirine geçmiş" demektir. Nitekim Araplar, çok olduğu için tükenmesinden korkulmayan mala,مال لبد [mâlün libedün] derler. [Lisanü’l Arab, "l b d" mad.] Biz de bu sebeple âyetteki مالا لبدا [mâlen lübeden] ifadesini "yığın yığın mal" olarak çevirmiş bulunuyoruz.

Câhiliye dönemindeki Araplar, kendi anlayışlarına göre saygınlık göstergesi ve övünç vesilesi olarak saydıkları konularda çok mal harcamaktan kaçınmazlardı. Meselâ, şairlere büyük ödüller vermek, evlenme ve ölüm törenlerinde binlerce kişiye yemek yedirmek, kumarda kazanılan para veya malı develer keserek kutlamak gibi gösterişe yönelik harcamalar ile festival tarzı eğlenceler, yarışmalar ve benzeri merasimler için yapılan harcamalar bunlardandı. Bu tür harcamalar o dönemin cömertlik alâmeti ve büyüklük işareti sayılır, şairler de böyle harcamada bulunanlara birbirleriyle yarışarak kasideler yazarlardı. Bu husus göz önüne alınmak sûretiyle âyet, "Bu kâfir, mal varlığı ile kibirlenerek ‘yığın yığın mal sarf etmeme rağmen benim için fark etmez, çünkü çok malım var’ diyor" şeklinde veya "Peygamber'e düşmanlık için çok mal harcadığını söylüyor" şeklinde anlaşılabilir.

Bu âyetin, din yolunda sarf edilen malların boşuna bir harcama olduğunu iddia eden ve Peygamber'e (dolayısıyla dine) itaat edilmemesini sağlamak için gayret eden Hâris b. Nevfel'in bir sözüne karşılık olarak indiği yolunda bir görüş daha vardır. Mukâtil b. Süleymân, sırf Peygamberimize eziyet vermek için söylenen ve tarihî kaynaklarca bu âyetin iniş sebebi olarak gösterilen Hâris b. Nevfel'e ait bu sözleri şöyle nakletmektedir:

Hâris b. Nevfel bir günah işlediği zaman Resûlullah'tan fetva isterdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ona keffâret vermesini emrederdi. Hâris, "Muhammed'e itaat ettiğimden beri keffâret ve o'na uyma yolunda çok mal telef ettim" demişti. [mukatil]

7O, kimsenin kendisini asla görmediğini mi sanıyor?

Yani, büyüklük taslayanlar Allah'ın onları gözetlediğini anlamıyorlar. Hâlbuki Allah onların bu serveti nasıl elde ettiklerini, niçin kullandıklarını, hangi niyetle, ne maksatla ve ne miktarda harcadıklarını en ince ayrıntısına kadar görmektedir.

Bu âyet, 6. âyetin tahlilinde belirttiğimiz gibi, gerek mallarını Peygamber'e düşmanlık için harcayanlara, gerek kendi anlayışlarına göre bir saygınlık elde etmek için harcayanlara ve gerekse sarf etmediği hâlde "Birçok mal heder ettim" diye yalan ile öğünenlere, aslında Allah'ın onları gördüğünü ve bu hareketlerinin cezasını vereceğini haber veren bir tehdittir.

Büyük İslâm bilginlerinden Kelbî ise bu âyet ile ilgili olarak şöyle demiştir:

Bu kimse aslında hiçbir şey harcamamış bir yalancı idi. Bundan dolayı Hakk Teâlâ, "Bu kimse, ne yaptığını ve ne yapmadığını, neyi harcadığını ve neyi harcamadığını Allah Teâlâ'nın görmediğini mi sanır? Hayır, aksine Allah onu görür ve ondan sadır olan hâlin, söylediğinin aksi olduğunu bilir" demek sûretiyle yalanlarını ifşa etmiştir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an]
8,9) Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?
10) Ve Biz ona belirgin iki yolu gösterdik.
Bu âyetlerde Yüce Allah, sıkıntı içinde yarattığı insana –özellikle de kuvveti ve malı ile iftihar eden o mağrur insana– lütfettiği nimetlerden bazılarını hatırlatıp yaratılış gayesini göstermekte ve onun her hâlini bilen olarak, yaptıklarının karşılığını vermeye gücünün olduğuna işaret etmektedir.

İKİ GÖZ, BİR DİL VE İKİ DUDAK: Burada sayılan organlar mecâzîdir. Aynı organlar hayvanlarda da olmasına rağmen, onlar Allah'ı tanıyamazlar, âhireti idrak edip inanamazlar, yani sorumluluk bilincinde değillerdir. İnsan ise gözlerini açıp çevresine baktığında gerçeğin işaretlerini görebilir ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilir. Dili ve dudaklarıyla kişiliğini ortaya koyabilir, hissettiğini açıklayabilir. Çünkü bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği vardır. Dolayısıyla bu organlardan asıl maksat, "akıl ve bilgi kaynağı"dır.

NECDEYN [İKİ BELİRGİN YOL]: نجد [necd] sözcüğü, "dağın tepesi, açık ve işlek yol, yüksek yer, minder, döşeme gibi oturacak yerler, ağaçsız mekân, deneyimli usta kılavuz, yiğitlik, çok terlemek, meme" gibi anlamlarda kullanılır. [Lisanü’l Arab, "n c d" mad.] Burada ise pasajın genel anlamı itibariyle sözcüğün, "açık ve işlek yol [belirgin yol]" anlamını kabul etme zorunluluğu vardır. Nitekim İbn-i Abbâs dışında hiçbir bilgin, bu âyetle ilgili olarak, sözcüğün "meme" dışında diğer anlamlarını dikkate alarak bir açıklama yapmamıştır.

