Tarık

1,2,3,4) Bilginler ve Târık; delip geçen Kur'ân âyetleri grubu tanıktır ki, kesinlikle her benliğini tamamlamış varlığın üzerinde birtakım koruyucular vardır.[#79]
Ayetlerin Hakikat anlamı, "Semâ'ya ve Târık'a kasem olsun ki, –Târık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir.– Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın.[mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır]." Şeklindedir. Biz mealde Mecaz anlamlarını sunduk.

1-4. âyetler bir kasem cümlesidir. Ancak, kasem cümlesinin içindeki 2-3. âyetler, "Târık"ın ne anlama geldiğini bildiren bir parantez içi cümledir. Bu sebeple parantez içi cümle, kasem ve kaseme cevap bölümünden ayrı olarak tahlil edilecektir.

Semâ'ya ve Târık'a kasem olsun ki, hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın [mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır].

Kasem cümlesinin yapısı ve anlamı hakkında daha önce verdiğimiz ayrıntılı açıklamalara uygun olarak, burada da
semâ ve târık kanıt gösterilerek her insanın üzerinde bir takım koruyucuların var olduğu tezi ileri sürülmektedir.

SEMÂ: Burûc sûresi'nde de açıkladığımız gibi, السّماء [
semâ] sözcüğü sadece –dilimize geçmiş– "gökyüzü" anlamıyla kabul edilirse, sözcüğün kullanıldığı bu cümlenin anlaşılması zorlaşmaktadır. Dolayısıyla sözcüğün ne anlamlara geldiğini açıklayan Lisânü'l-Arab'ın semâ ile ilgili maddesini hatırlamakta yarar görüyoruz:

السّماء[semâ] sözcüğü, "yükseklik, yücelik" anlamındakiالسّمو[es-sümüvv] sözcüğünün türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye, es-semâ denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda oluşundandır. Her bir şeyin üstüne ve üstününe semâ denilir. Meselâ matematiğe de semâ denir. Çünkü matematik üstün bir ilimdir. Herhangi bir şeyin üst kısmına da semâ denir. Ayakkabının üstü semâ'dır; evin tavanı da semâ'dır. Hatta bulutlara ve yağmura da semâ denmiştir. es-Semâ'nın fiili olan semâ,حسيب[hasîb=ince hesap bilen, muhasebeci] ve şerîf [onurlu, erdemli] kimselerin işleri için kullanılır. Bu demektir ki, iyi hesap [matematik] bilen kimseler de semâ'dır. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 695-697.]

Bize göre sözcüğün buradaki en uygun anlamı, "bilenler, âlim kişiler" anlamıdır.

TÂRIK: الطّارق [târık] sözcüğü, "bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, çarpmak" anlamına gelen tark kökünden türemiş bir ism-i faildir. "Çekiç" ve "tokmak" anlamındaki مطرقة [mıtraka] sözcüğü de bu kökten türemiştir. Târık sözcüğü zaman içinde bu asıl anlamı genişletilerek başka manalarda da kullanılır olmuştur. Meselâ, طريق [tarîk] sözcüğü, üzerinde yürüyen yolcuların ayak vurması sebebiyle "yol" anlamında kullanılmıştır. Târık sözcüğü de esasen "tokmak vurur gibi şiddetle vuran" demek olmasına rağmen, "ayak vurmak, yol tepmek" manasıyla lügat örfünde [dilbilgisi geleneğinde] "yola giden yolcu"ya isim olmuş ve bu anlamda yaygın şekilde kullanılır olmuştur. Daha sonra geceleyin kapıyı çalarak yürek hoplatan ziyaretçi manasında özelleştirilerek, "gece gelen" anlamında kullanılan târık sözcüğü, bu manasının genişletilmesi sonucu, "geceleyin ortaya çıkıp yürek çarptıran maddî veya hayalî her şey" için kullanılır olmuştur. [Lisanü’l Arab, "t rg" mad.]

HÂFIZ: Günlük hayatımızda, "Kur’ân'ı ezberlemiş kişi" anlamında kullandığımız حافظ [hâfız] sözcüğü, "koruyucu" demektir. Sözcüğün Kur’ân'ı ezberleyen kişiler için kullanılıyor olması da aslında o kişilerin ezberlemek sûretiyle Kur’ân'ı korumalarındandır. Âyetteki حافظ [hâfız] sözcüğü, nefy edatından sonra kullanılmış olup nekredir ve bu şekilde kullanıldığı için "genellik" ifade eder. Bundan dolayı da "bir koruyucu" değil, "bir takım koruyucular" anlamına gelmektedir.

Kasem cümlesi, sözcüğün bu "genellik" ifadesi dikkate alınarak okunduğunda,
târık ve semâ'nın kanıt gösterilmesi sûretiyle, her insanda bir takım koruyucuların bulunduğunun iddia edildiği görülmektedir.

Biyoloji biliminin gelişmesi sonucu, bilim adamları tarafından teşhis edilmiş ve ortaya konmuştur ki; bu
bir takım koruyucular, "bağışıklık sistemi, endokrin sistem [iç salgı sistemi] ve beyindeki dikkat fonksiyonu gibi zihinsel fonksiyonlar"dır.

Her insanın üzerinde var olan bu koruyucular hakkında sûrenin sonuna, "Hormonlar ve Yaşam" ile "Bağışıklık Sistemi" adlı iki bilimsel yazı alıntılanmıştır. Rabbimizin insanların gözlerine sokarcasına yarattığı mucizeleri biraz daha yakından tanımak isteyenlerin bu yazıları dikkatlice okumalarını öneriyoruz. Ayrıca insanın biyolojik ve psikolojik yapısını inceleyen bilim adamlarının da, insanın yapısında "koruyucular" olduğunu bildiren ilk bilginin Kur’ân'da yer aldığı gerçeğini herkese ilân etmelerini bekliyoruz.

Buradaki
hâfız sözcüğü, Ra‘d/11, En‘âm/61 ve İnfitâr/10-11'deki sözcükleri aynı olan ifadeler ile karıştırılmamalı ve kesinlikle "melek" olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü hâfız sözcüğünü burada "melek" olarak anlamak ve çevirmek, Kur’ân'ın asıl mesajının anlaşılmasına engel teşkil ettiği gibi, dinde de hurafelerin oluşmasına yol açmaktadır.

Târık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? (O) delip geçen necmdir.

Târık sözcüğünün, "tokmak gibi şiddetle vuran" anlamına geldiği yukarıda açıklanmıştı. Burada ise târık'ın bir "necm" olduğu bildirilmektedir. Necm sözcüğünün "yıldız" manası dikkate alınırsa, birçok eserde yer aldığı gibi, târık'ı "vuruşlu yıldız" olarak kabul etmek mümkündür. Ancak bu "vuruşlu yıldız"ın her insan üzerinde bulunan bir takım koruyucuların varlığına nasıl kanıt teşkil ettiği [delil gösterildiği], düşünülmesi gereken bir durumdur. Yüce Rabbimizin kasem cümlesinin içinde bir parantez açarak târık'ın "delip geçen necm" olduğunu belirtmesi, târık'ın hangi açıdan delil olduğu konusundaki bu müşkülü ortadan kaldırmaktadır.