Âyette geçen نجدين [
necdeyn] sözcüğü, "iki belirgin yol" anlamına gelmektedir. Bu yollar, hayır ve şer; iman ve küfür, hakk ve bâtıl olarak isimlendirilebilen ve birbirlerinin zıddı olan iki yoldur. Rabbimizin iki yolu ifade eden birçok sözcük içinden necdeyn sözcüğünü seçmesi, bu yolların sıradan iki yol olmayıp dağın doruğu gibi çok uzaktan da görülebilen, çok belirgin iki yol olduğunu belirtmek içindir.

Bu açıklamalardan sonra âyetin takdiri şu şekilde yapılabilir: "Biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek onu kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık, aynı zamanda ona yol da gösterdik. Ona önünde bulunan iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklık gibi birbirinden belirgin şekilde ayrılabilen iki yolu açıkladık ki, düşünerek ve irâdesi ile dilediğini seçsin."

Bu iki yol Kur’ân'da pek çok yerde değişik ifadelerle dile getirilmiştir:

1-10Kur’ân'ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân'ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve "Allah'ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddeden de kesinlikle zarara uğramıştır. [Şems/7-9]

29Ve de ki: "O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin/inanmasın." Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! [Kehf/29]

256Dinde zorlamak/tiksindirmek yoktur; iman, Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. [Bakara/256]

28-31Nûh, "Ey toplumum! Hiç düşündünüz mü, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana Kendi tarafından bir rahmet bahşetmiş de bu size saklı tutulmuşsa?! –Biz, siz ondan hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlar mıyız?"– [Hûd/28]

Ve Kâfirûn/6, Yûnus/99, Teğâbün/2, Zümer/7, Zümer/15, Fussılet/40, İnsan/2-3, Nahl/9, Secde/13, Mâide/48, Nahl/93, Yûnus/108, İsrâ/15, Nahl/36, Şûrâ/20, Hûd/15-16, İsrâ/18. ayetler.
11) Fakat o, o sarp yokuşa saldırmadı.
‘AKABE: عقبة [‘akabe] sözcüğü, "bâdire, sarp ve çıkılması zor olan yokuş, tehlikeli geçit" demektir. [Lisanü’l Arab, "akb" mad.]

İKTİHÂM: اقتحام [iktihâm] sözcüğü, "kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek" demektir. [Lisanü’l Arab, "ghm" mad.] Nitekim Arapça'da kullanılan, قحم يقحم قحوما اقتحم اقتحاما تقحّم تقحّما [kahame, yekhumu, kuhûmen, iktehame, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen] sözcüklerinin hepsi de, kişinin büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.

Pasajın söz akışından, Rabbimizin 10. âyette insana gösterdiğini söylediği
iki belirgin yol'dan birisinin ‘akabe [zor olan, çetin yol],diğerinin de kolay yol olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda âyet, "o kişi zor işe teşebbüs etmedi, kolay yolu tercih etti" anlamına gelir.

İki belirgin yol'un birincisi olan ‘akabe, "yükseklere giden, fakat zor geçitleri olan meşakkatli bir yol"dur. İnsanın bu yolu aşıp yükseklere çıkabilmesi için nefsine, heveslerine ve şeytânın vesveselerine karşı devamlı bir mücâdele vermesi gereklidir. İkinci yol ise kolaydır. İnsanın bu yola düşmesi için sıkıntıya girmesi gerekmez; kendini serbest bırakıp nefsinin bağlarını gevşetmesi yeterlidir. Böylelikle dalâlete düşen insan, kendisine gösterilen iki yoldan kolayını seçmiş olur ve kendisini uçuruma götürünceye kadar bu yolu izler.

Bu âyet bir taraftan inançsızların pasifliğini, basitliğini vurgularken diğer taraftan da müminlere cennetin yolunu göstermektedir. Ne var ki, gösterilen bu yolun çetin ve zor aşamalardan geçtiğini, cennetin ucuz veya bedelsiz olmadığını da ihtar etmektedir. Cennete varabilmek için kişi ile cennet arasındaki o sarp yokuşun mutlaka aşılması gerekmektedir. Bu da demektir ki, insan cennete ulaşmak istiyorsa para, mal veya emeğini o sarp yokuşu aşmak için harcamalı, nefse kolay gelen, ama insanı kötü ve zararlı bir âkıbete götüren yollarda harcamamalıdır.

Klâsik eserlerde
‘akabe'nin, "âhiretteki yollar", "cennetle cehennem arasında bir yol", "cehennemin üstüne konulan bir yol" olduğu şeklinde bazı rivâyetlere de yer verilmiştir. [Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an] Bize göre, –aşağıdaki âyetlerden de kolayca anlaşılacağı gibi– ‘akabe [sarp yokuş], Kur’ân'da bildirilmiş olan "Allah düşmanlarıyla [hevâ, ins ve cinnden şeytânlar ile] mücâdele yolu"dur.
12) Ve o sarp yokuşun ne olduğunu sana ne bildirdi?
Bu âyette hazfedilmiş [gizlenmiş] olan اقتحام [iktihâm] sözcüğü ile birlikte âyetin takdiri şöyledir: وما ادراك ما اقتحم العقبة [ve mâ edrâke mâ iktehame'l-’akabe=‘Akabe'ye saldırmanın ne olduğunu sana ne bildirdi]?

Bu ifade tarzı, ‘akabe'ye saldırmanın kimse tarafından bilinemeyeceğini değil, ‘akabe'ye saldırmanın önemini vurgulamaktadır. Bu görev, zor ve zahmetlidir, ama sonu –hem ferdî, hem de toplum olarak– mutluluktur. Yani, zahmetten rahmet meydana gelecektir. Dolayısıyla başta Peygamberimiz olmak üzere tüm insanlık ‘akabe'ye saldırmaya, zor ve zahmetli bir göreve yönlendirilmektedir.
13,14,15,16,17) Köleyi özgürleştirmektir veya salgın bir kıtlık gününde yakında bulunan bir yetime veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir. Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.
13Köleyi özgürleştirmektir 14,15veya salgın bir kıtlık gününde yakında bulunan bir yetime 16veya topraklara düşmüş; sürünen yoksula, işsize yemek yedirmektir.

FEKKÜ RAKABE [KÖLE AZAT ETMEK]: فكّ [fekk] sözcüğü, "bağı çözmek, kelepçeyi çıkarmak" demek olup serbestliği kısıtlayan engeli ortadan kaldırmak manasına gelir. [Lisanü’l Arab, "fkk" mad.] Meselâ, rehin bağını çözmek, rehni kurtarmak da فكّ الرّهن [fekkü'r-rehn] deyimi ile ifade edilir. Yani, serbest bırakılan her şey aslında fekkedilmiştir. فكّ الحطاب [fekkü'l-hıtâb=kontrolsüz söz, sözün salıverilmesi] deyimi de bu kökten gelir.

Eskiden esirlerin boyunlarından ve ellerinden bağlanması Araplar arasında âdet olduğundan, bu bağların çözülmesi de فكّ [fekk] sözcüğü ile ifade edilirdi. Daha sonra esirlerin bu şekilde bağlanma âdeti kalkmış olmasına rağmen fekk sözcüğü, esirlerin salıverilmesi için kullanılmaya devam etmiş ve esirlerin salıverilmesi işi فكاك [fekâk=çözme] sözcüğü ile ifade edilmiştir. [Razi; el Mefatihu’l Gayb]

رقبة [
rakabe] sözcüğü ise, "boyun" demektir. Bu sözcük zaman içinde "bir parçayı söyleyip bütününü kasdetmek" yoluyla mecâz olarak "zat, kişi, şahıs" anlamında, özellikle de hürriyetini kaybetmiş insan, esir veya köle için kullanılır olmuştur. [el İsfehani; el Müfredat]

فكّ رقبة [
fekkü rakabe] deyimi, "esirlik bağıyla bağlanmış bir boynu, yani bir kimseyi, bir insanı esaretten kurtarıp hürriyetine kavuşturmak, köleliğini sona erdirmek" anlamına gelir. Bu da pek tabiî olarak insanın önce kendi hürriyetine mâlik olmasını, kendi boynunu her türlü tahakkümden kurtarmış olmasını gerektirir. Nitekim fekkü rakabe deyiminin bir başka anlamı da, "herkesin kendisini boyunduruktan kurtarması"dır. Ancak dikkat edilmelidir ki, bu anlamdaki boyunduruk, herkesin kendi çalışması ve kendi kazandıkları ile altında bulunduğu ipotek [sorumluluk yükümlülüğü] olup Rabbimiz tarafından konulmuştur:

38,39Her benliğini bulmuş kimse –sağın yaranı hariç– kazancının karşılığında bir rehindir. [Müddessir/38, 39]

21Ve iman eden, soyları da iman ile kendilerine uyan kimseler; işte Biz, onların soylarını da kendilerine kattık. Kendilerinin amellerinden bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazandığıyla rehindir. [Tûr/21]

Kölelik, başlangıcı insanlık tarihinin çok eski devirlerine, tarihin "uygarlık" olarak kabul ettiği Eski Yunan ve Roma'ya dayanan ve insanî değerler bakımından yüz karası olan bir kurumdur. Bu kurum ancak XX. yüzyılda uluslararası sözleşme ve yasaklamalarla hukuk dışı ilân edilmiştir. Allah'ın özgür yarattığı insanın bir başka insanın mülkiyetine alınması demek olan bu utanç verici kurum, 14 asır önce Rabbimiz tarafından "köle azat etme"nin insanı cennete götüren davranışlar arasında sayılması sûretiyle işareten yasaklanmıştır. Çünkü yukarıda da açıklandığı gibi, köleleri özgürleştirme faaliyeti, saldırılması ve aşılması gereken ‘akabe üzerindeki işlerden sayılmaktadır.

Tek bir ferdin hürriyetine kavuşturulması bile insanı cennete götürecek erdemli ve kahramanca davranışlardan biri olarak kabul edildiğine göre, köleliğin topyekun ortadan kaldırılması yolundaki mücâdeleye Allah nezdinde ne değer verileceği, her Müslüman'ın üzerinde iyi düşünmesi gereken bir husustur.

Rabbimiz, ‘akabe'ye saldırmak anlamına gelen bir diğer işin de, salgın bir kıtlık gününde, akrabalığı olan [yakında bulunan] bir yetime veya topraklara düşmüş [sürünen] miskine [yoksula, işsize] yemek yedirmek olduğunu bildirmiştir. Bu erdemli iş, kölelerin özgürleştirilmesi yönündeki ilâhî teşvikten hemen sonra gelmektedir.

مسغبة [
mesğabe] sözcüğü, سغاب [seğâb] sözcüğünden mimli mastar olup "açlık" (özellikle "sıkıntı ve yorgunluk içinde açlık"] demektir. Ebû Hayyân ise sözcüğün, "genel anlamda açlık" demek olduğunu, ancak "susuzluk" için de kullanıldığını belirtmektedir.

Yemeğin nâdir ve bulunmaz olduğu açlık anları, imanın içyüzünü ortaya koyan bir mihenk taşı gibidir. Böyle genel bir açlık sırasında insanın kendisi de açlıkla karşı karşıya iken ihtiyaç içinde olan bir başkasına yemek yedirebilmek, bir bakıma o kişinin canını kurtarmak demektir. Bu nedenledir ki, böyle bir anda açı doyurmak, köle azat etmek gibi ‘akabe'ye saldırma kapsamında sayılmıştır. Bununla beraber, yemek yedirilmeye en hak sahibi olanlar âyette şöyle sıralanmıştır:

akrabalığı olan [yakında bulunan] bir yetim

Yakınlık'tan kastın, nesep yakınlığı olduğu açıktır. Bununla beraber din yakınlığının da bu kapsamda olduğu kuşkusuzdur. Hatta komşu yakınlığını da bu kapsamda düşünmek, bizce yanlış olmaz.