Kur’ân'ı iniş sırasına göre okuyup anlayanlar, necm sözcüğünün, "Kur’ân'ın inen her bir pasajı"nı ifade ettiğini iyi bilmektedirler. Kur’ân'ın inen her pasajı öyle sert ve etkili bir vuruş yapmaktadır ki, âdeta tokat gibi inen bu vuruşlar kâfirlerin yüreklerini hoplatmakta, kalplerini paramparça etmekte ve toplumdaki küfür ve şirk bloklarını delip geçmektedir. Câhiller güruhunun bütünlüğünü bozan "necm"lerin etkileri, hatırlanacak olursa Mürselât sûresi'nde şöyle sıralanmıştı:

1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir. [Mürselât/1-7]

200,201Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Onlar acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler.

202İşte bu onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir.

203Sonra da onlar, "Biz süre tanınanlardan mıyız?" diyeceklerdir.

204Onlar, Bizim azabımızı oldukça çabuklaştırmak mı istiyorlar?

205-207Gördün mü/hiç düşündün mü, onlara senelerce kazanç sağlatsak, sonra kendilerine vaat edilen gelip çatıverse, o kazandıkları şeylerin kendilerine hiçbir yararı olmayacaktır.

208Ve Biz, sadece kendileri için uyarıcılar olan kenti değişime/yıkıma uğrattık.

209Öğüt! Ve Biz, haksızlık edenler değiliz. [Şuara/200–209]

Görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet grubunda, kâfirlerin Kur’an karşısındaki akılsız ve inatçı tutumları ile akıbetleri bildirilmektedir. Bu şüpheci akılsızlar her ne kadar tehdit edildikleri azabın hemen getirilmesini isteyerek inanmaz görünseler de, kafalarının içinde daima bir "acaba?" taşımaktadırlar. Yani, görünüşte inanmaz bir tavır sergileseler de, içlerinden "Ya doğruysa, ya varsa?" diye şüpheye düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar:

Bu nedenle, Şuara/200’deki "Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk" ifadesini şu şekilde takdir etmek mümkündür: "Biz Kur’an’ı kendi dillerinde indirmek suretiyle gayet iyi anlaşılır kılmakla onların kalplerine öyle bir soktuk ki..."

Şuara/200 ile Hıcr/12 arasındaki tek fark, ayetlerdeki fiilin birinde mazi, diğerinde muzari olmasıdır. Buradan hareket edildiğinde, iki ayet grubu arasındaki tematik benzerlik daha da ön plana çıkmaktadır. Bu da resmî sıralamadaki 12. ayeti niçin 2. ayetin peşine aldığımızı izah eden bir durumdur:

1Elif/1, Lâm/20, Râ/200. Bunlar, Kitab'ın ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân'ın âyetleridir.

2Zaman zaman kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan kişiler, ‘Keşke Müslüman olsaydık!’ temennisinde bulunacaklar.

12Böylece Biz Kur’ân'ı, suçluların kalplerine sokarız.

Bu ayetlerde, o günün zorlu kâfirlerinin gün gelip pişman olacakları bildirilmektedir. Bu pişmanlıkları ölüm anındaki ve ahiretteki pişmanlıkları değil, dünyadaki pişmanlıklarıdır. Çünkü her ne kadar inanmamış olsalar bile, Allah’ın afak ve enfüsteki ayetlere dikkat çekerek bu mucizeleri Kur’an ile âdeta tüm gözlere sokması karşısında zaman zaman "Keşke ben de müslüman olsaymışım!" diye temennide bulunmaktadırlar.

Gerçekten de Kur’an’ın etkin mesajının ciğerlerine işlemesi sonucu sürekli tedirgin olan Mekkeli müşriklerin birçoğu, hicretten önce veya sonra pişman olmuşlardır.

Bununla beraber târık'ı sözcük anlamıyla "vuruşlu yıldız" olarak değerlendirildiğinde Kur’ân'ın mucize bir beyanda bulunmuş olduğu ortaya çıkar. "Vuruşlu yıldız" ile ilgili bilim teknik kitaplarından araştırma yapılabilir.

Bu açıklamalara göre, her insanın üzerinde yaratılıştan birtakım koruyucular olduğu iddiasının kanıtı ve tanığı olarak Kur’ân [târık] ve bilginler [semâ] gösterilmiş olmaktadır. Yani, Kur’ân'da ileri sürülen "herkesin üzerinde birtakım koruyucuların bulunduğu" yolundaki tezin doğruluğunun kanıtı olarak bilim adamları, dolayısıyla da bilim adamlarının yapacakları araştırmalar sonucunda elde edecekleri bulgular gösterilmiştir. Bu da, şu demektir: İnanmıyorlarsa, buyursunlar bilim adamları kendileri araştırsınlar.
5,6,7) Onun için insan neden oluşturulmuş olduğuna bir baksın; omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkan, atıcı bir sudan; "östrojen" ve "testosteron"dan başlanarak oluşturuldu.
İnkârcıların "Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür" sözleriyle âhireti inkâr etmelerine karşılık Rabbimiz Kaf sûresinde onlara kendi çevrelerinden örnekler vererek âhiretin olacağına dair kanıtlar göstermişti:

4Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.

5Aksine, gerçek kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar karmakarışık bir iş içindedirler.

6Peki, onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, onu Biz hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz! 7,8Ve Biz, Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik, 9-11Biz, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler, kullara rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte diriliş böyledir. [Kaf/4-11]

5-7. âyetlerden oluşan pasajda ise Rabbimiz, rahmeti gereği, inançsızlara bu kez kendi bünyelerinden kanıtlar göstermektedir.

MÂ-İ DÂFİK [ATAN SU]: دافق [
dâfik] sözcüğü ism-i fail olup "atan" demektir. "Su" demek olan ماء [] sözcüğü ile birlikte oluşan ماء دافق [mâ-i dâfik] tamlaması ise "atan su" anlamına gelir. Böyle olmasına rağmen mâ-i dâfik ifadesi bugüne kadar, dâfik sözcüğü sanki ismi mef‘ul imiş gibi kabul edilip "atılan su" olarak çevrilmiştir. Sözcüğün yanlış çevrildiğini bilenler, kendilerini, deyimi neden gerçek anlamıyla çevirmediklerine ilişkin bir açıklama yapmak zorunda hissetmişler ve bir takım zorlama yorumlar yapmışlardır. Netice olarak deyim hep gerçek anlamı dışında kullanılmış ve mâ-i dâfik deyimi ile "atılan su" anlamına uygun gelen "meni"nin ve "nutfe"nin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Ne var ki, bu zorlama kabul, ortaya başka bir sorun çıkarmıştır. Allah'ın bildirdiği mâ-i dâfik'in [atan su'yun] صلب [sulb] ile ترائب [terâib] arasından çıkmasına karşılık, zorlama yorumcuların ifadesiyle "atılan su", vücudun bu bölgesinden çıkmamaktadır. Dolayısıyla zorlama yorumcuların, deyimin gerçek anlamına ters düşen açıklamaları, Allah'ın bildirdiğine ve dolayısıyla bilime ters düşmüştür.

Bize göre
mâ-i dâfik'in [atan, atıcı su'yun] ne olduğunu anlamaya çalışırken iki noktaya dikkat edilmelidir: A) 5. âyetin başındaki ف [fe] edatının bu âyeti hangi cümleye bağladığı, B) Mâ-i dâfik'in [atan, atıcı su'yun] vücudun neresinden çıktığıdır.