İnkârcı ve azgın câhiliye toplumunda yetimler, –akraba bile olsalar– her zaman haksızlığa ve zulme uğramakta idiler. Bu yüzden yetimlere iyi davranılması yönündeki emirleri arka arkaya tekrarlayan Kur’ân, âdeta bu tip emirlerle dolup taşmıştır. Hatta yıllar sonra Medine'de inmiş olan sûrelerde miras, vasiyet ve evlenme ile ilgili konularda İslâm yasalarının yürürlüğe konması sırasında bile yine yetimlere iyi davranılması emredilmiştir (bkz. Bakara 220, Nisâ 1-10, Enfâl 41). Bu durum, yetimleri ezen bu çevrenin ne kadar taş kalpli bir toplum olduğunu göstermektedir.

Bakara/215

215Onlar, sana neyi Allah yolunda harcayacaklarını/neyi nafakalaştıracaklarını soruyorlar. De ki: "Hayırdan/maldan; zamandan, bilgiden verdiğiniz şeyler/sağladığınız nafakalar, ana-baba, en yakınlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir." Ve hayırdan ne işlerseniz, artık şüphesiz Allah, onu en iyi bilendir.

Ahzab/6

6Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, Peygamber'in eşleri, mü’minlerin analarıdır. Ve akrabalar, Allah'ın yazgısında hepsi aynı derecededir, –koruyucu, yakınlarınıza herkesçe kabul gören davranışı yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta yazılmıştır.

topraklara düşmüş miskin

متربة [
metrabe] sözcüğü de, "toprak" demek olan تراب [turâb] sözcüğünden mimli mastardır ve "topraklanmak" anlamına gelmektedir. Âyette geçen zâ metrabe deyimi, Türkçe'de "toprağa döşenip taşa yaslanan" tabiriyle ifade edilen, fakirlik ve şiddetli ihtiyaçtan kinâyedir. Yani, fakirliğinden ve muhtaçlığından dolayı, üzerinde kendisini örtecek, altında da yere serecek bir şeyi olmadan toprağa yapışmış, aşırı yoksul, miskin demektir. Bu tür yoksullar için Türkçe'de "sürünüyor" tabiri kullanılır.

Genel açlık zamanlarında böyle şiddetli ihtiyaç ve yoksulluk içinde kalmış kimselerin varlığı sıkça görülebilir. Bu durumdaki çaresiz kimselere akrabalık ve yakınlık aramadan yemek yedirmek, âdeta aşılması büyük kalp kuvveti ve gayret gerektiren sarp bir yokuşa tırmanmak gibidir. Zaten değeri de bu zorluğu aşma konusunda gösterilen özveriden kaynaklanmaktadır.

Gerçekten de kıtlık ve zaruret döneminde karşılıksız yardımda bulunmak, nefse ağır gelen en zor şeylerden biridir ve bu yönüyle de normal dönemlerdekine göre daha fazla ücret ve mükâfaatı hakk etmektedir. Bunu yapabilenler, sarp yokuşu aşan yiğitlerdir:

177Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz "iyi adamlık" değildir. Ama "iyi adamlar", Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve özgürlüğü olmayanlara, Allah'a/mala/vermeye sevgisi olmasına rağmen veren ve salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan-ayakta tutan], zekâtı/vergiyi veren kimselerdir. Ve de sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden kimselerdir. İşte onlar, özü-sözü doğru olanlardır. Ve işte onlar, Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin ta kendileridir. [Bakara/177]

5-22Şüphesiz, "iyi adamlar", kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve "Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız" diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah'ın kulları içerler. ... [İnsan/8]

92Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla "iyi adamlık" mertebesine eremezsiniz. Ve siz, her neyi bağışlarsanız kesinlikle Allah, onu en iyi bilendir. [Âl-i İmrân/92]

Bu tür harcamalar, insana şehvânî tatlar vermez. Tam tersine fedakârlık için nefislerin zorlanması gerekir. Köle azat etmek, bir kimseye mâlî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflâs ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar, insana zevk için yapılan harcamaların getirdiği şöhreti ve itibarı kazandırmaz, ama sahiplerini ‘akabe denen o sarp geçitten geçmiş olma başarısının manevî haz ve uhrevî kazancına ulaştırır.

Beled sûresi indiği sıralarda Müslümanlar Mekke'de müşriklerin kuşatması altında idi. Müminler o dönemde sırtlarını dayayacakları herhangi bir sosyal destek kurumundan da mahrum idiler. Kölelik hem Arap Yarımadası'nda hem de yarımadayı çevreleyen bölgede yaygın bir durumda idi. Kölelere çok sert ve acımasız davranılmaktaydı. Bu kölelerden Yâsir ve ailesi gibi, Rebah oğlu Bilâl gibi, Suheyb ve benzerleri gibi –Allah hepsinden razı olsun– bazı kişiler Müslüman olunca, zâlim olan efendilerinin çok acı, dayanılmaz işkenceleri ile karşılaştılar. Bunun üzerine anlaşıldı ki, bu köleler ancak zorba efendilerinin elinden satın alınmak yolu ile kurtarılabilirler. Her zaman âdeti olduğu gibi bu çağrıya da ilk koşan, emre tereddütsüz, gönül huzuru içinde ve dosdoğru olarak sarılan ve yerine getiren yine Ebû Bekr olmuştur.

Tarihçi İbn-i İshâk şöyle nakletmektedir:

Hz. Ebû Bekr'in azat ettiği Hz. Bilâl, Cumhoğulları'nın yanında yetişenlerden birisiydi. İslâm'a gönülden bağlı, kalbi tertemiz biriydi. Ümeyye b. Halef, öğle sıcağı bastırınca onu çıkarır, Mekke kumluklarına sırt üstü yatırır, sonra büyük bir kaya getirilmesini emreder ve o kaya Hz. Bilâl'in göğsü üzerine konurdu. Sonra ona, "Ölünceye kadar böyle kalacaksın. Ya da Muhammed'i inkâr eder, Lat ve Uzza'ya taparsın" derdi de bu çileler altında bile Hz. Bilâl, "Allah bir, Allah bir!" derdi.

Nihâyet bir gün Hz. Bilâl'e aynı işkenceleri yaparlarken Hz. Ebû Bekr rast gelir. Çünkü Hz. Ebû Bekr'in evi Cumhoğulları'nın yakınlarında idi. Ümeyye b. Halef'e der ki: "Allah'tan korkmaz mısın da bu zavallıya böyle davranırsın? Ne zamana kadar buna devam edeceksin?" Ümeyye, "Sensin onu bozan. Gördüğün durumdan kurtar onu!" der. Ebû Bekr de; "Peki yaparım. Benim ondan daha güçlü ve dayanıklı zenci bir kölem var. O da senin dinindendir. Bunun karşılığında onu sana vereyim" deyince Ümeyye, ‘"Kabul ediyorum" der. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr, "Tamam öyle ise... O senindir" der, kölesini Ümeyye'ye verir ve Hz. Bilâl'i alarak azat eder.

Hz. Ebû Bekr, Medine'ye hicret etmeden önce, altı köle daha azat etmişti. Bilâl ise yedinci oluyordu. Bunlar, Âmir b. Füheyre (ki Bedir savaşı'na katılmış, Maune kuyusu savaşında şehit düşmüştü), Ümmü Abis ve Zenire'dir. Hz. Ebû Bekr onu azat edince gözleri kör olmuştu. Bunun üzerine Kureyşliler, "Onun gözlerini kör eden Lat ve Uzza'dan başkası değildir" deyince, Zenire, "Yalan söylemişler. Allah'ın Beyt'i hakkı için, Lat ve Uzza ne zarar verebilir, ne de bir yarar" der. Bunun üzerine Yüce Allah, gözlerine tekrar görme gücü bahşeder. Hz. Ebû Bekr Nehdiye ve kızını da azat etmişti. Bunlar Abduddâr oğulları'ndan bir kadının kölesi idiler. Kadın onlarla kendine ait un göndermişti. Onlara, "Vallahi sizi asla azat edemeyeceğim" diyordu. Hz. Ebû Bekr, "Ey filancanın annesi, boz yeminini" der. O da, "Tamam bozayım. Sen bozdun onları, sen azat et" der. Hz. Ebû Bekr, "Kaça veriyorsun onları?" deyince, kadın, ‘"Şu kadara" der. Hz. Ebû Bekr, "Tamam, aldım onları, ikisi de özgürdür" karşılığını verir ve kadınlara dönerek, "Onun ununu kendisine geri verin!" der. Onlar da, "Birazını boşaltıp öyle mi geri verelim?" deyince, "İsterseniz..." der.

Hz. Ebû Bekr, Müemmil oğulları'ndan –ki bu kabile Adiyyoğulları'ndandır– bir câriyeye rastlar. Bu câriye Müslümandır. Hz. Ömer o zamanlar henüz müşriktir. İslâm'ı bıraksın diye bu câriyeye işkence eder, vurur döver, dövmekten yorulunca ona, "Kusura bakma! Acıdığım için bırakmıyorum seni, usandığım için bırakıyorum" der. Câriye de, "Allah da sana böyle yapsın!" der. İşte Hz. Ebû Bekr bu câriyeyi satın alır ve azat eder.

İbn-i İshâk der ki: "Muhammed b. Abdullah b. Ebû Atik bize Âmir b. Abdullah b. Zübeyr'den nakletti. Âmir de kendi ailesinden birisinden duymuş. Babası Hz. Ebû Bekr'e der ki: "Yavrucuğum! Görüyorum ki, hep güçsüz köleleri azat ediyorsun. Şâyet güçlü-kuvvetli kişileri azat edersen seni korurlar, sana destek olurlar." Hz. Ebû Bekr, "Babacığım!" der, "Ben yapmak istediklerimi sırf Allah için istiyorum." [İbn-i İshâk, Siyer.]

Yukarıdaki nakle göre Ebû Bekr, çile çeken köleleri sırf Allah rızası için efendilerinden satın alıp salıvererek o sarp yokuşa saldırmış ve onu aşmaya çalışmıştır. Çünkü Arap Yarımadası'ndaki o günkü şartlar, Allah yolunda sarp yokuşu aşmak için yapılması gereken işlerin başında köle azat edilmesini gerekli kılmaktaydı.

17Sonra da iman edip de sabrı tavsiyeleşenlerden ve merhameti tavsiyeleşenlerden olmaktır.