5. âyetin başında bulunan ve "onun için" diye çevirdiğimiz ف [
fe] edatı, 5. âyeti kendisinden evvelki 4. âyete bağlamaktadır. Dolayısıyla 5. âyeti, 4. âyetle birlikte değerlendirerek anlamaya çalışmak gerekmektedir:

kesinlikle her benliğini tamamlamış varlığın üzerinde birtakım koruyucular vardır. Onun için insan neden oluşturulmuş olduğuna bir baksın

Bu âyetlerde insanın kendi üzerindeki koruyucuları görmesi için insanın yaratılış aşamalarına, yaratılış özelliklerine bakması, bu özellikleri incelemesi istenmektedir. Gerçekten de insan, burada belirtilen atan su olan "östrojen", "testosteron" ve meninin atılması için gerekli kalp atım sayısının artmasını, kan basıncının yükselmesini, heyecanı, kaslarda enerji oluşumu için faaliyetleri hızlandırma ve gerekli kasılmaları sağlayan, böbreküstü bezlerde üretilen "adrenalin"den başlanarak yaratılmıştır.

SULB: الصّلب [
sulb] sözcüğünün esas anlamı, "sertlik, katılık, taş gibi katılaşmak" demektir. Daha sonra "asmak, haç, haça germek" gibi anlamlara da uzanmıştır. Meselâ, Hıristiyanlara "Ehl-i Salîb" denir. Genelde insanın dik durmasını sağladığı, sert, sağlam ve katı olduğu için, başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar uzanan omurgaya da sulb denmiştir. [Lisânü'l-Arab; cilt 5, s. 368.]

Türkçe'ye "sert, katı" ve "bel kemiği, omurga" anlamlarıyla geçmiş olan sözcük, spermleri ve erkeklik hormonlarını üreten er bezlerinin kuyruk sokumu bölgesinde yer alması bakımından "döl, nesil, zürriyet" anlamına da gelmekte, "bir kimsenin sulbünden gelmek" ifadesi o kimsenin öz evlâdı olmak anlamında kullanılmaktadır.

TERÂİB: التّربة [
teribe] sözcüğünün çoğulu olan ترائب [terâib] sözcüğü Lisânü'l-Arab'a göre, "göğüs tahtası" tabir edilen, iki meme ile boyun halkası kemiklerinin arasında kalan göğsün sağ ve sol tarafındaki üstten dört kaburgaya, özellikle de göğüste gerdanlık takılan yere denir. Teribe de, göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgaları oluşturan her boğumudur. [Lisânü'l-Arab; c. 1, s. 598-600.]

Arapça'da من [
min] edatı, içinde bulunduğu cümleden, teb’iz [kısımlama, bazısını alıp bazısını almama], cinsin beyanı, ta’lil [sebep gösterme], mukâbele [karşılık], bedel ve ibtida-i gâye [amacın başlangıcı, ilk amaç] gibi bir takım anlamların elde edilmesi için kullanılır. Ama asıl olarak cümledeki "ibtida-i gâyeyi" [amacın başlangıcını, ilk amacı] belirler. Yani, bu edat, cümledeki olayın zaman veya mekân yönünden ilk hareket noktasını belirtmektedir. Meselâ, "İstanbul'dan İzmir'e geldim" cümlesinde kullanılan من [min=den] edatı, yolculuğun İstanbul'dan başladığını anlatır. Âyetteki dâfik sözcüğünün "atan, atıcı" şeklindeki asıl anlamı dikkate alındığında, من [min] edatı da yaratılışın atan veya atıcı bir sudan başlatıldığını belirtmiş olmaktadır. Eğer dâfik sözcüğü ism-i mef‘ul kabul edilip esas anlamı dışında "atılan" olarak anlaşılırsa, bu takdirde de min edatı ile asıl olan ibtida-i gâye anlamının değil, تبعيض [teb’iz=kısımlama, bazısını alıp bazısını almama] anlamının elde edilmesi uygun düşmektedir.

Sonuç olarak, dâfik sözcüğünün ve min edatının esas anlamları ile Kur’ân'ın büyük mucizelerinden biri daha ortaya çıkmaktadır. İnsanlık kendi yaratılış şeklini inceleyip öğrenebilecek düzeye geldikçe, Kur’ân'ın asırlar önce verdiği bilgilerin bilimsel gerçeklerle örtüştüğünü görebilmekte ve Kur’ân mucizelerinden biri ile daha yüz yüze geldiğine tanık olmaktadır. Buradaki mucize, kasem cümlesinin tezi olan "her insanda birtakım koruyucuların bulunduğu" ve "atan, atıcı" olan sudan itibaren devrede olduğu bilimsel gerçeklerle tam bir uyum içinde olduğudur:

Tüm canlılar, dokularının kimyasal yapısına bağlı olarak ... doğuştan bir bağışıklık taşır. ... Bağışıklığın oluşmasını sağlayan mekanizmalar henüz tam olarak anlaşılamamıştır. [Ana Britannica; c. 4 s. 137.]

Taşıyıcı kanalları olmayan bu bezlerden salgılanan hormonlar hedef doku ve organlara kan dolaşımı yoluyla taşınır. ... Hormonlar büyüme ve üreme etkinliklerinin yanı sıra canlının iç dengesinin korunmasıyla ilgili birçok fizyolojik etkinliği düzenler. ... Progesteron, gebeliğin kesintiye uğramadan sürmesini sağlar. [Ana Britannica; c. 16 s. 1-2, 247.]
8,9,10) Şüphe yok ki o Yaratıcı, bütün sırların meydana çıkarıldığı gün, onun geri döndürülmesine güç yetirendir. Artık onun için ne herhangi bir güç vardır, ne de herhangi bir yardımcı.
8,9Şüphe yok ki o Yaratıcı, bütün sırların meydana çıkarıldığı gün, onun geri döndürülmesine güç yetirendir.

Bu âyetlerin anlaşılması için öncelikle aşağıdaki sözcük ve kavramların iyi anlaşılması gerekmektedir:

الرّجع [RAC‘]: الرّجع [rac‘] sözcüğü, "geri dönmek" demektir. [Lisanü’l Arab, "r c a" mad.] Bu anlamıyla Kur’ân'ın birçok âyetinde yer alan sözcüğün "râci, merci, irtica, ricat, müracaat" gibi Türkçeleşmiş türevleri de bulunmaktadır.

الرّجع [
rac‘] sözcüğü, bu anlamı ekseninde olan başka anlamlar da kazanmıştır: "Doğum ânında ana rahminden bebekle birlikte çıkan ince deri, hayvan gübresi, ter, adım, yağmur, bulut, göl, menfaat, ilk bahar bitkileri, göçmen kuşlar. [Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 77-79.] Dikkat edilirse, bu anlamların hepsinde de bir geri dönüşüm, devr-i daim, devirli bir hareketlilik söz konusudur.

Bu âyette الرّجع [
rac‘=geri dönüş] sözcüğüyle, "Allah'a dönüş" kasdedilmiştir. Rac‘, insanın öldükten sonra haşr olup hesap vermek ve yaptıklarının karşılığını almak üzere kıyâmet gününde Allah tarafından diriltilmesidir. Nitekim الرّجع [rac‘] sözcüğü, Kur’ân'da birçok âyette "Allah'a dönüş" anlamında kullanılmıştır:

6-8Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendisini yeterli gördüğünde, kesinlikle azar. [Alak/8]

83O hâlde her şeyin mülkiyet ve yönetimi Kendi elinde olan Allah, her türlü noksanlıklardan arınıktır. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz." [Yâ-Sîn/83]

155,156Ve de kesinlikle Biz, korkudan, açlıktan bir şeylerle ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiklik ile sizi zayıf düşüreceğiz/imtihan edeceğiz. Kendilerine bir musibet geldiği zaman, "Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz" diyen şu sabredenlere de müjdele! [Bakara/156]

245Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz. [Bakara/245]

115Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? [Müminûn/115]

Sözcüğün bu anlamda kullanıldığı diğer âyetler de şunlardır: Fecr/28; Fussılet/21, 50; Zuhruf/85; Câsiye/15; Bakara/28, 46, 281; Yûnus/4, 23, 46, 56, 70; Hûd/4, 34; Enbiyâ/35, 93; Kasas/70, 88; Ankebût/8, 17, 57; Rûm/11; Secde/11; Yâ-Sîn/22; Zümer/7, 44; Âl-i İmrân/55; Mâide/48, 105; En‘âm/60, 108, 164; Lokmân/15, 23.