Bu âyet, yukarıda sayılan özelliklerin yanı sıra, ‘akabe'yi aşarak cennete ulaşmak için kişinin aynı zamanda mümin olması gerektiğini bildirmektedir. Kur’ân'ın pek çok yerinde, yapılan güzel şeylerin ancak iman ile birlikte olduğu zaman bir kıymetinin olacağı ve yapanı ancak bu takdirde kurtuluşa götüreceği açıklanmış, her nerede sâlihâtı işleyenlere ücretleri ödeneceği zikredilmişse, orada mutlaka iman etmenin de şart olduğu bildirilmiştir:

124Ve erkekten veya kadından, kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik işler yaparsa, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar. [Nisâ/124]

97Erkek-dişi, mü’min olarak kim iyi amel işlerse kesinlikle onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle ödüllendireceğiz. [Nahl/97]

38-44Yine iman etmiş olan o kimse: "Ey toplumum! Bana uyun ki size akıllı olmanın yoluna kılavuzluk edeyim. Ey toplumum! Bu bayağı hayat ancak geçici bir kazanımdır. Âhiret ise kesinlikle durulacak yurdun ta kendisidir. Her kim bir kötülük yaparsa, ona ancak yaptığının bir misli ile ceza verilir. Ve erkek veya kadın, her kim mü’min olarak düzeltmeye yönelik iş işlerse, artık onlar, orada hesapsızca rızıklanmak üzere cennete girerler." Yine: "Ey toplumum! Bana ne oluyor ki, siz beni ateşe davet ediyorken ben sizi kurtuluşa davet ediyorum! Siz, beni, Allah'a inanmamaya ve benim için hiç bilgi olmayan şeyleri O'na ortak koşmaya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olan Allah'a davet ediyorum. Hiç inkâr edilemez ki, gerçekten sizin beni kendisine davet ettiğiniz şey, dünya ve âhirette kendisine bir çağrı olmayan şeydir. Ve şüphesiz dönüşümüz Allah'adır. Ve şüphesiz sınırı aşanlar, cehennem ashâbının ta kendileridir. Artık siz benim, sizin için söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ve ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını en iyi görendir" dedi. [Mümin/38- 44]

Rabbimiz, iman etmeyenlerin yaptıkları iyi işler karşılığında onlara herhangi bir mükâfaat vaat etmediği gibi, imansız yapılan iyi işleri var saymayacağını, kabul etmeyeceğini de açıkça bildirmiştir:

105İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı bilerek reddetmiş/inanmamış kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti. Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız/hiç bir değer vermeyiz. [Kehf/105]

85Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan kabul edilmeyecektir. Ve İslâm'dan başka din arayan kimse, âhirette zarar edenlerden olacaktır. [Âl-i İmrân/85]

91Şüphesiz ki küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve bu durumda oldukları hâlde de ölen şu kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye/kurtulmalık verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. [Âl-i İmrân/91]

16İşte onlar, kendileri için, âhirette ateşten başka bir şey olmayanlardır. Yapıp ürettikleri de orada boşa gitmiştir. Yaptıkları şeyler de kaybolup gitmeye mahkûmdur. [Hûd/16]

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da,
sabrı tavsiyeleşmek ve merhameti tavsiyeleşmek fillerinin âyette iman ile birlikte zikredilmiş olmasıdır. Bu da demektir ki, ‘akabe'yi aşmak için sadece mümin olmak yetmemekte, müminlerin aynı zamanda aralarında sabrı ve merhameti tavsiyeleşmeleri de gerekmektedir. Böylece toplum, aralarında sabrı ve merhameti tavsiyeleşen müminlerden meydana gelmiş bir toplum olacaktır. Böyle bir toplumda kötü işler ortadan kaldırılacak, bireysel ve toplumsal boyutta sadece sâlih işler [düzeltmeye yönelik işler] yapılıyor olacaktır. Rabbimizin insanlardan oluşturmalarını istediği toplum böyle bir toplumdur. Rabbimiz böyle bir toplum isteğini, "sabrı tavsiyeleşmeyi" ve "merhameti tavsiyeleşmeyi" mümin toplumun iki özelliği olarak belirtmek sûretiyle ortaya koymuştur.

Kuran'da, Keffaret konularındaki ayetlerde önerilen; toplu/grup olarak oruçlu olunması çok önemli bir ilkeye işaret etmektedir. Grup terapisi-toplu rehabilitasyon.

Günümüzde toplumun sorunlarından olan; alkol, uyuşturucu, kumar alışkanlığı ile mücadelede grup terapisi-rehabilitasyon yöntemi ülkemizde olduğu gibi dünyada da yaygın olarak kullanılmaktadır.

GRUP TERAPİSİ

Grup terapisi destekleyici bir ortamda, benzer şikâyetleri olan bireyler arasında etkileşimi sağlayan bir tekniktir.

Benzer problemlere sahip katılımcıların bir arada bulunmaları sayesinde grup üyeleri tecrübelerini paylaşarak birbirlerini motive eder, fikir alışverişinde bulunurlar. Öğrendikleri bilgileri hayatlarına nasıl uygulayabileceklerini düşünmek için zamanları vardır. Grup, yeniden içine katılacakları hayatın provası gibi işlem görür.

TOPLU REHABİLİTASYONUN ÖNEMİ

İnsanlar tek başına değil de, başkalarıyla ilişki içinde olduğunda kendisini daha iyi fark eder. Yine aynı kişi diğerleriyle ilişki içerisinde olduğunda daha iyi anlaşılır. Kişi güçlü ve zayıf yönleriyle gerçek kişiliğini grupta ortaya koymaya başlar. Bu iletişim arttıkça paylaşım artar. Paylaşımın artması kişide sorumluluk alma dürtüsünü harekete geçirir. Sorumluluk alan kişi yaşadığı problemle daha kolay yüzleşebilir.

Problemlerin arkasındaki nedenleri, birbirlerine uzman eşliğinde göstererek birbirleri üzerinde sağlıklı davranışları oluştururlar.

Toplu Rehabilitasyon; hem bireyin topluma kazandırılması, hem de toplumdan bu sorunların hızla uzaklaştırılması açısından oldukça önemlidir. Bu yöntem ile bireysel çabalarda görülen eksiklikler ile zaman, emek ve kaynak kaybı önlenmektedir.

GRUP TERAPİSİNİN FAYDALARI

· Sosyal çekinceleri olanlar bunu grup içinde aşar, aidiyet ve kabullenilme duygusu sağlar.