SIRLARIN MEYDANA ÇIKARILDIĞI GÜN: Âyette geçen تبلى [tüblâ] sözcüğü, "imtihan etmek" demektir. İmtihan ise, "saflaştırma, açığa çıkarma" anlamına gelir. [Lisanü’l Arab, "blv" mad.] Çünkü imtihan ile kişinin ne bilip bilmediği veya kim olup olmadığı açığa çıkmaktadır. Dolayısıyla Allah'ın kişiyi imtihan etmesi, Allah'ın bilmediklerini öğrenmesi anlamına değil, o kişinin Allah tarafından zaten ayrıntılı olarak bilinen fiillerinin yine Allah tarafından ifşa edilmesi anlamına gelir. Tıpkı bir öğretmenin öğrencisini, ondan bir şey öğrenmek için değil de, neyi ne kadar bildiğini açığa çıkarmak için imtihan etmesi gibi.

سرائر [serâir] sözcüğü, سررة [serire] sözcüğünün çoğulu olup "her türlü sırlar" anlamına gelir. Sözcüğün anlamı, iyi ya da kötü, eyleme geçmiş ya da düşüncede kalmış bütün sırları kapsasa da, sözcüğün başında bulunan harf-i tarif [belirteç], bu sırların sadece gizli yapılmış, Allah'tan başka kimsenin görmediği, bilmediği eylemler olduğunu belirtmektedir. Çünkü –Kaf sûresi'nde de söylediğimiz gibi– Rabbimiz insanın zihninde oluşan her dürtüyü bilmesine rağmen, eyleme geçmeyip düşüncede kalmış sırları (Plana geçirilmemiş İblis’in dürtülerini) kayda aldırtmaz, bu sırların kötülerine ceza, iyilerine de ödül vermez.

İşte, kıyâmet gününde bu sırlar ortaya çıkacak ve her kişiden yaptıklarının hesabı sorulacaktır. Bazı insanlar bir takım davranışlarının kimlerde ne gibi etkiler meydana getirdiğinden habersizdirler. Kıyâmet gününde bütün bunlar ilân edilecek, ekilmiş olan tohumların meyveleri insanın önüne gelecek ve insan buna göre ceza ya da mükâfaat görecektir.

DÖNEN KİM YA DA NE: Hem pasajdaki söz akışı, hem de verilen mesajdaki anlam, âyette geçen
onun geri döndürülmesine ifadesindeki o zamirinin, tereddütsüz 5. âyetteki "insan"a dönük olduğunu göstermektedir. Buna göre mana, "İnsanı yaratmaya kadir olanın, ölümünden sonra da onu [o insanı] yeniden canlı olarak iade etmeye, yeniden yaratmaya güç yetirmesi gerekir" şeklinde olmaktadır.

Eski tefsircilerden Mücâhid bu ifadeye, "O, erkeğin cinsiyet uzvuna meniyi, suyu yeniden döndürmeye kadirdir" manasını verirken; İkrime ve Dahhâk, "O, suyu, sulbe (yani, bel kemiğine) döndürmeye kadirdir" manasını vermişlerdir. Dahhâk'ın bu ifadeye, "O, insanı, başlangıçtaki gibi bir su hâline döndürmeye kadirdir" şeklinde bir mana verdiği de rivâyet edilmiştir. Mukâtil b. Hayyân ise ifadeye, "İstersem, onu, yaşlılıktan gençliğe, gençlikten çocukluğa, çocukluktan da nutfe hâline dönüştürebilirim" manasını vermiştir.

YARATAN DİRİLTMEYE DE KADİRDİR: Yüce Allah insanın yaratılış sürecinin başlangıcına ilişkin delilleri açıklamış ve bunu âhiret hayatının gerçekleşeceğine kanıt göstererek,
Şüphe yok ki, O, bütün sırların meydana çıkarıldığı gün onun geri döndürülmesine güç yetirendir buyurmuştur.

Gerçekten de, Allah'ın insanı ilk hormon salgısı ile başlayarak ölümüne kadar koruma altına almış olması, onu ölümünden sonra yeniden diriltmeye güç yetiren olduğunun apaçık delilidir. Şâyet Allah ilk kez yaratmaya kadir ise, ikinci kez yaratamayacağına dair hiçbir tutarlı delil öne sürülemez. Bu gerçeğin inkâr edilebilmesi, ancak ilk yaratanın da Allah olmadığının kabulü ile mümkündür. Bu kabul ise insanın tesadüfler sonucu, kendi kendine, bir program olmadan oluştuğu anlamına gelmektedir ki, insanın zihinsel fonksiyonları bir yana, sırf fizyolojik yapısındaki özellikler bile bu kabulü akıl ve bilim dışı bırakmaktadır:

Çok sayıda aminoasidin bir araya gelmesi ile oluşan ve canlıların tümünde yaşam süreçlerinde vazgeçilmez rol üstlenen ... proteinin yapısında ... 20 kadar farklı doğal aminoasit vardır. ... Her protein molekülü farklı sayıda aminoasidin özgün bir kombinasyon ve sırayla art arda gelmesiyle oluşur. [Ana Britannica; c. 26, s. 29.]

Bir hemoglobin proteini ise 574 aminoasidin belli bir sırayla arka arkaya gelmesiyle oluşur. ... Bu proteinin birinci sırasındaki aminoasidin tesadüfen oluşma olasılığı 1/20'dir. İkinci sıradaki aminoasidin oluşma olasılığı 1/20x1/20'dir. Proteinin bir bütün olarak oluşma olasılığı ise 1/20'tür. Matematikten anlayanlar bu sayının imkânsız demek olduğunu hemen anlayacaklardır. [Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’ân Araştırmaları Grubu, İstanbul Yayınevi 2003, s. 228.]

Bu örneği insan vücudundaki başka özellikleri dikkate alarak çoğaltmak mümkündür. Ne var ki, sadece bir adet protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimalinin matematik anlamda "imkânsız" bir sayı ile ifade edildiğini gösteren yukarıdaki bir örnek bile insanın tesadüfen, programsız, kendi kendine oluştuğunu ileri süren zihniyeti akıl ve bilim dışı, hatta "kara câhil" ilân etmek için yeterlidir.

10Artık onun için ne herhangi bir güç vardır, ne de herhangi bir yardımcı.

Daha önce Necm sûresi'nde yapıldığı gibi bu âyette de âhiretteki şefaat anlayışı reddedilmekte ve Allah'a döndürülmüş olan kulun herhangi bir gücünün ve yardımcısının olmayacağı belirtilmektedir.

Bilindiği üzere, insanın dünyadaki gücü ya kendisinin sahip olduklarından ya da oğul, uşak, arkadaş, akraba, dost gibi yardımcılarından kaynaklanır. 10. âyet, insanın âhirette bu güçlerden yoksun olacağını, başına gelecekleri kendisinden uzaklaştırabilecek bir güç veya yardımcı bulamayacağını ifade etmektedir.