· Sosyal beceriler geliştirilir, topluma uyum kolay sağlanır.

· Başkalarının da aynı sorunu olduğunu görmek problemleri normalleştirir, çözüm için umut verir.

· Grupta paylaşılan sorunlar, katılımcıları sorunlarını paylaşmak için onları cesaretlendirir.

· Gruptaki diğer üyelerin sorunları konusundaki paylaşımları kişinin kendi davranışları ile ilgili farkındalığı arttırır.

· Farklı bakış açılarını dinlemek sorunları ele almanın birden fazla yolu olduğu fikirini verir.

· Başkalarına yardımcı olma hissi kendinize güveni arttırır.

Daha önce birkaç defa geniş açıklamalarla üzerinde durduğumuz ve pasiflikle, pısırıklıkla hiç alâkası olmadığını, aksine tam bir hareketlilik ve mücâdele ifade ettiğini söylediğimiz sabır konusu, Kur’ân'da pek çok yerde işlenmiştir. Çünkü sabır, hayatı boyunca müminin daima sahip olması gereken bir özelliktir. İman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı da başlar. Allah'ın emirlerine uymak, O'na itaat ederek kulluk görevlerini yerine getirmek, kötü ahlâkı bırakarak Allah'ın haramlarından ve insanı günaha teşvik eden şeylerden sakınmak, temiz ahlâka uymak hep sabır ister. Bu dünyaya ait pek çok fayda ve lezzet imansızlık yolunda beklerken, insanın Allah'ın kanunlarına uyması ve bu yolda karşılaştığı mahrumiyet ve musibetlerle başa çıkması, ancak sabırla mümkün olur. İman yolunda elinin tersi ile reddettiği menfaatler ile ilgili olarak başta kendi nefsi ve hevâsı olmak üzere, ailesi, cemiyeti, toplumu hatta dünyadaki insanların çoğu ona karşı çıkarken, insanın Allah yolunda mücâdeleye devam etmesi, bu mücâdele içindeyken eziyetler görmesi, aşağılanması hatta bu uğurda hicret etmesi, sabr'ın ta kendisidir.

İnsanın bu zor sınavlarda başarı sağlayamayıp bazılarında veya tamamında yenilgiye uğraması hiç de uzak bir ihtimal değildir. Ama eğer insanın içinde yaşadığı toplum, hem sabırlı hem de sabrı tavsiye eden fertlerden oluşmuş bir toplumsa, karşılıklı yardımlaşma ile bu zor sınavın başarılması kolaylaşır ve toplumca başarı kazanılır. Böyle bir toplum, insanlığı iyiliğe götürme yolunda büyük bir güç, yenilmesi zor bir ordudur.

Rabbimizin mümin toplumda olmasını istediği diğer bir özellik, fertlerinin birbirlerine merhameti tavsiye eden kişiler olmasıdır. Müminler katı kalpli, merhametsiz, zâlim kişiler olmayıp tam tersine, birbirlerine dert ortağı olabilen merhametli, şefkatli kişiler olmalıdırlar. Bu özellikleri birbirlerine tavsiye edip onlara sahip olma konusunda birbirleriyle yarıştıkları için, "merhamet" mümin toplumun temel bir vasfı hâline gelir. Bu vasıf, mümin toplumu diğerlerinden ayrıcalıklı kılan çok önemli bir donanımdır.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Rabbimiz müminlerden ‘akabe'yi aşacak güzel şeyler yapan, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye eden kişilerden olmalarını ve böyle insanlardan oluşan bir toplum meydana getirmelerini istemektedir.

Sarp yokuşun [‘akabe'nin] aşılması için sahip olunması gereken özelliklerin [imanın, sabrı ve merhameti tavsiyeleşmenin] hemen öncesinde zikredilen
sümme [sonra] sözcüğü, bu özelliklerin, 13-16. âyetlerde belirtilen yapılması gereken diğer özelliklere göre daha kapsamlı, daha geniş çerçeveli ve daha üstün olduğunu vurgulamaktadır. Yani, buradaki sümme [sonra] sözcüğünün zamana yönelik bir anlamı yoktur. Çünkü "iman" denen donanım bir insanda köle azat etmekten ve yoksulu doyurmaktan zaman itibariyle sonra değil, önce var olması gerekli bir özelliktir. İman olmadan köle azat etmenin de, yoksulu doyurmanın da bir anlamı yoktur.

Rabbimizin ‘akabe'ye saldırıp onu aşmak konusundaki mesajından şunları anlamak mümkündür: Sarp yokuşu [‘akabe'yi] geçmek için atılması gereken adımlar; köle azat etmek, açlık gününde yakınlığı olan bir yetimi veya toprağa bulanmış yerde sürünen bir yoksulu doyurmak ve bir de bunların üzerinde ve bunlara ek olarak, iman eden, sabrı ve merhameti tavsiye eden kişilerden olmaktır. Sabır, genel olarak iman için, özel olarak da sarp yokuşu aşmak için gerekli olan bir özelliktir. Müminlerin birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri ise, kendilerinin sabırlı kişiler olmasının üstünde, başka bir dereceyi ifade eder. Çünkü karşılıklı duygu alış-verişinde olan Müslümanlar birbirleriyle sabrı tavsiyeleşerek, bireysel yükümlülükleri yanında "yeryüzünde iman sistemini gerçekleştirmek" yolundaki mücâdelenin ağır yükünü de birbirlerine destek olarak, paylaşarak taşıyacaklar ve böylece toplum olarak her ferdin sabırlı olması ile tek başına elde edilebilecek kazançtan çok daha fazlasını bu tavsiyeleşme sayesinde sağlayabileceklerdir. Bu durum, özde kişisel sabra dayalı olsa bile, bütün toplumun böyle kişilerden oluşması başka bir olgudur.