Âyetteki من قوّة [
min kuvvetin] ifadesinin başına olumsuz bir siyakta من [min] harf-i cerrinin gelmesi, kuvvetin azının da çoğunun da bulunmayacağını göstermekte ve ifadenin, "İnsan için o günde hiçbir kuvvet, hiçbir yardımcı yoktur" anlamına gelmesini sağlamaktadır.

10. âyetteki bu mesaj, başka âyetlerde de ayrıntı verilerek tekrarlanmıştır:

123Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. [Bakara/123]

56O gün hükümranlık Allah'ındır. Aralarında O, hüküm verir. Artık iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler, nimet cennetlerindedirler. [Hacc/56]

... 87-91Ve yeniden diriltilen gün; mal ve oğulların sağlam bir kalple/gerçek imanla gelenlerden başkasına yarar sağlamadığı ve cennetin Allah'ın koruması altına girenlere yaklaştırıldığı, azgınlar için de cehennemin açılıp gösterildiği gün beni rezil etme!" dedi. [Şu‘arâ/88-89]

Sûrenin 5. âyetinden başlayan ve bu âyeti de içine alan pasajda verilen mesajdan alınması gereken ders, bir cümle ile şöyle özetlenebilir: "İnsan neden yaratıldığına bir baksın, yaratıcının kendisine verdiği kuvveti kötüye kullanmasın ve nefsini dünya zevklerinin insana yakışmayan âdî ve iğrenç olanlarına kaptırmasın. Aksine, dünyanın geçici sıkıntılarına göğüs gererek [onlarla mücâdele ederek] lekesiz, selim bir kalple hareket etsin ve sırların ortaya döküleceği günde, kendisini koruyucularla, gözeticilerle ölüme kadar koruyan Allah'ın huzuruna temiz sırlar ile varmak için güzel ve düzeltici işler yapsın."
11,12,13,14) Öldükten sonra dirileceğine inanan bilginler, cahil, inançsız kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin durumu kanıttır ki kuşkusuz o, ayırıcı bir karardır. Ve o bir şaka değildir.[#80]
Âyetteki sözcüklerin hakikat manaları, "Dönüş sahibi semâya, yarılıp çatlayan arza kasem olsun ki, kuşkusuz o, ayırıcı bir karardır. Ve o bir şaka değildir" şeklindedir. Mealde ise mecâz anlamları verilmiştir.

11, 12. âyetler, 11-14. âyetlerden oluşan kasem cümlesinin kasem bölümünü oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile bu âyetler, 13-14. âyetlerde ileri sürülen tezin kanıtlarını içermektedir.

والسّماء ذات الرّجع [DÖNÜŞ SAHİBİ SEMÂ]: Buradaki semâ sözcüğü yine 1. âyetteki gibi "bilenler, âlim kişiler" anlamı ile ele alınmalıdır. Buna göre "dönüş sahibi semâ" ifadesi, "dönüş sahibi bilgin, yani öldükten sonra dirileceğine, Allah'a döneceğine inanan bilgin" demek olur. İşte bu bilginler, sûrenin 13-14. âyetlerinde ileri sürüldüğü üzere, Kur’ân'ın toplumlar üzerindeki etkisini görebilen ve bu etkinin kanıtı olan kimselerdir.

Klâsik anlayıştaki eserlerde
semâ sözcüğü, "gökyüzü" anlamında, rac‘ sözcüğü de "yağmur" anlamında kabul edilmiştir. Normal bir metin içinde semâ ve "rac' " sözcüklerinin bu şekilde anlaşılmasında bir sakınca olmaz. Nitekim rac‘ sözcüğünün yukarıda sıraladığımız anlamları arasında "yağmur" da yer almaktadır. Nitekim bilim teknik kitaplarında, "göğün geri çevirdikleri" ile ilgili birçok bilimsel makale bulunmaktadır. Bunlar da Kur’an’ın mucizeliğini göstermektedir.

Ancak buradaki durum farklıdır. Zira bu sözcükler, kasem cümlesinin kasem bölümünde yer almaları sebebiyle, Kur’ân'ın قول فصل [kavl-i fasl=ayırıcı söz] olmasına kanıt olmak durumundadırlar. Oysa ne "gökyüzü" ne de "yağmur", Kur’ân'ın "kavl-i fasl" [ayırıcı söz] olması konusunda bir delil olarak sayılamazlar. Dolayısıyla burada sözcüklerin mecâz anlamlarına yönelmek gerekmektedir.

ARZ: Tüm meal ve tefsirlerde الارض [arz] sözcüğü hep "yeryüzü" olarak çevrilmiştir. Bu sözcük için de yukarıdaki durum söz konusu olup 14. âyette geçen arz, Kur’ân'ın "ayırıcı söz" oluşuna kanıt teşkil etmelidir. Eğer arz sözcüğü "yeryüzü" anlamında kabul edilirse, Kur’ân'ın "ayırıcı söz" oluşunun kanıtı olarak "yeryüzü" gösterilmiş olmakta, fakat gösterilen bu kanıt, ileri sürülen tezi isbatlayamamaktadır. Çünkü "yeryüzü" ile Kur’ân'ın "ayırıcı söz" oluşu arasında mantıkî bir bağ bulunmamaktadır.

Bu sebeple burada yapılması gereken, önce
arz sözcüğünün kadim Arapça'daki anlamlarına bakmak ve bu anlamlar içinden pasaja uygun olanını tercih etmektir. Arz sözcüğü aşağıdaki anlamlara gelmektedir:

* Üzerinde insanların bulunduğu yer.

* Her aşağı olan, aşağıda bulunan şey.

* Devenin ayakları.

* Yere yakın yaratıklar.

* Hayvanların ayaklarının yere yakın kısımları.

* İnsanın topuğundan aşağıdaki kısmı.

* Ayakkabının tabanı.

* Kuru ağaç yiyen böcek.

* İlk bahar günleri ortaya çıkan karıncaya benzer beyaz kurtçuk.

* Kum içinde yaşayan solucan, keme cinsinden yaratıklar. [
Lisânü'l-Arab; c. 1, s. 126.]

Dikkat edilirse, yukarıdaki anlamların ortak noktası, hepsinin de "aşağı olmayı, sefilliği, yere yakınlığı" ifade etmekte oluşlarıdır. Zaten "dünya"ya
arz denilmesinin sebebi de, herkesin ayakları altında olmasından dolayıdır.

Âyette arz sözcüğü yalın olarak değil, "yarılma, çatlama sahibi olan" nitelemesiyle birlikte zikredilmiştir. Bu durum, burada ifade edilen arz'ın, normal "arz" olmadığına işaret etmektedir. Bu durum dikkate alındığında ortaya yarılıp çatlayan, aşağılık bir "arz" çıkmaktadır ki, bu arz bizim bildiğimiz "yeryüzü" olmadığı gibi, Kur’ân'ın "ayırıcı söz" olduğuna kanıt teşkil edecek bir şey de değildir. Dolayısıyla yapılması gereken iş, sözcüğün mecâz anlamına gitmektir.

Bize göre bu âyetteki arz'dan maksat, "câhil, inançsız, yalanlayıcı kâfirler"dir. Bu insanların çatlamaları, yarılmaları ise akıllarının karışmasını, bütünlüklerinin bozulmasını ifade etmektedir. Kur’ân karşısında kâfirlerin kafaları karışmakta, bütünlükleri bozulmaktadır. Bu karışıklık ve dağılma, bazılarının İslâm'a girmelerini sağlayacaktır. Câhil kâfirlerin çatlama, yarılma kelimeleriyle ifade edilen bu hâlleri, hatırlanacak olursa Kaf/2-3'de şaşkınlık olarak dile getirilmişti.