Dolayısıyla 17. âyet, İslâm toplumunda yaşayan bir müminin en önemli görevlerinden birini belirlemektedir. Bu görev şudur: Mümin, toplumu zayıflatıcı bir üye değil, aksine, onu güçlendirici bir eleman olmalıdır. O, mağlûbiyet çığırtkanı değil, toplumun atılımının ve dinamizminin güçlü sesi olmalıdır. Sabırsızlığı körükleyen değil, huzurun kaynağı olmalıdır.
18) İşte bunlar, mutluluk, yüksek mertebe sahipleridir.
13-17. âyetlerde müminlerin dünyada iken sahip olmaları gereken özellikler sayılmış, bu âyette de bu özelliklere sahip olan kimselere ashâbu'l-meymene pâyesi verilmiştir. Bu pâyeye layık görülenler, ‘akabe'ye saldırarak köle azat eden, esir kurtaran, açlık gününde yakınlığı olan bir yetimi veya sürünen yoksul çaresizi doyuran, bunlara gücü olmasa bile iman edip sabrı ve merhameti tavsiyeleşen, kendilerine ve başkalarına yararlı olan, bunlardan dolayı da âhirette kitapları sağ taraflarından verilecek olan kimselerdir.

ASHÂBU'L-MEYMENE: Sözlüklerde ميمنة [meymene] sözcüğü için يمين [yemîn] veya يمن [yumn] sözcüklerinden türemiş olmasına göre "sağ el" veya "uğurlu/bereketli" karşılıkları verilmiştir.

Kelimenin يمن [yumn] sözcüğünden türediği kabul edilirse, ashâbu'l-meymene deyimi, "bahtı iyi olan, bereketli, mutluluk sahibi" anlamına gelir. Eğer yemîn sözcüğünden türediği kabul edilirse, bu takdirde de "sağ el" anlamına gelir ve âyette "yüksek mertebe" anlamında kullanıldığı anlaşılır. Çünkü Araplar için "sağ el", kuvvet ve şerefin sembolüdür. Nitekim hürmet edilen kimseler meclislerde sağ köşeye oturtulur ve bir kimseye verilen değerفلان منّى باليمين [fulânun minnî bi'l-yemîn=o benim sağ kolumdur] ifadesi ile belirtilirdi. [Mevdudi, tefhim vakıa suresi açıklamaları.] Bu ifade günümüzde de aynen kullanılmaktadır.
19,20) Âyetlerimizi örtbas edenler de uğursuzluk-şomluk yâranının ta kendileridir. Üzerlerinde kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır.
19Âyetlerimizi örtbas edenler de uğursuzluk-şomluk yâranının ta kendileridir. 19.

ASHÂBU'L-MEŞ’EME: مشئمة [meş’eme] sözcüğü, شئم [şu’m] kelimesinden türemiş olup "uğursuzluk, talihsizlik" demektir. Araplar, şu’ma [uğursuzluk] sözcüğü ile شمال [şimâl=sol el] sözcüğünü aynı anlamda kullandıklarından, sözlüklerde şu’ma sözcüğünün anlamı, "sol el" olarak belirtilmiştir. Sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuşun uçmasını uğursuzluk sayan Araplarda "sol el", zayıflığın ve zilletin simgesidir. Nitekim önemsiz ve aşağı mevkide görülen kimseler meclislerde sol tarafa oturtulur ve bir kimsenin değersiz olduğu فلان منّى بالشّمال [fulânun minnî bi'ş-şimâl=o benim sol kolumdur] ifadesi ile belirtilirdi. [Mevdudi, tefhim vakıa suresi açıklamaları.] Özetle اصحاب المشئمة [ashâbu’l-meş’eme], Allah'ın aşağıladığı bedbaht kimselerdir ve O'nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır. Rabbimiz bu iki grup insandan Vâkıa/27 ve 41'de de bahsetmiştir.

Sûrenin 19. âyetinde Yüce Allah, "sol ehli" olan zümre için âyetlerimizi inkâr edenler nitelemesinden başka herhangi bir nitelemede bulunmamıştır. Bunun sebebi, kâfirliğin bütün kötülükleri kapsaması ve hatta kötülüklerin tümünden baskın çıkmasıdır. Yani, kâfirlikle birlikte hiçbir iyi amel düşünülemez, kâfirler iyi davranışlarda bulunsalar dahi bu iyiliklerin kendilerine hiçbir yararı olmaz. Çünkü küfür her şeyi siler bitirir. Dolayısıyla kâfirlerin köle azat etmediklerini, yoksulu doyurmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onlar uğursuz, kötü, defterleri sol taraftan verilecek olan "meş’eme" ehlidirler. Onlar sarp yokuşun gerisinde kalmışlar ve onu aşmak için o yokuşa saldırmamışlardır.

20Üzerlerinde kapıları sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır.

الموءصدة [
el-mû’sadetü] deyimi, "kapılar" hakkında kullanılır. [Lisanü’l Arab, "e s d" mad.] Buna göre âyetin takdiri şu şekilde yapılabilir: عليهم نار موءصدة الابواب [‘aleyhim nârun mû’sadetü'l-ebvâb=onların üzerine kapıları kapatılmış bir ateş salıverilir]. Onlar böyle bir ateş içindedirler, ateşin kapıları üzerlerine kapatıldığı için oradan kesinlikle çıkamazlar. Bu, cehennem kapılarının üzerlerine iyice kapandığı, içerdekilerin çıkabileceği hiçbir kapının açık bırakılmadığı anlamına gelir. İnkârcıların çıkış yollarının kapatılacağına ilişkin mesaj, Kehf sûresi'nde de şu ifadelerle yer almaktadır:

29Ve de ki: "O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin/inanmasın." Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma/sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür! [Kehf/29]