Sonuç olarak denebilir ki, bu darmadağın olmuş, bunalıma düşmüş aşağılık kâfirler, Kur’ân'ın قول فصل [kavl-i fasl=ayırıcı söz] olduğunun canlı kanıtlarını teşkil etmektedirler. Kur’ân'a sırt çevirdikleri için bu hâle düşmüşler, içlerinde binbir zihinsel çatlak oluşmuştur.

الفصل [el-fasl] sözcüğü –Mürselât sûresi'nde de belirttiğimiz gibi– isim olarak "iki şey arasındaki mesafe", fiil olarak da "iki şey arasına mesafe koymak, bitişik hâle gelmiş iki ayrı şeyi birbirinden ayırmak" demektir. Sözcük, âyetteki gibi kavl sözcüğüne sıfat olduğunda, ism-i fail anlamıyla "ayırıcı" demektir. Hakk ile bâtılı, mümin ile kâfiri, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için Kur’ân da bu sıfatla nitelenmiştir.

Diğer taraftan Kur’ân'da yer alan şeylerin tümü ciddî ve gerçektir. Onda şaka veya mizah türü şeyler asla yer almamıştır. Bu yüzden Kur’ân'ı hakk kulağıyla dinlemeli, aydınlatıcı hükümlerinden yararlanıp sırların açıklandığı o günde gerçek mutluluğa erişmelidir.
15,16) Şüphesiz onlar, oldukça tuzak kuruyorlar. Ben de onları cezalandırırım.[#81]
Bu âyetlerle Rabbimiz, müşriklerin Peygamberimize ve müminlere karşı sinsice gizli plânlar yapıp tuzaklar kurduklarını ihbar etmektedir.

Âyetteki
onlar ifadesi, bir evvelki sûre olan Beled/19'da konu edilen "Mekkeli müşrikler"dir. Onlara yapılan göndermeler, bundan sonraki Kamer sûresi'nde de yer alacaktır.

KEYD: الكيد [
keyd] sözcüğü; "tuzak, hile, kötülük, engel olmak, kusmak, çakmağın geç yanması, savaşmak, dövüşmek, karganın ötmesi" anlamlarında kullanılır. [Lisanü’l Arab, "kyd" mad.] Ancak bu âyette ve bu sözcüğün geçtiği diğer Kur’ân âyetlerinde [Enbiyâ/57; Yûsuf/5, 28, 52; A‘râf/195; Mürselât/39; Hûd/55; Nisâ/76; Enfâl/18; Tâ-Hâ/69; Mümin/25, 37; Sâffat/98; Tûr/42 vb.] geçen keyd sözcüklerinin "tuzak kurmak" olarak çevrilmesi, diğer anlamlara nazaran daha uygun düşmektedir.

Mekkeli müşrikler hem hümezelik ve lümezelik yaparak ve hem de sâhir [sihirbaz], şâir, mecnûn şeklinde iftiralar atarak Peygamberimizi aşağılamaya çalışıyorlar, ortalığa kafa karıştırıcı asılsız iddialar atarak Peygamberimizin tebliğ çalışmalarını engellemeye uğraşıyorlardı. Kur’ân, Mekke müşriklerinin bu saptırıcı söz ve iddialarının şunlar olduğunu bildirmektedir:

* Hayat, sadece dünya hayatımızdan ibarettir.

* Bu çürümüş kemikleri kim yeniden diriltecek?

* O [Peygamber], tapılacak bir tek ilâh olduğunu söyleyerek bir kaç ilâhı bir tek ilâha mı indiriyor, bizim ilâhlarımızı ortadan kaldırmak mı istiyor?

* Bu Kur’ân, iki beldenin en büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?

* O [Kur’ân], sabah-akşam o'na [Peygamber'e] yazdırılıyor.

Hatta içlerinde Peygamberimizi öldürmeyi veya yakalayıp memleket dışına sürüp atmayı plânlayanlar da vardı. Rabbimizin 15-16. âyetlerdeki ihbarı, müşriklerin kurdukları bu tuzakları açığa çıkarmaktadır.

ALLAH'IN KEYDİ (ALLAH TUZAK KURARMI?): Allah'ın tuzak kurması ve tuzağa düşen kulları cezalandırması gibi bir durum, O'nun şanına yaraşmayacağı için asla söz konusu değildir. Yani, Allah tuzak kurmaz.

Bu, bir ifade tarzıdır. Belağat ilminde مشاكلة [
müşâkele] sanatı denilen bu ifade tarzı dünya dillerinde de mevcuttur. Müşakele sanatı, "iki zıt şeyden birinin, diğerinin adıyla adlandırılması" veya "birinin söylediği sözü, diğerinin ilk söyleyenin kullandığı manaya zıt olarak kullanması" olarak tanımlanır. Meselâ, Arapça'da kullanılan, "Bize sakın bir câhillik etmeyin, biz de size câhillik ederiz!" şeklindeki tehdit ifadesinde, ikinci olarak zikredilen câhillik sözcüğü aslında "size ceza veririz, size kötülük ederiz" anlamına gelir. Türkçe'de de benzer ifadeler vardır. Meselâ, "Sen beni üzersen ben de seni üzerim" ifadesindeki ikinci üzme, aslında "cezalandırmak" anlamındadır. Örneklerde de görüldüğü gibi, yapılan fiil [suç] ile bu fiile verilecek karşılık [ceza] bu tarz ifadelerde aynı sözcükle ifade edilmiş olmaktadır.

Kur’ân'da bu üslûbun kullanımını, (Şûrâ/40) (Haşr/19) (Âl-i İmrân/54) (Secde/14)(Nisâ/142) (Neml/50) (Tâ-Hâ/126) (Câsiye/34)Bakara/14, 15, 194; Tevbe/79; Ra‘d/42; Neml/50; İbrâhîm/46; Enfâl/30’da görebiliriz.

Buna göre, Allah'ın tuzak kurduğu bildirilen âyette, aslında tuzak kuranların Allah tarafından cezalandırılacağı, bu âyetteki uyarıyla onların tuzaklarına karşı müminlere tedbir aldırılacağı ve Allah'ın aldırtacağı tedbir sayesinde de müşriklerin tüm hilelerinin boşa çıkacağı ifade edilmiş olmaktadır. Nitekim aynen böyle olmuş ve müşriklerin önlemeye çalıştığı aydınlık giderek yayılmıştır.
17) Bu yüzden sen kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere mühlet ver, onlara azıcık zaman tanı.
Yani, onlara birazcık zaman tanı, bırak ne yaparlarsa yapsınlar. Onlar çok geçmeden yaptıklarının karşılığını görecekler ve tedbirleri boşa çıkacaktır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

HORMONLAR ve YAŞAM

Vücudumuz onlarca bezden oluşur. Tüm bu bezler, biz hiç farkına varmadan bizi hayata hazırlamak ve yaşamımızı sürdürebilmemiz için sürekli çalışırlar. Bebeklik döneminde, ergenlikte ve kadınlarda hamilelik dönemlerinde bu hormonlara daha çok ihtiyaç duyulur. Korkmak, heyecanlanmak, sevinmek gibi insanî duygularımızda bile hormonlar vücudumuzun bu gibi durumlara hazır hale gelmesi için yardımcı olurlar. Metabolik faaliyetlerimizi düzenleyerek bizleri hastalıklara karşı da koruyan bu bezlerden salgılanan salgılar, sağlıklı bir yaşam için oldukça önemlidir. Vücudumuzda var olan herhangi bir hormonun eksikliğinde ve yokluğunda hayatımızı idâme ettirmemiz oldukça zordur. Hatta birkaç hormonun yokluğu ya da eksikliği hayatî tehlikeye girmemize neden olabilir. Bu nedenle hormonlarımızdaki azalma ya da eksilme dönemlerinde dışarıdan takviye yapılması gerekir.

Heyecanlandığımız, korktuğumuz ya da sevindiğimiz anlarda kendi vücudumuzu takip ederek hormonlarımızın bizi nasıl değiştirdiğini gözlemleyebiliriz. Örneğin korku ve heyecan ânında vücudumuz sinir hücreleri yardımı ile böbrek üstü bezlerine gerekli mesajı iletir ve böbrek üstü bezlerinin faaliyetlerini hızlandırır. Bu bezden salgılanan adrenalin, tüm vücuda hızla yayılır. Adrenalinin kandaki oranının yükselmesi daha hızlı ve kısa süreli nefes almamızı sağlar. Heyecan ve korku ânında nefes nefese kalınması bu nedenledir. Ayrıca sindirime gönderilen kan miktarı azalır, hatta kesilir. Çünkü heyecan ânında sindirim sistemi faaliyetini durdurur. Sindirim için ayrılan, ancak sindirime katılamayan kan, kaslarımızı beslemek üzere boşa çıkmış olur. Tüm bu süreçte kalp atışlarımız hızlanmış, kandaki şeker oranımız artmıştır. Kanda yükselen şeker miktarı bize daha fazla enerji verir. Açığa çıkan bu fazla enerji aslında bizim isteğimizdir. Bizi korkutan ya da heyecanlandıran durumlarda ya da ortamlarda her an kaçma, saldırma ya da o yerden uzaklaşma isteği doğar. Yani, normal koşullardan biraz daha fazla enerjiye ihtiyacımız olacaktır. Kanımızda artış gösteren şeker, daha fazla enerji sağlayarak bu durumdan kurtulmamıza yardımcı olacaktır. Tabii kanda dolaşan şeker bize enerji vermez. Bu şekerin yakılıp enerjiye dönüşmesi gereklidir. Bu durumda vücudumuz daha fazla ensüline ihtiyaç duyar. Pankreas'ta bulunan bezler kana daha fazla ensülin göndererek bu ihtiyacı karşılamaya çalışır. Eğer ensülin yeterli miktarda salgılanamazsa (yani, eksikliğinde ya da yokluğunda) şeker hastalığının varlığı düşünülür. Ensülin miktarının normalden az ya da çok olması hayatî önem taşır. Dışarıdan takviye gereklidir. Göründüğü gibi hormonlara; bulunduğumuz ortama, yaşam şeklimize göre bizi hazırlayan savunucular da denilebilir.

Hormonlar, vücudun gizli patronlarıdır. Dış görünüşümüzde, ruhsal dengemizde, fiziksel aktivitelerimizde, organlarımızın çalışmasında ve hatta kilolarımızda bile hormonlarımızın etkisi vardır. Erkek ve kadınlarda, oranları birbirinden farklı olsa da aynı hormonlar bulunur.

Kadınlık ve erkeklik hormonu olarak da isimlendirilen testosteron ve östrojen, kadınları erkeklerden, erkekleri kadınlardan ayıran en önemli hormonlardır.

Testosteron, erkeklerin güçlü fiziklerini, kas kütlelerini ve hatta vücutlarındaki yağ miktarını bile ayarlayan bir hormondur. Erkeklerde er bezinde üretilen androjen hormonlarının en önemli üyesi olan testosteron, kas gelişimini ve vücut kıllanmasını düzenler, cinsel gücü arttırır. Bu hormonun normal seviyelerde olması, erkeğin şikâyetsiz yaşamını sürdürebilmesi için önemli bir kriterdir. Yaş ilerledikçe, kadınlarda menopoz döneminde kadınlık hormonu östrojenin azalması gibi, erkeklerde de zamanı geldiğinde testosteron miktarı azalır. Hormonun normal seviyelerinden aşağıda olması, kadınların menopoz dönemlerinde yaşadıklarına benzer şikâyetlerin erkeklerde de görünmesine neden olur. Sıcak basması, uykusuzluk, ruhsal sorunlar, cinsel arzu ve performansın düşmesi, erkeklerde görülen adropoz belirtileri olarak sayılabilir.

Testosteron dışında erkekleri yöneten diğer bir hormon ise kısaca DHEA olarak bilinen dihydroepiandrosteron'dur. Böbreküstü bezlerinden salgılanan bu hormon, 45 yaşından itibaren gerilemeye başlar. Bu hormon vücutta bulunan sinir uçları arasındaki bağlantının sağlanması için oldukça önemli bir hormondur. DHEA hormonunun vücutta eksikliğinin görülmesi, insanlar arasındaki sosyal ilişkileri bile etkiler. İnsanlardan kaçınma gibi kişide depresif belirtilere neden olur. DHEA vücudun yağ mekanizması üzerinde de etkilidir. Yağları eriten bir hormon olarak da bilinen bu hormonun erkeklerde 45 yaşından itibaren azalması, kişide kilo artışına neden olur. Spor yapılsa dahi erkeklerde 45 yaşından sonra kilo artışı meydana gelir.

Kadınlarda, erkeklerdeki testosteron kadar önemli olan hormon ise östrojendir. Kadınların vücudunu yöneten belki de en önemli hormonlardan biridir. Östrojen, kadınları hastalıklara karşı koruyan, üreme organlarının çalışmasını düzenleyen, kalp damar hastalıklarına karşı koruyan önemli bir faktördür. Eksikliği, kadınların menapoz belirtileri yaşamalarına neden olur. Yapılan araştırmalarda östrojenin, kalp damar sistemini koruduğu belirlenmiştir. Ortalama olarak 40-45 yıl düzenli östrojenle yaşayan kadınların kalp damar sistemi rahatsızlıklarına daha zor yakalandığı bilinen bir gerçektir. Bu sayede daha iyi bir kan dolaşımına sahip olan vücutta bulunan organlar da daha iyi beslenmiş olacaktır. Bu da kadınların erkeklere oranla neden daha uzun yaşadıklarının göstergesidir.

Hormon [hormone]: Vücudun kimyasal mesaj taşıyıcısı. Östrojen ve projestin [projesteron'un sentetik bir formu] üreme işleminin ana hormonlarıdır.

Östrojen [estrogen]: Kadın vücudundaki ana cinsiyet hormonu. Yumurtalıklar, böbrek üstü bezleri ve diğer dokular tarafından üretilir. Östrojen, vücuttaki pek çok dokunun bakımında ana rol üstlenir.

Vücudumuzun içinde bağışıklık sistemi adı verilen şaşırtıcı ve bir o kadar da ilginç savunma mekanizması vardır. Bağışıklık sistemi insanoğlunu "mikrop" diye tanımlanan, enfeksiyona yol açabilen virüs, bakteri, mantar ve parazit gibi mikro organizmaların zarar verici etkilerine karşı korur.

İnsan vücudu, çevresinde bulunan çok sayıdaki mikrobun saldırısına uğrar ve bu organizmalar vücudumuza girebilmek için uğraş verir. Sağlıklı bir vücut, karşılaştığı hastalık etkenleriyle ve yabancı maddelerle çoğunlukla "çaktırmadan" baş eder. Mikroplarla baş edemediğimiz durumlarda da "hasta" oluruz.

Bağışıklık sisteminin görevi de, öncelikle bu organizmaların vücuda girmelerini engellemek veya girer ise vücuda girdikleri yerde yutmak, yayılmalarını engellemek ya da geciktirmektir. Bağışıklık sistemi bu görevlerini yaşam süresince sürdürür; ancak bazı koşullarda bağışıklık sistemi zayıflar.

Bağışıklık sisteminde yer alan organ, yapı ve hücreler ayrıntılı bir etkileşim içindedir. Bu sistemin temel bileşenleri olan timus bezi, kemik iliği, dalak, lenf sistemi akyuvarlar [monosit-makrofaj sistemi] hormonlar ve bazı proteinler hepsi birlikte birbirlerini tamamlayıcı bir işbölümü içinde çalışırlar.

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN TEMEL ÖĞELERİ

AKYUVARLAR:

Akyuvarlar [lökosit] bağışıklık sistemimizin en önemli savaşçıları ve immünolojik savunmanın temel faktörleridir. Akyuvarlar dış etkenleri ilk karşılayan hücrelerdir. Eğer bu sistem geçilirse hastalık dediğimiz durum ortaya çıkar. Lökositler damar içinde dolanırken, tehlike sinyallerini aldıkları bölgelerde damardan ayrılıp bakteri ve ölü doku gibi yabancı cisimlerin etrafını sarabilirler. Lökositler plazma kaynaklı kan proteinleri ile birlikte organizmanın bütünlüğünü sağlamakta askerî güç gibi görev yaparlar. Bu savaşçıların da bakteri ve virüslerin yok edilmesinde çalışan farklı çeşitleri vardır. Eğer bu sistem geçilirse hastalık dediğimiz durum ortaya çıkar.

LENF DÜĞÜMLERİ:

Vücudun birçok bölgesinde gruplar halinde bulunur. Boyun, koltuk altı, kasıklarda olduğu gibi yüzeyde bulunan lenf düğümleri kolaylıkla fark edilebilir. Ancak göğüs ve karın boşluğunda da çok sayıda lenf düğümü mevcuttur. Bunların başlıca görevi vücuda giren yabancı maddelere karşı bir süzgeç oluşturarak, mikropların vücuda yayılımlarını engellemek ya da geciktirmektir. Düğümler içinde bağışıklık sistemine ait sayısız hücre bulunmakta, bu hücreler insana zarar verebilecek maddelerin geçişine engel olmaya çalışmaktadırlar. Bu mücâdele sırasında lenf bezeleri şişerek elle ya da gözle fark edilebilecek boyutlara ulaşabilmektedir. Bademciklerimiz de birer lenf düğümüdür. Bakteriler ya da virüslerle yoğun bir biçimde savaştığında, bademciklerimiz şişer ve iltihaplanır.

DALAK: Sol böğrümüzün arka bölümünde yer alır. Kırmızı kan hücreleri ve immün sistemin beyaz kan hücreleri için depo olarak görev yapar, aynı zamanda kandaki yabancı maddelerin büyük bir kısmını süzer.

TİMUS: Göğüs boşluğu içinde yer alan iki parçadan oluşan bir organdır. Lenfosit, T lenfosit veya sadece "T hücreleri" timus'ta büyür, eğitilir ve olgunlaşır ve bağışıklık sisteminde üstlendikleri görevleri yerine getirmek üzere yeniden kana karışırlar. Küçük çocuklarda akciğer filmlerinde rahatlıkla fark edilecek kadar büyük olan bu organ 20 yaşından sonra giderek küçülür.

KEMİK İLİĞİ: Kemiklerin ortasında bulunan yağlı ve gözeli bir dokudur. Bağışıklık sisteminde çok önemli işlevleri olan akyuvarlar da dahil olmak üzere bütün kan hücrelerinin yapım yeridir.

DENETLEYİCİ VE DÜZENLEYİCİ SİSTEMLER

İnsan vücudu birbirinden farklı yapı ve görevleri olan hücrelerden oluşmuştur. Organizmanın bütünlüğü, hücrelerin uyumlu çalışmasıyla sağlanır. İnsan, iç ve dış çevresinde oluşan değişikliklere tepki gösterir. Böylece çevreye uyum sağlar. Sinir ve endokrin sistemleri, canlının çevreye uyumunu ve iç dengeyi sağlayan denetleyici ve düzenleyici sistemlerdir.

ENDOKRİN SİSTEMİ: Ürettikleri salgıları kana veren bezlere iç salgı bezi, bu salgılara da hormon denir. İç salgı bezlerinin oluşturduğu sisteme, endokrin sistemi denir. Endokrin sistemi yaptığı salgılarla doku ve hücrelerin faaliyetlerini düzenler. İnsan vücudunda bulunan endokrin bezleri, hipofiz, tiroit, paratiroit, böbrek üstü bezi, pankreas, yumurtalık ve testislerdir.

1. HİPOFİZ: Beynin tabanında bulunur. Salgıladığı hormonlarla bütün iç salgı bezlerinin çalışmasını kontrol eder. Ayrıca vücut için gerekli bazı hormonları salgılar. Büyüme hormonu bunlardan biridir.

Büyüme Hormonu: Kemik ve kasların büyümesini kontrol eder. Azlığında cücelik, fazlalığında devlik hastalığı ortaya çıkar.

2. TİROİT: Boynun ön kısmında, soluk borusunun iki yanında, gırtlağın altında yer alır. İki hormon salgılar.

Tiroksin: Canlı metabolizmasını hızlandırır, büyümeyi ve gelişmeyi etkiler. Az çalışması; İnsanları yorgun, zayıf, kuru derili yapar. Çok çalışması terleme, kalbin fazla çarpması ve sinirliliğe sebep olur. Tiroksin hormonunun üretilmesi için iyot gereklidir. Vücuda yeterince iyot alınmazsa, tiroit bezinin hacmi büyür ve guatr hastalığına sebep olur.

Kalsitonun: Kalsiyumun kemikte birikmesini sağlar.

3. PARATİROİT: Tiroit bezinin arkasında yer alır. Parathormon salgılar.

Parathormon: Kemikten kana kalsiyum geçişini sağlar.

4. BÖBREK ÜSTÜ BEZİ: Böbreklerin üstünde yer alsa da böbreklerle doğrudan ilgisi yoktur. Kabuk ve öz bölgesi olmak üzere iki bölümünden oluşur.

a. Kabuk Bölgesi: Aldesteron hormonu salgılar.

Aldesteron: Kanın su ve mineral seviyesini ayarlar.

b. Öz Bölgesi : Adrenalin salgılar.

Adrenalin: Korku, heyecan ve sevinç anında kalbin atışını ve solunumu hızlandırır.

5. PANKREAS: Karın boşluğunda, midenin altında yer alan bir bezdir. Hem iç hem de dış salgı bezi olarak görevi vardır. On iki parmak bağırsağına sindirim sıvısı salgılayarak dış salgı bezi, kana insülin ve glukagon salgılayarak iç salgı bezi olarak çalışır. İnsülin ve glukagon hormonları kan ile hücreler arasında glikoz [şeker] geçişini düzenler.

İnsülin: Kandaki şeker miktarı arttığında, fazla şekerin karaciğerde depo edilmesini sağlar. Böylece kan şekeri düşmüş olur. İnsülin hormonu yetersizliği, şeker hastalığına sebep olur.

Glukagon: Kandaki şeker oranı azaldığında, karaciğerde depo edilen şekerin kana geçmesini sağlar. Böylece kan şekeri normal seviyesine çıkar.

6. YUMURTALIK: Östrojen salgılar.

Östrojen: Dişi eşey karakterinin gelişmesini sağlar.

7. TESTİS: Testosteron salgılar.

Testesteron: Erkek eşey karakterinin gelişmesini sağlar. [Tıp ve sağlık ansiklopedileri.]